|
| Sure Sure Diyanet Tefsiri | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:04 pm | |
| Tefsiri
55. Hicretten sonra bu âyetin geldiği günlerde müslümanlar geleceklerinden emin değillerdi, devamlı düşman korkusu içinde huzursuz bir hayat sürüyorlardı. Tefsir kitaplarında, bu âyetin yorumlandığı yerde, mevsuk bulunarak Ebü'l-Aliye'den nakledilen şu değerlendirme, söz konusu ruh halini tam olarak yansıtmaktadır: Hz. Peygamber ve ashabı Mekke'de, savaş emri almadan, on yıl kadar korku içinde ve gizli olarak halkı, Allah'ın birliğine imana ve yalnızca O'na kul olmaya davet ettiler. Sonra Medine'ye hicret izni gelince oraya göç ettiler, arkasından savaş emri geldi, orada korku çekerek, gece gündüz silâhlı dolaşarak sabırla beklediler. Bu günlerin sonlarına doğru bir sahâbî Hz. Peygamber'e sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız, silâhı bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek mi?" Allah Resulü şu cevabı verdi: "İçinizden bir kimsenin, silâh taşımadan, elbisesine bürünerek kalabalıklar arasında rahatça oturacağı günlere kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz." Bu sözün üzerinden çok zaman geçmeden tefsir ettiğimiz âyet vahyedildİ. Allah Teâlâ Resulü'nü Arap yarımadasına hâkim kıldı, silahı bıraktılar. Daha sonra içine düştükleri İç savaş günlerine kadar Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın hilâfetlerinde aynı huzur ve güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu günlere girdiler, korunaklar ve korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını değiştirdiler, bu yüzden içinde bulundukları huzur da değişip yok oldu. [87]
Allah Teâlâ'nın, daha öncekilere verdiği gibi bu ümmete de vereceğini vaad ettiği şey hilâfet olup bunu verme fiilini ifade eden şekillerden biri de hilâfetle aynı kökten türetilmiş bulunan İstihlâf kelimesidir. Hilâfetin ve insanın halife olmasının çeşitli mânaları daha önce açıklanmıştı. [88] Burada verilmesi vaad edilen hilâfetin, üstün meziyet ve kabiliyetleri sebebiyle insan oğluna verilmiş bulunan İlâhî hilâfet değil, mülkiyet ve egemenlik (yeryüzünde daha önce hâkim olup yaşamış topluluklara halife olmak, onların yerini almak) mânasında kullanıldığını gösteren deliller, "daha öncekilere verildiği gibi" kaydı ile Hz. Peygamber ve ashabının bilinen manevî dereceleridir. Söz konusu ifade Kur'an'da elliden fazla yerde zikredilmiş, fakat hiçbirinde peygamberler ve Allah'ın rızâsına nail olmuş takva sahibi kullar (evliya) kastedilmemiştir, peygamberler kastedildiği zaman "senden önceki peygamberler. [89] şeklinde açıklama yapılmıştır, fiilen veya potansiyel olarak kâmil insanlar kastedildiği zaman da "öncekilere verildiği gibi" kaydı konmamıştır. Hz. Peygamber ve onun eğitiminde yetişerek olgunlaşmış sahabe, İlâhî hilâfete lâyık ve mazhar olmuşlardır. Onlar bu mânada Allah'ın halifeleridir; âyetin geldiği günlerde onlarda bulunmayan hilâfet, belli bir toprak parçası üzerindeki egemenliktir. Burada egemenlik ve mülkiyet konusu olan yeryüzü de dünyanın tamamı değil, her bir ümmet, kavim ve grubun hâkim olduğu bölgedir, yeryüzü parçasıdır. Belli bir toprak parçasını göz önüne alarak âyeti yorumlamak gerekirse şöyle denilebilir: Oraya sizden önce de birçok kavim ve nesil egemen oldular, biri gitti yerine diğeri geldi, sonra gelen öncekinin halefi (halifesi) oldu. Şimdi de siz buna lâyık olduğunuz için veya imtihan vesilesi olarak aynı topraklara mâlik ve hâkim olacaksınız.
Ayette, yeryüzünde bîr parçaya egemen olabilmek için iman ve ibadet mânasında sâlih amel şartının bulunduğu da açık değildir. Tarihî vakıa göstermektedir ki, hak dine inanmayan topluluklar da, bir yere hâkim olmak için gerekli bulunan maddî şartlara uyduklarında -ki bu da âyette geçen düzgün amel kapsamına girmektedir- oraya hâkim olmuşlardır. [90] İman ve sâlih amel âyette, sebep ve şart olmaktan ziyade, vakıa ve amaç olarak öngörülmektedir. Bu âyet geldiğinde ona doğrudan muhatap olan müminler böyledir; din ve dünya işleri düzgündür, ilâhî kanunlara göre istedikleri sonucun sebeplerini ve şartlarını yerine getirmektedirler. Ayrıca müminlere bu nimetin bahşedilmesinin sonucu imanın ve sâlih amelin korunup yayılması olmalıdır, egemenlik bu amaç için kullanılmalıdır. [91]
Bu ilâhî vaad çok geçmeden gerçekleşmiş, Hudeybiye Antlaşması!ndan itibaren müslümanları tehdit eden düşman ve savaş tehlikesi gittikçe azalmış, Mekke fethini yeni fetihler izlemiş, İslâm toplumu korkan değil, kötülerin kendisinden çekindiği bir güç haline gelmiş, İslâm gittikçe yayılıp kökleşmiş, bir büyük medeniyete ve evrensel değerlere kaynak olmuş, yeryüzünde müslümanlann egemen olduğu topraklar günümüze kadar hep var olagelmiştir. [92]
56. Bu âyet bütün yükümlülükleri ve ilâhî rahmete, Allah tarafından esirgenmeye vesile olacak davranışları ifade etmektedir. Namaz bedenle yapılan İbadetleri, zekât ise malla yapılanları içine almaktadır. Resûl'e itaat ise -onun örnekliği hem şekil hem de özü ile alınmak şartıyla- bütünüyle din ve dünya işlerini düzgün, dengeli, Allah rızâsına uygun bir çizgide götürmeyi teminat altına almaktadır. [93]
57. Görünüşte sözün muhatabı Allah'ın Resulü'dür; ancak Arapça'daki üslûba göre burada, Hz. Peygamber'in böyle bir zan taşıyacağı var sayılarak bunu gidermek değil, sözü güçlendirmek kastedilmektedir. Buna göre mâna "Asla âciz bırakamazlar" demektir. Başka bir okunuşa göre ise tercüme şöyle olacaktır: "İnkarcılar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabileceklerini zannetmesinler..." Âyetin nazil olduğu tarihte böyle bir güçlü ifadeye ihtiyaç vardı; çünkü henüz müslümanlar zayıftı, ilâhî vaad ve müjde dışında, korkunun yerini güvenliğin alacağını gösteren vakıalar mevcut değildi. [94]
Meali
58. Ey iman edenler! Elinizin altında bulunanlarla içinizden henüz ergenlik çağına gelmemiş olanlar yanınıza gelmek için sizden üç vakitte izin alsınlar. Sabah namazından önce, öğle sıcağından dolayı (istirahata çekilirken) elbisenizi çıkardığınızda ve yatsı namazından sonra. Bunlar, örtülmesi gereken yerlerinizin açık bulunabileceği üç vakittir. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir sakınca vardır. Bunlar sıkça yanınıza girip çıkan, birbirinizle iç içe olduğunuz kimselerdir. Allah size âyetleri işte böyle açıklar, Allah her şeyi bilir, yerli yerinde yapar. 59. Çocuklarınız ergenlik çağına gelince, onlardan önceki ergenler nasıl izin alıyorlarsa onlar da öyle izin alsınlar. Allah âyetlerini işte size böyle açıklar; O her şeyi bilir, yerli yerinde yapar. 60. Evlenmekten umudunu kesmiş yaşh kadınların, cinsel cazibelerini sergilemeksizin elbiselerini çıkarmalarında sizin için bir sakınca yoktur, bununla beraber iffetlerini korumaya özen göstermeleri kendileri için daha hayırlıdır. 61. Gözleri görmeyen için bir sakınca yoktur, topal için bir salanca yoktur, hasta için de bir salonca yoktur. Sizin için de kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden, analarınızın evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, anahtarı elinizde bulunan evlerden ve arkadaşınızdan yiyip içmenizde bir sakınca yoktur. Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde sizin için bir günah yoktur. Evlere girdiğinizde, Allah katından mübarek ve güzel bir selâmlama ile kendinize selâm verin. Düşünesiniz diye Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor. [95]
Tefsiri
58-59. Bu sûrenin 27-29. âyetlerinde bir başkasının evine girmenin usul ve âdabı açıklanmıştı. Burada evin çocuklarıyla hizmetçilerin, diğer aile fertlerinin odalarına ve özel mekânlarına girip çıkarken nasıl davranacaklarına dair açıklamalar yapılmaktadır.
Kolaylık İslâm'ın İlkelerinden biridir; dinî, ahlâkî ve hukukî ilkeleri ihlâl söz konusu olmadığı sürece müminler, kendilerine kolay gelen uygulamaları tercih edebileceklerdir. İffetin korunması bir ilkedir, bunun İçin örtünmek, cinselliği sergilememek bir araçtır. Bu ilke ile kolaylık İlkesi çatıştığında ikincisinden, ancak zorunlu olduğu ölçüde fedakârlık edilmesi istenmiş, örtünmenin amacını ortadan kaldırmayan kolaylıklara izin verilmiştir; bunun Örnekleri daha önce (30-31. âyetler) ifade edildi. Burada bir başka ömek, "Bunlar sıkça yanınıza girip çıkan, birbi-rinizle ilişki İçinde olduğunuz kimselerdir" gerekçesiyle açıklanmaktadır. Köle, câriye, hizmetçi gibi devamlı evde olan ve hizmet gerektirdiği için evin hanımı ve beyi ile birlikte yaşayan kimselerle henüz ergenlik çağına gelmediği için daha ziyade evde, ana babanın yanında bulunan çocukların, birbirlerinin yanına girip çıkarken, üç vakit dışında izin almalarına gerek görülmemektedir. Bu üç vakitte karı koca veya özel mekânında bulunan diğer ev sakinleri, 30-31. âyetlerde ve tefsirinde açıklanan "hizmetçiler ve mahremlere mahsus istisnaları aşacak şekilde" soyunabilecekleri için, yanlarına gelmek isteyen küçük çocuklar ve hizmetçilerin izin almaları emredilmiştir. İbn Abbas'ın, bu âyeti açıklarken hükmün devamlı olup olmadığına dair ifadesi ve buna karşı iki önemli fıkıhçının tavrı, günümüzde tartışılan "tarihsellİk" problemi bakımından önem taşımaktadır. İbn Abbas'a göre bu âyet geldiğinde müminler yokluk içindeydiler, evlerinde ne kapı vardı ne perde ne de bölme. Çocuklar ve hizmetçiler, anılan üç vakitte kan kocanın üstlerine geldiklerinde onlan uygunsuz vaziyetlerde görebiliyorlardı. Bunun için eve girerken izin almaları emredildi. Sonra Allah müminlerin imkânlarını arttırdı, şimdi kapılan da var perdeleri de, bu sebeple kimse bu âyeti uygulamıyor. [96] İbnü'l-Arabî, İbn Abbas'ın bu yorumunu âyetin neshedil-diğini söylemek gibi anlamış ve "Öncelik sonralık, iki hükmün çelişmesi gibi şartlar olmadığına göre burada neshe hükmedilemez" diyerek yoruma katılmadığını ifade etmiştir. Güçlü bir Hanefî fıkıhçısı olan Cessâs ise şöyle demektedir: "İbn Abbas'ın nakline göre bu âyetteki izin alma emri bir sebebe (tarihî bir duruma, uygulamaya) bağlıdır, sebep ortadan kalkınca hüküm de kalkmıştır. Onun sözlerinden anlaşılan, âyetin hükmünün devamlı olarak kaldırıldığı (mensuh olduğu) değil, uygulamanın sebep ve şarta bağlı bulunduğudur; aynı sebep yeniden bulunsa hüküm de uygulanır" (III, 330).
Ergenlik çağının kızlarda âdet görme, erkeklerde ihtilâm olma ile başladığında ittifak vardır. Bu İki biyolojik gelişmenin gecikmesi veya olmaması halinde Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde on sekiz, kızlarda on yedi, müctehidlerin çoğuna göre ise on beş yaşın dolmasıyla ergenlik çağına girilmiş olur. Çocuklar ergenlik çağına girince, aynı derecedeki diğer mahremler için söz konusu olan sınırlara ve istisnalara tâbi olurlar. [97] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:04 pm | |
| 60. Daha önce (30-31. âyetler) iffetin korunması ve bir tedbir olarak örtünme konusu ele alınmıştı. Örtünmeyle ilgili istisnalar arasında çocuklar, yaşlılar, ev halkı İle içli dışlı yaşamak durumunda olan hizmetçiler vardı. Burada istisnalar, yani amaca aykırı düşmediği için örtünme yükümlülüğünün hafifletilmesiyle ilgili bir başka hüküm daha vardır. Buna göre yaşlanmış, âdet görmez hale gelmiş, cinsel cazibesini kaybetmiş, normal şartlarda kendisine izdivaç teklifi yapılmaz olmuş kadınlar, gençlere nispetle daha az örtünebilecekler, bir başka ifadeyle bazı giysilerini çıkarabileceklerdir, "Bu giysiler nelerdir ve nerede çıkarılacaktır?" sorusunun cevabı farklı bakış açılarından ve yorumlardan dolayı çeşitli olmuştur. Bu âyetle 30-31. âyetler arasında İlgİ kuranlar ve istisnayı oradaki örtünmeye bağlayanlar, çıkarılabilecek giysilerin başörtüsü, entari üzerine giyilen hırka vb. ikinci giysi olduğunu söylemişlerdir; tabiîn âlimlerinden Câbİr b. Zeyd'in anlayışı böyledir. Bazı tefsirci ve fıkıhçılar ise yaşlı kadının da namazda saçlarının avret (açılması haram) olduğundan hareket ederek İstisnayı, Ahzâb süresindeki cilbâb âyetine (33/59) bağlamışlar ve izin verilen açılmanın yalnızca cilbâb (başörtüsünün ve entarinin üzerine örtülen dış giysi) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu gruptan bazıları, "Maksat yabancı kimsenin görmediği yerde başını açmasıdır" demİşlerse de Cessâs, haklı olarak "Bunu yaşlı kadınlara özgü kılmanın anlamı yoktur, genç kadınlar da yabancı kimsenin görmediği yerlerde başlarını açabilirler" diyerek bu yorumu eleştirmiştir. [98]
Bize göre burada izin verilen açılma baş ve boyunla İlgilidir; âyet, Ahzâb süresindeki cilbâbla değil, bu sûrenin 31. âyetindekî başörtüsüyle ilgili bir istisna getirmektedir. Çünkü Arapça'da, "elbiselerini çıkarmaları" diye tercüme ettiğimiz"vad'u's-siyâb", dış giysinin değil, başörtüsünün açılması mânasını ifade etmektedir. [99] Başı ve boynu örtmenin gerekçesi cinsel cazibe idi, yaşlılarda bu sebep ortadan kalktığı için örtünme külfeti hafifle-tilmiştir; nitekim 31. âyetteki istisnalardan biri de "şehvetle ilgisi olmayan veya kalmayan" kimselerdir. Hafifletme dış giysinin değil, başın ve boynun açılmasıyla hâsıl olur. Yerinde açıklanacağı üzere dış giysi (cilbâb) emrinin gerekçesi iffetin korunması değil, hür kadınların cariyelerden ayni edilmesidir. Cariyenin bulunmadığı ve ayırmanın başka yöntemlerle sağlandığı zaman ve zeminlerde tesettür için gerekli olan cilbâb değil, belli yerlerin uygun şekilde örtülmesidir.
Âyetin sonundaki uyan, kadınlar yaşlı da olsalar kendilerine ilgi duyulması ihtimali bulunduğu için bu ruhsatı kullanırken dikkatli olmalarına, amaca göre hareket etmelerine yöneliktir. [100]
61. Bu âyette ilk bakışta dört ayrı konu var gibi gözükmektedir: Hasta ve sakatlarla İlgili muafiyet, yakınların evlerinden yiyip İçmek, birlikte veya ayrı ayrı yemek, evlere girildiğinde selâm vermek. Bu dört konudan ilk ikisinin tek konu olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Mealde "sizin için de" diye başlayan cümle üst tarafına bağlanırsa konu tektir, bağlanmazsa konular farklıdır. Bir tercih yapabilmek için önce âyetin geliş sebebiyle ilgili rivayetlere bakmak gerekecektir: a) Hasta ve sakatlar diğerleri ile birlikte yedikleri zaman hak geçmesi, onların karınlarını doyuramaması İhtimali vardı, bu yüzden rahatsızlık duyanlar, "Birlikte yemenizde sakınca yoktur" denilerek rahatlatılmıştır. b) Hasta ve sakatların, âyetin devamında sayılan yakınların evlerinden yemelerinde sakınca bulunmadığı açıklanmıştır (bu anlayışa göre ilk iki konu farklı değildir, tek konuda açıklama yapılmış demektir), c) Hastalar ve sakatları, karınlarını doyurmak üzere evlerine götüren kimseler burada yiyecek bulamazlarsa âyette sıralanan yakınlarına götürüyorlardı; bunda sakınca bulunmadığı bildirilmektedir, d) "Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin"[101] mealindeki âyet gelince, "bağışlama, alım-satım gibi bir durum olmadan akraba ve eş dost evinden yiyip içmenin de caiz olmayan, haksız yoldan yeme ve içme" sayılacağı kanaati bazı kimseleri rahatsız etmişti, bunu gidermek üzere âyet nâzit oldu. e) Sağlam müminler savaşa giderken evlerini, sakatlıkları veya başkaca mazeretleri yüzünden savaşa katılamayanlara emanet ediyorlardı, emanetçilerin de bu evlerde bulunan yiyeceklerden yararlanma hususunda gönülleri rahat değildi, onlara ruhsat tanınmıştır. 0 Bu âyet nazil olduğunda genellikle insanların evlerinde kapı yoktu, perde çekilmiş olurdu ve evlere kolaylıkla girilirdi, eve giren kişi bazan orada sahiplerini bulamazdı ve bir şeyler yiyip içmeye de ihtiyacı olurdu. Sonraları evlere kapı yapıldı, sahipleri bîr yere gideceklerinde kapılarını kapayıp gittiler, bu uygulama da ortadan kalkmış, oldu. g) Hasta ve sakatlarla ilgili kısım, daha sonra gelen ve birbirinin evinden yiyip içmekle ilgili bulunan kısımdan farklı olup onların mazeretleri sebebiyle başta cihad olmak üzere bazı emirlerden ve yasaklardan muaf oldukları hükmünü getirmektedir. [102] Yorumlan da yönlendiren bu rivayetler içinde hem tarihî olguya hem de âyetin lafzına en uygun olanı şu iki yorumdur: 1. Topal, kör ve hasta olanların başta cihad olmak üzere -sağlam olma, güç yetme şartı aranan- birçok yükümlülükten muaf oldukları. 2.0 günlerde hem ihtiyaç bulunduğu hem de örf ve âdet haline geldiği için akraba ve dostların birbirinin evinden, sahibinin iznini almaksızın -yine örf ve âdet ölçüsünde- yiyip İçmelerinin caiz olduğu.
Araplar'ın İslâm'dan sonra sürdürdükleri bir âdetleri de yolculukta azıkları birleştirip gerektikçe ortadan yemekti. Bu durumda bazı kimseler çok veya sık, bazıları az yiyorlardı, bazı kimseler de herkes bir araya toplanmadıkça ortak azıktan yemek istemiyorlardı. Âyetin ilgili bölümü,.iyi niyet ve ihtiyaç sınırlan İçinde kalındığı sürece tek başına da, bütün arkadaşlar bir araya gelerek de yemenin caiz olduğunu göstermektedir.
27-30. âyetlerde başkalanna ait evlere girerken nasıl izin alınacağı ve selâm verileceği öğretilmişti. Bu âyetin sonunda ise bir kimsenin kendi evine, bir rivayete göre de mescide girdiğinde nasıl davranacağı anlatılmaktadır. Buna göre eve veya mescide girildiği zaman orada bulunanlara selâm verilecektir."... kendinize selâm verin" cümlesinden kastedilen budur. Lafza daha bağlı bir yoruma göre ise evde kimse yoksa şahıs kendine selâm verecektir. [103]
Meali
62. Müminler ancak Allah'a ve Resulü'ne iman edenlerdir ve onunla ortak bîr iş için toplanmış iken kendisinden izin almadan çekip gitmeyenlerdir. Senden izin isteyenler, evet işte onlar Allah'a re Resulü'ne hakkıyla iman edenlerdir. Bazı özel işlerinden dolayı senden izin istediklerinde onlardan dilediğine İzin ver ve Allah'tan onlann bağışlanmasını dile. Kuşkusuz Allah çok bağışlar, çok esirger. 63. ResuPün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar! 64. Evet, göklerde ve yerde olan her şey şüphesiz Allah'a aittir, O şu andaki durumunuzu da, O'na götürüldükleri zamanki durumu da iyi bilir. O zaman kendilerine de yapıp ettiklerini bir bir haber verecektir. Allah her şeyi bilmektedir, [104]
Tefsiri
62. "Ortak bir iş" tamlamasının lafza bağlı tercümesi "toplayan iş"tir. Bundan maksat da ister cuma ve bayram namazları gibi toplu İbadetler olsun ister ülkenin ve topluluğun önemli bir işini görüşmek üzere tertiplenmiş toplantılar olsun, yöneticinin ve diğerlerinin tek başına yapamayacakları, grubu ve kamuyu ilgilendiren işlerdir. Böyle toplantılarda bir başkan ve uyulması gereken düzen bulunur. Toplantıya çağıran ve başkanlık eden kişi Allah'ın Resulü olunca toplantının önemi bir kat daha artmakta, gelmemenin, gelip de izinsiz ayrılmanın hükmü ağırlaşmaktadır. Hz. Peygamber'in çağrısıyla gerçekleşen bazı toplantılarda münafıklar, birbirlerini siper ederek görünmeden sıvışıp gidiyorlar, böylece hem toplantıyı sabote ediyor hem de rahatsız olduktan bir ortamda bulunmaktan kurtuluyorlardı. Âyette "müminler ancak ... izin almadan çekip gitmeyenlerdir" kısmı, genel olarak mümini tanımlamak İçin değil, tarihî vakıaya bağlı olarak müminlerin münafıklardan bir farkını daha ortaya koymak içindir.
Muhammed Esed burada geçen iznin, alman karara mâkul bir sebep göstererek katılmama izni olabileceğini ve burada bir nevi "iyi niyetli muhalefet" anlayışının bulunduğunu ifade etmiştir (II, 724). Bizim bu cüretli ve tarihî gerçeğe uymayan yoruma katılmamız mümkün değildir; çünkü önce âyetin ifadesi (lafzı, üslûbu) böyle bir mâna çıkarmaya uygun değildir. İzin muhalefet için değil, "özel işleri için" istenmektedir. Ayrıca takip eden âyette onun enirine uymayanlar kınanmakta, belâ ve ceza ile tehdit edilmektedir. Hz. Peygamber'in içinde bulunduğu toplantı ya ibadet ya eğitim öğretim faaliyeti ya cihad gibi bir toplu eylem ya da toplumu ilgilendiren bir konuda konuşup bir karara varmak için yapılmaktadır. Bir, iki ve üçüncü amaçla yapılan toplantılarda, toplu eylemlerde mazeret sebebiy-ie izin alınan veya izinli sayılan bir katılmama söz konusu olabilir, bunun muhalefetle bir alâkası yoktur. Dördüncü amaçla yapılan toplantılarda farklı fikirler ileri sürülebilirse de Hz. Peygamber'in katılmadığı bir görüş kabul görmez ve uygulanmaz, onun katıldığı bir karara ise kimse muhalefet edemez; çünkü o vahiyle hareket etmişse yanlış yapmaz, içtihadıyla hareket etmiş olur da yanılırsa vahiy yoluyla uyarılır ve yanlış düzeltilir. Uygulama da böyle olmuştur; içtihadına muhalif kalanlar da eylemde ona tâbi olmuşlardır, eğer ictihad hatalı olmuşsa hemen tashih edilmiştir.
Hz. Peygamber'in izin verdiği kimseler için Allah'tan bağışlanmalarını dilemesi istenmiştir. Çünkü izin alarak toplantıya katılmayan veya toplantıdan ayrılan kimselerin tercihlerinde, ileri sürdükleri mazeretlerde, takdir ve değerlendirmelerde kötü kasıt bulunmasa da kusur bulunabilir. Bu durumda Hz. Peygamber'in toplantısından ayrılmak takvaya aykırı, edep ve irfanı kâmil olanlar için bir kusur sayılmış ve bağışlanmaya muhtaç görülmüştür. [105]
63. Hz. Peygamber'in dinî emri, çağrısı, talebi Allah'ın emri gibidir; çünkü o, Allah elçisidir. Birçok âyette ona İtaat etmenin Allah'a İtaat demek olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu tersine çevrildiğinde şu mâna çıkar: Ona itaat etmemek, çağrısına katılmamak, talebini yerine getirmemek Allah'a itaatsizliktir. Bu âyetin lafza bağlı yorumundan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür: Hz. Peyganıber'i çağırırken, ona seslenirken, hitap ederken edepli olun, birbirinize hitap ederken kullandığınız şekil ve üslûbu kullanmayın. [106]
Hz. Peygamber'in emri Allah'ın emri gibi olduğuna göre ona uymayanların, aykırı hareket edenlerin hem dünyada birtakım belâlar ve musibetlerle terbiye edilmeleri hem de âhirette yaptıklarının cezasını görmeleri, din mantığına göre tabiidir. Peygamberimizin vazifesinin tebliğden İbaret olduğunu bildiren âyetler bizi yanıltmamalıdır. Bunlardan maksat, tebliğ vazifesini yerine getiren Peygamber'in, buna rağmen inkârda veya günahta ısrar edenlerin yaptıklarından sorumlu tutulmayacağından ibarettir. Kur'an'da olsun olmasın Peygamber'in emrine uymayanlara, aykırı davrananlara dünyada ve âhirette neler yapılacağı, bunların hangi haklardan mahrum kalacakları, nasıl cezalandırılacakları gibi konular başka âyetlerde hükme bağlanmış ayrı meselelerdir. Nitekim bu âyette, birbirlerini siper ederek gizlice Hz. Peygamber'in toplantısını terkedenler ve onun emrine aykırı hareket edenlerin, hem dünyada hem de âhirette cezalandırılacakları ifade edilmektedir. [107]
64, Toplantıyı gizlice terkedenler, dıştan inanmış gibi görünüp içten inkâr edenler durumlarını gizlediklerini zannetmesinler; Allah bütün yaptıklarını bilmekte, hikmetli olarak kendilerine fırsat vermektedir; O'nun her şeyi bu arada münafıkların bütün yaptıklarını nasıl bildiğini, âhirette kendilerine bir bir haber verince anlayacaklardır.
Sûrenin belirleyici âyeti "nûr âyeti"dir. Bu âyette Allah'ın varlığı ve var etmesi sayesinde var olduğumuz, bilgisi ve bilgilendirmesi sayesinde karanlıktan aydınlığa çıkıp doğru yolu bulduğumuz bir benzetme İle açıklanmıştı. Sûrenin sonu da yine Allah'ın her şeyi bildiğini, dünyada O'nun irşad ve hidayetine kulağını ve gönlünü kapatanlara âhirette bütün yapıp ettiklerini, kabule mecbur kalacakları bir şekilde bildireceğini vurgulamaktadır.[108] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:04 pm | |
| MÜ’MİN SURESİ
23
İndiği Yer : Mekke
İniş Sırası: 74
Ayet Sayısı: 118
Nüzulü
Mushaftaki sıralamada yirmi üçüncü, iniş sırasına göre yetmiş dördüncü sû-redİr. Enbiyâ sûresinden sonra, Secde sûresinden önce Mekke'de İnmiştir.[1]
Adı
Sûrenin genel kabul gören adı, 1. âyette geçen ve müteakip âyetlerde seçkin özellikleri anlatılan "inananlar" anlamındaki Mü'nıinûn'dur. Nitekim Abdullah b. Sâib isimli sahâbîden gelen bir rivayet, sûrenin Hz. Peygamber döneminde de bu adla anıldığını göstermektedir.[2] Ayrıca ilk kelimesinden dolayı nadiren Kad cflaha ve Felah isimleriyle de anılmıştır. [3]
Konusu
Mü'nıinun sûresinin öncelikli konusu inananların üstün nitelikleridir. Daha sonra her bir insanın anne karnındaki oluşum süreci, Hz. Nûh ve adı verilmeyen bir peygamber ile Mûsâ ve Hârûn hakkında ibretli bilgiler, tebliğlerinin ortak noktaları, peygamberlerin yolundan giden ümmetlerin ve onların yolundan sapan inkarcıların başlıca özellikleri, Mekke putperestlerinin, sorulduğunda Allah'ın yaratıcı gücünü kabul etmelerine rağmen O'na ortak koşmaları ve âhîrete inanmamaları, bunların âhiretteki acıklı durumları, pişmanlıkları ve karşılık bulmayacak dilekleri hakkında açıklamalar yapılmaktadır. Sûre, "Rabbim! Beni bağışla, bana merhamet et; sen merhametli olanların en üstünüsün!" mealindeki dua cümlesiyle son bulur. [4]
Fazileti
Hz. Ömer'den rivayet edilen bir hadise göre Resûlullah, bir ara olağan üstü vahiy hallerinden birini yaşarken kıbleye dönüp ellerini kaldırarak "Allahım! Bize nimetini arttır, eksiltme; bizi onurlandır, alçaltma; bize ihsan et, mahrum etme; bizi seçkin kıl (düşmanlarımıza karşı) zayıf duruma düşürme; bizden hoşnut ol ve bizi senden hoşnut kıl!" diye dua ettikten sonra, "Şu anda bana on âyet indi; kim bu âyetlerin gereğini yaparsa cennete girecektir" buyurmuş, ardından da bu sûrenin ilk on âyetini okumuştur. [5]
Meali
Rahman ve rahînı olan Allah'ın adıyla... 1. Müminler kesinlikle kurtuluşa ermiştir; 2. Ki onlar, namazlarında derin bir saygı hali yaşarlar; 3, Anlamsız, yararsız şeylerden uzak dururlar; 4. Zekâtı verirler; 5. İffetlerini korurlar; 6. Sadece eşleriyle veya ellerinin altında olanlarla yetinirler, bundan dolayı da kınanacak değillerdir. 7. Ama her kim bunun ötesine geçmek isterse işte haddi aşanlar bö'yleleridir. 8. Yine o müminler emanetlerine ve ahidle-rine sadakat gösterirler; 9. Namazlarını titizlikle eda ederler, 10. İşte vâris olacaklar bunlardır; H.Firdevs cennetine vâris olacaklar ve orada onlar ebedî kalacaklardır. [6]
Tefsiri
1. Bu bölümdeki on bir âyette İslâm'ın ibadet ve ahlâk alanlarında vazgeçilmez saydığı ilkelerin yanı sıra mümin kavramının İçeriği özetlenmekte, kadın olsun erkek olsun "Ben müminim, müslümanım" diyen her insanın, bu ifadesinin anlamlı hale gelebilmesi İçin kendisinden beklenen yaşama modeli ortaya konmaktadır. Sûrenin ileriki âyetlerinde âhiretİ İnkâr edenlerin iddiaları geniş olarak ortaya konup bunların eleştirildiği dikkate alındığında buradaki "kurtuluş"un öncelikle âhiret kurtuluşu ve esenliği olduğu anlaşılır. Nitekim 11. âyet ile yukarıda sûrenin fazileti dolayısıyla aktardığımız hadisteki "... Kim bu âyetlerin gereğini yaparsa cennete girecektir" ifadesi de bunu göstermektedir. Ayrıca doğru İnanç ve düzgün yaşayışın sadece âhiret için değil aynı zamanda dünya mutluluğu ve esenligi için de gerekli olduğunu gerek naklî deliller gerekse insanlığın tecrübesi gösterdiğine göre bu âyetlerin dünyadaki kurtuluşun bir reçetesini verdiği de muhakkaktır. [7]
2. "Namazda derin saygı hali yaşamak" kurtuluşun imandan sonraki ilk şartı olarak gösterilmiştir. Daha yakından bakıldığında bu âyette kurtuluşun şartlarından ikisine işaret edilmektedir. Namaz ve huşu. Bununla birlikte asıl vurgunun "derin saygı" diye çevirdiğimiz huşu kavramına yapıldığı görülmektedir. Taberî buradaki huşu kelimesini, "kulun namaz kılarak Allah'a itaatini, saygısını sergilemesi, namaz kılmak suretiyle Allah'ın emrini yerine getirmesi" şeklinde açıklar (XVH1,1, 3). Âyetin ifadesindekî asıl tanımlayıcı öğe "saygı" (huşu, Taberî'nin açıklamasına göre tezellül, hudû') kavramıdır. Kuşkusuz namaz İslâm'ın temel ibadetlerinden biri ve kulun Allah'a yönelişinin, O'nunla birlikteliğinin en anlamlı ifadesidir. Fakat sembolik yönü de olan namazın bu manevî derinliği kazanabilmesi için bedensel hareketler, dilin âyet ve duaların lafızlarını okuması yeterli değildir; bu şeklî kalıpların kalpteki kulluk niyeti ve bilinci ile bütünleştirilmesi, Allah'a saygı şuuruyla anlamlı hale getirilmesi gerekir. İbadetin ve özellikle namazın bu ruhî ve manevî boyutu Kur'an dilinde huşu, takva gibi terimlerle ifade edilmiştir. Buruda huşu kavramı ayrıca itikadî ve ahlâkî bir anlam da taşımaktadır. Çünkü Allah'a inanmayanın O'na huşu île yönelmesi beklenemez; böyle birinin inanmadığı, dolayısıyla bir saygı hissi beslemediği halde namaz kılıyor, ibadet ediyor görünmesi ise din dilindeki deyimiyle "münafikhk"trr. Münafıklık ise dinî konularda için ve dışın, özün ve sözün birbirine uymamasıdır, dolayısıyla tam bir ahlâk bozukluğu ve erdemsizliktir. Sonuç olarak âyette ibadetin kurtuluşa götürebilmesi için hem formunun hem de içeriğinin önemine işaret edilmiş bulunmaktadır. [8]
3. Mealinde "anlamsız ve yararsız" diye çevirdiğimiz lağiv kelimesi sözlükte "boş ve mânâsız söz ve davranış" anlamına gelir. Taberî'nin belirttiği gibi (XVII, 3) kelime burada Allah'ın kullarında görmek istemediği her türlü boş ve yanlış (bâtıl) tutum ve davranışları ifade etmektedir. Hasan-ı Basrî'nin bu kelimeyi bütün günahları içeren bir kavram olarak daha geniş bir muhtevada açıkladığı bildirilmektedir. [9]
4. İslâm'ın beş temel şartından biri olan zekât ibadetinin, Mekkî olan bu sûrenin inmesinden sonra Medine'de farz kılındığı bilinmektedir. Şu halde buradaki zekât kelimesi geniş anlamıyla sadaka yerine kullanılmış olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de zekât ve sadaka kelimelerinin zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığı görülür. Nitekim farz olan zekâtın kimlere verileceğini açıklayan âyette de zekât yerine sadaka kelimesi kullanılmıştır (Tevbe 9/60). Zekât ibadeti Medine'de farz kılınmakla birlikte Mekke döneminde inen âyetlerde de sadaka, zekât, infak, ihsan, it'âm gibi kelimelerle müsliimanlar malî yardımlaşmaya teşvik edilmekte, bunun üzerinde önemle durulmakta idi. [10]
5-7. İffetin korunması, îslâm'ın temel ahlâk buyruklarından biri olup, bu âyetler grubunda sayılan diğer niteliklerde olduğu gibi hem erkekleri hem de kadınları kapsamaktadır. [11] İslâm'da hayatın çeşitli alanlarına dair pek çok düzenleme, Kur'an ve Sünnet'te ortaya konan genel ilkeler ve amaçlar çerçevesinde ihtiyaçlara, zaman ve şartlara göre İslâm toplumunun takdirine bırakılırken evlenme ve aile ile ilgili belli başlı hukukî düzenlemelerin doğrudan Kur'an tarafından belirlenmiş olması İslâm dininin iffet konusundaki duyarlılığının bir ifadesidir. Bu duyarlılık zamanla İslâm toplumlarının genel ahlâk ve İffet telakkilerine de yansımış; bu toplumların karakterini belirleyen aile, namus ve iffet anlayışının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bununla birlikte sonraki ahlâk ve fıkıh kitaplarında bu hususta aşırıya kaçan bir hassasiyetin geliştirildiği; fitne, sedd-i zerîa, ta'zîr gibi kavramların bazan amacının dışına taşınldığı, böylece Kur'an'ın esas aldığı iffeti koruma hedefini taşan aşın bir anlayışla hayatın doğal gelişiminin kısıtlandığı da bilinmektedir. Bu zihniyet, giderek daha çok kadınların aleyhine baskıcı uygulamaların süreklilik kazanmasına, buna bağlı olarak bazı ahlâkî sapmalara vb. olumsuzluklara da zemin hazırlamıştır.
Kur'an'da ve diğer temel İslâmî kaynaklarda kadın olsun erkek olsun her müslümanın, cinsel ihtiyacını karşılamada kendi eşiyle yetinmesi kesin bir hüküm olarak konulmuş; bu hükümlerle çelişen her türlü uygulama gayri meşru kabul edilmiş, aykırı davranışlar için ağır yaptırımlar getirilmiştir. Bundan başka İslâm'ın geçmişten devraldığı, -öyle anlaşılıyor ki Kur'an ve Sünnet'in bütününden çıkan insanlık anlayışıyla, insan onur ve haysiyetiyle bağdaşır görmediği için zaman içinde ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler getirdiği- kölelik uygulamasının bir sonucu olarak, fakat belirli kurallara uymak kaydıyla cariyelerden yararlanma da meşru kılınmıştır. Âyetin "ellerinin altında olanlar" şeklinde çevrilen kısmı "cariyeler" anlamında kabul edilmiş ve bu sınırlı durumla ilgili fıkhî düzenlemenin temellerinden birini oluşturmuştur. [12] Ancak İslâm'ın hedefine uygun olarak günümüzde kölelik kurumu ortadan kalktığı İçin bu konuyla ilgili hükümlerin uygulanmasına da fiilen ihtiyaç kalmamıştır.
Bazı Sünnî âlimler, müt'a nikâhının haram olduğu yolundaki görüşlerini bu âyetlerin sınırlayıcı ifadesine dayandırmışlardır. [13]
8. Müfessirler, buradaki emanet ve ahid kavramlanmn hem insanlar tarafından korunması ve esirgenmesi için bırakılan nesneler, riayet edilmesi istenen sözleşmeler gibi maddî ve manevî emanetleri, görevleri hem de Allah'ın kullarına yönelttiği ve kulun iman ikrarıyla uymayı taahhüt ettiği ilâhî hükümleri kapsadığını belirtirler. Buna göre meselâ birine korunması için bırakılan mal gibi Allah'ın müminden yerine getirmesini istediği namaz, oruç vb. ibadetler de birer emanettir[14]
9. "Titizlikle ifa etme" diye çevirdiğimiz muhafaza kavramı sözlükte "devam etmek, riayet etmek, gözetmek" anlamına gelir. Yukarıda (2. âyet) namazı huşu ile kılmanın önemine işaret edilmişti; burada ise namazı vakitlerine, kurallarına riayet ederek kılmanın önemine dikkat çekilmiştir. [15]
10-11. Firdevs kelimesinin menşei ve anlamı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Araplar'ın bu kelimeyi İslâm'dan önce de kullandıkları söylenmektedir. Kelimenin aslının Pehlevîce (Eski Farsça) "etrafı duvarla çevrili yer" anlamında pairi-daeza olduğu, bunun paradeisos şeklinde Grekçe'ye, oradan da firdevs şeklinde Arapça'ya geçtiği söylenmektedir. İslâmî kaynaklarda firdevs kelimesi cennetin tamamı veya bir bölümü için kullanılmaktadır. Cennetin ortası ya da en yüksek yeri olduğuna dair değişik rivayetler vardır. [16] Müfessirlerin de kaydettiği bir hadise göre Hz. Peygamber, "Âhirette her insanm, biri cennette biri de cehennemde olmak üzere iki yeri vardır; inkarcılar ölünce cehenneme atılacakları için müminler cennetteki kendi makamları yanında inkarcılar için hazırlanmış olan makamlara da vâris olacaklar" buyurmuş, ardından da bu iki âyeti okumuştur[17]
Meali
12. Gerçek şu ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yaratıyoruz; 13. Sonra onu sağlam bir korunakta nutfe haline getiriyoruz. 14. Ardından nutfeyi alakaya çeviriyor, alakayı şekilsiz et yapıyor, bu şekilsiz etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere et giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir yaratık halinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir. 15. Sonra siz bunun ardından mutlaka öleceksiniz; 16. Sonra da kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz. [18]
Tefsiri
12-14. Bu bölümde geçen "yaralıyoruz, getiriyoruz" gibi fiillerin asılları âyetlerin metninde geçmiş zamanlıdır. Kur'an'da verilen bilginin kesinliğine işaret etmek gibi bazı sebeplerle şimdiki, gelecek veya geniş zaman yerine geçmiş zaman fiilinin kullanıldığı bilinmektedir. Konumuz olan âyetlerde her bir insanın yaratılış süreci anlatıldığı ve bu süreç devam ettiği için buradaki fiillerin şimdiki zaman şekliyle çevrilmesi daha uygun görüldü.
"Çamurdan süzülmüş bir öz" dîye tercüme ettiğimiz 12. âyetteki sülâle kelimesi, sözlükte "bir şeyin içinden çekip çıkarılan nesne" anlamına gelir; burada ise toprakta bulunan ve insan bedeninin oluşumuna yarayan organik ve inorganik maddeler, besinler için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Zira erkekte ve kadında üremeyi sağlayan unsurların (sperm ve yumurta) oluşması sonuçta beslenmeye bağlıdır. Şu halde sadece ilk insanın değil, diğer bütün insanların varlığının aslı da topraktandır. Erkeğin sperminin kadının rahim kanalında onun yumurtasını aşılamasından sonra İnsanın bu ilk maddesi, âyette "sağlam korunak" deyimiyle ifade edilen rahme gelir. Nutfe ile bu aşamadaki döllenmiş hücre (zigot) kastedilmektedir. Bu hücrelerin bazı uzantılar çıkararak rahim iç zarına asılıp tutundukları ve bir iki gün bu vaziyette kaldıkları günümüzde elektro mikroskop sayesinde gözlenebilmektedir. İşte hücrenin rahim cidanndaki bu asılı vaziyetine âyette, -kelimenin sözlük anlamına uygun olarak- alaka denilmiştir. Bu suretle rahimde gelişimini sürdüren embriyo, önce -âyet metninde mudga denilen- şekilsiz etimsi bir parçaya dönüşür; zamanla kemikler oluşur, kemikler kas, damar ve sinirlerle, bunlar da etle kaplanarak insan bedeninin oluşumu tamamlanır.
Bu âyeüerde topraktan, dolayısıyla toprakta beslenip büyüyen bitkilerden alınan besin aşamasından başlayarak ana karnında ete kemiğe bürünmesine, tam bir beden halini almasına varıncaya kadar her bir insanın biyolojik yaratılış ve oluşum süreci özetlenmiştir. Böylece insan, bîr yandan bedeninin menşei yönüyle basit bir topraktır; fakat öte yandan Allah'ın kendisine bağışladığı duyu, akıl gibi meleke ve özellikler sayesinde madde üstü bir yönü olan varlıktır. "Nihayet onu bambaşka bir yaratık halinde inşa ediyoruz" cümlesi insanın fizyolojik oluşum ve gelişi-mi ır^mTi^a nnn ıjiğcr ranlılatrfon avıtan nsikoloiik ve manevî donanımını da kazanarak eksiksiz, bağımsız bir kişilik halini almasını ifade eder. Âyette Allah'ın insan oğluna bütün bu ihsanları hatırlatılmakta ve dolaylı olarak ondan yaratıcısını tanıyıp şükran borcunu yerine getirmesi istenmektedir.
Tabiattaki bütün canlılar içinde gerek biyolojik gerekse psikolojik yönden en gelişmiş canlı kabul edilen insan, bilebildiğimiz kadarıyla Allah'ın dünyadaki en büyük eseri olduğu için, bu âyetlerde insanın yaratılış serüvenini özetleyen ifadelerin ardından yüce yaratıcı, "Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir" buyurarak âdeta en güzel eseriyle övünmüştür. Bu da Kur'arı'ın insana verdiği büyük değerin bir ifadesidir.
Halk (yaratma) kökünden gelen "halik" kelimesi 14. âyette çoğul şekliyle (hâlikîn) kullanılarak yaratmanın Allah'tan başkasına da nispet edildiği görülmektedir. Tefsirlerde Araplar'ın halk kavramını, "bir şey yapma, üretme" (sun') anlamında insanlara nispet ederek kullandıkları da bildirilmektedir. Bununla birlikte söz konusu kavram müslümanlar arasında zamanla sadece Allah için kullanılmış, O'ndan başkasına nispet edilmesi kulluk edebine aykırı görülmüştür. [19]
15-16. Yukarıdaki âyetlerde insanın değerinin ardından onun ölümlü bir varlık olduğu, ancak kıyamet gününde yeniden diriltileceği, dolayısıyla yapıp ettiklerinden sorguya çekileceği hatırlatılmaktadır. Şu halde insan belirtilen konumuna güvenip aldanmamalı, aksine bu durumun, onun sorumluluğunu ağırlaştırdığım bilip bunun için hazırlıklı olmalıdır. [20]
Meali
17. Andolsun biz üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratılanlardan habersiz değiliz. 18. Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter. 19-20.0 su sayesinde sizin için, çok sayıda meyvelerin bulunduğu, yiyip beslendiğiniz hurma bahçeleri, üzüm bağları; keza Sînâ dağında yetişen, hem yağ hem de yiyenlerin ekmeğine katık veren bir ağaç meydana getiririz. 21. Sizin için hayvanlarda da alınacak ders vardır. Size onların karınlarında bulunan nesneden içiriyoruz; onlardan sağladığınız başka birçok fayda da var, etleriyle besleniyorsunuz. 22. Onların üzerinde ve gemilerde taşınıyorsunuz. [21] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:04 pm | |
| Tefsiri
17. İnsanın ölümlülüğünü ve yeniden diriltileceğim bildiren açıklamanın ardından bu âyetler grubunda hem yeniden dirilmesi konusunda zihinlere doğabilecek kuşkuların giderilmesi ve Allah'ın yeniden diriltmekten âciz olmadığının hatırlatılması istenmiş hem de O'nun insanlığa ihsanından örnekler verilerek kendisine şükretmek gerektiğine işaret edilmiştir.
"Yedi yol" ile ne kastedildiği hususunda değişik görüşler vardır. Eski tefsirlerde bu ifade genellikle klasik astronomi tasavvurundaki yedi kat gök yani yedi kozmik sistem veya gezegenlerin yörüngeleri olarak yorumlanmıştır. [22] Elmalık, âyetin sonunda geçen bilgi ile alâkalı ifadeyle de bağlantı kurarak, kendisi buradaki "yedi yol"dan insandaki beş duyu ile akıl ve vahiy yollarının oluşturduğu yedi idrak yolunu anladığım belirtmektedir (V, 3439). Bize göre -İbn Âşûr'un da belirttiği gibi (XVIII, 27)- bu yorumlar içinde en uygun olanı, "yedi yol"u eskiden meşhur olan yedi gezegenin yörüngeleri kabul eden yorumdur. Buradaki yedi sayısının sınırlayıcı değil, çokluk bildirmek İçin kullanıldığı da düşünülebilir.
"Yaratılanlar" diye çevirdiğimiz halk kelimesi tefsirlerde "yaratma" şeklinde de açıklanmıştır. İlk yoruma göre Allah bütün yarattıklarını bilmektedir. Aristo ve onu izleyen bazı filozofların iddia ettiği gibi Allah yarattıklarının durumundan habersiz değildir; O hem yaratır hem de yarattıklarını bilir; onları yönetir, korur, besler, barındırır, çoğaltır, azaltır, yaşatır, öldürür... Keza O, yaratma işlevinden de habersiz değildir; 14. âyette belirtildiği gibi, O "yapıp yaratanların en gü-zeli"dir; yaratması ilimle, hikmetledir, bu sebeple de her yaratmanın bir anlamı, yarattıklarıyla ilgili bir gayesi vardır.
Buradaki halk ile insanların kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda âyetin ilgili kısmı, "Biz insanlardan, onların yapıp ettiklerinden habersiz değiliz" anlamına gelir. [23]
18-20. Allah'ın, kendi yarattıklarından habersiz olmadığını, aksine ilmi ve hİkmetiyle evreni bir düzen içinde kurduğunu ve yaşattığını gösteren en ilgi çekici kanıtlardan biri olarak yağmur olayı, bu olayın etkisi ve hayata katkısı hatırlatılmakta, bu konudaki ilâhî yasalardan bazısına işaret edilmektedir. Bunlardan biri yağmurun "uygun ölçüde" indirilmesidir. Zaman zaman -belirli sebeplere ve hikmetlere bağlı olarak- bölgelere ve tabiat şartlarına göre yağmurun ihtiyaçtan az veya çok yağması yüzünden bazı sıkıntılar, âfetler yaşanmakla beraber dünyanın geneli dikkate alındığında bu durumlar istisnaî olup yağmur olayının canlılar için yaran esas alan yasalara göre cereyan ettiği, bu hususta bir düzenin hâkim olduğu görülmektedir. Râzî, buradaki "ölçiTnün, yağmur suyunun insan, hayvan ve bitkilerin yararlanmasına en uygun kıvamda ve saflıkta olduğuna delâlet ettiğini belirtirken (XXIII, 88) Elmalıh da suyun terkibindeki ölçülülüğe; buharlaşma, yoğunlaşma gibi fiziksel olaylardaki yasalara ve bütün bunların tesadüfen olmayıp ilâhî hikmet ve inayetin sonucu olduğuna dikkat çeker (V, 3441).
18. âyetin dikkat çektiği yağmur olayındaki ilâhî yasalardan biri de yağmur suyunun "arzda tutulması"dır. Bu da yeryüzü varlıkları için büyük bir nimettir. Şayet arz yağmur suyunu tutmayıp olduğu gibi dibe indirseydi veya bu sular sel halinde tamamen akıp gitseydi veya çarçabuk buharlaşsaydı, canlılar yağmurun hayatî faydalarından mahrum kaldığı gibi -erozyon olayında görüldüğü üzere- yağmur zararlı bile olabilirdi. Yağmur suyunun arzda tutulmasından, suyun yer altında belli tabakalarda birikmesi kastedilmiş olabilir. Bu da canlılar için Allah'ın bir lütfü ve rahmetidir. Çünkü yer altı suları gerek tabii olarak yüzeye çıkmak, gerekse insan emeğiyle çıkarılmak suretiyle faydalı hale gelir.
Âyette de ifade edildiği gibi Allah Teâlâ, canlılar için bu kadar yararlı olan yağmuru yağdırmamaya veya yağdırsa bile faydasız hale getirmeye de kadirdir. Bu ise canlılar için en büyük felâkettir. Nitekim uzayda şimdiye kadar bilinenler içinde yağmur olayının cereyan ettiği tek gezegen dünyamızdır. Bir an Allah'ın dünyamızdan bu nimetini geri aldığını düşünürsek o zaman dünyanın bütün değerini ve anlamını yitirdiğini anlarız. Çünkü dünyayı anlamlı ve değerli kılan şey hayattır. Su İse -müteakip âyetlerden de anlaşılacağı üzere- bir hayat kaynağıdır.
Muhammed Esed'in de belirttiği gibi 20. âyette, Kur'an öncesi dönemde birçok peygamberin yaşadığı ve tebliğde bulunduğu Doğu Akdeniz coğrafyasını çağrıştırması için kutsal Sînâ dağı unsuru kullanılmıştır. Bu coğrafyada yetiştiği, hem katık olarak değerlendirildiği hem de yağından istifade edildiği bildirilen ağaç ise zeytin ağacıdır. [24]
21-22. "Hayvanlar" diye tercüme ettiğimiz 21. âyetteki en'âm kelimesi genellikle koyun sürüsü veya deve, sığır gibi büyükbaş evcil hayvanlar için kullanılır. Âyetlerde süt ve etlerinden beslenmek, nakil aracı olarak kullanmak gibi yollarla insanların bu hayvanlardan istifade ettikleri hatırlatılıyor; hem onların bu şekilde yararlı kılınmasının bir tesadüf sonucu olmayıp Allah'ın planlı bir yaratmasıyla gerçekleştiğine hem de bu liitufiann sahibine şükretmek gerektiğine dikkat çekiliyor. [25]
Meali
23. Andolsun ki Nuh'u da kavmine gönderdik; "Ey kavmim" dedi, "Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka bir tanrınız yoktur. İsyan etmekten sakınmıyor musunuz?" 24. Kavminin inkâra sapmış ileri gelenleri dediler ki; "Bu adam, içinizde üstün olmak isteyen, sadece sizin gibi sıradan bir insandır. Eğer Allah (elçi göndermek) isteseydi herhalde bir melek gönderirdi. Biz geçmiş atalarımızdan böyle bir şey duymadık. 25. Bu adam olsa olsa cin çarpmış biridir; bir süre onu gözetim altında tutun." 26-27. Nûh, "Rabbim! Bunların beni yalancılıkla suçlamalarına karşı bana yardım et!" dedi. Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: "Bizim gözetimimiz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Buyruğumuz geldiğinde sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten birer çift hayvan ile kendileri aleyhinde hüküm kesinleşmiş olanların dışındaki aileni gemiye al; ama o haksızlık yapmış olanlar konusunda sakın bana bir şey söyleme! Onlar kesinlikle boğulacaklar! 28. Yanındakilerle birlikte sen de gemiye yerleştiğinde, 'Bizi bu zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun!' de. 29. Ve yine 'Rabbim! Beni bereketli bir yere indir; en uygun şekilde indirip yerleştiren sensin.' de." 30. Kuşkusuz bu anlatılanlarda ibretler vardır; muhakkak ki biz bunlarla insanları deneriz. [26]
Tefsiri
23-25. Bu âyetlerden Nûh kavminin çok tanrıcı bir inanca sahip olduğu anlaşılmaktadır. Nuh'un uyarısına rağmen kavminin ileri gelenleri, onun tevhide çağıran tebliğleri üzerinde samimi olarak düşünecekleri yerde, davetinin altında kötü niyet aramaya kalkışmışlar, liderlik peşinde olduğu, aklî dengesinin yerinde olmadığı gibi haksız iddialar ileri sürerek onu insanların gözünde küçük düşürmeye çalışmışlardır. Onu aklî dengesi yerinde olmamakla suçlamalarının sebebi, kendi bâtıl inançlarını aklın gereği olarak görmeleri, buna aykırı bir inancın akılla bağdaşmayacağını sanmalarıdır. [27]
"Bir süre onu gözetim altında tutan" diye çevirdiğimiz ifade tefsirlerde iki şekilde açıklanmıştır: a) O akıl hastası olduğuna göre bir süre sabredip bekleyin; iyileşirse ne âlâ, aksi halde öldürürsünüz; b) Bİr süre bekleyin; eğer gerçekten peygamber ise Tarm ona yardım edecek, durumunu güçlendirecektir; o zaman biz de kendisine uyanz; ama eğer yalancının biriyse Tanrı onu alçaltır, planını bozar, biz de ondan kurtuluruz. [28]
26-29. Kavminin inkarcı önderlerinin haksız iddia ve iftiralarla davetini engellemeleri karşısında Hz. Nuh'un Allah'tan yardım dilemesi üzerine bütün kitaplı dinlerde ve genel olarak çeşitli toplumların kültüründe yer alan meşhur tufan olayı gerçekleşti[29]
Hz. Nuh'un, hem şahsı hem de beraberindekiler adına yaptığı duasında Allah'ın kendisini "bereketli bir yer"e indirmesini dilerken, gemide bulunanların güvenlik ve rahatlığını veya yolculuğun bitiminde İnecekleri yerin güvenli ve bereketli olmasını kastetmiş olabileceği yönünde açıklamalar yapılmıştır. [30] Bizce bu duayı, sınırlamadan âyette olduğu şekliyle anlamak daha isabetli olacaktır. Bu, aynı zamanda her müminin bir yere yerleşirken, yolculuk yaparken tekrar etmesinde fayda bulunan anlamlı bir dua örneğidir. [31]
30. İnsanlığın atalarından olan Hz. Nuh'un davetinin ve insanlık tarihinde büyük yeri olan Nûh tufanının ibret verici yanlan bulunduğu bildirilmektedir. Bunların başında Nuh'un ilk tebliğinin tevhide dair olması gelir. Nitekim sonraki bütün peygamberlerin ilk davası da tevhid inancım yerleştirmek olmuştur. Ayrıca tufan olayı bize şunları öğretmektedir: Allah'ın varlık ve birliğine içtenlikle inanıp hayatlarım doğruluk ve dürüstlük çizgisinde yürütenler, başlangıçta inkâr ve kötülüklere sapanların haksız suçlama ve iftiralarına, baskı ve zulümlerine mâruz kalsalar da sonunda mutlaka başarılı olacaklardır. Ancak bunun için Allah'a sığınıp güvenmenin yanında, nasıl ki Nûh peygamber, "Nasıl olsa Allah bizi kurtarır" diye düşünüp kolaycılığa kaçmamışsa, aksine kendi eliyle gemiyi yapıp diğer önlemleri almışsa, İnsanın üzerine düşen görevleri eksiksiz yapması, esbaba tevessül etmesi, yani başarmak için ihtiyaç duyacağı mümkün olan bütün tedbirleri alması gerekir. Âyetin sonunda dikkat çekilen Allah'ın denemesini yani sınavdan geçirmesini bu çerçevede anlamak gerekir; yani Allah gelmiş geçmiş bütün insanları, kavimleri, milletleri yukarıda belirtilen İlkeler çerçevesinde davranıp davranmadıkları hususunda sınavdan geçirmiştir ve geçirmektedir. [32]
Meali
31. Sonra onların ardından başka bir nesil meydana getirdik. 32. Bunların arasından da "Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. İsyan etmekten sakınmıyor musunuz?" diyen bir elçi gönderdik. 33. Bu elçinin kavminden olup da inkâra sapan, âhirete ulaşmayı yalan sayan, dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz hatırlı kişiler halka şöyle dediler: "Bu da olsa olsa sizin gibi sıradan bir insan. Sizin yediğinizden yemekte, içtiğinizden içmektedir. 34. Sizin gibi sıradan bir insana uyacak olursanız o zaman herhalde kaybedenlerden olursunuz. 35. O size, Ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken tekrar hayat alanına çıkarılacağınızı mı söylüyor! 36. Bu size söylenenler gerçek olmaktan çok çok uzak! 37. Gerçek olan sadece şu Hîinvu havatırlır. Kimimiz Ölür kimimiz vasanz. Bir daha da diriltilecek değiliz. 38. O, Allah hakkında sadece yalanlar düzüp koşan bir adamdır. Biz ona inanmıyoruz." 39.0 peygamber şöyle dedi: "Rabbim! Bunların beni yalancihkla suçlamalarına karşı bana yardım et!" 40. Allah buyurdu ki: "Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!" 41. Nitekim kaçınılmaz bir akıbet olarak onları o korkunç ses yakalayıverdi; böylece sel siiprün-tüsüne çevirdik onları! Zalimlerin cam cehenneme! [33]
Tefsiri
31-41. Eski müfessirlerin bir kısmı, bu âyetlerde İsmi verilmeden kendisinden söz edilen neslin Semûd kavmi ve onlara gönderiler peygamberin Salih aley-hisselâm olduğu kanaatindedirler. [34] çoğunluk tarafından ise bu neslin Âd kavmi, peygamberin de Hûd aleyhisselâm olduğu söylenmiştir. [35] Bununla birlikte burada sözü edilen peygamberin davet ettiği tevhid ilkesi, esasen Kur'an'da adı geçen peygamberlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları ortak davadır. Hz. Muhammed de dahil olmak üzere bütün peygamberlere karşı mücadele verenler, bu kıssadakiler gibi genellikle eşraftan hali vakti yerinde, çıkarlarına uygun düştüğü için mevcut sistem ve telakkiden memnun olan kesimlerdi, Bunlar umumiyetle hak peygamberin getirdiği sistemi kendi toplumsal ve ekonomik statüleri için tehlikeli görmüşler; özellikle herkes gibi bu mütegallibe zümresinin de yapıp ettiklerinden dolayı sorumlu tutulacaklarını bildiren, böylece toplumda mutlak bir hak ve adalet bilincinin uyanmasını hedefleyen âhiret inancıyla ilgili tebliğleri reddetmişler. Bunlar, âhiret inancının toplum tarafından benimsenmesini kendi konumlan için tehlikeli ve rahatsız edici bulmuşlar; bunu yaparken de ilgili peygamberin Allah'tan haberler getirecek olağan üstü özellikler taşımadığım, herkes gibi onun da sıradan biri olduğunu ileri sürerek onu gözden düşürmeye çalışmışlardır. Aslında bu iddialar, peygamberin görünürdeki insanî özelliklerini abartılı ifadelerle öne çıkararak insanların dikkatlerini peygamberin tebliğlerindeki dinî ve ahlâkî ilkelerde bulunan gerçekliğe çevirmelerini Önlemeyi amaçlayan kurnazca bir plandan, bir saptırmadan başka bir şey değildi. Sonuç olarak söz konusu âyetlerde pek çok peygamberin yaşadığı ortak bir tecrübenin dile getirildiği görülmektedir. Bu durumda Muhammed Esed'in, bu âyetlerde belli bir peygamber ve kavimden söz edilmediği, burada anlatılanların, "Allah'ın bütün peygamberlerine ve onların her birinin peygamber olarak yaşadıkları tecrübelerde tekrarlanan benzer çizgilere İlişkin genel bir atıf durumunda" olduğu şeklindeki görüşüne (II, 694) katılmak mümkündür.
Bu âyetlerde sözü edilen inkarcı zümrenin, peygamberin kişiliğine ve âhiret hayatına ilişkin iddiaları Kur'an'da muhtelif vesilelerle cevaplandırılıp reddedildiği için burada bir defa daha tekrarlanmasına gerek görülmemiş, sadece uğrayacakları acı akıbete dikkat çekilmekle yetinilmiştir. [36]
Meali
42. Sonra onların ardından başka nesiller getirdik. 43. Hiçbir ümmet kendi ecelinin ne önüne geçebilir ne de sonraya kalabilir. 44. Sonra birbiri ardından elçilerimizi gönderdik. Her bir ümmete kendi peygamberi geldikçe hep onu yalancılıkla suçladılar; biz de onları birbiri peşinden tarihe gömdük, hepsini birer efsane yaptık. İnanmayanların cehenneme kadar yolu var! [37] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:06 pm | |
| Tefsiri
42-44 Buradaki neslin Lût, Şuayb, Eyyûb ve Yûsuf peygamberlerin kavimleri olabileceği belirtilmiştir. [38] Esasen bu âyetlerde geçmişteki belirli peygamberlerin inanç mücadelesi hakkında bilgi verilmekten ziyade şu noktalara dikkat çekilmektedir: Yeryüzünde nesiller ve uygarlıklar birbirini izlemiş, her nesil Allah'ın değiştirilemez hükmüyle tayin ettiği ömrünü tamamlayınca ardından yeni bir nesil gelmiştir. Hz. Muhammed'e gelinceye kadar peygamberlik sürekli yenilenen bir kurum olmuştur. Peygamberlerinin davetlerini reddedip inkâr ve günahkârlıklarını sürdüren kavimler, ümmetler, bunun bedelini yok olup gitmekle ödemişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm başka âyetlerde bu sonucu ilâhî bir yasa (sünnetullah) olarak gösterir. [39]
Meali
45-46. Sonra Mûsâ ve kardeşi Harun'u, âyetlerimizle ve apaçık bir delil ile Firavun'a ve onun önde gelen adamlarına gönderdik. Fakat onlar büyüklük tasladılar. Zaten onlar herkese tepeden bakan bir topluluktu. 47. Nitekim şöyle dediler: "Soydaştan bize kölelik ederlerken bizden farklı olmayan bu iki adama mı inanacağız?" 48. Böylece onları yalancılıkla itham ettiler, sonuçta helak edilenler arasına onlar da katıldı. 49. Gerçek şu ki, belki İsrâilo-ğullan yollarını düzeltirler diye Musa'ya kitabı verdik. 50. Meryem oğlu ile annesini de bir âyet yaptık; ikisini de kalmaya elverişli, kaynak suyu bulunan yüksekçe bir yere yerleştirdik. [40]
Tefsiri
45-48- Mûsâ ve kardeşi Harun'un getirdikleri "âyetler ve apaçık delil" ile genellikle Hz. Musa'nın gösterdiği, bazılarının Hz. Harun'la da ilgisi bulunan mucizeler kastedilmiştir. [41] İsrâiloğullan, Hz. Musa'nın kendilerini Filistin'e geçirmelerinden önce yüzyıllardır Mısır'da yaşıyor, burada ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. İşte 47. âyette Firavun ve çevresinin bu sebeple onlan kendi köleleri gibi gördükleri, dolayısıyla aynı kavimden olan Mûsâ ve Harun'un dinlerini kabul etmenin kendileri İçin onur kırıcı olacağını ileri sürdükleri, böylece azgınlara ve sapkınlara yaraşır bir kibir ve gurur örneği sergiledikleri, bunun da onları helake götürdüğü bildirilmektedir. Böylece gerek Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekkeli putperestlere gerekse bütün insanlara, doğru ve yanlışı makam-mevki, mal-miilk, soy-sop gibi ölçülerle ayırmaya kalkışmaları halinde bunun bedelinin çok ağır olacağı uyarısında bulunulmaktadır. [42]
49. Mealindeki "İsrâiloğullan" kelimesinin âyetteki karşılığı "onlar" zamiridir. Bazı meallerde bu zamirin Firavun ve çevresini ifade ettiği anlamına gelecek şekilde çeviriler yapılmıştır. [43] Oysa bu tercih kesinlikle yanlış olup hemen bütün tefsirlerde bu hususa dikkat çekilmektedir. Çünkü âyette "...Onlar yollarını düzeltirler diye kitabı (Tevrat) verdik" buyuruluyor. Hz. Mûsâ Mısır'da iken henüz Tevrat İndirilmemİşti. Tevrat, Mısır'dan dönüşten sonra Sînâ'da indi, dolayısıyla Tevrat'ın muhatabı da İsrâiloğullan'dır. Şu halde âyetteki "onlar" zamiri sadece İsrâiloğullan'nı gösterebilir. Bu sebeple, yanlış anlaşılmayı önlemek için mealinde zamir yerine İsrâiloğullan demeyi tercih ettik. [44] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:06 pm | |
| 50. Hz. Meryem bakire iken hamile kalmış ve böylece Hz, îsâ babasız dünyaya gelmiştir. Bu, Allah'ın yaratıcı kudretinin büyüklüğünü gösteren en önemli mucizelerden olduğu için burada olaya, "delil, mucize, işaret" gibi anlamlara gelen âyet kelimesiyle işaret edilmiştir. [45]
Gerek burada gerekse başka âyetlerde îsâ yerine veya îsâ ismiyle birlikte Meryem oğlu denilerek, dolaylı bir ifadeyle, îsâ'yı Allah'ın oğlu sayan hıristiyan inancı reddedilmiş bulunmaktadır. îsâ ve annesinin yerleştirildiği bildirilen yerin neresi olduğu hakkında Kudüs'teki îlya, Ramallah, Mısır, Dımaşk gibi farklı yerlerden söz edilmektedir. [46]
Meali
51. Ey peygamberler! Tertemiz nimetlerden yiyip için, güzel işler yapın. Kuşkusuz ben yaptıklarınızı eksiksiz bilmekteyim. 52. Biliniz ki sizin şu ümmetiniz bir tek ümmettir, ben de sizin rabbinizim. Onun için yolumdan çıkmaktan sakının. 53. Ama insanlar, aralarındaki inanç bağlarını keserek gruplara ayrıldılar. Her kesim kendi inancını beğenmektedir. 54. Şimdi sen onları bir süre için gaflet ve dalaletleri içinde kendi hallerine bırak! 55-56. Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlâtlar verirken yalnızca iyilikleri için çırpınıyoruz! Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar. [47]
Tefsiri
51. Bir yoruma göre aslında burada özellikle Hz. Muhammed'e hitap edilmekle birlikte "tertemiz nimetlerden yiyip içmek, güzel işler yapmak" diğer peygamberlerin dinlerinde de bir yasa olduğu için âyette bütün peygamberlere yönelik bir hitap cümlesi kullanılmıştır. [48]
"Tertemiz nimetler" diye çevirdiğimiz tayyibât kelimesi,hem şer'î bakımdan yenilip içilmesi, kullanılması helâl olan hem de saf, temiz ve sağlığa uygun olan nimetleri ifade eder [49]
52-53. "Bir tek ümmef'ten maksat, aynı inanç ilkeleri üzerinde birleşmiş topluluktur. Burada ümmet kelimesinin din anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir. Buna göre çeşitli dinlerde zaman ve şartların değişmesine paralel olarak bazı uygulama farklılıklan olmuşsa da bütün peygamberler tertemiz nimetlerden yiyip içmek ve güzel işler yapmakta birleştikleri gibi tevhid inancında ve Allah'a saygı duyup isyandan sakınmakta da birleşmişlerdir[50] bunlar bütün dinlerin ortak ve mutlak İlkeleridir. 53. âyetin bildirdiğine göre -bu temel ilkelere rağmen- zaman zaman insanlar arasındaki bu inanç birliği bozulmuş; çeşitli ümmetler değişik dinler, inançlar, kitaplar türetmişler; her zümre kendi benimsediği inancı, tuttuğu yolu en doğrusu olarak kabul edip kendilerinin kazandığını, diğerlerinin kaybettiğini düşünmüşlerdir. [51]
54. Bu bölünmüşlük Hz. Peygamber döneminde de mevcuttu. Nitekim Araplar ataları olan Hz. İsmail'in tevhid inancını terketmişler, türlü türlü putperestlik çeşitleri türetmişlerdir. Âyette, "Şimdi sen onlan bir süre için gafletleri içinde kendi hallerine bırak!" buyurularak putperestliğin sonunun yaklaştığı haber verilmektedir. Nitekim bu sûrenin inmesinden bir süre sonra gerçekleşen hicret ile müslü-manlar bağımsızlıklarını elde etmişler ve bu olay putperestler için sonun başlangıcı olmuştur. [52]
55-56. Mekke'de müşrikler sosyal ve ekonomik bakımdan müslümanlardan daha güçlüydüler; bunu doğru yolda olduklarının bir kanıtı sayıyor ve hep böyle gideceğini zannediyorlardı. Halbuki bu imkânlar onlar için bir İstidrâc idi, yani gerçeği görüp ona teslim olma niyetinde olmayanların günahlarını daha da arttıran bir belâ, bir musibet idi; fakat müşrikler ne bu gerçeğin ne de sonlarının gelmekte olduğunun farkına varabiliyorlardı. Nitekim kısa denebilecek bir zaman içinde Önce Medine'de, ardından da Mekke'de ve diğer belli başlı merkezlerde İslâm'ın hâkim olmasıyla birlikte eski düzenin İtibarlı müşrikleri mallarının ve evlâtlarının kendi acı akıbetlerini, tükenişlerini önleyemediğini görmüşlerdir. [53]
Meali
57. Rablerine olan derin saygılarından dolayı sorumluluklarını yerine getirenler; 58. Rablerinin âyetlerine inananlar; 59. Rablerine ortak tanımayanlar; 60. Verdiklerini, rablerine dönecekleri inancıvla kainleri carnarak
verenler; 61. İşte bunlar iyiliklere koşup, bu uğurda yarışırlar. 62. Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla yükündü kumayız. Katımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır, onlara haksızlık edilmez. [54]
Tefsiri
57-61. "Sorumluluklarını yerine getirenler" şeklinde çevirdiğimiz "müşfi-kûn" kelimesi genellikle "Allah'a itaatlerini sürdürenler, O'nun hoşnutluğunu kazanma gayreti içinde olanlar, rızâsını elde edememe korkusuyla çaba gösterenler"; "âyetler" kelimesi ise "Kur'an âyetleri ve Allah'ın varlığını kanıtlayan deliller" şeklinde açıklanmıştır. [55] 60. âyette "vermek"ten söz edilmekle birlikte verilen şeyler belirtilmemiştir. Bu durumda Allah'a saygı ve hayır işleme düşüncesiyle insanlara yapılan her türlü iyilikler bu âyetin kapsamına girmektedir.
Yukarıda inkarcılar eleştirildikten sonra burada da müminlerin seçkin niteliklerinden bazıları gösterilmiştir. Bunlar kısaca haşyet, yani Allah'a derin saygı, O'nun âyetlerine, yani Peygamber'ine gönderdiği kitabına, varlığının kanıtlarına İnanmak ve Allah'ın huzurunda hesabının verileceği düşüncesi ve sorumluluk bilinciyle eldeki imkânları muhtaçlarla paylaşmaktır. "İyiliklere koşup bu uğurda yarışma" iki anlama gelmektedir:
a) Büyük bir arzuyla Allah'a itaat mahiyetindeki işlere yönelip yeri ve zamanı gelince bu işleri aksatmadan yapmak;
b) Çeşitli hayırlı işler için çalışmak, başka insanlara iyilik etme yansı içinde olmak. [56]
62. Önceki âyetlerde belirtilen iyi ve değerli davranışların, hayırlarda yarışmanın önemi üzerinde durulmuştu. Bu âyette İse bunların insanlar için imkânsız olmadığı, çünkü Allah'ın insanlardan güç yetirilemeyecek şeyler istemediği bildirilmektedir. Ayrıca Kur'an'da başka yerlerde de geçen[57] ifadelerle insanlara güçlerinin yetmediği ödevler yüklemenin Allah'ın yasasına uymadığına, dolayısıyla bunun âdil olmadığına işaret edilmektedir.
Âyetteki kitap kelimesi genellikle "amel defteri" yani insanların dünyada iken yaptıkları iyi ve kötü işlerin kaydedildiği, -mahiyeti bizce bilinmeyen- bir tür belge olarak açıklanmıştır. Âyet, bu belgenin tamamen gerçekleri içereceğini, insanların haksızlığa uğramasına yol açacak hiçbir hatalı bilgi taşımayacağını bildirmektedir. [58] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:07 pm | |
| 50. Hz. Meryem bakire iken hamile kalmış ve böylece Hz, îsâ babasız dünyaya gelmiştir. Bu, Allah'ın yaratıcı kudretinin büyüklüğünü gösteren en önemli mucizelerden olduğu için burada olaya, "delil, mucize, işaret" gibi anlamlara gelen âyet kelimesiyle işaret edilmiştir. [45]
Gerek burada gerekse başka âyetlerde îsâ yerine veya îsâ ismiyle birlikte Meryem oğlu denilerek, dolaylı bir ifadeyle, îsâ'yı Allah'ın oğlu sayan hıristiyan inancı reddedilmiş bulunmaktadır. îsâ ve annesinin yerleştirildiği bildirilen yerin neresi olduğu hakkında Kudüs'teki îlya, Ramallah, Mısır, Dımaşk gibi farklı yerlerden söz edilmektedir. [46]
Meali
51. Ey peygamberler! Tertemiz nimetlerden yiyip için, güzel işler yapın. Kuşkusuz ben yaptıklarınızı eksiksiz bilmekteyim. 52. Biliniz ki sizin şu ümmetiniz bir tek ümmettir, ben de sizin rabbinizim. Onun için yolumdan çıkmaktan sakının. 53. Ama insanlar, aralarındaki inanç bağlarını keserek gruplara ayrıldılar. Her kesim kendi inancını beğenmektedir. 54. Şimdi sen onları bir süre için gaflet ve dalaletleri içinde kendi hallerine bırak! 55-56. Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlâtlar verirken yalnızca iyilikleri için çırpınıyoruz! Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar. [47]
Tefsiri
51. Bir yoruma göre aslında burada özellikle Hz. Muhammed'e hitap edilmekle birlikte "tertemiz nimetlerden yiyip içmek, güzel işler yapmak" diğer peygamberlerin dinlerinde de bir yasa olduğu için âyette bütün peygamberlere yönelik bir hitap cümlesi kullanılmıştır. [48]
"Tertemiz nimetler" diye çevirdiğimiz tayyibât kelimesi,hem şer'î bakımdan yenilip içilmesi, kullanılması helâl olan hem de saf, temiz ve sağlığa uygun olan nimetleri ifade eder [49]
52-53. "Bir tek ümmef'ten maksat, aynı inanç ilkeleri üzerinde birleşmiş topluluktur. Burada ümmet kelimesinin din anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir. Buna göre çeşitli dinlerde zaman ve şartların değişmesine paralel olarak bazı uygulama farklılıklan olmuşsa da bütün peygamberler tertemiz nimetlerden yiyip içmek ve güzel işler yapmakta birleştikleri gibi tevhid inancında ve Allah'a saygı duyup isyandan sakınmakta da birleşmişlerdir[50] bunlar bütün dinlerin ortak ve mutlak İlkeleridir. 53. âyetin bildirdiğine göre -bu temel ilkelere rağmen- zaman zaman insanlar arasındaki bu inanç birliği bozulmuş; çeşitli ümmetler değişik dinler, inançlar, kitaplar türetmişler; her zümre kendi benimsediği inancı, tuttuğu yolu en doğrusu olarak kabul edip kendilerinin kazandığını, diğerlerinin kaybettiğini düşünmüşlerdir. [51]
54. Bu bölünmüşlük Hz. Peygamber döneminde de mevcuttu. Nitekim Araplar ataları olan Hz. İsmail'in tevhid inancını terketmişler, türlü türlü putperestlik çeşitleri türetmişlerdir. Âyette, "Şimdi sen onlan bir süre için gafletleri içinde kendi hallerine bırak!" buyurularak putperestliğin sonunun yaklaştığı haber verilmektedir. Nitekim bu sûrenin inmesinden bir süre sonra gerçekleşen hicret ile müslü-manlar bağımsızlıklarını elde etmişler ve bu olay putperestler için sonun başlangıcı olmuştur. [52]
55-56. Mekke'de müşrikler sosyal ve ekonomik bakımdan müslümanlardan daha güçlüydüler; bunu doğru yolda olduklarının bir kanıtı sayıyor ve hep böyle gideceğini zannediyorlardı. Halbuki bu imkânlar onlar için bir İstidrâc idi, yani gerçeği görüp ona teslim olma niyetinde olmayanların günahlarını daha da arttıran bir belâ, bir musibet idi; fakat müşrikler ne bu gerçeğin ne de sonlarının gelmekte olduğunun farkına varabiliyorlardı. Nitekim kısa denebilecek bir zaman içinde Önce Medine'de, ardından da Mekke'de ve diğer belli başlı merkezlerde İslâm'ın hâkim olmasıyla birlikte eski düzenin İtibarlı müşrikleri mallarının ve evlâtlarının kendi acı akıbetlerini, tükenişlerini önleyemediğini görmüşlerdir. [53]
Meali
57. Rablerine olan derin saygılarından dolayı sorumluluklarını yerine getirenler; 58. Rablerinin âyetlerine inananlar; 59. Rablerine ortak tanımayanlar; 60. Verdiklerini, rablerine dönecekleri inancıvla kainleri carnarak
verenler; 61. İşte bunlar iyiliklere koşup, bu uğurda yarışırlar. 62. Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla yükündü kumayız. Katımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır, onlara haksızlık edilmez. [54]
Tefsiri
57-61. "Sorumluluklarını yerine getirenler" şeklinde çevirdiğimiz "müşfi-kûn" kelimesi genellikle "Allah'a itaatlerini sürdürenler, O'nun hoşnutluğunu kazanma gayreti içinde olanlar, rızâsını elde edememe korkusuyla çaba gösterenler"; "âyetler" kelimesi ise "Kur'an âyetleri ve Allah'ın varlığını kanıtlayan deliller" şeklinde açıklanmıştır. [55] 60. âyette "vermek"ten söz edilmekle birlikte verilen şeyler belirtilmemiştir. Bu durumda Allah'a saygı ve hayır işleme düşüncesiyle insanlara yapılan her türlü iyilikler bu âyetin kapsamına girmektedir.
Yukarıda inkarcılar eleştirildikten sonra burada da müminlerin seçkin niteliklerinden bazıları gösterilmiştir. Bunlar kısaca haşyet, yani Allah'a derin saygı, O'nun âyetlerine, yani Peygamber'ine gönderdiği kitabına, varlığının kanıtlarına İnanmak ve Allah'ın huzurunda hesabının verileceği düşüncesi ve sorumluluk bilinciyle eldeki imkânları muhtaçlarla paylaşmaktır. "İyiliklere koşup bu uğurda yarışma" iki anlama gelmektedir:
a) Büyük bir arzuyla Allah'a itaat mahiyetindeki işlere yönelip yeri ve zamanı gelince bu işleri aksatmadan yapmak;
b) Çeşitli hayırlı işler için çalışmak, başka insanlara iyilik etme yansı içinde olmak. [56]
62. Önceki âyetlerde belirtilen iyi ve değerli davranışların, hayırlarda yarışmanın önemi üzerinde durulmuştu. Bu âyette İse bunların insanlar için imkânsız olmadığı, çünkü Allah'ın insanlardan güç yetirilemeyecek şeyler istemediği bildirilmektedir. Ayrıca Kur'an'da başka yerlerde de geçen[57] ifadelerle insanlara güçlerinin yetmediği ödevler yüklemenin Allah'ın yasasına uymadığına, dolayısıyla bunun âdil olmadığına işaret edilmektedir.
Âyetteki kitap kelimesi genellikle "amel defteri" yani insanların dünyada iken yaptıkları iyi ve kötü işlerin kaydedildiği, -mahiyeti bizce bilinmeyen- bir tür belge olarak açıklanmıştır. Âyet, bu belgenin tamamen gerçekleri içereceğini, insanların haksızlığa uğramasına yol açacak hiçbir hatalı bilgi taşımayacağını bildirmektedir. [58] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:07 pm | |
| Meali
63. Hayır! O inkarcıların kalpleri bu hususta tam bir bilgisizlik karanlığı içindedir, onların banlar dışında hep yapıp durdukları nice (kötü) işleri vardır. 64. İçlerinden refah ve bolluk içinde olanları, sonunda ağır bir sıkıntıya uğrattığımızda bakarsın ki onlar feryadı basarlar, 65, Bugün boşuna sızlanmayın! Çünkü siz, bizden yardım göremeyeceksiniz! 66-67. Zira âyetlerimiz size okunurdu da ona arkanızı dönerdiniz; gece sohbetleri yaparken büyüklük taslayarak onun hakkında hezeyanlar savururdumız. 68. Onlar bu söz üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kendilerine, daha önce atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? 69. Yahut kendi peygamberlerini daha tanımadılar da o yüzden mi onu inkâr ediyorlar? 70. Veya onda bir cinnet bulunduğunu mu söylüyorlar? Bilâkis o, kendilerine gerçek olanı getirmiştir, ama onların çoğu gerçeği sevmiyorlar. 71. Eğer hak onların keyfî arzularına uysaydı muhakkak ki gökler, yer ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu. Hayır! Biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirmektedirler. 72. Sanki sen onlardan bir karşılık mı istiyorsun? Ama rabbinin vereceği karşılık daha hayırlıdır; O, rızık verenlerin en üstünüdür. 73. Gerçek şu ki sen onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun. 74. Âhirete inanmayanlar ise ısrarla yoldan sapmaktalar. 75. Eğer onlara merhamet edip de içine düştükleri sıkıntıyı gidersek yine de büyüklük taslayarak yanlış yollarına dalıp giderler. 76. Andolsun biz onları ağır sıkıntılara soktuk da yine rablerine boyun eğmediler, hâlâ da O'na yakarmıyorlar. 77. En sonunda üzerlerine çok şiddetli bir azap kapısı açtığımızda bir de görürsün ki onlar bu durumda tam bir şaşkınlık ve ümitsizlik içine düşmüşlerdir. [59]
Tefsiri
63-65. Bu ve gelecek âyetlerde söz konusu edilenler, Mekke putperestleridir. Onlarm kalplerinin "tam bir bilgisizlik karanlığı İçinde" bulunduğu şey, bir önceki âyetin belirttiği "hakkı söyleyen kitap" (Kur'an) veya müminlerin, 57-61. âyetlerde özetlenen üstün nitelikleridir. Buna göre putperestlerin kalplerinin bilgisizlik karanlığı içinde bulunması, Kur'an'ın değerinden habersiz olmaları yahut müminlerin, belirtilen niteliklerini ve bunlar sayesinde elde ettikleri konum ve değeri kavrayamamaları[60] bir başka yoruma göre ise bu dünyada Allah'ın kendilerine zenginlik ve evlâtlar vermesinin[61] hikmetini anlamaktan âciz olmalarıdır. [62]
Bazı müfessirler, âyetin "bunun dışında" diye çevirdiğimiz kısmında geçen "zâlike" (bu) kelimesiyle 62. âyetteki "hak" kavramına işaret edildiğini belirtmişlerdir. Buna göre söz konusu ifade, "hak konusunda bilgisiz olmalarının, onun değerini kavrayamamalarının dışında" anlamına gelir. Bu yorumu aktaran Şevkânî burada ya müminlerin iyi fiillerine veya inkarcıların kötü fiillerine işaret edildiğini belirtir (III, 551). İlk görüşe göre âyetin ilgili bölümünü, "O inkarcıların, 57-61. âyetlerde müminlere nispet edilen iyi fiillere aykırı daha nice kötü işleri vardır"; ikinci görüşe göre ise "Onlarm, kalplerinin karanlık içinde bulunması gibi kötü halleri ve eylemleri dışında daha nice kötü işleri vardır" şeklinde anlamak gerekir.
"Sıkıntı" diye çevirdiğimiz 64. âyetteki azâb kelimesiyle Bedir'de müşriklerin müslümanlar karşısında uğrayacakları ağır yenilgiye veya âhiret azabına işaret edildiği belirtilmektedir. Burada asıl anlatılmak istenen husus, İslâm'a ve müslü-manlara karşı kör bir mücadeleye girişen ve onlara her türlü haksızlığı reva gören Mekke'nin zengin ve şımarık putperestlerini dünyada veya âhirette Allah'ın mutlaka cezalandıracağı, son pişmanlıklarının kendilerine fayda vermeyeceğidir. Kur'an'ın bu açıklaması aynı zamanda, bâtıl inanç ve erdemsiz davranışların er-geç kaçınılmaz toplumsal yıkımlar doğuracağı, bunun ilâhî bir yasa olduğu şeklinde dolaylı bir uyarı anlamı da taşımaktadır. [63]
66-67. Kur'an kendi halinde yaşayan gayri müslimleri de dine davet etmekle birlikte onlarla eleştiri anlamında yaygın olarak ilgilenmemiştir, Kur'an'in yer yer ağır bir üslûpla yoğun bir şekilde eleştirdiği kesim, iman etmedikleri gibi akıl almaz taşkınlıktaki kin ve düşmanlık duygularıyla maddî ve manevî bütün imkânlarını İslâmiyet, Hz. Peygamber ve diğer müminler aleyhine kullanan, onlar üzerinde psikolojik, sosyal ve iktisadî yönlerden baskı kuran inkarcılardır. Burada belirtildiğine göre genellikle içine düştükleri büyüklük kuruntusu ve azgınlıkları, onların sağlıklı düşünmelerini ve insanca davranmalarını engellerdi. Resûlullah Kabe çevresinde insanlara Kur'an âyetlerini okurken umumiyetle hiçbir ahlâk ve terbiye kuralı tanımadan her türlü engellemeye başvururlar; özellikle geceleri Kabe çevresinde toplanarak Kur'an hakkında inkarcı, alaycı konuşmalar yapar, akıl almaz iddialarda bulunurlardı. [64]
68-70. Burada Kur'ân-ı Kerîm'e ve Hz. Peygamber'e inanmayı gerekli kılan üç nokta üzerinde durulmaktadır: a) Kur'an, iyi niyetli insanların kabul edebileceği bir mâkullük taşır; insanların aklına, sağduyusuna, vicdanına hitap eder; dolayısıyla art niyetli ve Ön yargılı olmayan her normal insan, Kur'an üzerinde sağlıklı ve yeterli ölçüde düşündüğünde, incelediğinde onun ortaya koyduğu iman esaslarını ve hayat programım rahatlıkla kabul edebilir. Bu sebeple âyette putperestler Kur'an üzerinde düşünmemekle suçlanmışlardır, b) Kur'an, insanlığın o güne kadar hiç bilmediği, duymadığı şeyler söylemiyor; aksine o, önceki peygamberlere bildirilen evrensel gerçeklerden söz edip geçmiş peygamberlere dair bilgiler veriyordu; Araplar'm atası olan Hz. İsmail de bu peygamberlerdendi; ayrıca Kur'an'ın geldiği dönemde bile Araplar arasında hâlâ Hanîfler diye anılan İnançlı ve erdemli bir topluluk bulunuyordu; dolayısıyla Hz. Muhammed'in bildirdiği dinin, başta tevhid akîdesi olmak üzere temel ilkeleri Araplar için büsbütün bilinmeyen konular değildi. c) Mekke toplumu, kırk yıldır aralarında yaşayan Hz. Muhammed'i yakından tanıyor, hem zihinsel hem de ahlâkî yönden kendisini takdir ediyor, güvenilir bir kişi (el-emîn) olarak niteliyorlardı. Bu durumda peygamberlik geldikten sonra ona "yalancı, cin çarpmış" gibi isnatlarda bulunmaları, altında çıkarcı duygu ve maksatlar yatan birer iftiradan başka bir şey olamazdı. Sonuç olarak Resûlullah onlara gerçek olanı, yani her akıl sahibi ve fıtratı bozulmamış insanın doğruluğunu kolayca kavrayacağı bilgiler, hikmetler getirmiştir; iyilikleri emretmiş, kötülükleri yasaklamıştır. Şu halde putperestlerin onun peygamberliğini tanımamalarının asıl sebebi, "gerçeği sevmemeleri" yani doğrulan kabul edip getirdiği hükümlere uymaya yanaşmamalarıdır. Ayrıca onlar, Hz. Peygamber'e inananları kendilerinden aşağı görüyor; gerçeğin onların yanında olduğunu kabul etmeyi kendilerine yediremiyor; bu sebeple onlara haset ediyor, kin besliyorlardı[65] Ne yazık ki bu zaaf, sadece o dönem Mekke'sinin cahil ve kaba putperestlerine özgü olmayıp insanlığın, tarihin çeşitli dönemlerinde, hatta günümüzde de örneklerine rastlanan ciddi bir sorunudur. [66]
71. Hak kavramı, 70. âyette olduğu gibi burada da Peygamber'in getirdiği bilgileri, hükümleri, buyruk ve yasaklan veya bütünüyle evrensel gerçekliği, varlıktaki düzen ve dengeyi ifade etmektedir. Başka bir deyişle hak kelimesi, yüce Allah'ın hem evrenin düzenini belirleyen hem de insan eylemlerinin nasıl olması gerektiğini bildiren yasalarını ifade edebilir. Âyete göre bu yasalar objektiftir; mutlaktır; insanların keyfi arzularına göre değişmez; en küçük bir sapma göstermeden ilâhî irade nasıl tayin ettiyse öylece işler; aksi halde ne göklerin ve yerin ne de onlarda bulunan canlı ve cansız varlıkların düzeni kalırdı; bu durumda İnsan eylemleri de yasasız, düzensiz bir anarşi halini alırdı. Cenâb-ı Hakk'ın bu temel kanunu dolayısıyladır ki, bir inkarcı işini gerektiği şekilde yaparsa Allah onu başarıya ulaştırır, bir mümin işini iyi yapmazsa onu da basandan mahrum eder. Aksi halde âlemde düzenden, hak ve adaletten söz edilemezdi.
Tefsirlerde bu âyetteki zikir kelimesine çoğunlukla bizim tercih ettiğimiz "şan ve şeref anlamı verildiği gibi "açıklama, hatırlatma" anlamına gelebileceği de belirtilmiştir. [67] Her iki anlamda da Kur'ân-ı Kerîm kastedilmiştir. İlk anlama göre bu yüce kitap insanlık için bir onur ve değer kaynağıdır; dolayısıyla ona sırt çeviren putperest Araplar, âyete göre aslında kendi onur kaynaklarım reddetmiş oluyorlardı. İslâm'dan önce Araplar'm hâkimiyetleri yarımadanın sınırlarını aşmazken, ana kaynağı Kur'an olan İslâm dini, sadece bu millete önemli devletler kurdurmak ve ismini ebedîleştirmekle kalmamış; ayrıca -başta Türkler olmak üzere- Kur'an'ı ve İslâm'ı tanıyıp ilkelerini yaşayan birçok millet de bu sayede şanlı ve onurlu bir tarih yaşamıştır. Bunlar bugün de varlıklarım, maddî ve manevî değerlerini korumalarını büyük ölçüde İslâm'a borçludurlar, [68]
72-75. Bu ifadelerden, Hz. Peygamber'in peygamberlik görevi için bir karşılık talep etmiş olabileceği hatıra gelmemelidir. Resûlullah'a hitap eden âyetin anlatmak istediği şudur: Sen onlardan bir ücret mi istiyorsun ki kendilerine Allah'ın âyetlerini okuduğunda dönüp gidiyorlar! Böyle bir durum yok; çünkü görevini yapmanın karşılığı olarak Allah seni daha iyisi ile ödüllendirecektir. Senin tek amacın, onlan "dosdoğru bir yol"a yani İslâm'a çağırmaktır. Fakat Resûllah'm bütün çabalarına rağmen Mekke putperestleri doğru inanca ve yaşayışa götüren yoldan sapıyorlardı. 74. âyetten, bu sapmanın önemli bir sebebinin âhiret hayatım İnkâr etmek olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü âhiret inancı kaçınılmaz olarak insanı sorumluluklarının İdrakine varmaya zorlayacak, bu da onu nefsânî isteklerini, duygusal eğilimlerini aşarak din ve dünya hayatıyla ilgili konularda doğru kararlar vermesini, doğru hareket etmesini ve sonuçta sûrenin başında müminlerin nitetikleri olarak zikredilen davranışları sergileyerek kurtuluşa ermelerini sağlayacaktır. Ancak 75. âyetin ifade ettiğine göre bu müşrikler inat ve inkâra öylesine saplanmışlar ki, Allah kendilerine acıyıp da içine düştükleri kuraklık, kıtlık gibi sıkıntıları kaldıracak olsa yine de sapkınlık ve azgınlıkları içinde bocalayıp duracaklar, kendilerini kurtaran Allah'ın birliğini tanıyıp hükümlerine boyun eğme basiretini göstermeyeceklerdir. 76. âyete göre Allah Teâlâ'nın onları bu tür acılarla sıkıştırması da akıllarını başlarına almalarını sağlamamıştır. Fakat bir gün gelip de Allah onların üzerlerine "çok şiddetli bir azap kapısı açtığı zaman" akıllan başlarına gelecek, ama İş işten geçtiği için tam bir şaşkınlık ve ümitsizlik içine düşeceklerdir. Bir yoruma göre "çok şiddetli azap"tan maksat, putperestlerin Bedir Sava-şı'nda uğradıktan yenilgidir[69] çünkü bu onların müslümanlar karşısındaki ilk yenilgileriydi. Bu savaşta bazıları öldürülmüş; kalanlar için de müslümanlara karşı zulüm ve haksızlık yapma dönemi son bulmuş, bocalama ve gerileme dönemi başlamıştır. Buradaki "azap" ile âhiret azabının, Mekke'nin fethiyle uğradıkları büyük yenilginin veya kıtlık ve kuraklık gibi ekonomik felâketlerin kastedildiği de söylenmiştir. [70]
Meali
78. Sizi gözler, kulaklar ve gönüllerle donatan O'tiur. Ne de az şükrediyorsunuz! 79. Sizi yeryüzünde yaratıp yayan da O'dur. Nihayet O'nun huzurunda toplanacaksınız. 80. Yaşatan da öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün yer değiştirmesi de O'nun eseridir. Artık aklınızı kullanmayacak mısınız? 81. Buna rağmen onlar hâlâ eskilerin dediklerine benzer şeyler söylüyorlar. 82. Diyorlar ki: "Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? 83. Doğrusu daha önce de hem bize hem atalarımıza böyle bir vaadde bulunulmuştu. Ama bu, geçmiştekilerin masallarından başka bir şey değildir." 84, De ki: "Biliyorsanız söyleyin, bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?" 85. "Allah'a" diyecekler. "O halde düşünmez misiniz?" 86. "Peki yedi göğün rabbi, yüce arşın rabbi kimdir?" diye sor. 87. "Bunlar da Allah'ın" diyecekler. "O halde Allah'a saygınız yok mu!" de. 88. "Biliyorsanız söyleyin, bütünüyle varlığın yönetimi elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir?" diye sor. 89. "Kudret Allah'ın" diyecekler. "O zaman nasıl olup da böyle büyülennıîşçesine aldatabiliyorsunuz?" de. 90. Doğrusu biz onlara hakkı bildirdik, onlar ise kesinlikle yalancıdırlar. 91. Allah asla çocuk edinmemiştir. O'mınla beraber başka bir tanrı da yoktur; aksi taktirde her tanrı kendi yarattıklarıyla birlikte bir tarafa çekilir ve mutlaka o tanrılardan biri diğerine baskm gelmeye çalışırdı. Doğrusu Allah o müşriklerin yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. 92. Allah görünmez âlemi de duyularla algılanan âlemini de bilmektedir. O, putperestlerin kendisine ortak saydığı şeylerden çok uzaktır. [71] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:08 pm | |
| Tefsiri
78-80. Allah'ın âyetleri üzerinde düşünecekleri yerde onlara karşı direnen, Peygamber'in bütün iyi niyetli ve özverili çabalarına rağmen inatla yanlış yolda giden, azgınlık ve sapkınlıkları içinde bocalayıp duran inkarcılar eleştirildikten sonra burada da muhatabın sağduyusuna hitap edilerek onu bu tür yanlış inanç ve tutumlardan kurtarmak maksadıyla Allah'ın birliğini ve gücünü yansıtan olgulardan üçüne değinilmektedir. Bunların ilki, İnsanın kendisini insan yapan bilgi yetenekleriyle donatılması, ikincisi insanoğlunun yeryüzünde yaratılıp türetilmesİ, çoğaltılması, doğum-ölüm çizgisinde hayatın sürüp gitmesi, üçüncüsü de gece-gün-düz değişimidir. Bu kanıtların ilki bilgi olayına, ikincisi insanın biyolojik ve antropolojik gelişmesine, üçüncüsü de kozmolojiye dairdir. Bunların en önemlisi bilgi konusu olduğu için Allah'ın insana bu konudaki lütfü en başta hatırlatılmış, bundan dolayı O'na şükretmek gerektiğine İşaret edilmiştir. Kuşkusuz buradaki şükrün anlamı, insana bilme gücü veren kudreti tanıyıp bilgi vasıtalarını ve güçlerini, O'nun iradesi yönünde, amacına en uygun ve en verimli bir şekilde kullanma anlamına gelir. 80. âyetin sonundaki "Artık aklınızı kullanmayacak mısınız?" şeklindeki ifade de bunu göstermektedir. [72]
81-83. Allah, putperestlere kendi varlığını ve kudretini kanıtlayan deliller sıralayıp akıllarını kullanmaya çağırırken onlar yine de inkarcılıkta direnmişlerdir. 81. âyet, bu inkarcı tavrı, özellikle öldükten sonra dirilmeyi reddetme örneği üzerinde tartışmaktadır. Âyete göre ikinci hayatı İnkâr etmek sadece müşrik Araplar'a özgü olmayıp eski bir inkâr geleneğidir. Müşriklerin bu İnkârlarını kanıtlamak için ileri sürdükleri iddia da günümüz materyalistlerine kadar her dönemdeki inkarcıların ileri sürdükleri malum argümandır: "Çürüyüp toprağa karışmış beden nasıl tekrar canlanabilir? Bu eski bir masaldır!" [73]
84-90. Bu âyetlerin birinci amacı, Allah'ın yüce kudretinin kesin kanıtlarını ortaya koyarak inkarcıların, yeniden dirilmeyi imkânsız gören iddialarını reddetmek; ikincisi de Allah'tan başka, tanrı kabul etmeye ve tapınmaya değer hiçbir variık bulunamayacağını kanıtlamaktır. [74]
"Allah'a saygı" şeklinde çevirdiğimiz 87. âyetteki ittika kavramı sözlükte "bir tehlike karşısında akıllı davranarak önlem alma, tehlikeye karşı bir şeyi siper edinme, kendini koruma altına alma" mânasına gelir. Kelime "kişinin iman ve ibadetinin himayesinde kendisini âhiret azabına karşı koruması" anlamında kullanılmaktadır. [75] büyülenmişçesine aldatabiliyorsunuz" şeklinde çevirdiğimiz 89. âyetin sonundaki "tüsharûn" fiilinin sözlük anlamı "sinirlenme, büyüienme"dir. Kelime burada, "büyülenmiş gibi şuurlu davranmaktan, aklını kullanmaktan mahrum kalma" anlamında kullanılmıştır. Gerek bu âyetin gerekse bundan önceki âyetlerin sonlarında yer alan eleştiri ve uyanlarda bilgiye, düşünüp taşınmaya, Allah'a saygıya ve şuurlu davranmaya vurgu yapılmak suretiyle insanlığın yalnız dünyevî sorunlarını değil, dinî ve ****fizik sorunlarını çözmede de zihinsel faaliyetin, akıl ve bilgi verilerinin ne kadar gerekli olduğuna işaret edilmektedir.
Müşriklerin 84-89. âyetlerdeki sorulara verdikleri cevaplar, onların Allah'a, O'nun sınırsız kudret ve hâkimiyetine inandıklarını göstermektedir. Bu durumda onların, bir yandan bu inanca sahip olurken diğer yandan Allah'ın peygamber ve kitap göndermesini, âhiret hayatının gerçekleştirmesini imkânsız görmeleri bir çelişki olduğu gibi bu tür inkarcı tutumlarıyla onlar "kesinlikle yalancı" olduklarını da ortaya koşmuş bulunuyorlardı. [76]
91-92. İnkarcıların en büyük yalanlarından biri Allah'ın çocuk edindiği yolundaki iddiaları, diğeri de Allah'tan başka tanrılar bulunduğu şeklindeki bâtıl inançlarıdır. Müşrik Araplar, melekleri Allah'ın kızları sayar, putlarının tanrısal güçlere sahip olduğunu ileri sürerlerdi. Âyette Araplar'ın bu bâtıl telakkilerinin yanında, Hz. îsâ'nın Tann'nın oğlu olduğunu ileri sürerek ona ilâhî nitelik ve İşlevler yükleyen hıristiyanlann da kastedildiği düşünülebilir. [77]
Sonuç olarak Tanrı mutlak, sonsuz, sınırsız ve ortaksız irade, güç ve hâkimiyet sahibi varlık demektir. Âyetin devamı bu gerçeği dile getirmekte ve eğer iki tanrı varsa mantıkî olarak evrende iki yönetim alanı doğacağını, her tanrının ken-dİ iktidar sahasında kendi yönetimini sürdüreceği gibi, ayrıca tanrıların birbiriyle hâkimiyet yansına gireceklerini bildirmekte; bu suretle evrenin düzeninin bozulacağına işaret etmektedir.
Allah, gerek varlığı gerekse yaratma ve yönetimi açısından kendisinin ortağı, dengi bulunduğu anlamına gelebilecek her türlü nitelemelerden, iddia ve isnatlardan münezzehtir. [78]
Meali
93. De ki: "Rabbim! Eğer onları tehdit ettiğin hali bana göstereceksen; 94. Bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma rabbim!" 95, Onları tehdit ettiğimiz durumu sana göstermeye elbette ki kadiriz. 96. Sen kötülüğü en güzel bir tutumla sav. Onların yakıştırdıkları şeyleri biz çok iyi biliyoruz. 97. Ve de ki: "Şeytanların gizli kışkırtmalarından sana sığınırım. 98. Onlann yanımda bulunmalarından da sana sığınırım rabbim!" [79]
Tefsiri
93-95. Allah'ın inkarcıları tehdit ettiği hal, onların varlıklarına son verecek olan belâ ve felâkettir (Şevkânî, 111,559). Kuşkusuz Hz. Resûl-i Ekrem, böyle bir felâket sırasında Allah'ın bir peygamberi felâketi hak etmiş olanlar arasında bulundurmayacağını biliyordu. Şu halde buradaki dileği bu hususta bir kuşkusu olduğu anlamına gelmeyip bu bilgisine rağmen Allah'ın dilediğini yapmaya muktedir olduğunu ikrar etme ve O'na kulluğunu arzetme amacı taşımaktadır. [80]
96. Bu âyetin müşriklerle savaşmayı emreden âyetlerin gelmesiyle hükümsüz kılındığını (nesh) ileri sürenler varsa da[81] savaş olağan dışı bir durumdur. Bu âyet ise insanların günlük hayattaki ilişkileri ile ilgili genel bir düzenleme, kalıcı ve sürekli bir ahlâk kuralı koymakta; kötülüğün bir başka kötülükle değil, kötülüğün iyilikle savılmasını öğütlemektedir. Ancak bu bir zorunluluk değil tavsiyedir, zorunlu olan hakkını alırken haksızlığa sapmamak, kötülüğe karşılık verirken adalet sınırım aşmamaktır. [82]
97-98. Bazı müfessirler "şeytanların kışkırtmaları" ifadesini, Özellikle insanın kontrolünü kaybetmesine sebep olan "öfke krizi" olarak açıklamışlarsa da[83] bu ifade öfke, gayri meşru cinsel istek, yeme içme vb. ihtiyaçları haram yollardan karşılama gibi her türlü günah İşleme eğilimlerini içermektedir. Hz. Peygamber'in bu tür eğilimlere kapılması düşünülemez. Bu sebeple söz konusu buyruk, onun şahsında bütün ümmetine yöneltilmiş bir emirdir; ayrıca Hz. Peygamber'in de bu tür sözlerle dua etmesi onun hem kulluk görevi hem de ümmetine örneklik görevidir. [84] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:08 pm | |
| Meali
99. Nihayet onlardan birine ölüm gelip çatınca, "Rabbim" der, "Beni geri gönder; 100. Ki geride bıraktığım dünyada iyi işler yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Önlerinde, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır. 101. Sûra üflendiğinde artık ne aralarındaki akrabalık bağları işe yarayacak ne de birbirlerine soru sorabilecekler! 102.0 zaman kimlerin tartıları ağır gelirse işte bunlar kurtuluşa ermiş olacaklar. 103. Tartıları hafif gelenler ise kendilerine zarar vermiş olanlardır. Onlar cehennemde ebedî kalacaklar. 104. Ateş yüzlerine vuracak, orada dudakları çekilmiş, dişleri görünür bir halde bulunacaklar. 105. Size âyetlerim okunurdu da onları yalanlardınız değil mi? 106. Derler ki: "Rabbimiz! Kötü yanımızın etkisinde kaldık; biz bir sapkınlar topluluğu olduk. 107. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar; eğer bir daha eskiye dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız." 108. Allah buyurur ki: "Alçalmış olarak kalın orada! Ve artık bana bir şey söylemeyin! 109. Kullarım arasında, 'Rabbimiz! Biz iman ettik; bizi atfet, bize acı! Sen merhametlilerin en iyisisin' diyen bir kesim de şüphesiz vardı. 110. Ama siz (ey müşrikler), işte onları alaya aldınız; sonunda bu tutumunuz size beni anmayı unutturdu; hep gülerdiniz onlara. 111. Bugün de ben onlara sabretmelerinin karşılığını veriyorum. Onlar hakikaten muratlarına ermişlerdir.'* 112. Allah, "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye sorar. 113. "Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık; işte, saymakla görevli olanlara sor" derler, 114. Allah buyurur: Yalnız kısa bir süre kaldınız; keşke bunu bilmiş olsaydınız!" 115. Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? [85]
Tefsiri
99-100. "Onlar"dan maksat, özellikle öldükten sonra tekrar dirilmenin imkânsız olduğunu savunan inkarcılardır. Âyette, hayatları son bulup dünya ile ilgili bütün bağlan kopan, arzu ve tutkuları tükenen ve ancak bu noktada akıllan başlarına gelen inkarcıların ümitsizlikleri, tükenmişlikleri ve pişmanlıkları dile getirilmektedir. Fahreddin er-Râzî*ye göre böyleleri, ölümleri esnasında (veya zayıf bir görüşe göre âhirette cehennemdeki yerlerini görünce), aslında geri dönüşün imkânsız olduğunu bilseler de sırf inkarcı olarak bu dünyadan göçmelerine üzülüp pişman oldukları İçin bu duygularını ve ümitsizliklerini ifade etmek üzere bu şekilde yakarırlar (XXIII, 119-120).
Bu İki âyet, temeli eski Hint dinlerine ve Eflâtun felsefesine kadar uzanan, zaman zaman günümüzde bile bazı kişiler ve sözde ilim adamları tarafından savunulan retnkarnasyon (tenasüh) inancım açıkça reddetmektedir. Bu inanca göre kötü ve günahkâr insanlar ölünce bunların ruhları, dünyada günahlarından kurtulup arınıncaya kadar bedenden bedene dolaşacak, ancak günahlarından temizlendikten sonra Tann'mn huzuruna dönebileceklerdir. Eğer günahkârların ruhlarının başka bedenlere geçmesi mümkün olsaydı, âyette belirtildiği şekilde pişmanlık duygularını dile getirerek yanlışlarını düzeltmek maksadıyla yeniden dünyaya gönderilmeleri için yakaran kullarının dileğini Allah reddetmezdi. Oysa burada böyle bir dönüşe asla İzin verilmeyeceği belirtilmektedir.
Sözlükte "engel, ayına, aralık" anlamına gelen berzah kelimesinin buradaki anlamı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Râzî'nin tercih ettiği yoruma göre buradaki berzah, îslâmî gelenekteki yaygın anlamıyla insanın dünya hayatına geri dönüşünü engelleyen ölüm olayı ve sonrasıdtr. Kabir hayatı da denen bu dönem ölümle başlayıp yeniden dirilme vaktine kadar sürecektir. Berzah kelimesi, -biri dünya hayatının son bulduğuna, diğeri âhiret hayatı için yeniden dirilmenin gerçekleştiğine İşaret olmak üzere- iki defa üflenecek olan iki sûr arasında geçecek süre olarak da açıklanmıştır. [86] Âhirette akrabalık bağlarının İşe yaramaması, oradaki adaletin mutlaklığını ve kusursuzluğunu, insanların birbirlerine soru soramaması da âhirette verilecek hesabın dehşetini göstermektedir. [87]
102-104. Bu durumda herkesin kurtuluşu, dünyada iken kendi iman ve iyi işleri sayesinde kazanmış olduğu sevap] arın miktarına bağlı olacak; o yüce hâkimin huzurunda, O'nun yanılmaz adalet terazisinde tartıları yani sevapları ağır basanlar kurtuluşa erecek, tartılan hafif kalanlar da derin bir hüsrana uğrayacak, ebedî ve dehşetli bir azap sürecini yaşamak üzere cehenneme atılacaklardır.
İnsanların ölüm sonrasındaki durumları deneysel ve aklî bilgi imkânlarının tamamen dışında olduğu için kabir hayatı, berzah, sûrun üflenmesi, yeniden dirilme, amel terazisi gibi konu ve kavramların mahiyetinin kavranması, bunların hakikat anlamında mı, mecazi ve sembolik anlamda mı kullanıldığının bilinmesi mümkün değildir. Mümine düşen, bunlara seksiz şüphesiz inanıp gerektiği şekilde âhiret hazırlığı yapmaktır. [88]
105-111. Burada âhirette inkarcıların yargılanmalarından bir sahne anlatılmaktadır: Allah inkarcılara, âyetleri kendilerine okunduğunda onları yalanlayıp reddettiklerini hatırlatır. Kuşkusuz inkarcıların bütün kötülükleri öncelikle âyetleri inkâr etmeleriyle başladığı için bu suçun altının özellikle çizildiği anlaşılmaktadır. İnkarcıların verdiği cevap gerçeğin tam İfadesidir: "Kötü yanımızın etkisinde kaldık; biz bir sapkınlar topluluğu olduk." Demek ki inkâr ve isyanları samimi araştırmalarına, akıl ve düşüncelerinin vardığı fikirlere değil, nefsânî arzularını, çıkar kaygılarını, beşerî zaaflarını aşamamalarına dayanıyordu. Bu yüzden "Bizi buradan çıkar!" feryatları da karşılıksız kalacaktır. Çünkü bu yakarışları dünyada yapmaları gerekirdi. Ama dünyada iken samimi müslümanlar âhiret kurtuluşu için niyaz ederken, bu zor hesap için hazırlanırken o inkarcılar bu günahsız müminleri küçümseyip alaya alıyorlardı. Ama şimdi mutlu akıbeti o müminler elde etmişlerdir. [89]
112-114. Ahirette Allah ile kulları arasında geçeceği bildirilen bu diyalog, zamanın göreceliğine işaret eden temsilî bir anlatımdır. Dünyadaki zaman kavramı dünyanın şartlarına bağlı bir algılama, zihnimizin oluşturduğu bir tasavvurdur. Burada, bu fâni âlem bitip de ebedî âleme geçince zaman tasavvurunun da değişeceği anlatılmaktadır.
Tefsirlerde, "saymakla görevli olanlar"la meleklerin veya hesap ehli insanların kastedildiği belirtilir. [90]
115, İnsanlığa hitap eden bu âyet, insanın sorumlu bir varlık olarak yaratılışının en veciz ifadesi olup bu sorumluluk onun aynı zamanda yüksek değerini de ifade eder. Çünkü diğer bütün canlılar yok olup giderken, yalnız insanoğlu ebedî yaşama imkânına sahip olacak, âyette işaret edildiği gibi bu da ankette gerçekleşecektir. [91]
Meâlİ
116. Gerçek egemenliğin sahibi olan Allah yüceler yücesidir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, şerefli arşın sahibidir. 117. Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa -ki bu hususta hiçbir kanıtı olamaz- muhakkak surette o kişinin hesabı rabbinin katında görülecektir. Şu bir gerçektir ki inkarcılar iflah olmayacak! 118. Resulüm, de ki: "Bağışla ve acı rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin." [92]
Tefsiri
116-118. Bu son âyetler, sûrenin bütünü içinde ele alınan Tann'nın birliği ve aşkın kudretiyle âhiret hayatının gerçekliği konularında insanlara uyarılarda bulunmaktadır: Mutlak güç ve iktidar sahibi olan Allah, her bakımdan eşsizdir, yüceler yücesidir; arşın (hükümranlık makamı) ortaksız sahibidir. Bunun aksini benimseyenlerin kesinlikle kanıtları bulunamaz. Buna rağmen inkâra sapanlar kurtuluş imkânını kaybetmişlerdir. Sûrenin son âyeti, bu kadar büyük bir kayıptan koruması için Allah Teâlâ'nın sonsuz bağış ve merhametine sığınmayı telkin etmektedir. [93] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:08 pm | |
| 22
Hac Sûresi
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
103
Âyet sayısı :
78
Nüzulü
Mushaf'taki sıralamada yirmi ikinci, iniş sırasına göre yüz üçüncü sûredir. Nur sûresinden sonra, Münâfıkûn sûresinden önce inmiştir. Sûrenin üslûbu ve İçeriği, bir kısmının Mekke, bir kısmının da Medine döneminde indiğini düşündürmektedir. Özellikle baş taraftaki âyetlerin Mekke döneminde inmiş olması ihtimali güçlü olduğundan, genellikle Mekkî olarak nitelenir ve bütününün iniş sırası itibarıyla 103. sûre olduğu kabul edilir.[1]
Adı
Hz. İbrahim'e Beyrullah'ın yerinin gösterilmesinden ve hac ibadeti için insanlara çağrı yapılması buyruğundan söz edildiği için bu adı almıştır; hac kelimesi 27. âyette geçmektedir. Hz. Peygamber döneminde de aynı adla anıldığını gösteren rivayetler vardır. [2]
Konusu
Sûrenin başında İnsanlara Allah'ın birliğine inanma ve O'na saygısızlıktan kaçınma çağrısı yapılırken kıyamet gününün dehşeti hatırlatılmakta, öldükten sonra dirilmenin gerçekliğini kavratmak için insanın meydana gelişine ilişkin aşamalardan ve tabiattaki yenilenmelerden söz edilmektedir. Daha sonra hac ve kurban ibadetinin amaçlarına, müslümanlara varlık mücadelelerini sürdürmeleri İçin hicret ve düşmanla savaş müsaadesi verildiğine değinilmekte, önceki toplumların başına gelenlerden ibret alınması için uyarılar yapılmakta, peygamberlerin getirdiği vahyin İlâhî kaynaklı olduğuna dikkat çekilmekte, evrende Allah'ın varlık ve birliğini gösteren deliller üzerinde düşünme fırsatı veren örneklere işaret edilmekte ve sonunda da müslümanlara, kendilerine yüklenen ulvî görevin bilincinde olmaları çağrısı yapılmaktadır.
İman, şirk, ibadet, cihad gibi konular üç ana çerçevede ele alınmaktadır. Bunlar hicret, savaş ve hacdır. Her üçünde de insanın yerini yurdunu terkedip uzaklara gitmesi, çeşitli zahmetlere katlanması ve aynı inancı taşıyanlarla kader birliği etmesi söz konusudur. Kader birliği ise millet ve ümmet olmanın, bir toplum haline gelmenin temel şartıdır. Hz. Peygamber o tarihteki örneklerine uygun bir devlet kurmak isteseydi Hâşimî sülâlesinin gücüne dayanmak zorunda kalacaktı. Halbuki o, önce inanç ve kültür temeli üzerine kurulan yepyeni bir ümmet meydana getirmiştir. Sûre, etnik ve kültürel kökenleri farklı insanların ümmet olmak için nelere sahip bulunmaları ve neler yapmaları gerektiği hususunda âdeta bir gündem belirlemektedir. Hicret öncesinde inmeye başlayan sûre, müslümanlan güçlü bir birlik oluşturmaya ve onları hicret sonrasında ortaya çıkacak devleti kurmaya hazırlar gibidir. [3]
Fazileti ve Özellikleri
Kurtubî -Gaznevî'den naklen- şöyle bir tespite yer verir: Hac sûresi en ilginç sûrelerdendir; kısmen gece kısmen gündüz, kısmen seferde kısmen hazarda, bir kısmı Mekke'de bir kısmı Medine'de, bir kısmı savaş sırasında, bir kısmı barış döneminde inmiştir; hem nâsih hem mensuh âyetler, hem muhkem hem müteşâbih âyetler içerir.
Ebû Hanîfe ve Süfyân es-Sevrî gibi âlimlere göre bu sûrede sadece bir secde âyeti vardır (18. âyet). Aralarında Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu bir grup âlime göre ise 18 ve 77. âyetlerinde secde yapılması gerekir. Ukbe b. Âmir'in, iki secde ihtiva etmesinden hareketle bu sûrenin ayrı bir faziletinin bulunup bulunmadığı yönündeki sorusuna Hz. Peygamber'in "Evet, vardır" cevabını verdiği rivayet edilmiştir; ancak hadisin sıhhat derecesi tartışmalıdır. [4]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakınınız. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. 2. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın kanundaki çocuğu düşürecektir ve insanları -sarhoş olmamalarına rağmen- sarhoş gibi göreceksiniz. Çünkü Allah'ın azabı çok zorlu olacak! 3. Hal böyle iken insanlardan öyleleri vardır ki, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışır ve her âsi şeytanın peşine takılır. 4. Şeytan hakkında şöyle yazılmıştır: Her kim kendisini dost edinirse, o da onu yoldan çıkaracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir. 5. Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayınız ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsünüz; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabanr ve her cinsten nefis bitkiler çıkarır. 6. Bu böyledir, çünkü Allah gerçeğin ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O'nun her şeye gücü yeter. 7. Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirlerdekilere can verip diriltecektir.[5]
Tefsiri
1-2. Bütün insanlara hitap edilerek Tanrı bilincinin canlı tutulması, O'na say gısızlık etmekten sakınılması istenirken Allah'ın "yaratıcılık, yöneticilik, sahiplik ve terbiye edicilik" özelliklerine vurgu yapan rab ismi kullanılmıştır. Bu çağrının hemen ardından kıyamet ve âhiret gerçeği hatırlatılmış, bu gerçeğin iyi kavranması için de somut bir tasvire yer verilmiştir. Kıyamet sarsıntısının sıradan bir olay olmadığı ifade edildikten sonra herkesin o ana ait sahneleri gözünde canlandırmasına imkân verecek örneklere değinilmektedir: Emzikli kadınların çocuklarını emzirmeyi dahi akıllarından çıkaran bir dehşete kapılmaları, gebe kadınların düşük yapmalarına yol açan bir şok yaşamaları, insanların gerçekte sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi davranmaları veya görünmeleri. İlk iki örnekte "her" kaydının bulunması ("her emzikli kadın", "her gebe kadın" denmiş olması), üçüncü örnekte de bütün insanları kapsar bir ifade kullanılmış bulunması, bu olayın sıra dişiliğini açıkça ortaya koymaktadır. 2. âyetin son cümlesiyle, âhiretteki azabın bu yaşananlardan da çetin olacağı kastedilmiş olabilir. Bu mâna esas alınırsa meali şöyle olur: "Fakat (bunun ardından gelecek olan) Allah'ın azabı çok zorlu olacaktır." Kaynaklarda bu âyetlerin tefsiri sırasında, daha çok, belirtilen sarsıntının haşir sonrası kıyamet sahnelerinden mi yoksa dünyanın sonu geldiğinde kıyamet alâmeti olarak görülecek hallerden mi olduğu hususu üzerinde durulur. Alimlerin çoğunluğu ikinci ihtimali daha güçlü bulmuşlardır. [6]
3-4. Evren Allah'ın kudretini gösteren delillerle dolu iken ve peygamberler de öldükten sonra dirilme gerçeğini anlatıp insanları açık bir biçimde uyarmışken, bazı insanların Allah'ın gücü ve âhiret hayatının varlığı hakkında tartışmaya girmeleri, üstelik hiçbir sağlam bilgiye sahip olmadıkları halde inkarcılıkta inat etmeleri tarihin her döneminde görülen bir durumdur. Bu âyetlerde, ilk iki âyetteki bildirim ve ikaza rağmen bazı kimselerin bu tutumlarından vazgeçmedikleri gerçeğinden hareketle bu beşerî zaafa ve sonuçlarına tekrar dikkat çekilmektedir. Esasen genel bir teşhis ve uyan içermekle beraber 3. âyetin Nadr b. Haris hakkında inmiş olduğu rivayet edilir[7] Kureyş'in amansız inkarcılarından olan bu şahıs, babasıyla Hîre'de tıp ve felsefe öğrenimi görmüştü.
3. âyetteki "her âsi şeytan" ifadesiyle, İblîs ve avenesinin yahut Kureyş'in ileri gelen inkarcılarının kastedildiği yorumlan yapılmıştır. [8] âyetin üslûbundan, ikinci yorumun daha güçlü olduğu izlenimi edinilmektedir. [9]Buradaki "her" anlamına gelen küll kelimesinin -Kur'an'daki benzer ifadeler dikkate alındığında- çokluğu belirtmek için kullanıldığı anlaşılmaktadır. [10]"Âsi" olarak tercüme ettiğimiz merîd kelimesine "had bilmez, zorba, inatçı, azgın, mütekebbir" gibi mânalar da verilebilir. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:09 pm | |
| 4 âyette şeytan ve onu dost edinecek kişiler hakkında kaçınılmaz sonuç ve hükmü belirtmek üzere lafzan "onun hakkında şöyle yazıldı" mânasına gelen bir ifade kullanılmıştır. Bu sonuç şeytana uyanın doğru yolda kalamayacağı, dolayısıyla cehennem azabına sürükleneceğidir. Burada dikkat çeken bir husus da şudur: Şeytana insanları doğru yoldan saptırmak fırsatı verilmekle beraber, ona uyanlar iradelerini bu yönde kullandıkları, ilâhî ikazları bir kenara bırakıp şeytanı dost edindikleri için sorumluluk kendilerine aittir.[11]
5-7. Allah'ın kudreti ve dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağı hususunda tartışmaya girişen inkarcıların zihinlere sokmaya çalıştığı şüpheler ve insanoğlunu ateşe sürüklemek İçin var gücüyle çaba harcayan şeytanın vesveseleri karşısında duyulacak tereddüt ve kuşkuların akılcı bir biçimde gözden geçirilmesi istenmekte, bu konuda yapılacak değerlendirmenin sağlıklı olabilmesi için apaçık örnekler ve kanıtlar ortaya konmaktadır. Bu örnek ve kanıtlar insanın kendisinden ve en yakın çevresinden seçilmiştir. Öldükten sonra dirilmenin aklen kabul edilebilirliğini ve Allah'ın buna kadir olduğunu görmek için dikkatleri İki şeye yöneltmek yeter: 1. İnsanın kendisinin nasıl dünyaya geldiği ve hangi aşamalardan geçtiği, 2. Kuru toprağın yağmurla canlanması ve türlü türlü bitkiler vermesi.
İnsanın yaratılış aşamaları toprak, nutfe, alaka ve belli belirsiz et parçası (mudga) şeklinde sıralanmıştır. Topraktan yaratılma ile insanoğlunun ilk atası Hz. Âdem'in yaratılışının kastedildiği görüşünün yanı sıra, insan vücudundaki elementlerle bedenin beslenmesi arasındaki ilişkiyi öne çıkaran yorumlar da vardır. Nutfenin Kur'an'da farklı bağlamda farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. İnsanın meydana gelmesini sağlayan iki ana unsurdan erkeğin spermi veya bu spermin aşıladığı yumurta (zigot) mânasında anlaşılması mümkündür. Alaka kelimesinin başka âyetlerdeki kullanımı ve embriyonik gelişmeye ilişkin bilgiler dikkate alındığında bu kelimeyle aşılanmış yumurtanın ana rahminin iç cidarına asılı vaziyetinin kastedildiği anlaşılmaktadır.
5.âyette et parçası anlamındaki mudganın sıfatı olarak geçen ve "belli belirsiz" şeklinde çevirdiğimiz iki kavramdan ilki (muhallaka) tefsirlerde, "biçimi belirli hale gelmiş, kendisine ruh üflenmiş, tam, tamamlanmış, normal doğumla sonuçlanan, kusursuz noksansız biçimde"; ikincisi (gayra muhallaka) ise "biçimi he nüz belirli hale gelmemiş, kendisine henüz ruh üflenmemiş, henüz tamamlanmamış, rahim tarafından dışan atılan, düşük, yapılan, kusuru noksanı olan" gibi farklı mânalarla açıklanmıştır. [12] Muhammed Esed'in âyetin bu kısmına "(temel unsurları ve istidatlanyla) tamamlanmış ama (bütün ögeleriyle) henüz tamamlanmamış" şeklinde mâna vermesi (II, 667-668) bu iki sıfattan ilkinin olumlu, ikincisinin olumsuz olmasını izah açısından mantıkî görünmekle beraber; bu yorumu İbn Abbas ve Katâde'nin açıklamalarına dayandırması isabetli değildir ve bu konuda kaynak gösterdiği Taberî ile Beyzâvî incelendiğinde, Esed tarafından bu kaynakların yanlış anlaşıldığı görülmektedir. Zira Taberî'nin Katâde'den naklettiği yorum birinci kelime için "tam", ikinci kelime için "tam olmayan" şeklindedir (XVII, 117); Beyzâvî ise bu konuda İbn Abbas'tan bir nakilde bulunmamıştır (IV, 288-289). İbn Abbas'tan bu ifadeyle ilgili olarak nakledilen yorum da, birinci kelime İçin "yaratılışı tamamlanmış", ikinci kelime İçin "yaratılışı tamamlanmamış" şeklindedir. [13]
Âyette insanların bulundukları duruma hangi aşamalardan geçerek geldiklerine değinildiğine göre birinci kelimeyi "normal doğumla sonuçlanan durumlar", ikincisini de "düşük hali" olarak anlamak isabetli görünmemektedir. [14] Burada İnsanın geçirdiği aşamaların sıralandığı belli olmakla beraber, bu iki sıfatı birbirine bağlayan "ve" bağlacının bir sıralama anlamı taşıyıp taşımadığı açık değildir. O sebeple belirtilen kelimelerin yukarıda kaydedilen (normal doğum -düşük hali dışındaki) diğer yorumların her birine ihtimali bulunduğu söylenebilir. Bununla beraber âyetin bu kısmına "tedrîcî yaratma sürecine bağlı" anlamının verilmesi de [15]kanaatimizce embriyonik gelişmeyle ilgili bilgilere ve buradaki ifade akışına uygundur.
"Bebek olarak çıkarırız" ve "yetişkinlik çağına erişirsiniz" anlamındaki cümleler arasında gramer açısından değişik bağlar kurulmuş olmakla beraber, bunlar arasında nedensellik bağının bulunduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir. [16] Bundan dolayı âyetin anılan kısmı "Sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza ensesiniz" şeklinde çevrilmiştir. Hemen ardından kimilerinin erken vefat ettirildiği belirtildiğinden, bu ifadenin bebek olarak dünyaya gelen her insanın yetişkinlik çağma ulaşması sonucunu içerdiği ileri sürülemez. [17]
Âvetin "vervüzünü kupkuru ve cansızken" şeklinde çevirdiğimiz kısmına El-malili Muhammed Hamdi "arzı da... sönmüş kül halinde" anlamını vermiş ve bunu (özetle) şöyle açıklamıştır: Bu uyan ilk bakışta, güneşin harareti karşısında arzın kuruduğunu gösterir. Bununla birlikte bu ifadeyi benzetme yoluyla değil hakiki mânasına göre anlamak hem maksadı daha açık bir biçimde ortaya koyar hem de zamanımızın bilimsel teorileri bu anlama daha uygundur. Zira bilimsel tespitlere göre arz vaktiyle yanar bir ateş olduğundan, toprak esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde sertleşmiş ve çökelmiş biçimidir; bu durum hayatın tam zıddıdır (V, 3383-3384).[18]
Meali
8-9. İnsanlar içinde öyleleri vardır ki bilgisi, kılavuzu ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde başkalarını Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslayarak Allah hakkında tartışır durur. Onun dünyadaki payı rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise ona yakıcı ateşin azabını tattıracağız. 10. (Ona şöyle denilecek "Bu, senin kendi ellerinle önceden yapıp ettiklerinden dolayıdır! Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez.*' 11. Yine insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah'a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleler! dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur. 12. Allah'ı bırakıp kendisine ne zarar ne de yarar sağlayabilen şeylere yalvarır yakarır. Sapkınlığın en uç noktası da işte budur. 13. (Bir de) o, zaran yararından yakm olan varlıklara yalvarıp yakarır, O ne kötü bir dost ve ne kötü bir arkadaştır! 14. Allah iman edip iyi işler yapanları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. 15. Her kim Allah'ın ona dünyada da âhirette de asla yardım etmeyeceğini düşünüyorsa, bir çaresini bulup göğe uzansın, kesip baksın bulduğu çare öfkelendiği şeyi ortadan kaldırabilecek mi? 16. İşte böylece biz onu apaçık âyetler halinde indirdik. Kuşkusuz Allah dilediğim doğru yola iletir. 17. Gerçek şu ki, iman edenler, yahudiliği benimseyenler, Sabitler, hıristiyanlar, Mecûsî-ter ve şirke sapanlann her biri hakkındaki hükmünü Allah kıyamet günü verecektir. Şüphesiz Allah her şeye tanıktır. 18. Görmez misin göklerde ve yeryüzünde bulunanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hep O'na secde etmektedir! Niceleri de azabı hak etmiştir. Allah'ın hakir kıldığı kimseyi onurlandırabilecek yoktur. Kuşkusuz Allah dilediğini yapar. 19. Şu ikisi rableri hakkında çekişip duran iki taraftır. Bunlardan inkarcı olanlar için ateşten giysiler biçilmiştir, başlarının üstünden de kaynar su dökülecektir. 20. Bununla karınlarının içindekiler ve derileri eritilir. 21, Onlar için bir de demirden sopalar vardır. 22. Istıraptan ötürü oradan çıkmaya her teşebbüs ettiklerinde oraya geri döndürülecekler ve onlara "Tadın bakalım bu yakıcı azabı!" denilecek. 23. İman edip iyi işler yapanları ise Allah altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar orada altın bilezik ve incilerle »üsleneceklerdir. Orada onların giysileri de ipektir. 24. Onlar sözün güzeline yöneltilmişler ve övgüye en lâyık olan Allah'ın yoluna iletilmişlerdir. [19] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:09 pm | |
| Tefsiri
8-10. Yeterli bilgiye sahip olmadan, doğru bir kılavuza uymadan ve ilâhî bir kitabın ışığından yararlanmadan evrendeki küçücük sırların bile çözülmesi mümkün değilken, bütün bunlardan yoksun bazı kişilerin evrenin yaratıcısı olan Allah hakkında tartışmaya girişmelerinin ne kadar abes olduğuna dikkat çekilmektedir. (9. âyette geçen ve "kılavuz" diye çevirdiğimiz hüdâ kelimesi "ikna edici bir açıklama ve kanıt" şeklinde de anlaşılmıştır, Taberî, XVII, 120). 9. âyette belirtildiği üzere bu gibi kimselerin amacı başkalarını Allah yolundan saptırmak olduğu için, inandığı bir şeyi ispatlama çabası içinde olmazlar ve kendilerine uymayanlara ön yargıyla baktıkları için ellerindeki İmkânları kötüye kullanıp büyüklük taslamayı yeğlerler. Âyetin "büyüklük taslayarak" şeklinde çevrilen kısmına "uyan ve öğütten yüz çevirerek" mânası da verilmiştir. [20] Âyette ayrıca "Onun dünyadaki payı rüsvâ olmaktır" buyurularak böyle kimselerin bu bozguncu tutumları kınanırken, dünya hayatında elde edecekleri basan ve ulaşacakları refah düzeyi ne olursa olsun, ahlâk yönünden düşük sayılmaya ve insanlığın ortak değerleri açısından reddedilmeye mahkûm olacaklarına işaret edilmektedir. [21]
11-14. İlk âyette, Allah'a kulluğu dünya hayatındaki rahatlık şartına bağlayan insanların tipik davranışları tasvir edilmekte, imanlarına pamuk ipliğiyle bağlı olan bu tür kimselerin işleri rast gittikçe Allah'a kulluk etmekten memnun oldukları, bir imtihan sıkıntısına mâruz kaldıklarında ise hemen bu statüden sıyrılmak istedikleri; bir başka ifadeyle, Allah'ın istediği gibi kul olmaya çalışmak yerine, kulluk ettikleri Tann'nın kendi istedikleri gibi olmasını bekledikleri anlatılmaktadır. Aynı âyette belirtildiği üzere böyle kimseler hem dünyalarını hem âhiretlerini yitirmişlerdir ve apaçık ziyan içindedirler. Zira inançsızlığını açıkça ortaya koyan kimseler, tutarlı bir hayat çizgisi izleyebilme ve hiç değilse dünya yaşantılarını gerçek isteklerine göre sürdürebilme hususunda Allah'a şartlı kulluk edenlere göre daha yüksek şansa sahiptirler. Âyetin "Allah'a şartlı olarak kulluk eder" şeklinde tercüme edilen kısmına, "Allah'a tereddütler içinde, tam inanmadan, sınırda,kıyıdan kıyıya kulluk eder” manaları da verilmiştir.
Başına bir sıkıntı geldiğinde şike dönen ve Allah'tan başka mâbudlar arayan kimselerden söz edilirken, 12 âyette bunların "ne zarar ne de yarar sağlayabilen" varlıklara yal vardıkları ifade edildiği halde 13. âyette "zararı yararından daha muhtemel" varlıklara yalvardıklarının belirtilmesi tefsircİleri değişik yorumlara yöneltmiştir. Bu iki âyet arasındaki bağla ilgiü birçok gramatikal (dilbilgisi) izahın yanı sıra[22] 13. âyette kastedilen varlıklar hakkında başlıca iki yorum yapılmıştır. Birinci yoruma göre, Allah 'a kulluk etmekten cayanlar daha sonra kendilerinden korktukları ve yardımına sığındıkları liderlere yönelmektedir ve bu liderlerin onlara yarardan çok zarar verdiklerine işaret edilmektedir. İkinci yorumun sahipleri burada da putlardan söz edildiği kanaatİndedirler ve iki âyet arasında çelişki bulunmadığını şöyle açıklarlar: Putların kendileri yarar sağlamadıkları gibi zarar da veremezler, ama onlara kulluk edilmesi zarara yol açar, onlara tapanlar âhiret mutluluğunu yitirirler; âyette de bu kastedilmiştir. [23]
11. âyetin, refah düzeyinin artacağı ümidine bağlı olarak müslüman olan bazı bedevi Araplar'ın veya bir yahudinin İslâmiyet'i kabul ettikten sonra işlerinin ters gitmesi karşısında dinden çıkması üzerine indiği yönünde rivayetler bulunmaktadır. [24] Bununla beraber âyetteki tasvirin, hemen her devirde ve her yerde karşılaşılan bir insan tipine dikkat çekmeyi hedeflediği kuşkusuzdur; Evrenin yaratıcısı ve mutlak hâkimi olan Allah'a iman bilincine erişememiş, bazı çevresel etkiler altında veya dünyevî beklentiler uğruna Allah'a kulluk etmeyi "deneyen" fakat O'nu kişisel arzularına uygun bir mâbud olarak göremediği için bütün benliğiyle şirke yönelen, böylece hem dünya hem âhiret mutluluğunu kaybeden insanlar! Devamındaki iki âyette belirtildiği gibi bu kimseler yine de "kulluk etme ve yakarma" ihtiyacından kendilerini alıkoyamamakta, ama bu defa ya hiçbir yaran veya zararı dokunmayacak ya da zararının dokunması çok muhtemel varlıklara yönelmektedirler. [25]
15. "Ona" diye çevrilen zamirle kimin kastedildiğine ilişkin yorum, bu âyete mâna verirken belirleyici bir role sahip olmaktadır. MüfessMer genellikle bu zamirin Hz. Peygamber hakkında olduğu kanaatini benimsemişlerdir. Bunu zorlama bir yorum olarak niteleyen Esed, burada 11. âyette belirtilen ve Allah'a iman-kii-für sınırında kulluk eden kişilere, yani kendisine yardım İçin Allah'ın yeterli olmadığını düşünen, Allah'ın gücünün bu dünyada ve âhirette mutluluğa ulaştırmaya yeteceğinden şüphe eden kimselere imada bulunulduğunu belirtir (II, 670). Âyetin "bir çaresini bulup göğe uzansın" şeklinde çevirdiğimiz kısmını "tavana ip bağlayıp kendini assın" şeklinde ve "kesip baksın" diye tercüme ettiğimiz kısmını "dünya veya hayat ile ilişkisini kessin" ve "ipi kesip intihar etsin" şeklinde anlayanlar olduğu gibi, bu ifadeye "göğe yükselip vahyin veya ilâhî yardımın kaynağını kesmeye çalışsın" gibi mânalar verenler de olmuştur. [26] Burada emir kipi kullanılarak, gerçekleşmeyecek bir şarta bağlı ifadeyle muhatabın âciz düşürülmesi amaçlanmış; içlerinde inkarcılığın oluşturduğu kin ve psikolojik baskıdan bir türlü kurtulamayan kişilerin hangi yollara başvururlarsa vursunlar son tahlilde yaptıklarının bir yarar sağlamayacağına ve dünyalarım da âhİretlerini de yitirmelerine sebep olacağına dikkat çekilmiştir. [27]
16. Burada tam teslimiyetle tevhid inancını benimseme hususunda tereddütler içinde bocalayanlardan söz edildikten sonra, Kur'an'in veya genel olarak ilâhî bildirimlerin açık seçik âyetler halinde indirildiği ve Allah'ın dilediği kişileri doğruya ileteceği belirtilmektedir. Âyetin son kısmına "Allah isteyeni doğru yola ile tir" anlamım vermek de mümkündür. Esasen bu, birinci anlamla çelişmez; çünkü Allah'ın dilediğini doğru yola iletmesi de, âyetin ilk kısmında işaret edilen açık seçîk bildirimlere kulak verenleri bu yöndeki iradelerine uygun olarak doğruya ulaştırması, bu bildirimlere rağmen inanmamakta direnenleri ise kendi sapkınlıkları üzere bırakması demektir. [28]
17. Farklı inanç grupları arasındaki gerçek hükmün kıyamet günü Allah tarafından verileceği hatırlatılmaktadır. Bir dinin inanç esasları ve öğretilerinin, rasyonel olmayan, akla ve bilime aykırı olan taraflarını ortak akılla bilmek ve belirlemek mümkündür. Ancak, din konusu bilim konularından farklı olduğu ve her dinde iman belirleyici bir role sahip bulunduğu için dünya hayatında, bîr dinin hak olduğunu bilimsel kesinlikle ispat eden ve ortak akün kabule mecbur olacağı bir ölçüt, bir kanıt, bir ispat aracı bulunamayacak, nihaî ve kesin hüküm âhirette Allah tarafından açıklanacaktır.
Kur'an'ın sadece bu âyetinde anılan Mecusîlik, İslâmî kaynaklarda Zerdüş-tîliğe verilen addır. Arapça'da çoğul anlam taşıyan mecûs kelimesinin tekili me-cûsîdir. Bu kelimenin eski İran dilindeki aslı "maguş"tur. Yunancası "magos" olan kelime Ârâmîce yoluyla Arapça'ya geçmiştir. Mecûsîlik'le Zerdüştîiik arasındaki ilişki hakkında farklı görüşler bulunmakla beraber, Zerdüşt'ün getirdiği doktrin ile Mecusîlik özde birbirinden farklıdır. Milâttan önce VI. yüzyılda yaşayan Zerdüşt tek tanrılı bir inanç telkin ettiği için onun bir peygamber olduğu kanaatini taşıyanlar da vardır. Eski İran'a tevhid inancını getiren Zerdüşt, İslâmî kaynaklarda Hürmüz olarak anılan Ahura Mazda'ya ibadeti telkin etmiştir. Ahura Mazda "hakîm. her sevi bilen rab" anlamına eelir. Zerdüşt'ün doktrininde, evrendeki maddî ve manevî düzeni yaratan, doğa yasalarım koyan Ahura Mazda'dır. Bu sebeple bu din Mazdaizm diye de anılır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen'dir (Eh-riman). İyi güçlerle kötü güçler arasında devamlı bir mücadele vardır; evrenin yaratılış amacı, yalanın ve kötülüğün hakikat tarafından yen ilmesidir. Bir tarafta sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan nizam, diğer tarafta suç, kötülük ve karanlığı içinde barındıran anarşi ve fesad bulunur. İnsanın bunlar arasındaki seçimi öteki dünyada sonuç verecektir. Zira ölümden sonra diriliş ve yargılama vardır. Zerdüş-tîler'in kutsal kitabı, milâttan sonra V. yüzyıl civarında yazıya geçirilmiş bulunan Avesta'dtr. "Hikmet, bilgi" anlamına gelen Avesta'nın dili Pehlevîce (Eski Farsça) olup ifade ve İçerik bakımından anlaşılması oldukça zor bir kitaptır. Bu sebeple ona "ilim" anlamına gelen ve "Zend" adı verilen şerhler yazılmıştır. Zamanla bunların birleşmesiyle Zend-Avesta meydana gelmiştir. Bu dindeki anlayışa göre aydınlığın efendisi Ahura Mazda ile karanlığın efendisi ve şer kuvvetlerin başı şeytan Angra Mainyu (Ehrimen) arasındaki mücadeleyi Ahura Mazda kazanacak ve onun mutlak hâkimiyeti güneş gibi aydınlık olacaktır. Bu sebeple Mazdaistler (Mecûsîler) ideal temizlik ve aydınlığın sembolü olarak ateş yakarlar ve onlara "ateş yakan" anlamına "Asravan" denirdi. Onların bu geleneği müslümanlann dikkatini çekmiş ve onları "ateşperest" olarak nitelendirmişlerdir. Zerdüşt'ten sonra insanlar, onun karşı çıktığı çeşitli ilâhlara tapınmaya başlamışlar, böylece çok tanrılı inançlar yaygınlık kazanmıştır. Zerdüştîlik batıya doğru yayılırken, Tahran yakınındaki Ragha merkez olmuştu. Burada Zerdüştîlik, Mecûsî (Maci) denilen bir rahip sınıfınca yönetiliyordu. Bu dönemde Zerdüşt'ün doktrininden oldukça uzak-laşılmış, kabile dinlerine ait Yazata'lar tanrı kabul edilmiş, Zerdüşt'ün yasakladığı birçok fiil işlenmeye başlamıştı. Sâsânîler devrinde (226-650), mücadele halindeki İran dinleri içinde, Zerdüştîliğİ yaşatan Mecûsî rahipler (mobat) üstünlük kazanınca, bu inanç Sâsânî İmparatorluğu'nun devlet dini oldu. Bu imparatorluk müslümanlar tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra da, Mecûsî geleneğinin mo-batları (din adamları) varlıklarını korudular. Mecusîliği günümüzde yaşatmaya çalışan gruplardan İran'daki dağınık ve küçük azınlığa "Gabriler", Hindistan'daki daha derli toplu gruba ise "Parsîler" adı verilir. Mecûsîler'in günümüzdeki sayısı üç yüz bin civarında tahmin edilmektedir. [29]
Tefsirlerde âyetteki mecûs kelimesi, genellikle ateşe tapanlar şeklinde açıklanmıştır; fakat bunu güneşe ve aya tapanlar, hıristiyanlardan ayrılan yahut Yahuılığın ve Hıristiyanlığın bazı kısımlarını birleştirip alan dinî bir grup gibi mânamla açıklayanlar da olmuştur. [30] Klasik kaynaklarda Yemen, 3ahreyn ve Arap Yanmadası'nın kuzeydoğu bölgelerinde bazı Arap kabilelerinin Mecûsî olduklarına dair rivayetler bulunmaktadır. [31]
18-24. Kur'an'ın birçok âyetinde olduğu gibi burada da, evrendeki zorunlu itaat yasaları uyarınca Allah'a boyun eğen varlıklara dikkat çekilmekte, insanların ise sınav ortamının icabı olarak hür iradeleriyle baş başa bırakılmaları neticesinde topyekün bir teslimiyet ve itaat içinde olmadıkları, dolayısıyla birçok insan Allah'a itaat edip kurtuluşa ererken nicelerinin de azabı hak etmiş olacağı uyarısı yapılmaktadır. Âyetlerde yer alan tasvirlerde açıkça görüldüğü üzere, dünyadakin-den başka bir hayat tanımayıp inkarcılıkta direnen ve rableri hakkında çekişme içine girenlerin Öteki dünyadaki akıbetleri pek acı olacaktır. İman edip Allah'ın hoşnutluğuna uygun davranışlarda bulunanların mükâfatı ise dünyada en cazip görünen nimetlere eriştirilmekten ibaret değildir. Çünkü onlar her türlü övgüye lâyık olan Allah katında en itibarlı mevkiye, Allah'ın yoluna iletilmiş ve sözlerin en güzeline yöneltilmişlerdir ki bu da mutlulukların en büyüğüdür. [32] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:09 pm | |
| Meali
25. İnkâr edenler, insanları Allah yolundan ve -yerli olsun dışarıdan gelmiş olsun bütün insanlar için (ibadet yeri) yaptığımız- Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlar ile her kim orada zulmederek haktan saparsa ona elem veren bir azap tattırırız. 26. İbrahim'i Beytullah'uı bulunduğu yere yerleştirdiğimizde de şöyle demiştik: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükûya ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut. 27. İnsanlara hac ibadetini duyur; gerek yaya olarak gerekse yorgun argın develer üzerinde uzak yollardan gelerek sana ulaşsınlar. 28. Böylece kendi yararlarım açık seçik görsünler ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği, belirlenen günlerde kesecekleri kurbanlık hayvanlar üzerine O'nun adım ansınlar. Artık onlardan hem kendiniz yiviniz hem sıkıntı içindeki yoksulları doyurunuz. 29. Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve o kadîm evi tavaf etsinler." 30. Yapılması gereken işte budur. Kim Allah'ın koyduğu yasaklara saygı gösterirse bu, rabbi katında kendisi için çok hayırlı olur. Size vahiyle bildirilenlerin dışındaki hayvanları yemeniz helâl kılınmıştır. Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durunuz ve asılsız sözden de kaçınınız. 31. Kendisine ortak koşmadan Allah'ın birliğine iman edenlerden olunuz. Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşüp parçalanan ve kuşların kapıştığı yahut rüzgârın ücra bir yere sürüklediği nesnelerden farksızdır. 32. Evet, bu böyledir. Kim Allah'a ait nişanelere saygılı davranırsa, bu kalplerin takvâiı olmasındandır. 33. Onlarda sizin için belirli süreye kadar yararlar vardır. Nihayet varacakları yer o kadîm evdir, 34. Biz her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık ki kendilerine rtzık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar. Sonuç itibariyle hepinizin mabudu tek bir tanrıdır. Şu halde yalnız O'na teslimiyet gösteriniz. Sen de Allah'm buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseleri müjdele! 35. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri titrer, başlarına gelen musibetlere sabrederler, namazlarını özenle kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızklardan Allah yolunda harcarlar. 36. Biz o büyükbaş hayvanları da Allah'ın nişanelerinden kıldık; sizin için onlarda nice yararlar vardır. Onlar (kesim için) sıraya dizildiklerinde üzerlerine Allah'ın adını anınız, cansız halde yere serildiklerinde ise onlardan hem kendiniz yiyiniz hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen yoksulları doyurunuz. İşte onları şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik. 37. Onların ne etleri Allah'a ulaşır ne kanlan; O'na ulaşacak olan sadece sizin tak-vânızdır. İşte Allah onlan sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü O'nu tazimle anasınız. İyilik yolunu tutanları müjdele! 38. Biliniz ki Allah iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez. [33]
Tefsiri
25-37. Sûreye adım veren 27, âyetin de içinde bulunduğu bu âyetlerde Mes-cid-i Haram' in insanlık için önemli bir merkez olduğu belirtildikten sonra Hz. İbrahim'in "beyt"in (Kabe) bulunduğu yere yerleştirilmesinden, hacca çağrı ve hac-cın öneminden, adakların yerine getirilmesinden ve kurban ibadetinden söz edilmektedir. [34]
25. âyette Mescid-i Harâm'ın bulunduğu yerde ikamet edenlerin orayı kendilerine özgü kılma haklarının bulunmadığı, dolayısıyla Mescid-i Harâm'ın mahallî değil evrensel bir merkez olduğu belirtilmekte; inkarcılar, özellikle insanları Allah yolundan ve böyle bir ibadet yerinden alıkoymaya çalışanlar ağır bir dille eleştirilmekte, acı veren bir azapla tehdit edilmektedirler. Kureyş ve müttefikleriyle bu kapsamda olmayanlar arasında ayırım yapılıp birinci gruba bazı İmtiyazlar tanınması, İslâm'ın doğuşu sırasında yaşayan hacla ilgili âdetlerdendi. Kureyş ve müttetiklerinden meydana gelen kabileler "hums", diğerleri ise "hille" olarak anılır; meselâ arefe günü hilleden olanlar Arafat'ta vakfe yaparken, hums sınıfından olanlar Harem bölgesi içindeki Nemîre'de hazır bulunurlardı. [35]Burada bu tur âdetlerin geçersizliğine de işaret edilmiş olabilir. Âyette geçen "zulüm" kelimesi değişik şekillerde yorumlanmıştır. [36] Taberî bunlardan "Allah'ın buyruklarına karşı çıkma" şeklindeki yorumu tercih etmiş ve âyetin bu kısmına, burada geçen ilhâd kelimesinin "meyletmek" anlamım esas alarak "her kim Mescid-i Harâm'da zulme yeltenip Allah'a isyana kalkışırsa" mânasını vermiştir.[37] Âyetin Mekke'de indiğini kabul edenler, müşriklerin o dönemde müslümanların Kabe'de ibadet etmelerini engellemelerini, Medine döneminde indiği kanaatini taşıyanlar ise Hu-deybiye Antlaşması'nın yapıldığı yılda Resûlullah ve ashabının Kabe'yi ziyaret etmesine karşı çıkmalarını esas alan açıklamalar yaparlar.
âyette Kabe'nin Hz, İbrahim zamanından beri insanlık için toplu bir ibadet mahalli olduğu hatırlatılmaktadır. Âyetin "İbrahim'i Beytullah'uı bulunduğu yere yerleştirdiğimizde" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "İbrahim'e Beytullah'ın yerini gösterdiğimizde", "İbrahim için Beytullah'ın yerini hazırladığımızda" mânaları da verilmiştir.[38] Bu âyette varanlardan ve secde edenlerden söz edilmesi, İslâm'dan Önce de rükûlu ve secdeli namazın bilindiğini gösterir.[39] Allah Teâlâ'mn "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" buyruğu Hz. İbrahim'in şirk koştuğu anlamına gelmez; burada maksat Allah'a kulluk ederken O'na ortak koşma anlamına gelecek her türlü davranıştan titizlikle sakınmak ve Özellikle Kabe'nin inşasına Allah rızâsı dışında bir amaç karıştırmamak gerektiğim hatırlatmaktır. [40] âyet ile devamında yer alan buyruklar bazı müfessirlere göre Hz. Muhammed'e hitap etmektedir. Hatta bazılarına göre 26. âyette Hz. İbrahim'in Beytullah'ın bulunduğu yere yerleştirildiğinin hatırlanmasından sonra gelen buyrukların muhatabı da Hz. Muhammed'dir. [41] 27. âyetteki "dâmir" kelimesine genellikle "yorgun argın, yorgunluktan incelmiş deve" anlamı verilmiştir. Esed, Arap dilinde bu kelimenin deveyle sınırlı olmaksızın "çevik, sürat yapmaya müsait hayvan" için kullanıldığına dikkat çeker ve çıkarsama yoluyla "hızlı yol alan her türlü ulaşım aracı" mânası verilebileceğini belirtir (II, 674). Mücâhid'den nakledilen bir rivayete göre hac için gelenler binek kullanmıyorlardı; Cenâb-ı Allah onlara azık tedarik etmeyi buyurdu, binek kullanmalarına ve ticaret yapmalarına izin verdi. [42]
Hac çağrısının sadece biçimsel bir anlayışla değerlendirilmemesi için âyette haccın yararlanna dikkatli bir gözle bakılması istenmiştir. [43] Bu âyette göze çaipan diğer bir husus, Allah rızâsı için kesilecek kurbanlıkların yine Allah tarafından hem kurban sahiplerinin yemesi hem de sıkıntı içindeki yoksulların gıda ihtiyacının karşılanması amacıyla "insanlara bir nzık olarak" lütfedilmiş olduğudur. Şu halde sırf bir buyruğun şeklî olarak yerine getirilmesiyle yetinip kurban etlerinin heder edilmesi, âyetteki bu anlam inceliğine dikkat etmemek olur. Son yıllarda bu etlerin değerlendirilip yoksul ülkelere ulaştırılması yoluna gidilmesi, Kur'an'in ruhuna ve bu âyetin amacına uygun bir uygulama arayışının güzel bir örneği sayılır.
Aynı âyette geçen "belirlenen günler"den (eyyam ma'lûmât) maksat kurban bayramı günleridir. Bazı âlimler bu tamlamayı Bakara sûresinin 203. âyetinde geçen "eyyam ma'dûdât" tamlamasıyla mukayese ederek buna dayalı değişik yorumlar yapmışlardır. [44] Genel olarak hayvan kesiminde ve özellikle kurban ibadetinde Allah'ın adının anılması, her türlü şirkten uzak durma bilincini koruma anlamı taşır. Esed'in (II, 674) Marmaduke Picktall'den yaptığı bir nakle göre, Kur'an'ın hayvan kesilirken Allah'ın adının anılması konusundaki ısrarı müslümanlann bu işi "can almanın ciddi bir eylem olduğunu hissederek" yapmalarını ve "Allah'ın onlara hayvanların etini yeme iznini verirken gösterdiği güvenin önemini" anlamalarını sağlamak içindir. Râzî'nin Kaffâl'den naklettiği şu anlatım da -bir yönüyle- bu izahı destekleyici niteliktedir: Mümin kurban keserken, sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla ve öz canını feda etmesini gerektirecek kusurlarla yüklü olduğunu itiraf ederek, âdeta kestiği hayvanı kendisinin yerine Allah'a sunmuş olur. [45]
29. âyetin "Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler" şeklinde çevirdiğimiz kısmı hakkında tefsirlerde başlıca iki yorum yer almaktadır. Bir yoruma göre burada maksat, ihram yasağı dolayısıyla bedende oluşan kirlerin giderilmesi, özellikle tırnakların ve vücudun bazı bölgelerindeki kılların kesilmesi, saç sakal temizliğinin yapılmasıdır. Dolayısıyla âyetin bu kısmına "Sonra kirlerini gi-dersinler" anlamı verilmelidir. Diğer bir yoruma göre ise, âyetin anlamı hem bu işleri hem de şeytan taşlama, Kabe'yi tavaf etme gibi menâsiki (hac fiilleri) kapsar. Taberî ikinci yorumu tercih ettiği halde Esed'in Taberî'nin görüşünü sadece "hac dolayısıyla zorunlu olan ibadetleri (menâsik) yerine getirsinler" şeklinde özetlemesi ve "oysa diğer müfessirler..." diyerek diğer müfessİrlerin âyeti "hac sırasında gözetilmesi zorunlu olan kısıtlamalara son versinler" anlamı verdiğini ifade etmesi (D, 674) isabetli görünmemektedir. Zira Taberî, "hacda yapmaları gereken her şey" yorumunu îbn Ömer'den, "tırnak kesme, tıraş olma, şeytan taşlama vb. hac fiilleri" yorumunu İbn Abbas ve başka ilk dönem âlimlerinden nakletmektedir (XVII, 149-150). İbn Âşûr ise özellikle âyetteki "tamamlama, yerine getirme" mânasına gelen fiilden (kadâ) hareketle bu ifadenin kirlerin giderilmesiyle ilgisinin bulunmadığını, hac fiillerinin yapılması hakkında olduğunu ileri sürmektedir (XVII, 249). Bu yorumları ve gerekçelerini dikkate alarak âyetin bu kısmım "Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler" şeklinde tercüme etmeyi uygun bulduk.
Aynı âyette nezirlerin yerine getirilmesi İstenmiştir. Türkçe karşılığı "adak" olan nezr (çoğulu nüzûr) kelimesi dilimizde "nezir" şeklinde telaffuz edilir. Nezir, sözlükte "İyi olsun kötü olsun bir şeyi haber verme" anlamına gelir; kelimenin kökünde "gerekli kılmak, vaad etmek" anlamlan da vardır. Fıkıh terimi olarak nezir, "kişinin dinen yükümlü olmadığı farz veya vacip türünden bir ibadeti kendisine vâcİp kılması yani o işi yapacağına dair Allah'a söz vermesi" demektir. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:10 pm | |
| Beklenen veya beklenmeyen kötü durumlardan korunmak ya da bazı İsteklere kavuşabilmek için Türkçe'de adak kelimesiyle ifade edilen bir vaadde bulunma, hemen bütün milletlerin din ve kültürlerinde görülür. Hatta bu gibi davranışların insanlık tarihiyle yaşıt olduğu söylenebilir. Adakta bulunmaya yönelten âmillerin çeşitli oluşunun yanı sıra adak konusu fiiller de çeşitlilik gösterir. İslâmiyet'in ortaya çıktığı sıralarda Arap toplumunun günlük yaşantısında da adak uygulamaları önemli bir yer tutmaktaydı. İslâm dininde adak birtakım kayıt ve şartlar çerçevesinde meşru kabul edilmiştir. Âyet ve hadislerde adağı teşvik eden veya engelleyen açık bir İfade bulunmadığı için, nezirde bulunmak kural olarak mubahtır; şartlarına uygun biçimde yapılmış adağın gereğini yerine getirmek ise vaciptir. Sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için veya bir nimete karşı şükran olmak üzere "kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibadet türünü kendiliğinden borçlanması" anlamındaki nezir dinen uygun görülmüş; dünyevî bir amaca erişmek için adakta bulunulması ise hoş karşılanmamıştır. Bununla birlikte, şartlan oluşmuşsa yapılan nezrin ifa edilmesi gerekir. Hz. Peygamber'İn ük bakışta adakta bulunmayı tasvip etmediği mânası çıkan sözlerine gelince[46] esasen bunların adak yoluyla ilâhî takdirin değişeceğini düşünenlere veya bunu değiştirme arzusu taşıyanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir düşünce veya amaçla olmaksızın kişinin ilerideki bir işinin iyi biçimde sonuçlanması için dua etmesi ve bu duasının kabulüne karşılık bir şükran ifadesi olmak üzere, esasen yükümlü olmadığı bir ibadeti yapmayı adamasında dinî bir sakınca bulunmamaktadır. Konuya ilişkin naslar, sahabe uygulamaları ve ibadetler alanının genel prensipleri ışığında fıkıh bilginleri adakla ilgili meseleleri ayrıntılı biçimde ele almışlar ve karşılaşılabilecek muhtemel durumlara göre birçok hükme ulaşmışlardır. Bu konudaki hükümleri şöyle özetlemek mümkündür:
Adak yükümlülüğünün dogması için, diğer ibadetlerde olduğu gibi adakta bulunanın müslüman, ergenlik çağına ulaşmış ve temyiz kudretini haiz olması; ayrıca, adak iradesinin sözlü olarak ifade edilmesi gerekir; yazı, İşaret ve sadece kalpten geçirmekle adak mükellefiyeti doğmaz. Adağın geçerli olması için aranan başlıca şartlar şunlardır: a) Adanan şeyin, namaz, oruç, sadaka gibi farz veya vâ-cip türünden bir ibadet olması gerekir. Sevaba vesile olmakla beraber başlı başına ibadet olmayan abdest alma, hasta ziyaret etme gibi fiiller adanmaz. Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre ise müstehap fiiller de adak konusu olabilir. Bu şartın tabii bir sonucu olarak, adanan şeyin meşru bir fiil olması gerekir. Günah olan bir işin adanması haram ve geçersizdir. Böyle bir adağın yerine getirilmesi -bütün İslâm âlimlerine göre- câİz değildir; ancak Hanefîler'e ve Hanbelîler'e göre bu durumda yemin kefareti ödenmesi gerekir, b) Adanan şeyin kişinin zaten yapmakla yükümlü olduğu bir ibadet olmaması gerekir, c) Yeme, içme, yürüme, konuşma vb. mubah fiilleri işleme veya terketme de adak konusu olamaz, d) Adanan şeyin dinî ölçülere göre mümkün ve uygun olması gerekir. Meselâ gece oruç tutma adağı dinî ölçülere göre mümkün değildir. Yine, kişinin sahip olmadığı bir malı sadaka olarak adaması da geçersizdir. Ancak Hanefîler'e göre kişi, mülkiyet sebebine izafe ederek, meselâ satın alacağı veya mirasçı olarak elde edeceği mah adak konusu yapabilir. Kurban ibadetinin şartlarına uygun olmadığı için horoz kesmeyi adamak, İslâm inancıyla bağdaşmadığı için yatırlara kurban vb. şeyler adamak İslâm dininde yeri olmayan âdetlerdir[47]
29 ve 33. âyetlerde geçen ve "kadîm ev" diye tercüme ettiğimiz "el-bey-tü'1-atîk" tamlamasıyla Kabe'nin kastedildiği açıktır; ancak burada "ev"in "atîk" sıfatıyla nitelenme sebebi farklı şekillerde izah edilmiştir. Kelimenin "azat etme" anlamını esas alan izaha göre, Allah bu mekânı zorbalardan kurtarmış ve emin kılmış olduğu için böyle nitelenmiştir. Aynı kök anlamından yola çıkan başka bir açıklamaya göre hiç kimse Kabe'ye mâlik olamadığı için bu sıfat kullanılmıştır. Diğer bir yoruma göre ise Kabe, kadîm (eski) oluşundan ötürü böyle anılmıştır. Taberî bu izahlann hepsinde haklılık payının bulunduğunu belirtir (XVII, 151-152).
Aynı âyette geçen tavaftan maksat hac ibadetinin rükünlerinden olan ziyaret tavafıdır. Taberî âyetin bu kısmını "veda tavafı" olarak açıklayan bir rivayete yer vermekle beraber, burada Arafat vakfesinden sonra kurban bayramının birinci günü veya sonrasında yapılan farz tavafın kastedildiği hususunda görüş birliği bulunduğunu belirtir (XVII, 152).
Tavaf sözlükte "dönmek, dolaşmak" anlamlarına gelir; dinî bir terim olarak Kabe'nin etrafını şartlarına ve âdabına uygun olarak dolaşmayı ifade eder, Kabe sola alınarak ve Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlanarak Kabe'nin etrafında dönüp aynı noktaya gelindiğinde bir şavt (tur) yapılmış olur. Bîr tavaf yedi şavttan oluşur. Bakara sûresinin 158. âyetinde yine hac ve umre fiillerinden biri olup Safa ile Merve arasında koşma anlamına gelen "sa'y"dan söz edilirken de tavaf etme fiili kullanılmıştır. Fakat yukarıda verilen terim anlamıyla tavaf fiilinin Kur'an'daki tek kullanımı bu âyette yer almaktadır. Burada emir kipinin kullanılmış olması da farz tavafın kastedildiğini gösterir. Belirlenen vakitte Kabe'nin etrafında yapılması gereken bu "ziyaret tavafı" (diğer adıyla ifâda tavafı) dışında hac menâsikinden olan iki çeşit tavaf daha vardır. Bunlardan "kudüm tavafı" Mekke'ye geliş tavafı demektir. Buna "lika tavafı" da denir. İfrad veya kıran haccı yapan afakîlerin (Mîkat sının dışından gelenlerin) Kabe'yi selâmlama amacıyla bu tavafı yapmaları sünnettir (Mâlikîler'e göre vaciptir). Üçüncü tavaf türü ise, Kabe ile vedalaşma anlamı taşıdığı için "veda tavafı" diye anılır, diğer adı "sader tavafı"dır. Mekke dışından gelenlerin memleketlerine dönerken bu tavafı yapmaları vaciptir (Mâlikîler'e göre sünnettir). Bu üç tür tavafın dışında, Mekke-i Mükerreme'de bulunan kimselerin zaman zaman yaptıkları nafile tavafa "tatavvu' tavafı" denir. Bu tavaf, Mekke dışından gelenler hakkında nafile namaz kılmaktan daha faziletlidir. Öte yandan, (dört şavtı) umrenin rüknü sayılan tavaf "umre tavafı" diye anılır. [48]
30. âyetin "Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durunuz" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "Öyleyse putlara taparak şeytana uymayınız" anlamı da verilmiştir. [49]
Aynı âyette asılsız sözden kaçınılması istenirken, bir taraftan Allah'a ortak kokmanın Allah'a iftira anlamına geldiği, diğer taraftan yalan söylemenin büyük günahlardan olduğu belirtilmiş olmaktadır. Kur'an'm pek çok yerinde, başta Allah hakkında uydurulan asılsız sözler olmak üzere, yalancılığı ağır biçimde mahkûm eden ifadeler vardır. Daha çok "kezib" kelimesiyle bazan da bu âyette olduğu gibi "kavle'z-zûr" şeklinde anılan asılsız söz söyleme veya yalan, İslâm ahlâk kültüründeki ifadesiyle "ümmü'l-habâis" yani bütün kötülüklerin anasıdır. Çünkü yalan, kötülük ve haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur. İnsan yatan söyledikçe kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı artar. Hz. Peygamber bir hadisinde bu hususa dikkat çekmiştir[50] İslâm âlimleri Hz. Peygamber'in bir hadisine dayanarak[51] sadece şu üç durumda bilerek yalan söylemeyi caiz görmüşlerdir: Savaşta düşmanı yenmek için; insanların arasını düzeltmek ve barıştırmak için; yıkılmak üzere olan bir aileyi kurtarmak için [52]
31. âyetteki "Allah'ın birliğine iman edenler" diye çevirdiğimiz "hunefâ" kelimesinin tekili "hanîf'tir. [53] Bu âyette şirke saplanıp kalmış kişinin durumuyla ilgili bir benzetme yapılmaktadır. Değişik biçimlerde açıklanan bu teşbihten çıkan sonuç şudur: Allah'a ortak koşan insan seçkin konumunu yitirip bayağılaşır, kuşların didikledi-ği lâşe, rüzgârın savurduğu cansız vücut parçacıkları gibi olur; şirkte ısrarcı davranmanın insanı bir süre ortalıkta bırakıp bocalatması, sonunda helake sürüklemesi kaçınılmazdır. [54]
âyetteki "onlar" zamirini "hac fiilleri" şeklinde açıklayanlar olmuşsa da müfessirlerin çoğunluğuna göre burada kastedilen kurbanlıklardır. [55] 34. âyette gecen "mensek" kelimesi genellikle kurban kesme ibadeti anlamında yorumlanmıştır; fakat bunu kurban kesme yeri veya kurban kesme usulü mânasında anlayanlar da olmuştur.
âyette geçen ve "Allah'ın buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseler" diye çevirdiğimiz "muhbİtîn" kelimesine, "gönlü Allah'a yönelmekle huzur bulanlar, İçtenlikle tövbe edenler, alçak gönüllü kimseler, haksızlık etmeyen ve haksızlığa uğradığında da özverili davrananlar" gibi mânalar da verilmiştir. [56]
36. âyette geçen "büdn" kelimesi Arap dilinde "İri yapık" anlamına gelir. Bu ebeple kelime özellikle "develer" anlamında kullanılır. Sığır cinsini de kapsar biçimde kullanıldığı genellikle kabul edildiği[57] ve bağlama daha uygun düştüğü için mealinde kelime "büyükbaş hayvanlar" şeklinde çevrilmiştir.
âyette bütün kulluk davranışlarının ortak ilke ve amacına kurban örneğinden hareketle dikkat çekilmektedir. Bütün ibadetler kulun kendim olgunlaştırması, hayatını anlamlandırması ve yüce yaratıcısına yaklaşması tarzında üstün amaçlarla yapılmalıdır; Cenâb-ı Allah'ın buna ihtiyacı yoktur, ihtiyacı olan kuldur. Şu halde ibadetlerde dinen belirlenen forma sadık kalmak da Allah'ın iradesine boyun eğme mânası taşıdığı için değerlidir; bu biçimler asıl amaçtan kopmadığı sürece değerini koruyabilir, aksi takdirde içi boş birer kalıp haline gelir. [58]
38. Bu âyetler kümesinin ilkinde Allah yolundan ve Mescid-İ Harâm'dan alıkoyma çabası içinde olan inkarcıların elîm bir azaba çarptırılacakları belirtilip hac ve kurban ibadetinin önemi üzerinde durulmuştu. Bir taraftan inkarcıların ortaya koyduğu fiilî durumu diğer taraftan da haccın ve Mescid-i Haram yakınlarında ifa edilecek kurban vecîbesinin önemini dikkate alan müminlerin hatırına gelebilecek tereddüt giderilmekte ve Allah'ın iman edenlerle beraber olduğu, onlan koruyup destekleyeceği bildirilmektedir.[59]Bu bağlamda âyeti bu şekilde açıklamak mümkün olmakla beraber, burada müminlerin geneline yönelik ve bütün zamanlar için geçerli bir mesaj bulunduğu da açıktır. Buna göre inanan İnsanların zorluklar karşısında yılmayıp mücadele vermeleri, Allah'a dayanıp güvenmeleri, hiçbir zaman O'nun yardım ve desteğinden ümit kesmemeleri, Cenâb-t Allah'ın hainlerin ve nankörlerin tuzaklarını bertaraf etmeye muktedir olduğunu hatırdan çıkarmamaları gerekir. Bu âyeti, müteakip âyet grubuyla irtibatlandırarak açıklayan müfessirler de vardır. [60]
Meali
39. Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Aliah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir. 40. Onlar sırf "Rabbimiz Allah'tu*" dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmım engellemesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler -ki oralarda Allah'ın adı bol bol anılır- yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere muhakkak yardım edecektir. Kuşkusuz Allah güçlüdür, mutlak galiptir. 41. Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde egemenlik versek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allah'a varır. 42-44. Şayet seni yalancılıkla itham ediyorlarsa bilesin ki senden Önce Nûh, Âd ve Semûd kavimleri, İbrahim'in kavmi, Lût'un kavmi ve Med-yen halkı da (peygamberlerinin bildirdiklerini) yalan saymışlardı. Aynı şekilde Mûsâ da yalancılıkla itham edilmişti. Ben ise o inkarcılara biraz süre tanıdım ve sonra onları kıskıvrak yakaladım. Hadlerini bildirişim nasıldı bir bilscn! 45. Nitekim zulme dalmışken helak ettiğimiz nice beldeler var ki evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır. Şimdi oralarda kullanılamaz hale gelmiş nice kuyular, (harap olmuş) nice görkemli köşk var! 46. Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki ibret alacakları kalpleri yahut işitecek kulakları olsun! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir. 47. Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yıh gibidir. 48. Nice belde var ki, ahalisi zulme dalmış olduğu halde onlara biraz süre verdim, sonra da onları kıskıvrak yakaladım. Dönüş yalnız banadır. [61] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:10 pm | |
| Tefsiri
39-41. Genellikle bu âyetlerin Kur'an'da savaş izni veren ilk âyetler olduğu kabul edilir. Konuya ilişkin rivayetlere göre Mekke'de müşriklerin ağır basta ve işkencelerine mâruz kalan müslümanlar onlara karşılık vermek istediklerinde Re-sûlullah, Allah'tan savaş izninin gelmediğini söyleyip kendilerine sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, nihayet bu âyetlerin gelmesiyle İlk savaş müsaadesi verilmiştir. Bu izaha göre âyetlerin Medine döneminin başlangıcında inmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, âyetlerin Mekke'den Habeşistan'a göç etmek zorunda kalan müslümanlar hakkında indiğine dair rivayetler ışığında bunların Mekke'de inmiş olabileceğini düşünen müfessirler de vardır. Onlara göre burada, müminlerin zulüm ve baskı altında bulunduklarının tescil edilip hicrete İzin verildiğinin bildirilmesi ve Allah'ın müslümanlara nasip edeceği zaferin yakın olduğu ima edilerek onlara moral verilmesi amaçlanmıştır. [62] Öte yandan, burada Hz. Peygamber ve ashabına verilmiş genel bir savaş izninden söz edildiği yahut bu iznin sadece Mekke'den Medine'ye hicret etmek için yola çıktıkları sırada engellenmeye çalışılan belirli bir grup müslüman için olduğu yönünde de rivayetler bulunmaktadır. [63]
39 ve 40. âyetler birlikte değerlendirildiğinde, inanç özgürlüğünü ve dînin icaplarını yaşama serbestisini sağlama hedefinin, savunma hazırlıklarını haklı kılan sebeplerin başında geldiği söylenebilir. [64]
40. âyette geçen ve sırasıyla "manastırlar, kiliseler, havralar" şeklinde tercüme edilen kelimeler genel kabul esas alınarak çevrilmiştir; buna göre anılan kelimelerin ilki rahiplerin ibadet için kapandıkları yüksek ve sarp yerlere yapılmış inziva yerleri, ikincisi hıristiyanların ve üçüncüsü yahudilerin ibadet mahalleri anlamındadır. Tefsirlerde, bunlann hangi din mensuplarına ait mâbedler olduğu hususunda farklı görüşler de bulunmaktadır.[65]Bu âyetin "ki oralarda Allah'ın adı bol bol anılır" şeklinde çevrilen kısmını sadece mescidlerin sıfatı olarak yorumlayan müfessirler de vardır. [66] Bu yorumu esas alan Elmalılı Muhammed Hamdi, burada bir taraftan İslâm'daki ibadetlerde Allah'ı çokça anmanın temel hedef olduğuna, bir taraftan da âyette değinilen diğer din mensuplarına ait mâbedlerde asıl amaç olan Allah'ı anmaktan uzaklaşılıp başka maksatlarla kullanılır hale getirildisine işaret bulunduğunu belirtir (V, 3409). Bütün ilâhî dinlerdeki ibadetlerde Allah'ı çokça anmanın temel hedef olduğunda kuşku yoktur; âyette diğer din men* suplarına ait mâbedlerde bu aslî amaçtan uzaklaşıldığına dair bîr işaret bulunduğunu söylemek de isabetli görünmemektedir.
Aynı âyetin "eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile diğer kısmını engellemesi olmasaydı" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. [67]Taberî bu konudaki başlıca yorumları aktardıktan sonra, burada özel bir durumun kastedildiğine dair bir açıklama bulunmadığına göre âyeti kapsamlı biçimde anlamın uygun olacağını belirtir. Buna göre âyeti yorumlarken, Allah'ın, O'nun birliğine inananlara putperestlere karşı mücadele gücü vermesi, topluma bireylerinin birbirlerine haksızlık etmelerini önleyen bir yönetim nasip etmesi, tanıklık vb. hukukî yollan göstererek hak sahiplerinin hak gaspı yapan tarafa karşı korunmasını sağlaması gibi durumları göz önünde bulundurmak gerekir (XVII, 174-175).
Tefsirlerde genellikle, 41. âyette övülen kişilerin kendilerine hicret veya savaş izni verilen sahâbîler olduğu belirtilir. Bununla birlikte âyetteki ifadenin Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak isteyen bütün müminleri kapsayacak biçimde anlaşılmasına bir engel bulunmamaktadır. Burada asıl dikkat çekilmek istenen nokta, kendilerine imkân ve güç lütfedilen gerçek müminlerin, bu imkânlara kavuşunca adaleti elden bırakmamaları, ahlâkî bozulmaya fırsat vermemeleri ve bunu güvence altına almak için de dinin temel umdelerine sıkı biçimde sarılıp onlara sahip çıkma çabası içinde olmaları gerektiğidir. [68]
42-44, Müşriklerin müminlere yaptıkları eziyet ve özellikle Resûlullah'i yalancılıkla itham etmeleri dolayısıyla Hz. Peygamber'e ve ona inananlara teselli verilirken, bu tutumun, İnkarcıların eski dönemlerden beri atalarından devraldıkları bir gelenek olduğu hatırlatılmaktadır. Bu âyetlerde zikredilen bütün toplumlar peygamberlerini yalancılıkla itham etme tutumunun öznesi olarak gösterildiği halde Hz. Mûsâ hakkında "o da yalancılıkla itham edilmişti" şeklinde edilgen bir fiil kullanılması, onun kendi halkı tarafından değil Firavun ve adamları tarafından yalancılıkla itham edildiğine işaret etmektedir; çünkü Taberî'nin de belirttiği gibi (XVII, 179), Musa'nın kendi kavmi birçok kötülük işlemesine ve nankörce davranmasına karşın- O'nun peygamber olduğunu inkâr etmemişlerdi. [69]
45-48. Dünya menfaati ve arzulan uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarım sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflah olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur'an'm birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah'ın takdirinde olduğuna, aynca inkarcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça'da hem "düşmüş" hem de "boş kalmış" anlamına geldiği için "hâviye-tün alâ urûşihâ" ifadesine "çatılan çöküp duvarları onların üzerine düşmüş" veya "çatılan ayakta olmakla beraber bomboş kalmış" şeklinde mâna vermek mümkündür. [70] Mealinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı "evlerinin duvarları çatılan üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır" şeklinde çevirmeyi tercih ettik.
âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkarcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına İbret gözüyle bakmadıklan ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıktan anlatılmak istenmiştir. [71]
âyette geçen "Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir" ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki "gün"den maksadın, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır.[72] Bu ifade île azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî'nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir:
a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalannı vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklanylabin yıl gibi olduğunu açıklamıştır,
b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O'na uzak değildir, size ise uzak görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184).
Bu konuda Zeccâc'ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ'nın kudreti açısından bir gün ile bin yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini İstedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lütufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar: Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) bin yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen bin yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir. [73]
Râzî'nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim'e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara bin yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini İstemezlerdi, b) Allah'a nispetle bir gün ile bin yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O'nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde bin yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46).
Esed'in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın "zaman" ya da "süre"den anladığı şeyin Allah'a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O'nun için -insanların hesaplamalarına göre- ha bir gün ha bin yıl aynı şeydir. [74] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:11 pm | |
| Meali
49. De ki: "Ey insanlar! Ben sizin için sadece apaçık bir uyarıcıyım."
50,İman edip iyi işler yapanlar için bağışlanma ve çok değerli nimet vardır.
51. Âyetlerimize karşı birbirleriyle yarışırcasına çaba harcayanlar ise cehennemliktirler. [75]
Tefsiri
49-51. Resûlullah'tan, hitap ettiği inkarcılara kendi görevinin mahiyetini ya-nİ sadece bir uyarıcı olduğunu, yoksa azabı çabuklaştırmak veya ertelemek gibi bir yetki ve görevinin bulunmadığını açıklaması istenmektedir. Ardından, bu uyanlara kulak verip iman eden ve imanına uygun davranışlar sergileyenleri, Allah tarafından bağışlanma ve değerli nimetlerin yanı cennet ve ebedî mutluluğun beklediği bildirilmekte; daha sonra da, Allah'ın bunca âyetine, yani peygamber ve kitap göndermiş, evreni de kendi varlığının ve birliğinin delilleriyle donatmış olmasına rağmen bu kanıtlan çürütmek için boşu boşuna çaba harcayanların acı akıbeti hatırlatılmaktadır. 51. âyetin "birbirleriyle yarışırcasına" şeklinde çevrilen kısmı "(Allah'ı) âciz bırakabileceklerini sanarak" şeklinde de anlaşılmıştır. [76]
Meali
52, Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki, o bir temennide bulunduğunda şeytan ille de onun arzularına bir şeyler katmaya kalkışmasın. Fakat Allah şeytanın katmaya çalıştığını iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini (onun kalbine) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hikmetle yönetendir. 53. Bu, şeytanın kattığım kalplerinde hastalık bulunanlar ve yürekleri katılaşmış olanlar için sınama vesilesi kılması içindir. Şüphesiz zalimler derin bir ayrılığa düşmüşlerdir. 54. Bu bir de, kendilerine ilim verilenlerin, onun rabbin tarafından gelmiş kesin gerçek olduğunu anlamaları, ona iman etmeleri ve böylece bütün kalpleriyle ona bağlanmaları içindir. Muhakkak ki Allah iman edenleri dosdoğru bir yola iletir. 55. İnkâr edenler ise, o vakit kendilerine ansızın gelinceye veya sonu olmayan günün azabı kendilerini yakalayıncaya kadar Kur'an hakkında hep şüphe içinde kalacaklardır. [77]
Tefsiri
52-55. Kur'an'da değişik vesilelerle peygamberlerin, bir yandan Allah'tan vahiy aldıklarına diğer yandan da bir beşer olduklarına yani onlara ulûhiyyet izafe etme gibi bir aşırılığa gidilmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Tarih boyunca geniş kitlelerin bu iki özelliği sağlıklı değerlendirebilme hususunda içine düştükleri vahim hatanın günümüzde de büyük ölçüde sürdüğü göz önüne alındığında Kur'an'ın bu konudaki ısrarlı uyanları ve açıklamaları daha iyi anlaşılmaktadır. Gerçekten, vahiy alma özelliğinin sağlıklı yorumlanmaması neticesinde bir peygambere hatta bu mertebede bile olmayan bir beşere tanrılık yakıştırmaya varan aşırılık, başta hıristiyan muhit olmak üzere pek çok inanç çevresini sapkınlığa götürmüştür. Buna karşılık, peygamberin beşer olma özelliğini, onun Allah'tan vahiy almasına engel görmek de din kurumunu ve vahiy kavramını temelsiz ve içi boş addetme gibi tehlikeli bir sonucu beraberinde getirmektedir. Bu âyetlerde peygamberlerin, ilâhî mesajı tebliğ görevlerini yerine getirirlerken, insan olmaları hasebiyle bazı beşerî duygu ve düşünceleri de bu mesaja karıştırmış olup olamayacakları hususunda hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmektedir.
52. âyetteki anlatıma göre beşer olması dolayısıyla peygamberin de, görevini yürütürken zihninden bazı düşünceler ve gönlünden birtakım arzular geçirebilir. Ama bunlar bir peygambere yaraşmayacak düşünce ve temenniler olamaz. Peygamberin asıl görev ve hedefi insanlara hidayet yolunu göstermek olduğuna göre bu düşünce ve arzuların, çevresindekilerin ve mesajı ulaştırabilecekleri bütün insanların bir an önce yanlış inanç ve uygulamaları terkedİp hak yola girmeleriyle ilgili olması tabiidir. Nitekim birçok âyette Peygamberimizin, çevresindekilerin hemen imana gelmeleri için çırpındığı ve kendilerine yapılan uyanlara rağmen hakikate kulak tıkayanların korkunç akıbetlerini düşünerek derin üzüntü duyduğu ifade edilmektedir. Fakat bu noktada onların beşer olma özelliğinden yararlanarak İlâhî mesaja bir şeyler karıştırmaya çalışan şeytanın faaliyeti devreye girer. Bu aşamada şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne atacağı düşünce ve arzuların ise yukarıda belirtilen -peygambere yaraşır- çizgidekinin aksi yönde olması da kaçınılmazdır. İşte 52. âyette, beşer olma özelliğinin istismarı çabası içindeki şeytanın faaliyeti ile insanlara dini tebliğ etmekle görevlendiren peygamberin özel bir himayeye alınmasını murad eden ilâhî iradenin çatıştığı bu ince sınıra değinilmektedir. Mutlak hikmet sahibi olan Allah akıl nimetiyle donattığı insanı sınarken İlâhî çağrı ile şeytanın çağrısı arasında seçim yapma imkân ve sorumluluğunu kendisine bırakmış ve âhiretteki durumunu da -İlke olarak- bu irade sınavındaki başarısına bağlamıştır. Ayetten, ilâhî mesajı İnsanlara iletme ve onları bu doğrultuda eğitme görevi verilen peygamberlerin -bu konularda hata yapıp insanları yanlış yönlendirmekten korunmaları için şeytanın fitnesi İle sınanmaktan istisna edildikleri; bu görevi yapanların, son tahlilde, -beşer de olsalar- şeytan kaynaklı bir bildirimde bulunmalarının mümkün olmadığı, dinî bildirim çerçevesinde tebliğ ettikleri her şeyin ilâhî kontrol altında bulunduğu anlaşılmaktadır.
Tefsirlerin çoğunda bu âyetle, Hz, Peygamber'in Necm sûresinin bazı âyetlerini okurken, araya müşriklerin putlarından övgüyle söz eden bir ilâvenin sokuş-turulması olayı arasında bağ kuran açıklamalar ve bu çerçevedeki rivayetlerin kritiği yapılır . [78] İbn Âşûr kendi başına rahat anlaşılır bir anlam örgüsü taşıyan bu âyetin tefsiri için bu tür zorlamalara girilmesini haklı olarak eleştirmektedir (XVII, 303). Bu ve devamındaki âyetlerin bağlamı ve ifade akışı İncelendiğinde burada ele alınan konunun şu olduğu kolayca anlaşılmaktadır: Peygamberlerin getirdikleri, bir idealizm, bir mefkure ve bir fikrî çaba (ümniye) ürünü değildir; peygamberin günahsızlığı (ismet) ve kesin bilgi sahibi oluşu vahiy almasından kaynaklanır. Bir kimse peygamber bile olsa beşer sıfatıyla bir şeyi düşünüp arzuladığında şeytan ona gerçek olmayan şeyler katmaya çalışır. Peygamber kişisel bir düşünce veya arzusunun peşinde olduğunda şeytanın bunlara bir şeyler katıştırma çabasına imkân bırakılmasa bu takdirde beşerîlik vasfı ortadan kaldırılmış olurdu. Şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne attıkları silinip Allah'ın âyetleri sağlam biçimde yerleştirilmeseydi o zaman da vahiyle beşerî düşünce ve ideallerin farkı olmazdı ve bu durumda ilim ehli Kur'an'm, dolayısıyla peygamberliğin Allah tarafından hak ve sabit olduğunu bilemezlerdi. [79]Öte yandan, müşriklerin ilâhî âyetleri etkisiz hale getirmek için birbirleriyle yarışırcasına çaba harcamalarından söz eden 51. âyetle bu âyet arasında bağ kuran Ebû Hayyân el-Endelûsî'nİn izahı zikre değer görünmektedir. Ona göre burada belirtilen şeytandan maksat "insan şeytanı" olabilir; esasen,bu âyette Resül-i Ekrem'e herhangi bir gönderme bulunulmamakta, sadece önceki peygamberlerin durumuna işaret edilmektedir. [80]
52. âyette "temennide bulunma" anlamıyla çevrilen "temenna" fiili "dilemek, arzu etmek, ummak" gibi mânalara geldiği gibi, "okuma" anlamında da kullanılmıştır. Bu sebeple bazı müfessirler âyeti "peygamber (gelen vahyi) okuduğunda" mânasına göre açıklamışlardır. [81] îbn Âşûr, Hassan b. Sâbit'e nispet edilen bir şiirde bu fiilin "okumak" anlamında kullanıldığı doğru olsa bile, âyette yer alan ve aynı kökten gelen "ümniyye" kelimesinin "okuma" mânasında kullanılmış olduğunu muhtemel görmediğim belirterek bu yorumu zayıf bulur (XVII, 299).
Söz konusu âyette peygamberlerin bir kısmı için resul, bir kısmı için nebi kelimesinin kullanılmış olması bunlardan ikincinin daha kapsamlı olduğu yönündeki genel kanaati desteklemektedir. [82] Yine bu âyette geçen ve "sonra" şeklinde tercüme ettiğimiz "sümme" kelimesi bir zaman sıralamasını değil, derece sıralamasını ifade içindir; bir başka anlatımla burada "ihkârrTın yani Allah'ın âyetlerini (peygamberinin kalbine) sağlam olarak yerleştirmesinin "nesilTten yani bâtıl olanı iptalden daha önemli olduğu belirtilmek istenmiştir. [83]
55. âyette "sonu olmayan" şeklinde çevrilen akım kelimesi "kısır kadın" demek olup mecazen daha çok "meş'ûm, uğursuz" anlamında kullanılır. Bazı müfessirler burada Bedir Savaşı'mın, bazıları da kıyamet veya azap gününün kastedildiğini belirtip böyle bir niteleme yapılmasının gerekçeleri ile ilgili açıklamalar yaparlar. Bu izahlar dikkate alınarak, âyetteki tamlamaya "(inkarcılar açısından) çok kötü sonuçlar getiren gün1', "bütün ümitlerin ve kurtulma çabalarının sonuçsuz kalacağı gün" mânası da verilebilir. [84] Derveze bu tamlamayı "bir daha benzerinin gelmeyeceği gün" şeklinde açıklamıştır (VII, 111). [85]
Meali
56.0 gün hükümranlık yalnız Allah'ındır; onlar arasında hükmünü verir. İman edip iyi işler yapmış olanlar, nimetlerle dolu cennetlerde olacaklardır. 57. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar için ise, alçaltı» bir azap vardır. 58. Allah yolunda hicret ettikten sonra öldürülen yahut ölenlere gelince, Allah onları pek güzel bir nimetle ödüllendirecektir, Allah rızik verenlerin elbette en hayırlısıdır, 59. Allah mutlaka onları hoşnut olacaktan bir yere koyacaktır. Kuşkusuz Allah hakkıyla bilendir, halimdir. 60. Böyledir; her kim kendisine yapılana misliyle karşılık verir, üstelik haksız bir saldırıya da uğramış olursa Allah ona mutlaka yardım eder. Allah çok bağışlayıcı, çok yar-lığayıcıdır. 61 .İşteböyle; Allah geceyi gündüze,gündüzü de geceye katar. Allah her şeyi işitir ve görür. 62. Böyledir; çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O'nun dışında yalvarıp taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Ve şüphe yok ki yüce olan, ulu olan yalnız Allah'tır. [86]
Tefsiri
56-59. Dünyada geçici güç, itibar ve servetle başkaları üzerinde hâkimiyet kurmuş olanların burada ulaştıkları yargıların ve buna göre yaptıkları uygulamanın gerçek bir değere sahip olmadığı, asıl kıymet İfade eden yargının mahşer günü Allah tarafından verileceği; daha önce sınav ortamının gereği olarak yine O'nun iradesiyle elde edilmiş olan sınırlı egemenliklerin o gün tamamen sona ereceği ve mutlak hükümranlığın yalnız Allah'a ait olduğunu herkesin anlayacağı bildirilmekte; ardından da Cenâb-ı Allah'ın vereceği hüküm ve bunun sonuçlan hakkında hatırlatmalar yapılmaktadır. Buna göre Allah'a iman edip bu inanca yaraşır iyi işler yapanlar nimetlerle dolu cennetlere konacak, inkarcılıkta direnenler aşağılayıcı cezalara çarptırılacaktır. Bu genel tasniften sonra Allah yolunda hicreti göze alıp yollara düşen ve bu uğurda canlarını feda edenlere özel mükâfatlar bulunduğu ayrıca belirtilmektedir. [87]
60. Bazı müfessirler bu âyetin iniş sebebi olarak şu olayı zikrederler: Bir grup müşrik muharrem ayında bir müslüman topluluğu ile karşılaşmış ve "Nasıl olsa Muhammed'in adamları haram aylarda savaşmazlar" deyip onlara saldırmaya yeltenmişlerdi. Müslümanlar onları uyardıkları halde niyetlerinden vazgeçmediler. Müslümanlar bu haksız saldırıya karşılık verip onları mağlûp ettiler. Olayın duyulması üzerine Medine'deki bazı müminler haram aylarda savaşmış olmaktan ötürü onlan kınayan sözler sarfettiler, bunun üzerine âyet indi ve onların haklılığını tescil etti. [88]
61-62. Bütün bu anlatılanların iyi kavranması için ilâhî kudretin herkesçe sürekli olarak görülen nişanelerinden bir örnek verilmekte, her şeyin Allah'ın varlık ve hoşnutluğuyla anlam kazandığı, O'nun dışında tapınılan, kendinden bir şeyler beklenen bütün varlıkların boş olduğu İfade edilmektedir. [89] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:11 pm | |
| Meali
63. Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor da yeryüzü yemyeşil oluveriyor! Kuşkusuz Allah latiftir, her şeyden haberdardır. 64. Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. Ve şüphe yok ki kimseye muhtaç olmayan, her türlü Övgüye lâyık olan yalnız Allah'tır. 65. Görmüyor musun ki, Allah yer-yüzündekileri ve O'nun emriyle akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi! Kendi izni olmadıkça yer kürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O'dur. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir. 66. Size hayat veren, sonra sizi öldürecek ve sonra sizi diriltecek olan da O'dur, insan gerçekten pek nankördür. [90]
Tefsiri
63-66. Gökten inen suyun yeryüzünü yeşertmesinden, insanlara pek çok kolaylıklar sağlayan deniz araçlarının hareketine ve olağan bir durum olarak algıladığımız yer-gök dengesine kadar evrendeki bütün yasaların, dengelerin ve oluşla-nn hep Cenâb-ı Allah'ın dilemesine ve yaratmasına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmekte; "görmüyor musun" ifadeleriyle, sıradan gibi düşündüğümüz bu durum ve olaylara, onların arkasındaki yüce kudreti farkeden bir bakış yapmamız istenmektedir. 66. âyette belirtildiği üzere, Allah'ın bu büyük nimetlerine ve engin merhametine rağmen insanoğlu nankör davranmakta ısrar eder. Başka âyetlerden de anlaşıldığı üzere, bütün insanlar nankör davranmaz, rabbine şükretmesini bilenler de vardır; fakat burada, basîret sahibi kimselerin ayan beyan görebilecekleri nimetleri görmezden gelme şeklindeki yaygın beşerî zaafa değinilmektedir. [91]
Meali
67. Biz her ümmet için izleyecekleri dinî kurallar belirlemişizdir. Boşuna bu konuda seninle tartışmasınlar ve sen rabbinin yoluna çağrıda bulunmaya devam et! Sen hakka götüren doğru bir yol üzerindesin, 68. Şayet seninle yine tartışmaya çalışırlarsa şöyle de: Yapıp ettiklerinizi en iyi bilen Allah'tır. 69. Allah hakkında ihtilâf edip durduğunuz hususlarda kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. 70. Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir! Bunların hepsi bir kitaptadır. Kuşkusuz bu, Allah için çok kolaydır. 71. Onlar Allah'ı bırakıp, O'nun kendileri lehinde hiçbir delil indirmediği ve hiç bilgi sahibi olmadıkları varlıklara tapıyorlar. O zalimlerin asla yardımcıları olmayacaktır. 72. Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğunda, inkarcıların yüzlerindeki hoşnutsuzluğu hemen farkedersin. Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracaklar. Onlara de ki: "Şimdi size daha vahim olanı haber verevim mi? Cehennem! Allah onu inkâr edenler için belirledi. Ne kötü bir sondur o!" [92]
Tefsiri
67. "Dinî kurallar" şeklinde çevirdiğimiz "mensek" kelimesi "kurban kesme ibadeti, kurban kesme yeri veya kurban kesme usulü" mânalarına geldiği gibi, "ibadet mahalli, ibadet şekli ve din" anlamında da kullanılır. 34, âyetin bağlamı genel olarak müfessirleri bu kelimeyi kurban kesme ibadeti ile irtibatlandırmaya yöneltmiş olmakla beraber, bu âyette birbirinden farklı yorumlar yapılmıştır. Ta-berî, "kutladıkları bayram, akıttıkları kan, kestikleri kurban ve hac ibadeti" şeklindeki yorumlan aktardıktan sonra, kendisinin burada kurban bayramı günlerinde Mina'da akıtılan kanın kastedildiği yorumunu tercih ettiğini, zira müşriklerle Re-sûhıllah arasında geçen tartışmanın bu konuda olduğunu belirtir (XVII, 198-199). İbn Âşûr, kelimenin ibadet mahalli anlamından yola çıkarak bu ifadenin karşı görüşleri geçersiz kılan bir delil taşıdığını ileri sürer. Onun izahına göre âyet, bütün ilâhî dinlerde, Allah'a yakınlaşma amacıyla yapılan ibadet için mekân birliği ilkesinin benimsendiğine, dolayısıyla müşriklerin putları için ayrı ayrı mâbed ve sunaklar yapmalarının bu ilkeyle çeliştiğine dikkat çekmektedir. Şu var ki "mensek" kelimesiyle 34. âyette kurban yeri, burada ise hac mahalli kastedilmiştir (XVII, 327-328). Râzî (XXIII, 64) ve Şevkânî (ffl, 526-527) gibi müfessirler ise âyetin bağlamı bir anlam sınırlandırmasını gerektirmediği için kelimeyi din ve din kuralları şeklinde yorumlamışlardır. Biz de aynı gerekçeyle mealinde bu mânayı tercih ettik.
Bazı rivayetlerde bu âyetin müşriklerin kendiliğinden ölmüş (meyte = murdar) hayvan etinin yasaklanması hükmüne işaretle, "Allah'ın öldürdüğünü haram sayıp yeriniyorsunuz da kendi elinizle kestiğinizi helâl sayıp yiyorsunuz" şeklinde yöneltilen eleştiri dolayısıyla indiği belirtilir[93]
Âyette her ümmet için dinî kurallar belirlenmiş olduğuna değinilerek, öncelikle Allah tarafından toplumların şartlarına ve beşerî gelişmelere göre farklı dinî hükümlerin bildirilmiş olduğu realitesine dikkat çekilmektedir. Bu gerçeğin göz önünde bulundurulması halinde Mekke putperestlerinin Hz. Muhammed'in peygamberliğini yadırgamamaları ve bu noktadan hareketle bir tartışmaya girmemeleri gerekir. Bu husus kabul edildikten sonra geriye onun getirdiği mesajın sahih bir kaynağa dayanıp dayanmadığı ve doğru yola çağrıda bulunup bulunmadığı meselesi kalır ki, âyetin devamında bu noktaya açıklık getirilmiş, Resûlullah'tan rab-binin yoluna çağrıya devam etmesi istenmiş ve kendisinin dosdoğru bir yolda olduğu bildirilmiştir. [94]
68-70. Önceki âyette Hz. Peygamber1 in haklı konumu aydınlığa kavuşturul-duğu için burada karşıtlarının demagojilerine karşılık vermek yerine konuyu Allah'ın ilmine ve kıyamet günü O'nun vereceği yargıya havale etmesi istenmiştir. Çünkü Resûlullah çok iyi bilmektedir ki Cenâb-i Allah evrende olup biten her şeyin ilmine tam olarak sahiptir ve bu bilgilerin bir ana kitapta kayıtlı olmasını mu-rad etmiştir. [95] 70. âyette Allah için çok kolay olduğu bildirilen şeyi izah ederken bazı müfessirler -69. âyetle bağ kurularak- burada kıyamet gününde gerekli hükmü vermesinin kolay olduğunun kastedildiğini belirtirler. Fakat Allah Teâlâ'nın yaratılmışlar alemiyle ilgili her şeyi içeren bir kitabı var etmesinin kolay olduğu yorumu daha kuvvetli görünmektedir. [96]
71-72. İnkarcılıkta İnat edip Allah'tan başka varlıklara tapanların katı tutumları eleştirilmekte, kendilerine hakikatleri bildirenlere karşı besledikleri kin ve sergiledikleri çirkin tavır sebebiyle uğrayacakları akıbete dikkat çekilmektedir. 71. âyetteki "O'nun (Allah'ın) kendileri lehinde hiçbir delil indirmediği" ifadesiyle, bu konuda ellerinde naklî bir delil bulunmadığı, "hiç bilgi sahibi olmadıkları" ifadesiyle de aklî bir delile dayanmadıkları anlatılmak istenmiştir. [97] 72. âyetin "inkarcıların yüzlerindekİ hoşnutsuzluğu hemen farkedersin" şeklinde çevrilen kısmını, "inkarcıların yüzlerindekİ münkir tavrını hemen farkedersin" şeklinde anlayanlar da olmuştur.[98]
Meali
73. Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah'tan başka yalvanp yakardiklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bîr sinek yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! 74. Onlar Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, mutlak galiptir. 75. Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, görendir. 76. Onların önlerindekini de arkalarındaki™ de bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür. [99] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:11 pm | |
| Tefsiri
73-74. İnsanların tek bir tanrısı bulunduğunu ikna edici biçimde ortaya koyan ve Allah'tan başkasına ibadet etmenin boş bir davranış olduğunu hatırlatan delillerden, öğüt ve uyanlardan sonra burada da, sahte tanrıların ve onlara tapanların durumunu özlü biçimde anlatan bir misal getirilmiştir. Bu temsilî anlatımda, öncelikle muhataplar bir an için, aklî muhakemelerini kısıtlayan önyargılardan ve esiri oldukları alışkanlıklardan sıyrılıp akıllarını kullanmaya, verilen örneği cankulağıyla dinlemeye davet edilmektedir. Örnek şudur: Allah'tan başka kendilerine tapılan, yalvarılan bütün varlıklar birleşseler yine de bir sinek dahi yaratamazlar, hatta onlar sineğin kapıp götürdüğünü bile geri alma kudretine sahip değildirler. Kendinden istenen âcizdir, çünkü temizliği ve bakımı için dahi başkasına muhtaçtır; isteyen de âcizdir, çünkü yalvardığı varlığın kendisine bile hayrı yoktur, o halde isteyen de eli boş kalmaya mahkûmdur.
Buradaki misalin kim tarafından verildiğine dair değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber. [100] genellikle bunun Allah tarafından getirilmiş bir misal olduğu kabul edilir. Yine, müfessirler arasındaki genel kanaate göre "Allah'tan başka yalvanlıp yakanlanlar"dan maksat, müşriklerin tapındıkları putlardır. Bazılarına göre burada, insanları Allah'a itaatten alıkoyan lider kesimi kastedilmiştir; bazılarına göre ise maksat, Allah'a âsi olmaya teşvik eden şeytanlardır. "İsteyen" (tâlib) ve "kendisinden istenen" (matlûb) kelimeleriyle kastedilenler hakkında da değişik yorumlar yapılmıştır: Bir görüşe göre sineği yaratmak veya onun kaptığını kurtarmak isteyen konumunda olduğu için talipten maksat putlar, matlûptan maksat sinektir; diğer bir yoruma göre talipten maksat putlara tapanlar, matlûptan maksat putlardır
"Allah'ı gereği gibi tanımamaları" O'na gereğince kulluk etmemeleri ve O'na lâyık olduğu biçimde tazimde bulunmamaları, Allah'ın verdiği nimetlerin kıymetini bilmemeleri, putlara ve süflî arzulara kulluk etmeleri gibi anlamlarla açıklanmıştır. [101]
75-76. Allah'ın peygamberlerine vahyi İletme vb. işler için meleklerden elçiler seçtiği gibi, kullarına kendi emir ve yasaklarını tebliğ etmek üzere insanlardan da elçiler görevlendirdiği ve her şeyin bilgisinin kendi katında mevcut olduğu belirtilmektedir. 75. âyetin bazı müşriklerin "İşte Kur'an aramızdan bîrine indirildi" şeklindeki sözleri üzerine nazil olduğu, bu hususun onların iradesine değil Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu vurgulama amacı taşıdığı rivayet edilmiştir. [102] 76. âyetteki "Onların önlerindekini de arkalanndakini de bilir" ifadesi, "Onların yapacaklarını da daha önce yaptıklarını da bilir" ve "Onların açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir" şeklinde de anlaşılmıştır. Yine, buradaki "onlar" zamiri ile 67. âyetten itibaren sözü edilen "müşrikler"in veya bir önceki âyette geçen "melekler ve insanlar"ın kastedilmiş olması muhtemeldir. [103]
Meali
77. Ey iman edenler! Riikûya varınız, secdeye kapanınız, rabbinize ibadet ediniz, iyi işler yapınız ki kurtuluşa eresîniz. 78. Allah yolunda, gerektiği gibi cihad ediniz. Sizi O seçti ve size dîn konusunda hiçbir güçlük yüklemedi; ceddiniz İbrahim'in dininde olduğu gibi. O size daha önce de bunda da "müs-lümanlar" adını verdi ki Peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Haydi namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a sımsıkı sarılınız. Sizin mevlânız O'dur. O ne güzel Mevlâ'dır ve ne iyi yardımcıdır. [104]
Tefsiri
77-78. Râzî (XXIII, 71-72), yukarıda Allah'ın varlığı, birliği (ilâhiyyât) ve peygamberlik (niibiivvât) konularına değinildikten sonra burada dinî hükümlere (şerâyi') yer verildiğini ve bunların dört yönden açıklandığını belirtir: 1. Emrin muhatabı: "Ey iman edenler!" buyurularak hükmün kimleri kapsadığı açıklanmıştır; ancak burada sadece müminlerin kastedildiği kanaatini taşıyanların yanı sıra, iman etme durumunda bulunan, yani yükümlülük çağında ve şartları içinde bulunan herkesin bu hitabın kapsamında olduğunu savunan âlimler de vardır. 2. Emrin konusu: Bu çerçevede dört husus zikredilmiştir: a) Rükûya varıp secdeye kapanma yani namaz kılma, b) Allah'a ibadet etme, c) İyi işler yapma, d) Allah yolunda gerektiği gibi cihad etme. Bunlardan 77. âyette geçen ilk üç iş arasında bir ge-nellik-özellik ilişkisi görülür. Şöyle ki, namazdan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla ibadetler, kulluk davranışları emredilmiş, Allah'a kulluktan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla iyi işlerin -ki bunun diğer yönü yaratılmışlara İyilik etmektir- yapılması istenmiştir (kanaatimize göre "cihad"ın "Allah'ın hoşnutluğu için ortaya konan her türlü çaba, kararlı davranış" şeklindeki geniş anlamı esas alındığında 78. âyetteki dördüncü buyruk da bu genellik özellik İlişkisine dahil edilebilir; zira bu anlamıyla cihad, henüz "iyi iş" olarak nitelenemeyecek yani sonuçlanmamış çabalan da ifade eder, kî bu (c) şıkkını da kapsar). 3. Bu emirleri kabullenmenin gerekçeleri:
a) Allah'ın seçmesi,
b) İbrahim'in dininde de böyle olması ve daha Önce de "müslümanlar" adının verilmiş olması,
c) Peygamber'in tanık kılınması. 4. Öncekileri teyit anlamına gelen izahat: Namazı kılıp zekâtı vermemiz yani farzlan yerine getirmemiz, sonra da Allah'a sımsıkı sarılmamız yani O'mın verdiği aklî ve naklî delilleri değerlendirmemiz, lütuflann-dan yararlanmamız ve korumasına sığınmamız istenmektedir.
Allah yolunda cihaddan söz edilirken "gerektiği gibi" kaydının konması hakkında:
a) Dünya menfaati gözetmeksizin sırf Allah'a ibadet anlayışıyla cİhad ediniz,
b) Allah yolunda çaba harcarken kınanmaktan çekinmeyiniz,
c) Dinin icaplarını ayakta tutmak için maddî manevî her türlü imkânı seferber ediniz ve nefsinize uymayınız gibi açıklamalar yapılmıştır. [105] 78. âyette geçen ve "güçlük" diye çevrilen harec kelimesi kişiyi sıkıntıya, darlığa sokan güçlükleri ifade eder. Dinde hiçbir güçlük yüklenmemesi de, dinî yükümlülüklerin hiçbir çaba gerektirmediği ve insana hiçbir meşakkat getirmediği anlamında değildir. Yükümlülük konusunu naslar ışığında inceleyen İslâm âlimleri özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Bir fiilin yükümlülük konusu olabilmesinin şartlarından biri, o fiilin mükellefin gücü dahilinde olmasıdır. Fakat bu, söz konusu fiilin hiçbir meşakkat taşımaması demek değildir. Kişinin yeme-içme gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılaması bile bir meşakkat içerir. Zaten hiçbir çaba gerektirmeyen, hiçbir meşakkat taşımayan bîr işle mükellef tutmak "yükümlülük" kavramıyla bağdaşmaz. Bu âyette ve benzeri içerikteki naslarda verilmek istenen mesaj şudur: Allah Teâlâ'mn kullarını yükümlü tuttuğu işlerde esas amaç bu işin getirdiği meşakkatin kendisi değil bu meşakkate katlanmanın ortaya çıkaracağı yararlı sonuçlardır. Meselâ oruç tutma ile yükümlü kılmaktan maksat, kişinin oruç yasaklarına katlanarak eziyet çekmesine yol açmak değil, ruhen temizlenmesi ve yücelmesini, başkalarının mahrumiyetlerini bizzat yaşayarak kavramasını, böylece ahlâkî erdemlerini arttırmasını sağlamaktır. Bu konuda özellikle şu İki husus büyük önem taşımaktadır: a) İnsanların, daha çok sevap alma vb. düşüncelerle dine ilâveler yapmaya çalışmamaları, b) Kolaylaştırmanın İslâm'ın temel ilkelerinden olduğu.
Yeterli dinî bilgiye sahip olmayan veya bu konudaki ilkeleri iyi kavramamış bulunan dindar insanların, sevaplarını arttırma düşüncesiyle dinde olmayanları da ona ekleme eğilimi içine girmeleri yaygın bir durum olduğu için, Hz. Peygamber yakın çevresinde bu tür yönelişleri gördüğünde hemen insanları uyarmıştır. Meselâ güneşin altında ayakta durarak oruç tutmayı adadığım öğrendiği bir adama, orucunu tamamlamasını fakat güneşin altında ayakta durmamasını emretmiştir. [106]
Kolaylaştırma (teysîr) İslâmiyet'in temel ilkelerinden olup birçok âyet ve hadiste bu noktaya vurgu yapılmıştı Meselâ bir hadiste İslâm'ın kolaylık dini olduğu ifade edilmiş[107] Hz. Peygamber de kendisinin kolaylaştırıcı bir eğitimci olduğunu belirtmiştir. [108] Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir ölçüyü yine Resûlullah'rn hayatından öğreniyoruz. Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre Peygamber efendimiz, Allah tarafından konmuş bir kural bulunmayan bir konuda iki seçenekle karşı karşıya geldiğinde bunlardan en kolay olanı tercih ederdi; fakat Allah'ın koyduğu hükümlerin yerine getirilmesi için de herkesten titiz davranırdı. [109]
78. âyetin "Ceddiniz İbrahim'in dininde olduğu gibi" şeklinde çevrilen kısmı daha çok "Size de onun dininde olan kolaylıklar sağlandı" veya -daha öncesiyle irtibatlandınlarak- "Ceddiniz İbrahim'in yolunu izleyiniz; onun gibi kulluk ediniz, iyi işler yapınız" mânalarıyla açıklanmıştır. [110] Hz. İbrahim'in dinine yapılan gönderme, başta tevhid olmak üzere dinin temel ilkeleriyle İlgili olup, Hz. Muhammed'in getirdiği dinin kendine özgü hükümlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. [111] Burada Hz. İbrahim'in "babanız, dedeniz" şeklinde nitelenmesini, âyetin hitap ettiği ilk müslüman toplumun çoğunluğunun onun soyundan gelmesine bağlayan müfessirler bulunduğu gibi, birçok müfessir de bunun müslümanlann peygamberinin ceddi olması dolayısıyla kullanılmış bir hürmet ifadesi olduğunu söyler. Kanaatimizce -âyetin vermek istediği mesaj dikkate alındığında- ikinci yorumu biraz daha genişleterek burada Hz. İbrahim'in tevhid mücadelesİndeki öncülüğüne, dünya nüfusunun önemli bir kısmının İbrâhimî dinlerin mensupları oluşuna ve bu sebeple onun sahip olduğu özel konuma, dolayısıyla kendisine duyulan sevgi ve saygıya işaret edildiğini söylemek daha isabetli olur. Birinci yorumu desteklemek amacıyla Süleyman Ateş şu açıklamaları yapar: "Bu ifade gösteriyor ki Hz. Muhammed'in ilk hedefi, kendi kavmi olan Araplar'ı müslüman yapmaktı. Kur'ân-ı Kerîm'deki 'ey insanlar' hitaplarında kastedilen insanlar Araplar'dır. (...) Burada hitap edilen insanlara İslâm 'atanız İbrahim'in dini' olarak tanımlanıyor. İbrahim'in, ataları olduğuna inananlar Arap-lar'dı. Bütün dünya insanları, İbrahim'in kendi ataları olduğuna inanmazlar. Zaten böyle bir şey doğru da olmaz. Demek ki burada hitap edilen 'insanlar' sözü, bütün insanlar değil, Araplar'dır" (VI, 54). Hz. Peygamber'in öncelikle kendi yakın çevresini İslâm'a davet etmesi tabiidir; fakat bu husus zikredilen sonucu çıkarmaya yeterli değildir. Aynca, bu açıklama kendi içinde bazı yanlışlıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'deki 'ey insanlar!' hitaplarında kastedilen İnsanların daima Araplar olduğunu söylemek isabetli olmaz. [112] Kaldı ki burada söz konusu âyetin bağh olduğu 7.7. âyette "ey insanlar!" değil, "ey iman edenler!" hitabı bulunmaktadır. Bu yaklaşımı eleştirel biçimde ele almamıza yol açan asıl sebep ise, bazı yazarların bu yorumu normal sınırının dışına taşırmalarıdır. Şöyle ki, Ateş'in de belirtilen açıklamasında kendisinden yararlandığı anlaşılan Derveze'nin, bu âyeti Arap milliyetçiliğinin Kur'an'daki dayanaklarından biri izlenimi verecek biçimde tefsir etmesi, Kur'an'ın yorumunda tarihî verilerden istifade ederek önemli tahlillere yer verdiği değerli eserine gölge düşürmektedir. Derveze'nin bu yorumuna göre, söz konusu âyetle müslüman Araplar için İslâm toplumunda özel bir konum belirlenmiş, onlara büyük bir görev yüklenmiş ve onlar insanlara doğru yolu göstermeleri için Allah tarafından özel olarak "seçilmİş'lerdİr (VII, 124-125). Oysa "Sizi O seçti" cümlesinin lafzında da, bağlamında da Arap ırkının seçimine dair en küçük bir tutamak bulunmamaktadır. Zira hitap bütün müminleredir; ardından Kur'an'da -geniş anlamıyla- tevhîd inancı etrafında birleşen bütün ilâhî din mensupları için kullanılan "müslümanlar" nitelemesine yer verilmektedir. Öte yandan Kur'an'da haklarında "seçme" ve "üstün kılma" mânası taşıyan fiillerin kullanıldığı kişi veya topluluklar kendilerine yüklenen görevin yüceliğinden ötürü ve bu sorumluluğun bilincini koruma şartına bağlı olarak övülmüşler, bir ırka mensup olma asla bir övgü veya ayrıcalık sebebi sayılmamıştır. Dolayısıyla burada da "seçme" fiili, tevhid inancının ve Allah'ın hoşnutluğunu hak ettirecek bir hayat tarzının yaygınlaştırılması, bu konuda insanlara öncülük edilmesi yönünde bütün müslümanlara yüklenen şerefli göreve işaret etmektedir. Kaldı ki bu fiili İçeren cümlede asıl vurgu seçenle ilgilidir, yani cümlede bu görevi verenin Allah olduğu belirtilmektedir.
"Size 'müslümanlar' adını verdi" cümlesinin öznesi, bir yoruma göre Hz. İbrahim'dir. O'nun "Ey rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar"[113] şeklindeki duası kabul edilip Hz. Muhammed'in kendi ümmeti gibi bir ümmete gönderileceği ve onlara da "müslümanlar" adı verileceği bildiriLmiştir. Râzî'nin daha kuvvetli bulduğu yoruma göre ise burada cümlenin öznesi Allah'tır; "Allah sizi gerek önceki kitaplarda gerekse bu Kur'an'da müslümanlar olarak adlandırdı" anlamına gelmektedir. [114]
"Ki Peygamber sîze şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz" ifadesini şöyle açıklamak mümkündür: Gerektiği gibi cihadın, dindarlığın, müslümanlığın nasıl olacağını Peygamber size fiilen göstersin, öğretsin, hakka tanıklık eden bir örnek kişilik olsun; siz de ona tâbi olarak bütün insanlara örnek şahsiyetler, hakikatin tanıkları olun[115] Bakara sûresinin 143. âyetinde "ümmef'in özelliği üzerinde durulduğu için ümmetin tanıklığına, burada ise "din"İn özelliğinden söz edildiği için Peygamber'in tanıklığına öncelik verilmiştir. [116]
Allah'a karşı gelmekten sakınma uyarısıyla başlayan sûre, en iyi dost ve yardımcının Allah olduğuna dikkat çekerek sona ermektedir.
Not : Bu Konudaki bütün mesajlar alıntıdır. | |
| | | CellaT Yeni Üye
Mesaj Sayısı : 1 Kayıt tarihi : 27/10/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:18 pm | |
| Allah razı olsun kardeş, işime çok yarayacak | |
| | | lordbelien Yeni Üye
Mesaj Sayısı : 1 Kayıt tarihi : 27/10/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 12:21 pm | |
| Ellerin dert görmesin, coşturmuşsun sağol | |
| | | harika951 Yeni Üye
Mesaj Sayısı : 19 Kayıt tarihi : 12/12/10
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2010-12-12, 12:00 pm | |
| | |
| | | | Sure Sure Diyanet Tefsiri | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |