: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : :
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


TüRkİyE'nİn ''EN'' SüPer FoRuM SiTeSi
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Sure Sure Diyanet Tefsiri

Aşağa gitmek 
4 posters
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki
YazarMesaj
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:14 am

30-32. Mûsâ ateşin bulunduğu yere vardığında, ateş zannettiği o ışığın gerçekte ilâhî bir nur olduğunu görmüştür. Bu nur, onun ilâhî huzura çağrılmasına vesile kılınmış ve bu mazhariyete erdikten sonra Musa'ya vahiy gelmiş, mucizelerle donatıldığı kendisine gösterilerek Firavun'a gitmesi emredilmiştir.

"Vadinin sağ tarafı" tabiri, izafî olarak Musa'nın gidiş yönüne göre -ki batı yönünde gidiyordu- verilmiş bir isim olabileceği gibi, Arap geleneğine göre kıbleye dönüldüğünde sağda kalan tarafı da ifade edebilir. [33] Bununla birlikte "sağ taraf' diye tercüme ettiğimiz "eymen" kelimesi "bereketli" anlamına da gelmektedir. Yüce Allah burada mübarek (bereketli) bir bölgede bulunan vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan geliyor izlenimi veren bir sesle "Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben yalnızca ben âlemlerin Rabbi olan Allahım" diye seslenerek Hz. Mûsâ ile vasıtasız olarak konuşmuş, böylece Mûsâ da (a.s.) bu ilâhî sesi duymanın korkulu heyecanını burada yaşamıştır.

30. âyette bildirilen mübarek bölgeden maksat Musa'ya vahyin ilk indiği yerdir. Hz. Musa'ya peygamberlik görevinin burada verilmesi ve Allah Teâlâ'nın onunla konuşmuş olması sebebiyle burası mübarek kılınmıştır. [34]

İlâhî mesajı Firavun'a tebliğ etmekle görevlendirilmiş olan Hz. Mûsâ, dokuz mucize ile desteklenmiştir Ancak bunlardan sadece ikisi burada zikredilmiş, diğerleri ise başka sûrelerde anlatılmıştır. [35] 32. âyetteki "Korkudan açılıp savrulan kollarını normal konuma getir" cümlesi beklenmedik bir anda korkutucu bir şeyle karşılaşan ve gayri ihtiyarî olarak elini kolunu açıp kendini korama durumuna geçen insanın, korku sebebi ortadan kalktıktan sonra kolunu indirerek kendini toparlamasını dile getiren deyim olup 31. âyetin son cümlesine paralel düşmektedir. [36] Her iki âyet de görevini korkusuzca yerine getirebilmesi için Hz. Musa'ya ilâhî güvencenin verilmiş olduğunu ifade eder[37]



33-35. Mûsâ daha önce Kıptîler'den birini öldürdüğü gerekçesiyle Firavun'un eline geçtiği takdirde kendisinin de öldürülebileceğinden, dolayısıyla peygamberlik görevini yerine getiremeyeceğinden endişe ediyordu. Ayrıca kardeşi Hârûn kendisinden daha düzgün konuşuyordu. [38] Bu sebeple Harun'u da kendisiyle birlikte görevlendirmesi için Allah'tan niyazda bulundu, Allah Teâlâ da dileğini kabul etti. [39]



Meali



36. Mûsâ onlara apaçık mucizelerimizle gelince, "Bu, olsa olsa düzmece bir sihirdir. Geçmişte atalarımız zamanında böyle bir şeyin olduğunu da duymadık" dediler, 37. Mûsâ dedi ki: "Kendi katından kimin hidayet getirdiğini ve bu ülkede sonunda kimin kalacağını en iyi bilen rabbimdir. Muhakkak ki zalimler kurtulamaz. 38, Firavun, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum, Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Musa'nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum" dedi. 39. Firavun ve askerleri, bize döndürülmeyecekler! kanaatine kapılarak yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. 40. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denizin içinde bıraktık. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu! 41. Böylece onları, halkı ateşe çağıran öncüler durumuna getirdik. Kıyamet gününde onlar yardım görmeyeceklerdir. 42. Bu dünyada onların peşine laneti taktık, kıyamet gününde de bunlar kınanmış kimselerden alacaklardır. [40]



Tefsiri



36-37. Hz. Mûsâ kardeşi Harun'u yanına alarak, Allah'ın emrini tebliğ etmek ve İsrâiloğulları'm Mısır'dan çıkarmak üzere Firavun'a gitti ve gereken tebliği yaptı. Fakat kibirlerine mağlûp olan Firavun ve adamları onun gösterdiği mucizelerin sihir olduğunu, atalarının zamanında da böyle bir şeyin varlığını işitmediklerini ileri sürerek getirdiği ilâhî mesajı reddettiler. Oysa daha önce Hz. Yûsuf da Mısır'da peygamber olarak Allah'ın dinini tebliğ etmişti[41] Kıssanın bu safhası özet olarak verilmekte, diğer sûrelerde ise Firavun, adamları ve sihirbazlarla Mûsâ arasında cereyan eden konuşmalar ve gelişen olaylar geniş bir şekilde anlatılmaktadır. [42]



38-40. Firavunlar Mısır halkı tarafından tanrının oğlu, dolayısıyla tanrı kabul edildiği ve kendisine tapınılma derecesinde yüceltildiği için Mûsâ'nm muhatabı olan Firavun, muhtemelen beşer olduğunu bildiği halde kendisini "en büyük Tanrı" olarak görmekte[43] ve Hz. Musa'nın tarif ettiği âlemlerin rab-bi olan Allah ile alay eder bir tavırla veziri Hâmân'a "Bana bir kule yap belki oradan Mûsâ'nm tanrısını görürüm" diye emir vermektedir.

Hz. Mûsâ, Firavun'a karşı yıllarca mücadele verdi. Bu süre içerisinde Firavun Allah tarafından birçok felâket ve sıkıntıya uğratıldı. Buna rağmen gerçeği görmek ve kabul etmek istemediği için hidayete eremedi[44] Sonunda Mûsâ, Allah'ın emri uyarınca bir gece İsrâiloğulları'nı alıp Sînâ yarımadasına geçmek üzere Kızıldeniz'e doğru yola çıktı. Durumdan haberdar olan Firavun da askerlerini alarak peşlerine düştü, Bir mucize sonucu denizin yol vermesiyle Mûsâ ve İsrâiloğullan karşıya geçerken, aynı yoldan geçmeye çalışan Firavun, ordusuyla birlikte denize gömüldü[45] Firavun denizde boğulmak üzere İken Allah'a İman etmiş fakat yeis halindeki imanı kabul edilmemiştir [46]



41-42. "Öncüler" diye çevirdiğimiz eimme kelimesi "önder" anlamına gelen İmâm kelimesinin çoğuludur. Firavun ve adamları inkarcılıkta ısrar ettikleri, halkı da emir ve teşvikleriyle peşlerinden küfre sürükleyip âhirette cehenneme girmelerine sebep oldukları ve bu konuda onlara Önderlik ettikleri için âyette, "ateşe çağıran öncüler" olarak anılmışlardır. Şüphesiz ki kendileri de ateşe çağırdıkları kimselerle birlikte cehenneme gireceklerdir. Bu durum Allah'ın onlara bir haksızlığıveya adaletsizliği değil, onların kendi tercihlerinin sonucudur. Bu sebeple dünyada Allah'ın lanetine uğramışlar ve tarih boyunca kitaplı dinlerde kötü şöhretle anı-lagelmişlerdir. Kıyamet gününde de Allah'ın vereceği cezadan kendilerini kurtaracak herhangi bir yardımcı bulamayacaklar ve lanetlenmiş kişiler arasında kalacaklardır. [47]



Meali



43. Muhakkak ki biz, önceki nesilleri yok ettikten sonra, düşünüp ders çıkarsınlar diye Musa'ya insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o kitabı verdik, 44. Musa'ya emrimizi vah) ettiğimiz sırada sen (ey Muhammed, vadinin) batı tarafında bulunmuyordun ve olayın tanıklarından da değildin. 45. Bilâkis (aranızda) biz nice nesiller meydana getirdik re onların ömrü nice yıllar sürdü. Sen âyetlerimizi kendilerinden okuyarak Öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da depsin; aksine (bu bilgileri sana) gönderen biziz. 46. Evet, Musa'ya seslendiğimiz zaman sen Tûr'un yanında değildin. Fakat senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için rab-binden bir rahmet olarak (sana da vahyettik); umulur ki düşünüp öğüt alırlar. 47. Kendi iradeleriyle önceden yaptıklarından ötürü başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz! Ah, ne olurdu, bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık!" diyecek olmasalardı... 48. Fakat onlara tarafımızdan o gerçek gelince, "Ona da Musa'ya verilenin benzeri verilmeli değil miydi?"dediler. Peki daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler iniydi? "Birbirini destekleyen iki sihir!" demişler ve eklemişlerdi: "Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz." 49. De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız, Allah katından bu ikisinden daha doğru yol gösteren bir kitap getirin de ben ona uyayım!" 50. Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar sırf kendi bencil arzularına uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi bencil arzularına uyandan daha ziyade yolunu yitirmiş kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez. 51. Gerçek şu ki düşünüp öğüt alsınlar diye biz sözü (vahyi) onlara birbiri ardınca ulaştırmışızdır. [48]



Tefsiri



43, Yiice Allah, peygamberleri yalancılıkla itham eden isyankâr birçok kavmi helak ettikten sonra Hz. Musa'yı peygamber olarak göndermiştir. Kavmini Fİra-vun'un zulmünden kurtarıp onlarla birlikte Sînâ yarımadasına ulaşan Mûsâ, kardeşi Harun'u kavminin başında bırakıp rabbinin çağrısına uyarak ilâhî vahyi almak üzere Tûrdağı'na gitti ve kırk gece orada kaldı [49] Âyette açık delil, hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere üç ana özelliği anlatılan Tevrat Musa'ya burada vahyedilmiştii[50]Muhammed Esed, Tevrat'ın tedvin edilmiş (yazıyla kayda alınmış) İlk vahyî yasalar kitabı olması dolayısıyla insanlığın dînî tarihinde yeni bir safhayı başlatmış olduğunu kaydetmektedir (II, 790).

"Önceki nesiller" diye tercüme ettiğimiz "el-kurûni'1-ûlâ" tamlaması Elmalılı Muhammed Hamdİ'ye göre Kur'an dilinde başlangıçtan Firavun'un helak edilmesine kadar geçen zamanı kapsamaktadır. Aynı müellif, Firavun'un helak edilmesinden itibaren Hz. Muhammed'in hicretine kadar geçen süreyi "kurûn-i vustâ", bundan sonki zamanı da "kurûn-i uhrâ" (âhir zaman) olarak isimlendirmiştir[51]



44-45. Hz. Musa'nın TûrdağVnda ilâhî vahyi aldığı yer ve zamana işaret edilmekte, Hz. Peygamber'in o esnada Tûr'da bizzat hazır bulunmadığı ve batı tarafında Hz. Musa'yı bekleyenler, yani kırk günlük mikat için seçtiği kimseler arasında olmadığı hatırlatılmaktadır [52] böylece âyet, Hz. Peygamber'in Kur'an'ı Ehl-i kitap birinden öğrendiğini iddia edenlere verilmiş bir cevap teşkil etmekte ve Kur'an'da anlatılan Hz. Mûsâ kıssasının Hz. Peygamber'e vahyin dışında bir yolla intikal etmediğini, dolayısıyla Kur'an'in da şüphe götürmeyecek bir biçimde vahiy ürünü olduğunu ifade etmektedir. 45. âyette de Hz. Mûsâ ile Hz. Peygamber arasındaki uzun zaman dilimi içinde birçok neslin gelip geçtiği; Hz. Musa'nın Medyen halkı ile olan münasebeti hakkında bilgi veren Hz. Muhammed'm o tarihte ve o şehirde yaşamadığı, aradan bunca zaman geçtikten sonra onlardan Allah'ın âyetlerini öğrenmesinin mümkün olmadığı ve onlar hakkında verdiği bilgilerin tamamen vahye dayandığı ortaya konmaktadır. [53]



46. Hz. Musa'ya buradaki ilâhî sesleniş (nida) 30. âyetteki seslenişten farklıdır. Oradaki Musa'nın ailesiyle birlikte Medyen'den Mısır'a dönerken ilk vahyin gerçekleştiği sesleniş olduğu halde buradaki kırk günlük mîkatta yapılan sesleniştir[54] Âyet Hz. Musa'ya Tevrat vahyedi-lirken Hz. Peygamber'in orada bulunmadığını ama kavmini uyarması ve onlara nasihatte bulunması için Allah'tan bir rahmet olarak Mûsâ ile ilgili haberlerin kendisine vahyedildiğini ifade etmektedir. [55]



47-48. Allah Teâlâ insanoğlunu yarattıktan sonra ona doğru yolu gösterecek kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Eğer bunu yapmamış olsa ve insanların yanlış yolda gitmelerinden dolayı gerek dünyada gerekse âhirette başlarına sıkıntılar gelseydi, o zaman Allah'a karşı doğru yolu göstermediği şeklinde bir mazeret ileri sürebilirlerdi. 47. âyet İnsanların bu tür mazeretlere sığınmamaları için peygamberler ve kitaplar gönderildiğini ifade etmektedir. Ancak peygamber ve kitap geldiğinde de çokları iman etmemiş, ilâhî çağrıya uymamakta direndikleri için helak olup gitmişlerdir. Nitekim 48. âyet Hz. Peygamber ve Kur'an geldiğinde Mekke müşriklerinin de inkârda direndiklerim, Musa'ya toptan İndirilmiş olan Tevrat'ın benzeri bir kitabın Hz. Muhammed'e de indirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Oysa Mû-sâ'ya indirilmiş olan kitap da inkâr edilmişti. Ayrıca Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlayanlar Musa'yı da yalanlamış sayılırlar. Çünkü her ikisi de özünde farklı olmayan inanç ve hayat ilkelerini savunmuş, birbirini teyit etmişlerdir. Nitekim müşrikler, "Birbirini destekleyen iki sihir!" sözleriyle hem Tevrat'ın hem de Kur'an'in sihir olduğunu iddia etmişler, ardından her ikisini de reddettiklerini açıkça ifade etmişlerdir.

Âyette "... diyecek olmasalardı ..." diye çevrilen kısmın devamı belli olduğu için ifade edilmesine gerek görülmediği anlaşılmakta ve tefsirlerde cümlenin devamı, "... seni göndermezdik" veya "... hemen cezalarını verirdik" şeklinde takdir edil- nî. IV. 204[56]



48. âyette "Birbirini destekleyen iki sihir!" diye çevirdiğimiz cümleyi farklı kıraate göre, "Birbirini destekleyen iki sihirbaz!" şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Bu takdirde söz konusu ithamın sahibi olan İnkarcılar, Mûsâ ile Harun'u veya Mûsâ ile Peygamber efendimizi kastedilmiş olurlar, [57]



49-51. Allah katından inmiş, muhtevalarında beşeriyetin İhtiyaçlarını karşılayacak din, ahlâk, hukuk ve diğer alanlarla ilgili kurallar taşıyan Tevrat'ı ve Kur'an'i sihir sayan müşriklere meydan okunmakta, iddialarında doğru iseler insanlara hidayet yolunu bu iki kitaptan daha iyi gösteren başka bir kitabı Allah katından getirmeleri istenmektedir; hatta bunu yapabilİrlerse Resûlullah'ın da o kitaba uymaya hazır olduğu ifade edilmektedir. Ardından müşriklerin Kur'an'ın meydan okumalarına cevap veremeyeceği, çünkü iddia ve tutumlarının objektif olmadığı belirtilmekte, Allah'ın hidayeti olmadan kişilerin kendi arzularına göre davranmalarının ise sapkınlığın en koyusu hatta zulüm olduğuna işaret edilmektedir. "Söz" (vahiy) diye çevirdiğimiz 51. âyetindeki kavi kelimesi Kur'an'ı veya peygamberlerle ilgili haberleri ifade etmektedir, "sözü birbiri ardınca ulaştırmaktan maksat ya birbirini takip eden peygamberler ve onlarla ilgili haberlerin veya yirmi üç yılda gelen Kur'an âyetlerinin ulaştırılmasıdır. [58] Âyet "Sözü birbiri ardınca açıkladık", "Sözü tamamladık" şeklinde de yorumlanmıştır. [59] Yüce Allah insanların çıkmaz yollardan kurtulup doğru yolu bulmaları ve onu ruhlarına sindirebilmeleri için Kur'an'ı peyderpey indirmiştir. [60]



Meali



52. Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler buna da iman ederler. 53. Onlara Kur'an okunduğu zaman, "Ona iman ettik, şüphesiz o rabbimizden gelmiş gerçeğin kendisidir. Esasen biz bundan önce de rabbimi-ze boyun eğmiştik" derler. 54. İşte sabretmelerinden ötürü onlara mükâfatları iki defa verilecektir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızâsı için harcarlar. 55. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve "Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size; esen kalın; bizim cahillerle işimiz yok" derler. 56. Sen de istediğini hidayete erdiremezsin. Ama Allah dilediğini hidayete erdirir ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir. 57. "Seninle beraber doğru yola uyarsak yurdumuzdan sökülüp atılırız" diyorlar. Peki biz onları, dokunulmaz, güvenli, katımızdan bir rızık olarak her şeyhi ürünlerinin orada toplandığı bir yere yerleştirmedik mi? Fakat çoğu bunun şuurunda değildir. 58. Oysa biz, bolluk içinde azmış nice toplumları helak etmişizdir. İşte yerleri! Onlardan sonra oraların pek azında oturulabildi; hepsi bize kalmıştır. 59. Merkezinde halka âyetlerimizi okuyan bir peygamberi göndermedikçe Rabbin memleketleri helak etmez. Biz, memleketleri ancak halkı zulümde karar kıldığı durumda helak ederiz. [61]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:14 am

Tefsiri



52-55. Yaygın yoruma göre daha önce kendilerine kitap verilen ve Kur'an inince ona da iman edenler, Abdullah b. Selâm ve Rifâa b. Rifâa gibi bazı yahudİ-lerle Varaka b. Nevfel ve Süheyb-i Rûmî gibi bazı hıristiyanlardır [62]Bir görüşe göre de hiristiyan olan Habeşistan Necâşî-si'nin Hz. Peygamber'in durumunu tetkik edip hakkında bilgi getirmek için Mekke'ye gönderdiği, Hz. Peygamber'in telkinleriyle İslâm dinini kabul etmiş olan on iki kişilik bir heyetidir[63] Ancak âyeti genel olarak değerlendirmek, Ehl-İ kitap'tan olup da Hz. Peygamber zamanında İslâm'a girmiş ve kıyamete kadar girecek olanların bu âyetin kapsamında düşünmek daha uygun olur [64]53. âyetteki "Esasen biz bundan önce de rabbimize boyun eğmiştik" ifadesi, Ehl-i kitabın, Hz. Peygamber'in geleceğine dair kendi kitaplarındaki müjdeye veya genel olarak Allah'ın birliğine ve gönderdiği peygamberlere inandıklarına işaret etmektedir. Bunlar hem Kur'an'dan önceki kitaplara hem de Kur'an'a iman ettikleri ve bu uğurda kendi toplumları tarafından uygulanan hertürlü maddî ve mânevi baskıya, boykot ve eziyete katlandıkları, 54 ve 55. âyetlerde zikredilen diğer ahlâkî özelliklere de sahip bulundukları için mükâfatlan iki defa yani diğer müminlere verilecek mükâfatın iki katı veya kat kat fazlası onlara verilecektir. [65]



56. "Allah dilediğini hidayete erdirir" diye çevirdiğimiz cümle "Allah dileyeni hidayete erdirir" şeklinde de tercüme edilebilir. Sahih kaynaklarda nakledilen rivayetlere göre Hz. Peygamber ölmek üzere olan amcası Ebû Tâlib'e İslâm dinini telkin etmiş, ancak Ebû Talib kabul etmemiş, bundan dolayı son derecede üzülen Hz. Peygamber'i teselli etmek üzere bu âyet inmiştir. [66] Bununla birlikte âyeti muayyen bir sebep veya zamana tahsis etmeden genel anlamda değerlendirmek, bir birini -kendi istek ve eğilimi olmadıkça- doğru yola getirmeye çalışmanın bir noktadan sonra yararsız olduğunu söylemek daha uygun olur[67] Allah Teâlâ, peygamber ve kitap gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde kullananları zorla doğru yola iletmez; bilâkis onlan kendi İrade ve tercihleriyle başbaşa bırakır; gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanlara yardım ederek onlan doğru yola iletir[68]



57. "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak yurdumuzdan sökülüp atılırız" cümlesi, Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekkeli müşriklerin Kur'an'da gösterilen yolun doğru olduğunun farkına vardıklarını ve bunu itiraf ettiklerini, ancak çevrelerindeki diğer müşrik Arap kabileleri tarafından atalarının dinine ihanet etmekle suçlanmaktan ve bu sebeple yurtlarından çıkarılıp sürgün edilmekten çekindikleri için İslâm düşmanlığım devam ettirdiklerini göstermektedir. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in duası bereketiyle[69] içinde kutsal Kabe'nin bulunduğu Mekke'yi -insan dahil- her türlü canlı ve bitkinin korunduğu güvenlikli bir şehir kılmış, Kureyşliler'i de buraya yerleştirmişti. Yarımadadaki genel güvensizliğe rağmen Mekkeliler bu sayede çevredeki Arap toplumlanndan saygı görüyor ve güvenli bir hayat yaşıyorlardı[70] Ayrıca Mekke'nin çoraklığı ve verimsizliği, Kabe'nin bereketi sayesinde dışarıdan gelen ürünlerle telâfi ediliyordu. Âyette bu durum Allah'ın Mekkeliler'e bir lütfü olarak gösterilmekte, Hz. Peygamber'e iman ettikleri takdirde herhangi bir saldırıya uğramaktan ve yurtlarından çıkanlmaktan korkmamalan gerektiği hatırlatılmaktadır. [71]



58-59. Güçlerine ve servetlerine güvenip şımaran, azan ve İnkarcılıkta direnen bazı eski toplulukların tarih sahnesinden silinmiş olduklan hatırlatılarak insanlık uyarılmaktadır. Helak olan o şımarık topluluklann izleri gösterilmekte, onlardan sonra buralann terkedildiği, harap olduğu ve ancak pek azında insanların oturabüdiği bildirilmektedir. Bazı tefsirlere göre ise yurtlarında insanların çok kısa bir süre veya çok az kimsenin barındığı bildirilmektedir. Bunlar, o kalıntılarda bsa bir süre için konaklayarak dinlendikten sonra kalkıp giden yolculardır[72] Bununla birlikte insanlara Allah'ın âyetlerini okuyup onları yeteri kadar aydınlatacak ve doğru ile eğrinin ne olduğunu gösterecek bir peygamber göndermeden Allah'ın, herhangi bir ülke halkını -haksızlığa, taşkınlığa sapmadıkça- helak etmeyeceğini haber vermektedir. [73]

"Hepsi bize kalmıştır" cümlesi belde halkı helak olduktan sonra yurtlarına vâris olacak kimsenin kalmadığına, dolayısıyla beldelerin ıssız ve sahipsiz kaldığına işaret etmekte, ayrıca mülkün hakiki sahibinin Allah Teâlâ olduğu gerçeğine imada bulunmaktadır.

"Merkez" diye çevirdiğimiz "üm" kelimesi gönderilen peygamberin ümmetine ait şehirlerin en büyüğü ve en ünlüsünü ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber, yörenin en önemli beldesi olan Mekke'de gönderilmiştir. Büyük şehirlerin tercih edilmesnin sebebi, oralarda dinî tebliğe muhatap olacak istidatlı (farklı kabiliyetler taşıyan) kimselerin daha çok bulunması ihtimalidir. [74]



Meali



60. Size verilen şeyler dünya hayatına ait, faydası geçici nesneler ve gü-zdbkkrden ibarettir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız? 61. Buna göre kendisine güzel bir şey vaad ettiğimiz ve ona kavuşacak olan kimse, dünya hayatının geçici menfaat ve zevkini yaşattığımız, sonra kıyamet gününde huzurumuza getirilecek kimse gibi olur mu? 62.0 gün Allah onları çağırarak, "Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz tanrılar şimdi nerede?" diye sorar. 63. Kendileriyle ilgili azap hükmü kesinleşmiş olanlar, "Rabbimiz! Şunlar azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak onlan da öyle azdırdık. Sorumluluklarını yüklenmiyor, onları senin hükmüne bırakıyoruz. Onlar zaten bize tapmıyorlardı" derler. 64. Allah'a koştuğunuz ortaklarınızı çağırın!" denir. Çağırırlar ama çağırdıkları onlara cevap vermezler. Ve azabı görürler! Keşke vaktiyle doğru yola girmiş olsalardı! 65. O gün Allah onları çağırarak, "Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diye sorar. 66. İşte o gün kurtarıcı cevapların bütün kapılan yüzlerine kapanmıştır, birbirlerine de soramazlar. 67. Fakat tövbe edip iman eden ve iyi işler yapan kimseye gelince, işte onun kurtuluşa erenler arasında obuası umulabilir. 68. Rabbin, dilediğini yaratır ve tercih eder. Onların tercih hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve sânı yücedir.

Rabbin, onların kalplerinde gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.

İşte O, Allah'tır; O'ndan başka tanrı yoktur. Önünde de sonunda da hamd O'na mahsustur, hüküm de O'nundur; sadece O'na döndürüleceksiniz. [75]



Tefsiri



60-61. Mekke müşriklerine hitap edilerek onların sahip olduğu dünya nimet ve zînetlerinin geçici, Allah'ın âhirette vereceği nimetlerin ise daha hayırlı ve kalıcı olduğu ifade edilmekte, ardından da 62. âyette bu iki farklı nimetten faydalanacak olan iki grup mukayese edilmektedir. Bu mukayesede, dünyevî sıkıntılara göğüs gererek kararlı bir şekilde doğru yolda yürüyüp bu sayede Allah'ın kendilerine vaad ettiği âhiretteki kalıcı ve güzel nimetlere kavuşacak olanların orada mutlu bîr hayat yaşayacaklarına; dünyanın geçici zevklerine aldanıp da âhireti unutanların, kendilerine bahşedilen dünyevî nimetleri kaybetme korkusuyla inanç ve yaşayışta haktan sapanların, böylece o nimetleri kötüye kullananların, nihayet nimetleri Allah'tan başka güçlere isnat ettikleri için Allah huzurunda yargılanacak olanların da mutsuz ve bedbaht olacaklarına işaret edilmektedir. [76]



62-63. Birtakım varlıkları veya kişileri Allah'a ortak koşanlar âhirette hesaba çekildiklerinde Allah onlara, "Benim ortaklanın olduğunu iddia ettiğiniz tanrılar şimdi nerede?" diye soracaktır. Allah'ın yargısının aleyhlerine gerçekleştiğini gören kimseler, özellikle toplumlarına yanlış inanç ve değer ölçüleri empoze eden din ve düşünce önderleri, zorba liderler kendileri nasıl öncekilerin telkin ve teşvik-Leriyle azmış, doğru yoldan çıkmışlarsa onlardan devraldıkları düşünce ve hayat tarzını aynı şekilde sonrakilere empoze ederek onları azdınp yoldan çıkardıklarını itiraf ederler. Bununla birlikte onların kendilerine değil, arzularına kul olduklarını; bu konuda kendilerinin, herhangi bir günahları bulunmadığını da Allah'a arze-derler. Ancak örneklik ve telkinleriyle toplumlarının yanlış yola girmelerine sebep oldukları için bu savunmaları işe yaramayacaktır. [77]



64. Sözde tanrı sayıp taptıkları varlıkların hiçbir fayda vermeyeceğini göstermek maksadıyla, müşriklere alay yollu hitap edilerek âhiret azabından kendilerini kurtarmaları için tanrılarını yardıma çağırmaları istenir. Onlar da tanrılarından yardım isterler, ancak tanrıları yardım etmek şöyle dursun onlara cevap dahi veremezler. "Keşke vaktiyle doğru yola girmiş olsalardı!" cümlesi inkarcılar adına söylenmiş olup, onların Allah'a ortak koşmanın cezasının ne olduğunu görünce dünyada iken doğru yolu seçmediklerine hayıflanacaklarını dile getirmektedir. [78]



65-67. "O gün kurtarıcı cevapların bütün kapılan yüzlerine kapanmıştır" ifadesi yargılama sırasında suçluların, kendilerini savunacak ve cezadan kurtaracak hiçbir mâkul söz ve meşru mazeret bulamayacaklarını ifade etmektedir. Birbirlerine de herhangi bir şey soramayacaklardır; çünkü cevap alabilseler bile bu cevabın faydası olmayacaktır. 67. âyet İse Allah'a ortak koşmaktan vazgeçip peygamberin getirdiği mesajı kabul eden ve güzel işler yapanlann âhirette kurtuluşa ereceklerini ifade eder. [79]



68-70. Allah varlıkları yaratırken ve görevlendireceği peygamberleri seçerken kullara sormaz; çünkü yaratma ve tercih O'na mahsustur. Kulların tercih hak ve imkânları sorumlu tutulduklan kararlan ve eylem alanlarıyla ilgilidir. 69. âyette Allah'ın tercihi ve yaratması gibi, kullanmn bütün durumlarını gizüsiyle açığıyla istisnasız ve kusursuz bilecek şekilde ilminin de geniş ve sınırsız olduğu ifade edilmektedir,

"Önünde de sonunda da hamd O'na mahsustur" dîye çevirdiğimiz 70. âyetteki cümleyi müfessirler, "Bu dünyada da âhirette de hamd O'na mahsustur" şeklinde yorumlamışlardır. [80]



Meali



71. De ki: "Ne dersiniz, eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde devamlı kılsa, Allah'tan başka size ışık getirecek bir tanrı var mıdır? Hâlâ söze kulak vermeyecek misiniz!" 72. De ki: "Ne dersiniz, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyamet gününe kadar devamlı kılsa, Allah'tan başka size istirahat edeceğiniz geceyi getirebilecek bir tanrı var mı? Hâlâ gerçeği görmeyecek misiniz?" 73. Allah, rahmetinden geceyi ve gündüzü yarattı ki dinlene-siniz, iiitfundan rızkınızı arayasınız ve bütün bunlara şükredesiniz. 74.0 gün Allah onlara seslenerek, "Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz şeyler hani nerede?" diye soracaktır. 75. Her ümmetten bir şahit çıkarıp, "Kesin delilinizi getirin!" diyeceğiz. O zaman anlarlar ki gerçeklik hükmü Allah'a mahsustur ve uydurageldikleri şeyler (putlar) kendilerim bırakıp gitmişlerdir. [81]



Tefsiri



71-73. Evrendeki düzen amaca uygunluk bakımından olabileceklerin en mükemmelidir. Bunun tesadüfen olması ihtimali aklen mümkün değildir. Düzenin bozulmadan devam etmesi de tek kudret elinden çıktığını, tek iradeye tâbi olduğunu göstermektedir. [82]



74-75. Bu soru, yukarıda 62. âyette geçen sorunun aynıdır. [83] Sorunun burada tekrar edilmesi, günahkârların dünyadaki tutumlarım aklen hiçbir şekilde haklı gösterebilecek durumda olmadıklarını vurgulamak içindir. Nitekim bir sonraki âyette de bu hususa dikkat çekilmektedir.

Müfessirlere göre 75. âyette her ümmetten getirileceği bildirilen şahitten maksat peygamberlerdir. [84] Yüce Allah, bütün insanları mahşerde bir araya topladığında her milletin peygamberini çağırıp kendisinden o millete vaktiyle Allah'ın emir ve yasaklarım tebliğ edip etmediğini, tebliğ ettiyse nasıl cevap verdiklerini soracak ve onlar hakkında tanıklık etmesini isteyecektir; Hz. Muhammed de kendi ümmeti hakkında tanıklık edecektir. [85]

Allah'tan başka tanrıların var olduğunu iddia edenlere "Kesin delilinizi getirin!" denilerek iddialarını ispatlamaları istenecektir. Bunu ispatlamaları mümkün olmadığı için cevap veremeyeceklerdir. Dünyada iken bâtıl bir inançla kendilerine şefaat edeceğine İnandıkları düzmece tanrıları da ortalıkta gözükmeyecek; nihayet "gerçeklik hükmünün Allah'a mahsus olduğu", yani yalnız O'nun hakkında "gerçek var olandır" denebileceği, putperestlerin gerçek sayıp tanrı diye niteledikleri nesnelerin ise hakikatte uydurma şeylerden ibaret bulunduğu herkes için ayan beyan ortaya çıkacaktır. [86]



Meali



76. Karun Musa'nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara zulmetmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: "Sakın şımarma! BU ki Allah şımarıkları sevmez. 77. Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de nisanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez." 78. Karun, "Bu serveti bende bulunan bir bilgi sayesinde elde ettim" diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helak etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz! 79. Karun gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkardı. Dünya hayatını arzulayanlar, "Keşke Karun'a verilenin bir benzeri bize ât verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!" derlerdi. 80. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle derlerdi: "Yazıklar olsun size! iman edip iyi işler yapanlar için Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir." 81. Sonunda biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi. 82. Daha dün onun yerinde obuayı isteyenler bu kez, "Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah nzkı kullarından dilediğine bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkarcılar Ulah olmazmış!" diyorlardı. [87]



Tefsiri



76-77. Tefsirlerde Karun, Hz. Musa'nın amcasının oğlu ve Firavun'uiı yük seviyede bir görevlisi olarak tanıtılmakta, İsrâiloğulları'na karşı zalimlik ve :işkınhk; ettiği rivayet edilmektedir. Hz. Musa'ya önce iman etmiş, fakat daha sonra hırsı ve kıskançlığı yüzünden ona karşı çıkmıştır. İlmi ve servetiyle övünür, soydaşlarına karşı büyüklük taslardı. Rivayete göre İsrâiloğullan içinde dinî mâûmatı en geniş olan kimseydi. Ne var ki inançsızlığı, kibir ve gururu yüzünden he-iâk olup gitmiştir. [88] "Topluluk" diye çevirdiğimiz usbe kelimesi, on yahut daha çok (kırka kadar) kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat" anlamına gelmektedir. [89] Burada kinaye yoluyla Karun'un servetinin çokluğu ifade edilmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:15 am

74-75. Bu soru, yukarıda 62. âyette geçen sorunun aynıdır. [83] Sorunun burada tekrar edilmesi, günahkârların dünyadaki tutumlarım aklen hiçbir şekilde haklı gösterebilecek durumda olmadıklarını vurgulamak içindir. Nitekim bir sonraki âyette de bu hususa dikkat çekilmektedir.

Müfessirlere göre 75. âyette her ümmetten getirileceği bildirilen şahitten maksat peygamberlerdir. [84] Yüce Allah, bütün insanları mahşerde bir araya topladığında her milletin peygamberini çağırıp kendisinden o millete vaktiyle Allah'ın emir ve yasaklarım tebliğ edip etmediğini, tebliğ ettiyse nasıl cevap verdiklerini soracak ve onlar hakkında tanıklık etmesini isteyecektir; Hz. Muhammed de kendi ümmeti hakkında tanıklık edecektir. [85]

Allah'tan başka tanrıların var olduğunu iddia edenlere "Kesin delilinizi getirin!" denilerek iddialarını ispatlamaları istenecektir. Bunu ispatlamaları mümkün olmadığı için cevap veremeyeceklerdir. Dünyada iken bâtıl bir inançla kendilerine şefaat edeceğine İnandıkları düzmece tanrıları da ortalıkta gözükmeyecek; nihayet "gerçeklik hükmünün Allah'a mahsus olduğu", yani yalnız O'nun hakkında "gerçek var olandır" denebileceği, putperestlerin gerçek sayıp tanrı diye niteledikleri nesnelerin ise hakikatte uydurma şeylerden ibaret bulunduğu herkes için ayan beyan ortaya çıkacaktır. [86]



Meali



76. Karun Musa'nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara zulmetmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: "Sakın şımarma! BU ki Allah şımarıkları sevmez. 77. Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de nisanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez." 78. Karun, "Bu serveti bende bulunan bir bilgi sayesinde elde ettim" diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helak etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz! 79. Karun gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkardı. Dünya hayatını arzulayanlar, "Keşke Karun'a verilenin bir benzeri bize ât verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!" derlerdi. 80. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle derlerdi: "Yazıklar olsun size! iman edip iyi işler yapanlar için Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir." 81. Sonunda biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi. 82. Daha dün onun yerinde obuayı isteyenler bu kez, "Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah nzkı kullarından dilediğine bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkarcılar Ulah olmazmış!" diyorlardı. [87]



Tefsiri



76-77. Tefsirlerde Karun, Hz. Musa'nın amcasının oğlu ve Firavun'uiı yük seviyede bir görevlisi olarak tanıtılmakta, İsrâiloğulları'na karşı zalimlik ve :işkınhk; ettiği rivayet edilmektedir. Hz. Musa'ya önce iman etmiş, fakat daha sonra hırsı ve kıskançlığı yüzünden ona karşı çıkmıştır. İlmi ve servetiyle övünür, soydaşlarına karşı büyüklük taslardı. Rivayete göre İsrâiloğullan içinde dinî mâûmatı en geniş olan kimseydi. Ne var ki inançsızlığı, kibir ve gururu yüzünden he-iâk olup gitmiştir. [88] "Topluluk" diye çevirdiğimiz usbe kelimesi, on yahut daha çok (kırka kadar) kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat" anlamına gelmektedir. [89] Burada kinaye yoluyla Karun'un servetinin çokluğu ifade edilmektedir.

77. âyetteki öğüt, Allah'a ve peygamberine iman ederek aydınlanmış mümin-ienn öğüdüdür. Dünyadan nasibin unutulmaması iki şekilde anlaşılabilir: a) Asıl i--naç âhiret yurdunu kazanmaktır, ancak dünya nimetlerinden de meşru şekilde yararlanmak gerekir, b) Bağlama daha uygun olan açıklama ise şöyledir: Dünya hayatı, ebedî âlemdeki hayata göre çok kısadır; kul bunu unutup dünya ebedî imiş gibi kendini ona vermemeli, dünyasını âhireti İçin değerlendirmelidir. [90]



78-82. "Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz" ifadesi, suçluların yaptıklarından sorumlu olmayacakları veya onların hesapsız kitapsız cehenneme sürüklenecekleri anlamına gelmez. Bu ifade, söz konusu suçluların yapıp ettiklerinin suç ve günah olduğunun aşikar olarak bilinmesi, ortada olması sebebiyle akıbetlerinin de bir felâket olduğunun apaçık gerçek olarak bilindiği anlamına gelmekte ve sarsıcı bir uyan maksadı taşımaktadır.

Dünya hayatına düşkün olanlar Karun'un servet ve ihtişamını gördükçe onun şanslı bir insan olduğunu düşünüyor ve onun yerinde olmayı veya onun kadar zengin biri olmak istiyorlardı. İlim ve İrfan sahibi kimseler ise onları kınayarak bu tür özentilerin yersiz olduğunu söylüyorlardı. Zira dünyadaki servet geçici, âhiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıydı[91] 80. âyete göre âhi-rette bu nimetlere kavuşabilmek için iman, sâlih amel ve sabır sahibi olmak gerekmektedir.

Karun, evi barkıyla, servetti sâmânıyla birlikte yerin dibine batırıldı. Daha önce onun ihtişamına imrenip özenenler bunu görünce söylediklerine pişman oldular ve Allah'ın verdiği rızka razı olmak gerektiğine, nankörlerin iflah olmayacaklarına kanaat getirdiler,

Karun kıssası servet ve gücüne güvenerek, kendini imtiyazlı ve büyük görüp Allah'a isyan, insanlara karşı haksızlık eden ve sınırı aşanlar için asırları aşıp gelen bir ibret tablosu, bir öğüt levhasıdır. [92]



Meâli



83. İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde üstünlük taslamak ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenler için hazırlamış bulunuyoruz. İyi son, Allah'a karşı gelmekten sakınanların olacaktır. 84. Kim bir iyilikle gelirse ona bundan daha hayırh karşılık vardır; kim de bir kötülükle gelirse o kötülükleri işleyenler yalnızca yaptıklarının karşılığını görürler, 85. Kur'an'ı sana indiren Allah, elbette seni yine dönülecek yere gönderecektir. De ki: "Kimin doğru yolda yürüdüğünü, kimin de apaçık bir sapkınlık içinde olduğunu en iyi bilen rabbim-dir." 86. Sen, rabbinden bir rahmet olarak gelmeseydi bu kitabın sana vahyo-Ilınacağını ummuyordun; öyleyse asla inkarcılara destek verme! 87. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra artık onlar seni bunların gereğim yapmaktan alıkoymasınlar. İnsanları rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma! 88. Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun kendinden başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz. [93]



Tefsiri



83. "İşte" diye çevirdiğimiz "ülke" kelimesi Arap dilinde genellikle büyük ve önemli şeylere işaret için kullanılır; burada nitelikleri hakkında daha önce bilgi verilmiş olan âhiret yurdunun önemli ve ebedî nimetlerle dolu olduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber âhirette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve akıllara gelmeyen güzel nimetlerin var olduğunu haber vermiştir. [94] Bu nimetler yeryüzünde böbürlenmek, fesadçıkartmak ve zulmetmek istemeyenlere verilecektir. "İyi son, Allah'a karşı gelmekten sakınanların olacaktır" cümlesi, diğer dinî ve ahlâkî görevleri yerine getirmek yanında, özellikle bu bağlamda, uhrevî nimetleri elde edebilmek için İslâmî ölçülere uygun olmayan bir yol ve niyetle dünyevî varlık ve değerlerin peşine düşmemek; ayartıcı, baştan çıkartıcı şeylere düşkünlük göstermemek gerektiği anlamını içermektedir. [95]



84. İnsanların dünya hayatında yaptıklarının âhirette karşılıksız kalmayacağı, ceza veya mükâfatın, dünya hayatında ortaya konan iyi ya da kötü tutum ve davranışların tabii sonucundan başka bir şey olmadığı ifade edilmektedir. "İyilik" diye çevirdiğimiz hasene ve "kötülük" diye çevirdiğimiz seyyie kavramları hakkın[96]



85. Bu âyetin, hicret esnasında Mekke ile Medine arasında Cuhfe denilen yerde indiği rivayet edilmiştir. [97] "Allah, elbette seni yine dönülecek yere döndürecektir" ifadesi, müşrikler tarafından zulme mâruz kaldığı için Mekke'den hicret eden Hz. Peygamber'in bir gün zaferle tekrar oraya döneceğinin bir işaretidir. "Döndürülecek yer" İfadesi "ölîim, cennet, âhirette en yüksek ma-kam" olarak da yorumlanmıştır[98] Âyetin, âhiret mükâfatı yanında dünyaya dönük bir işareti de vardır. Kur'an sayesinde Hz. Peygamber ve ona inananlar, onu izleyenler, Allah'ın murad ettiği sona, fıtratın imkân verdiği kemale ulaşacaklardır. Metinden de anlaşılacağı üzere âyetin son bölümü, Hz. Peygamber ile tartışan ve "Sen apaçık bir sapkınlık içindesin" şeklinde sözler sarfeden müşriklere cevap olarak inmiştir. [99]



86-88. Peygamberlik görevi kişinin istemesine ve bu yolda gayret göstermesine bağlı olmayıp Allah'ın seçmesi, lütuf ve insanıyla verilen yüce bir görevdir. Nitekim âyette Hz. Peygamber'in de böyle bir ümit taşımadığı, böyle bir görev düşünmediği İfade edilmektedir. Allah, kullarına merhamet ettiği, onların yeryüzünde şaşkın ve sapkın bir şekilde yaşamaları neticesinde hem dünyada hem de âhirette sıkıntıya düşmelerini istemediği için aralarından kendilerine doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiş ve bunlara rehberlik edecek kitaplar vahyetmiş-tir.

"Sakın inkarcılara destek verme!" mealindeki cümle ile bunu takip eden son iki âyette Hz. Peygamber'in şahsında müminlere hitap edilip Allah'ın gönderdiği Kur'an sayesinde doğru ile eğri açıkça belli olduğu için müminlerin, yanlış yolda giden inkarcılara destek olmamaları, Allah'ın birliğine imanda sebat etmeleri; şirk içinde yaşayıp ölenleri ümitlendirerek yollarının doğru ve kurtarıcı olduğu kanaatini verecek söz ve davranışlardan sakınmaları İstenmektedir. [100]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:15 am

27


Nemi Sûresi
İndiği Yer : Mekke
İniş Sırası :48
Âyet sayısı :93


Nüzulü


Mushaf'taki sıralamada yirmi yedinci, İniş sırasına göre kırk sekizinci sûredir. Şuarâ sûresinden sonra, Kasas sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]



Adı



Sûre adını 18. âyette geçen ve "karıncalar" anlamına gelen nemi kelimesinden almıştır. Buhârî ("Tefsir", 27) ve Tirmizî, ("Tefsir", 28) gibi sahih hadis kaynaklarında da sûre bu adla anılmaktadır. Ayrıca, içinde Süleyman aleyhİsselâm kıssası anlatıldığı için "Süleyman sûresi" ve 20. âyette hüdhüd adlı kuştan söz edildiği için "Hüdhüd sûresi" adlarıyla da anılmıştır.[2]



Konusu

Bir önceki Şuarâ ve bir sonraki Kasas süreleriyle bir bütünlük arzeden Nemi sûresinde Allah'ın birliği, peygamberlik, vahiy ve âhiret hayatı gibi İslâm'ın inanç esasları ele alınmaktadır, Şuarâ sûresinde olduğu gibi bazı geçmiş milletlerin ve bunlara gönderilmiş olan peygamberlerin kıssalarından kesitler sunulmak suretiyle insanlara Öğütler verilmekte ve anlatılan olaylardan ibret almaları istenmekte, Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve Sebe' kraliçesi (Belkıs) ile olan öyküsüne genişçe yer verilmektedir. Kozmik deliller gösterilerek Allah'ın sonsuz ilmi ve kudreti ispat edilmekte, kalplerde gizlenenler dahil olmak üzere evrende var olan hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmayacağı, müşriklerin yaptıklarının ise bâtıl olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca kıyamet alâmetlerinden biri olan dabbetû'l-arzın çıkarılacağı haber verilmekte, mahşer gününde karşılaşılacak durumlar ve olaylar tasvir edilmektedir. [3]



Meali



Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Tâ-sîn. Bunlar Kur'an'in, gerçekleri açıklayan kitabın âyetleridir. 2-3 Namazı kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin bir şekilde iman eden müminler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir. 4. Şüphesiz biz âhirete inanmayanların yapıp ettiklerini kendilerine güzel gösterdik; bu yüzden bocalayıp dururlar. 5. İşte en ağır cezayı hak edenler bunlardır; âhirette en çok ziyana uğrayacak olanlar da yine bunlardır. 6. Şüphesiz ki bu Kur'an sana hikmet sahibi, bilen Allah tarafından verilmektedir. [4]



Tefsiri



1-3. Bazı sûrelerin başında bulunan bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" adı verilmektedir. [5] 1. âyet, "Kur'an" ve "kitap" kelimeleri yer değiştirmiş olarak Hicr sûresinin başında da geçmektedir. Bu kelimeler müfessir-ler tarafından farklı şekillerde yorumlanmışsa da Râzî her ikisiyle de Kur'ân-ı Kerim'in kastedildiği kanaatindedir; ancak Kur'an onun okunuşunu, kitap İse yazılı şeklini ifade etmektedir (XIX, 151). İbn Âşûr da bu görüşü tercih etmiştir. [6] "Gerçekleri açıklayan" diye çevirdiğimiz mübîn kelimesi ise "açık seçik anlaşılan" veya kısaca "apaçık" şeklinde de çevrilebilir. Buna göre Kur'an'ın âyetleri gelişigüzel söylenmiş değil, anlamı açık, doğruluğunda şüphe olmayan, gerçekleri açıklayan, müminlere doğru yolu gösteren ve müjde veren ilâhî sözlerdir. 3. âyette müslümanlar, Medine döneminde hükümleri ayrıntılı olarak belirlenen ve İslâm'ın temellerinden birini oluşturan zekât vecibesine hazırlanmaktadır, o sırada daha çok gönüllü malî ödemeler şeklinde gerçekleşen bu davranış öviilmektedir. [7]



4-6. İnanmayanların yapıp ettiklerinin kendilerine güzel gösterilmesi Allah'ın onlara inanç ve yaşayışları konusunda seçme hakkı tanımaması anlamına gelmez; bilâkis kendi irade ve tercihleriyle İnkarcılıkta ısrar ettikleri İçin Allah on-lan yapıp ettikleriyle baş başa bırakır. Böylece kalpleri katılaşır, iman etmezler ve

yaptıklarının güzel olduğunu sanırlar. Bunun sonucu olarak da hem dünyada hem de âhirette yaptıklarının sonucuna katlanırlar. [8]



Meali



7. Bir zamanlar Mûsâ, ailesine, "Ben bir ateş gördüm, size oradan bir haber ya da ısınmanız için bir ateş koru getireceğim" demişti. 8. Oraya geldiğinde ona şöyle seslenildi: "Ateşin bulunduğu yerdekilerle çevresindekiler mübarek kılınmıştır! Âlemlerin rabbi olan Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır! 9. Ey Mûsâ! Şüphesiz ben mutlak galip ve hikmet sahibi olan Alla-hım! 10. Asam yere at!" Mûsâ atıp da onu yılan gibi kımıldanır görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı (Dedik ki): "Ey Mûsâ! Korkma, benim huzurumda peygamberler korkmaz; 11. Ancak kim haksızlık ederse o başka. Sonra o da işlediği bir kötülük yerine bir iyilik ederse bilsin ki ben çok bağışlayıcıyım, çok merhametliyim. 12. Şimdi elini koynuna sok da kusursuz bembeyaz olarak çıksın. Dokuz mucize ile Firavun ve kavmine git. Çünkü onlar yoldan çıkımı bir kavim oldular." 13. Mucizelerimiz onların gözleri önüne serilince, "Bu, düpedüz bir sihirdir" dediler. 14, Mucizeleri açık ve kesin olarak görüp idrak ettikleri halde zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak! [9]



Tefsiri



7-14. Hz. Musa'nın kıssası çeşitli yerlerde çeşitli vesilelerle anlatılmaktadır. Burada anlatılanlar biraz daha genişçe ve farklı üslûplarla A'râf (7/104-136), Tâbi (20/9-98) ve Kasas (28/2-46) sûrelerinde de yer almıştır. Bu âyetlerin bağlamından ve bunlar üzerine yapılan yorumlardan anlaşıldığına göre bu olay Hz. Musa'nın ailesiyle birlikte Medyen'den Mısır'a yaptığı yolculuk esnasında soğuk bir gecede meydana gelmiştir, Müfessirler, Hz, Musa'nın ateş sandığı ışığın gerçekte ilâhî bir nur olduğunu belirtirler. [10] Ateşin, yani nurun bulunduğu yerde mübarek kılınandan maksat Hz. Mûsâ, çevresindekiler ise Cebrail ve o yeri aydınlatmakla görevli meleklerdir. [11] Mecazi anlamda ateş peygamberlere mahsus manevî aydınlanma olarak da yorumlanmıştır. [12] Buna göre ateşin içinde olan Mûsâ, çevresinde olanlar da ona İman edenlerdir. Zemahgerî'ye göre ateşten maksat onun bulunduğu yerdir. Burada mübarek kılınanlar ise Mûsâ ile o yerin çevresinde bulunan kutsal topraklardır (III, 137). 8. âyetin son bölümünde Allah'ın, sadece İsrâiloğullan'nın değil, âlemlerin, bütün insanlığın rabbi olduğu vurgulanmakta, 9. âyette ise Allah'ın mutlak galip ve hikmet sahibi olduğu belirtilerek tevhid mücadelesinde ancak O'na güvenip dayanmak gerektiğine işaret edilmektedir. [13]

11. âyet genel olarak, haksızlık ettikten sonra pişman olup tövbe eden kimselerin günahlarının bağışlanacağına, özel olarak da gençliğinde bir Mısırlıyı kaza sonucu öldürmüş olan Hz. Musa'nın bağışlanacağına işaret etmektedir. [14]

İlâhî mesajı Firavun'a tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ dokuz mucize ile desteklenmiştir. Bunlardan sadece ikisi yani asasının yılana dönüşmesi ve elini koynuna sokunca -sapasağlam olduğu halde- bembeyaz çıkması şeklindeki mucizeleri burada zikredilmiş, diğerleri ise başka sûrelerde anlatılmıştır. [15] Firavun ve onun ileri gelen adanılan, Hz. Mûsâ'mn gösterdiği mucizelerin insanları ikna ettiğini görüp kendileri bile bundan etkilenince şaşırıp kalmışlar; ancak iman etmeyi gurur ve kibirlerine yediremedikleri için inkâr yolunu tutup, mucizelerin düpedüz sihir olduğunu ileri sürmüşlerdir. [16]



Meali



15. Şüphesiz biz Davud'a da Süleyman'a da bir bilgi verdik. "Bizi, mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun!" dediler. 16. Süleyman Davud'un yerine geçti. Dedi ki: "Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden gerektiği kadar verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur." 17. Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları Süleyman'ın enirinde toplanmış, birlikte sevk ve idare ediliyordu. 18. Nihayet Karınca vadisine geldiklerinde, bîr karınca şöyle dedi: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!" 19. Onun bu sözünden dolayı Süleyman neşeyle gülümsedi ve "Ey rabbim, dedi, gerek bana gerekse ana babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının araşma kat." 20. Süleyman kuşları gözden geçirdi ve "Hüdhüdü niçin göremiyorum; yoksa kayıplara mı karıştı?" diye sordu. 21. "Ya bana açık bir gerekçe getirir veya onu şiddetle cezalandınnm ya da onu boğazlarım!" 22. Çok geçmeden hüdhüd gelip dedi ki:
"Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe' halkından sana kesin bir bilgi getirdim. 23. Onlan bir kadın hükümdarın yönettiğini gördüm; kendisine her imkân verilmiş; bir de muhteşem tahtı var. 24. Ancak onun ve halkının Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini de gördüm. Şeytan onlara yaptıklarım güzel göstermiş, böylece onlan yoldan alıkoymuş; bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar. 25. (Şeytan bunu) göklerde ve yerde gizli olanı açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler, diye yapmış. 26. Oysa büyük arşın sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur." 27. Süleyman da "Doğru mu söylüyorsun yoksa yalancılardan biri misin, göreceğiz. 28. Şu mektubumu götür, önlerine bırak, sonra onlardan biraz çekil de ne sonuca varacaklarına bak." 29- Sebe' melikesi (adamlarına) şöyle dedi: "Beyler! Bana çok önemli bir mektup gönderilmiş! 30. Mektup Süleyman'dan gelmekte, rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla başlamaktadır; 31. 'Bana üstünlük taslamayın, bana gelip teslim olun' denilmektedir." [17]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:16 am

TEFSİR

15. Dâvûd aleyhisselâm, İsrâiloğullan'na gönderilmiş bir peygamber ve hükümdardır. Kur'an'da ilmi, hikmeti, adaleti ve güzel konuşmayla meşhur olduğu bildirilmektedir. [18] Kendisine dört büyük kitaptan biri olan Zebur i
gönderilmiş, dağlar ve kuşlar emrine verilmiştir. [19] Süleyman da Dâvûd'un oğlu olup babası gibi İsrâiloğullan'na gönderilmiş bir peygamber ve hükümdardır. Yahudi literatüründe daha çok kral olarak tanınmaktadır. Hz. Musa'nın kıssası özet olarak verildikten sonra sûrenin ana konularından birini oluşturan Dâvûd aleyhisselâm İle oğlu Süleyman'ın kıssasına geçilmektedir. Taberî'ye göre babasına ve oğluna verilen bilgiden maksat her ikisinin de hayvanların dilinden anlamaları, kendi zamanlarında başkalarının bilgisi olmadığı alanlarda bilgi sahibi olmalarıdır (XIX, 87). Bilgi, nimetlerin en değerlisi olduğu için her iki peygamber de kendilerine lütfedilen bu nimet sayesinde mümin kulların birçoğundan üstün kılındıklarını ifade etmişlerdir. [20]



16. "Süleyman Davud'un yerine geçti" cümlesi, mal ve mülküne mirasçı olduğu anlamına gelmez; zira peygamberlerin bıraktığı mal sadakadır, ona mirasçı olunmaz.[21] O halde burada onun yerine geçmesinden maksat makam, ilim ve hikmet,peygamberlik ve hükümdarlık konularında ona mirasçı olmasıdır. [22]

"Bize kuş dili öğretildi" mealindeki cümle, Hz. Süleyman'ın, ilâhî bir mucize olarak kuşların dilini öğrendiğini ifade eder. Süleyman, kuşların yalnız sesleri veya hareketleriyle ifade ettikleri duygu ve eğilimlerini anlamakla kalmıyor, o duygulan idare eden ilâhî yasaları da biliyordu. Böylece onların öterek Allah Te-âlâ'yı teşbih ve tazim ettiklerini anladığı gibi, onları idaresi altına alarak kendine has teşkilâtıyla ordusunda hizmette de kullanıyordu. [23]

"Bize her şeyden gerektiği kadar verildi" cümlesi, verilen nimetlerin çokluğunu yani sahip olduğu ilim, hikmet, peygamberlik ve malı; cinler, insanlar, kuşlar, rüzgârlar, evcil ve yabani hayvanlara hükmedebilmeyi, göklerle yer arasında kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi ifade eder . [24] Süleyman aleyhi sselâm Allah'ın lütfettiği bu imkânlardan faydalanarak hem peygamberlik hem de hükümdarlık görevlerini yerine getirmiştir.

Bu âyetin üslûbundan Hz. Süleyman'ın bu sözleri, büyük bir topluluğa hitap ederken söylediği, bununla insanların kendisine itaatini sağlamayı amaçladığı anlaşılmaktadır. [25]



17-30. Cin "ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve kötüleri bulunan varlık" anlamına gelir. [26] 17. âyetten Hz. Süleyman'ın cinlerle de irtibat kurduğu; ordusunun cinler, İnsanlar ve kuşlar olmak üzere üç sınıftan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Cinleri gizli işlerde, insanları ülke savunmasında ve düşmana karşı savaşta, kuşla-r. da haberleşme, su bulma vb. hizmetlerde istihdam ediyordu. [27] Tefsirlerde Karınca vadisinin Şam bölgesinde veya Tâif te yahut Yemen'de karinemi çok olan bir yerin adı olduğu bildirilmektedir. [28] Bununla birlikte, böyle muayyen bîr mekan olmayıp çok sayıda karıncanın bulunduğu herhangi bir yer de olabilir. Âyet, toplu halde yaşadığı bilinen karıncaların aynı zamanda bir topluluk düzeni içinde hareket ettiklerini de ifade eder. Süleyman üç sınıftan oludan ordusunu düzenli bir şekilde yönetirken Karınca vadisi denilen yere gelmiş ve burayı geçerken de karıncaların başkanının onlara verdiği emri işitmiş, anlamış ve neşelenerek gülümsemİş, bütün bu nimetlerden dolayı rabbine şükür ve niyazını arzetmiştir.

Hüdhüd, çavuş kuşu denilen ve kendisine özgü nağmelerle öten bir kuş türünün adıdır. Bu âyette zikredilen hüdhüdün ise Süleyman'ın emrine verilmiş özel bir yaratık olduğu anlaşılmaktadır. [29].Sebe' (Saba), aslında bir hanedan veya kabile İsmi olup sonradan Yemen'de-ki Sebe' Devleti'nin ve başşehri Me'rib'in adı olmuştur. [30]

Tefsirler Hz. Süleyman'ın hüdhüdü bilhassa çöllerde su bulmada istihdam ettiğini belirtiyorlar. Bir gün konakladığı susuz bir çölde kuşları teftiş etmiş, su bulmak İçin görevlendireceği hüdhüdün ortadan kaybolduğunu anlayınca kızmış ve mazeretini gösteren bir delil getirmediği takdirde onu âyette belirtilen ceza şekillerinden biriyle cezalandıracağını ifade etmiştir. [31] Hüdhiid çok geçmeden gelip Sebe' ülkesinden Hz. Süleyman'a bilgi getirdiğini, orada bir kraliçenin yönetimindeki milletin, şeytana uyarak güneşe taptığını haber vermiştir. [32] 22. âyette, ilim ve hikmet sahibi olmasına rağmen Hz. Süleyman'ın bilmediği bir şeyi herhangi bir hayvanın bilebileceği hatırlatılmaktadır. [33]Ayrıca bu âyet, bilgili kimselere arız olabilecek kendini beğenme duygusuna karşı insanı dikkatli olmaya çağıran bir uyandır. [34]

Müfessirler Sebe' ülkesinde hükümdar olan ve Kur'an'da adı anılmaksızm bahsi geçen kadının Belkıs bint Şürahbil olduğunu kaydetmektedirler. [35] Ancak kaynaklarda Yelkame bint el-Yeşrah b. Haris veya Belbs bint el-Hedahid b. Şürahbil, bir Habeş efsanesine göre Mâkedâ adlarıyla anıldığı da bildirilmiştir. Belkıs'ın kimliği hakkında kesin bilgi verilmemekle birlikte tarihçiler onun milâttan önce X. yüzyılda yaşamış, Hz. Süleyman'la çağdaş bir Arap kraliçesi olduğunu söylemişlerdir. [36] Süleyman aleyhisselâm, hüdhüdün sözünün doğru olup olmadığını anlamak için yazdığı bir mektubu kraliçeye götürüp sonuçtan kendisini haberdar etmesini hüdhüde emretti. Mektubun besmele İle başlaması ve Sebe' halkının Süleyman'a teslim olmalarını istemesi davetin hem siyasî hem de dinî olduğunu göstermektedir. [37]



Meali



32. Melike şöyle dedi: "Beyler, içinde bulunduğum durum hakkında bana görüşünüzü açıklayınız. Sizin görüşünüzü almadan asla bir işe kesin karar vermem." 33. Şu cevabı verdiler: "Biz güçlüyüz, zorlu savaşçılarız, yine de yetki senindir; artık ne buyuracağını sen düşün." 34. Melike şöyle dedi: "Krallar bir ülkeye girdiler mi, oranın altını üstüne getirirler ve halkının ulularını zelil duruma düşürürler. Bunlar da öyle yapacaklardır. 35. Ben bunlara bir hediye göndereceğim, sonra bakacağım elçiler ne ile dönecekler?" 36, (Elçiler) Süleyman'a geldiklerinde o şöyle dedi: "Siz bana mal yardımı mı yapıyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha değerlidir. Hayır, hayır! Hediyenizle ancak siz sevinirsiniz. 37. (Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki asla karşı koyamayacaktan ordularla üzerlerine gelir, muhakkak surette onları yenilmiş ve küçük düşürülmüş olarak oradan çıkarırız!" 38. (Danışmanlarına dönerek) "Beyler! Onlar boyun eğerek bana gelmeden önce hanginiz o melikenin tahtmı bana getirebilirsiniz?" diye sordu. 39. Cinlerden bir bu işe gücüm yeter, ben güvenilir biriyim" dedi. 40. Kitaptan bir bilgisi olan ise ''Ben onu sen göz açıp kapayıncaya kadar getiririm" diye cevap verdi. Süleyman, tahtı yanı başına yerleşmiş olarak görünce şöyle dedi: "Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan rabbimin bir lütfudıır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, kerem sahibidir." 41. "Onun tahtını tanı-yamayacağı bir hale getiriniz; bakalım gerçeği anlayacak mı yoksa anlamıyan-lardan mı olacak?" dedi. 42. Melike geldiğinde, "Senin tahtın da böyle mi? diye soruldu. "Tıpkı onun gibi" dedi. "Bize bundan Önce bilgi verilmişti ve biz de boyun eğmiştik" 43. Onu, daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler saptırmıştı. Çünkü o inkarcı bir kavimdendi. 44. Ona, **Köşke gir" dendi. Melike salonu görünce onu oraya toplanmış su sandı ve eteğini topladı. Süleyman, "Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir" diye uyardı. Melike, "Rabbinı, ben gerçekten kendime zulmetmişim! Artık Süleyman'la beraber âlemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum" dedi. [38]



Tefsiri



32-35. Süleyman aleyhisselâmın mektubunu alan melike devlet ileri gelenlerini toplayarak mektubun içeriği hakkında bilgi vermiş, ne yapmaları gerektiği konusunda kendileriyle istişarede bulunmuştur. Danışmanları ülkenin savaş gücü hakkında bilgi verdikten sonra nihaî kararın melikeye ait olduğunu ifade etmişlerdir. Melike, savaşın başarısızlıkla neticelenmesi durumunda düşman istilâsının kötü sonuçlarını anlatarak meseleyi barış yoluyla çözmenin daha uygun olacağını ifade etmiş, barıştan yana olduğunu göstermek üzere Hz. Süleyman'a hediyeler göndermiş ve sonunu beklemiştir. [39]



36-40. Peygamberin görevi insanlarla savaşarak ganimet elde etmek veya savaş tehdidiyle hediye almak değil, Allah'ın dinini tebliğ etmek, insanların sapkın inançlardan kurtulmalarının yolunu açmak olduğu için Hz. Süleyman, melikenin gönderdiği hediyelere iltifat etmemiş ve teslim olmadıkları takdirde karşı koyamayacakları ordularla üzerlerine gideceğini söyleyerek onları tehdit etmiştir.

Elçiler dönüp durumu kraliçeye anlatınca kraliçe maiyetindeki ileri gelenlerle birlikte Hz. Süleyman'ı ziyaret edip onun dini hakkında bilgi almak üzere harekete geçmiştir. Öte yandan Hz. Süleyman'a bu bilgi ulaşmış (âyet 42), o da kraliçe gelip teslim olmadan önce onun tahtım getirmelerini yanındaki görevlilerden istemiştir.

39. âyette geçen ifrit, "güçlü, kuvvetli, yaramaz, ele avuca sığmaz kimse" demektir. Sıfat olarak cinler için kullanıldığı gibi insanlar için de kullanılır. [40] "Kitap ilmine sahip olan biri"nin kimliği hakkında farklı rivayetler vardır. "Bir melek, bir insan, Hızır, Süleyman'ın veziri Âsaf b. Berhiyâ" veya "Süleyman'ın kendisi" denilmiştir. Râzî gerekçelerini de açıklayarak Süleyman'ın kendisi olduğunu söyleyen görüşü tercih etmektedir (XXIV, 197-198). [41]



41-44. Rivayete göre Hz. Süleyman Allah'ın kendisine lütfettiği mucize ve nimetleri melikeye göstermek amacıyla büyük bir saray yaptırmış, camdan yapılmış olan tabanını havuz görünümüne sokmuş ve melikenin tahtını buraya yerleştirmiştir. [42] Sarayın tabanının su şekline sokulması, tahtın tanınmasının güç hale getirilmesi melikeyi sarsmak, kendine ve ihtişamına güvenini zayıflatmak, onu büyük bir manevî değişime hazırlamak için olmalıdır.

"Bize bundan önce bilgi verilmişti ve biz de boyun eğmişizdir" cümlesinin kime ait olduğuna dair farklı görüşler vardır: a) Bu söz kraliçeye aittir. Kraliçe ve çevresi bu mucizeden önce hüdhüdün getirdiği mektup vb. diğer yollarla Hz. Süleyman'ın peygamber olduğuna dair sağlam bilgi elde etmiş ve ona boyun eğmişlerdir. b) Söz Süleyman'a aittir. Bu takdirde meali şöyle olmalıdır: "Bize kraliçeden önce bilgi verilmişti ve biz de boyun eğmişizdir." Süleyman aleyhisselâm bu sözüyle kraliçe gelmeden önce onun müslüman olduğu ve gönüllü olarak geldiği hakkında bilgi edindiğini ifade etmektedir, c) Bu söz Süleyman'ın kavmine aittir.

Melikenin Hz. Süleyman'ı ve sarayını gördükten, bazı bilgiler de aldıktan sonra söylediği söz, yukarıdaki ifadenin ona değil, Hz. Süleyman'a ait olduğuna bir karine teşkil etmektedir.

Belkıs'ın Süleyman aleyhisselâmı ziyareti konusunda Kitâb-ı Mukaddes de uzlaşır bilgiler vermektedir. Ancak oradaki bilgilere göre Belkıs, Allah'ın iiraymasından dolayı şöhreti her tarafta duyulan Hz. Süleyman'ı bizzat görmek, serçst peygamber olup olmadığını anlamak üzere büyük bir kafile ve değerli he-diyeLede Kudüs'e gelmiştir. Ziyareti esnasında Hz. Süleyman'a sorduğu, karşılığı yalnız kendince bilinen her sorunun cevabını almış, sonunda onun bilgisinin derinliğine, tudrecnin büyüklüğüne inanmış; Allah'ın birliğine iman ettikten sonra ülkesine dönmüştür[43]Yukarıda Nec-câr'dan naklettiğimiz rivayette de ziyaretin Kudüs'te gerçekleştiği ifade edilmiştir. [44]



Meali



45. Semûd kavmine, "Allah'a kulluk edin" demesi için kardeşleri Salih'i gönderdik. Ama hemen birbiriyle çekişen iki grup oluverdiler. 46. Salih, "Ey kavmim, dedi, irilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz; size merhamet edilmesi için Allah'tan bağış dikseniz olmaz mı?" 47. Şöyle cevap verdiler: "Sen ve beraberindekiler bize uğursuz geldiniz." Sâtih, "Uğursuzluğunuz Allah'ın elindedir. Doğrusu siz imtihana çekilen bir topluluksunuz" dedi. 48.0 şehirde dokuz elebaşı vardı; bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyor, iyileştirme ve düzeltme cihetine gitmiyorlardi. 49. Allah'a and içerek aralarında şöyle konuştular: "Gece baskınıyla onu ve ailesini öldürelim, sonra velisine, "Biz Salih ailesinin öldürülmesi sırasında orada değildik, gerçekten doğru söylüyoruz" diyelim. 50. Onlar böyle bir tuzak kurdular, biz de kendileri farkında obuadan bir plan kurduk. 51. Bak işte tuzaklarının sonu ne oldu: Onları da kavimlerini de (nasıl) toptan helak ettik! 52, İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda ibret vardır. 53, İman edip Allah'a karşı gelmekten sakınanları ise o felâketten kurtardık. [45]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:16 am

Tefsiri



45-53. Semûd kavmi ve Salih peygamber hakkında daha önce ilgili yerlerde bilgi verilmişti. [46] Müfessirler, 45. âyette birbiriyle çekiştiği bildirilen iki gruptan birinin Salih peygambere iman eden güçsüzler ve zayıflar, diğerinin ise ona inanmayan güçlü, mağrur kimseler olduğunu belirtmişlerdir. [47] 48. âyette geçen şehirden maksat Hz. Salih'in yaşadığı ve peygamber olarak görev yaptığı Hicr şehridir. [48] Bu şehirdeki dokuz elebaşından oluşan bir grup, geceleyin bir baskınla, uğursuz saydıkları Salih aleyhisselâm ve ailesini öldürüp yok etmeyi planlamışlardır. [49] kan davasında bulunacak olan akrabasına da "Biz Salih ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik" veya farklı kıraate göre "Onun ailesini kimin öldürdüğünü görmedik" demeyi planlamıştır. Onlar bu planlan kurarlarken Salih kendisine inananlarla birlikte yurdu terkedip kurtulmuş, Semûd kavmi ise şiddetli bir depremle yok olup gitmiştir. [50]

Bu kıssada Hz. Peygamber için bir teselli, Kureyş müşrikleri için de bir ikaz vardır. Çünkü Semûd kavminin Salih peygamber hakkında düşündüklerinin aynını Kureyşliler Hz. Peygamber hakkında düşünmüşler ve onu yok etme teşebbüsünde bulunmuşlardır. [51]



Meali



54-55. Lût'u da hatırla! o kavmine, "Göz göre göre hâlâ o hayasızlığı yapacak mısınız? Gerçekten siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yönetiyorsunuz? Doğrusu siz değerleri bilmez cahil bir topluluksunuz" demişti. 56. Fakat kavminin cevabı sadece, "Lût ailesini ülkenizden çıkarın; onlar temiz kalmaya çalışan insanlarmış!" demekten ibaret oldu. 57. Bunun üzerine onu ve karısı dışında kalan ailesini kurtardık. Karısının geride kalanlardan olmasını takdir ettik, 58. Onların üzerine müthiş bir yağmur indirdik; önceden uyarılmış olanların yağmuru ne korkunç oldu! [52]



Tefsiri



54-58. Birçok kötülükleri yanında homoseksüellik gîbi iğrenç bir ilişkiye alışmış olan ve peygamberin uyarılarına kulak vermeyen bir topluluğun nasıl helak edildiği anlatılarak insanların bu tür kötülüklerden sakınmaları istenmektedir. 58. âyette bu kavmin başına yağdığı bildirilen müthiş yağmurun taş yağmuru olduğu Hûd sûresinin 82. âyetinde bildirilmiştir. [53]



Meali



59. De ki: "Hamd olsun Allah'a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı daha hayırlı yoksa O'na koştukları ortaklar mı? 60. Peki gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren kim? Biz o suyla, sizin bir tek ağacını bile bitiremeyeceğiniz güzel güzel bahçeler, bağlar yetiştirmekteyiz. Allah'tan başka tanrı mı! Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur. 61. Peki yeryüzünü yerleşmeye elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, yerde sarsılmaz dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan kim? Allah'tan başka bir tanrı mı? Doğrusu onların çoğu gerçeği bilmiyorlar. 62. Peki darda kalanın kendisine yalvardığı zaman imdadına yetişen, sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün yöneticileri yapan kim? Allah'tan başka bir tanrı mı? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz! 63. Peki karaların ve denizlerin karanlıkları içinde yol bulmanızı sağlayan, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen kim? Allah'tan başka bir tanrı mı? Allah, onların ortak koştuklarından çok yücedir, münezzehtir, 64. Peki ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve size hem gökten hem yerden nzık veren kim? Allah'tan başka bir tanrı mı? De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız kesin delilinizi getirin bakalım!"

65. De ki: "Allah'tan başka göklerde olsun yerde olsun hiç kimse gaybı bilemez." Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler. 66. Hayır; onlann âhi-ret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır; dahası, bu hususta şüphe içindedirler; bunun da ötesinde onlar âhiretten yana kördürler. [54]



Tefsiri



59-62. Sûrenin başından buraya kadar anlatılan kıssalarda peygamberlerin ve getirdikleri mesajın önemi vurgulandıktan sonra bu âyetlerde de Allah'ın varlığı, birliği ve sonsuz kudretini gösteren kozmik deliller sıralanmakta, müşriklerin âhi-ret hakkındaki inanç ve tutumları tenkit edilmektedir. 59. âyette Allah, Hz. Pey-gamber'e bu âyetleri okumaya başlarken kendisine lütfettiği peygamberlik ve diğer nimetlerinden dolayı Allah'a hamd etmesini ve davetini tebliğ etmesi için seçtiği peygamberlere salâtü selâm getirmesini emretmektedir. Şevkânî, âyette geçen " Allah'ın seçkin kıldığı kullar" İfadesini genel anlamda yorumlar ve hem peygamberlerin hem de onlara iman eden müminlerin bu zümreye girdiğini söyler (IV, 141). Yazılı veya sözlü herhangi bir hitabede bulunurken sözün başında Allah'a hamd etme, bu buyruğa dayalı olarak Hz. Peygamber'e ve ailesine salâtü selâm getirme geleneği zamanımıza kadar devam etmiştir.

61. âyette iki deniz arasına konulduğu bildirilen engelden maksat, tuzluluk oranı farklı denizleri birbirinden ayıran sınırdır. Özgül ağırlığı farklı olan yani birinin suyu diğerine nispetle daha tuzlu olan iki su kütlesi yan yana durdukları halde aralarında görünmeyen bir perde varmış gibi birbirine karışmamakta ve birle-şİmlerindeki farklılık değişmemektedir. Bununla beraber "deniz" anlamında çevirdiğimiz bahr kelimesi Kur'an'da yer yer nehir veya büyük su kütlesi için de kullanılmaktadır. Buna göre âyette tatlı suların tuzlu sulara karışmadığı belirtilmiş olur. Bu da Allah'ın kudretini gösteren delillerdendir. [55]

Önceki âyetlerde Allah'ın kudretini göstermek için dış âlemden deliller getirilmişti; 62, âyette ise Allah'ın insanlar üzerindeki iki türlü tasarrufundan bahsedilerek kudretinin sonsuzluğuna delil getirilmektedir. Bunlar: a) Allah'ın, ihtiyaçtan dolayı kendisine dua edenin duasını kabul edip imdadına yetişmesi, sıkıntıları gidermesi ve insanı bunlardan koruması; b) İnsanları yeryüzünün yöneticileri yapması veya nesilleri birbirinin ardından getirerek yeryüzünün sahipleri kılmasıdır. [56]



63. İnsanların karada ve denizde gece karanlığında yolculuk yaparken yönlerini tayin etmelerine elverişli olarak yaratılmış olan yıldızlar, bunlardan faydalanacak özellikte yaratılmış olan insan zekâsı[57] aynca denizlerden buharlaşan suyu kara parçalarının içlerine kadar götürüp oralarda yağmur veya kar olarak yağmasını sağlayan ve bu yağmurların (rahmet) müjdecisi olan rüzgâr, işte bütün bunlar Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretinin büyüklüğünü gösteren kev-nî delillerdendir. [58]



64. Diğerleri yanında varlığın, oluşun ve hayatın başlaması, devam etmesi ve yaratılışın yenilenmesi de Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren delillerdendir. [59] Müşrikler, evrenin Allah tarafından yoktan yaratılıp yönetildiğine, Allah'ın gökten yağmur yağdırıp onunla yeryüzüne hayat verdiğine ve buradan canlıları nzıklandırdığına inanıyor fakat öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlardı. Kendisini Allah'ın yaratmış olduğunu itiraf eden insan, bir soru yöneltilerek düşünmeye sevkedilmekte ve kendisinin öldükten sonra yeniden diriltebileceğine de iman etmeye çağrılmaktadır.

"Kesin delil" diye çevirdiğimiz burhan kelimesi "akıl, işaret, ve alâmet" anlamlarına da gelir. Burada Allah'a ortak koşanların bu iddialarının doğruluğunu ispatlayacak kesin delil getirmeleri istendiği için bu şekilde tercüme edilmiştir. [60]



65-66. Rivayete göre putperestler, Resûlullah'ın peygamberliğini reddetmek için ona kıyametin ne zaman kopacağına dair bir soru yöneltmişler; bunun üzerine inen âyette kıyametin gayb olaylarından olduğu, Allah'tan başka kimsenin onu bilemeyeceği açıklanmıştır. [61] Âhiret hayatı insanın bu dünyada algılayabileceği alanın ötesinde yer alan bir gerçek olduğu için insanlar onu bilemez ve tam olarak tasavvur edemezler. Ancak 66. âyette putperest Araplar'ın bu bilgisizliği, kuşkuculuğa, hatta inkâra kadar götürdükleri bildirilmektedir. Ama onlar, âhirette gerçekle karşı karsıya geldiklerinde bilgileri tamamlanacaktır. Bu sebeple Kur'an, ölümden sonraki hayat hakkında bilgi verirken genellikle temsilî bir üslûp kullanmaktadır. "Onlar âhiretten yana kördürler" cümlesi, inkarcıların, âhiret hayatının ilâhî ilimdeki yaratma planının mantıkî bir sonucu olduğu gerçeğini idrakten âciz bulunduklarını İfade eder. Hakkıyla düşünselerdî insandaki sorumluluk ve adalet duygusu ve düşüncesinin ancak mutlak adaletin tecelli edeceği bir âhiret hesabı ve mahkemesiyle anlam kazanacağını, yerine oturacağını anlarlardı. Müfessirler "Hayır, onların âhiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır" mealindeki cümlede geçen ve "yetersiz kalmıştır" anlamına gelen "iddâreke" fiilinin farklı kıraatine göre cümleye şöyle de mâna vermişlerdir: "Hayır, onların âhiret hayatı hakkında bilgileri yoktur.[62]



Meali



67. İnkarcılar dediler ki: "Sahi, biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı diriltilip (hayat alanına) çıkarılacak

mışız? 68. Doğrusu bu tehdit bize yapıldığı gibi daha önce atalarımıza da yapılmıştı. Ama bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." 69. De ki: "Yeryüzünde dolaşın da günahkârların sonu nice oldu, görün!" 70. Sen de onların yüzünden üzülme, tuzak kurmalarından dolayı da canım sıkma. 71. "Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" diye soruyorlar. 72. De ki: "Çabucak gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı belki de tepenize inmek üzeredir." 73. Şüphesiz rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir; fakat onların çoğu şükretmezler. 74. Rabbin onların kalplerinde gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette bilir. 75. Gökte ve yerde gözlerden gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yer almasın. 76. Doğrusu bu Kur'an, İsrâilo-ğuUarı'na, üzerinde anlaşamadıkları pek çok şeyi açıklamaktadır. 77. Şüphesiz o, müminler için bir hidayet rehberi ve bir rahmettir. 78. Gerçek şu ki rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O çok güçlüdür, her şeyi bilmektedir. 79.0 halde sen Allah'a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık hakikat üzeresin. 80. Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. 81. Sen körleri yanlış yoldan doğruya yönlendiremezsin. Sen (çağrım) ancak âyetlerimize inanıp teslim olanlara duyurabilirsin. 82. Söylenen (kıyamet) başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir yaratık çıkarırız da insanların âyetlerimize kesin bir şekilde iman etmedikleri konusunda onlarla konuşur. [63]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:17 am

Tefsiri



67-72. Âhiretin inkârı ve inkarcıların çeşitli oyunları son peygamberin muhataplarına özgü değildir; bütün peygamberler bu inkârla karşılaşmış, her şeye rağmen görevlerini yapmış, ilâhî adalet ve irade yerini bulmuştur. Şu halde son mesajın tebliğcisi de gördüğü tepkilere fazla üziitmemeli, canını sıkmamalıdır. Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in uyarılarına rağmen müşrikler âhiret hayatını inkâr etmekle yetinmeyip alaylı ifadelerle o hayatın ne zaman geleceğini sormaktadırlar. 72. âyette Hz. Peygamber'in bu soruya nasıl cevap vermesi gerektiği bildiriliyor. Genellikle müfessirler bu.âyette müşriklerin tepesine inmek üzere olduğu bildirilen azabı Bedir Savaşı'nda başlarına gelen ölüm ve esaret olarak yorumlamışlardır. [64]



75. "Apaçık kitap" ifadesi, "ana kitap, levh-i mahfuz veya Allah'ın ilmi" olarak yorumlamıştır. [65] Mu-hammed Esed ise "Allah'ın, yarattığı âlem İçin koyduğu yasalar ve ilkeler örgüsü" olarak tercüme etmiştir (II, 775). [66]



76-78. "İsrâiloğulları" ifadesi hem yahudileri hem de hıristiyanları içermektedir. [67] Zira her iki grup da Eski Ahid'e bağlı oldukları halde orada daha önce açıkça ortaya konmuş olan birçok temel gerçek üzerinde sonradan ayrılığa düşmüşler, neticede birbirlerini yalanlamış hatta lânet-lemİşlerdir. Kur'an'ın mesajı evrensel olmakla birlikte Ehli kitabın inanç ve kültürlerinin insanlığın büyük bir kısmı üzerindeki etkisinden dolayı açıklamanın İs-râiloğullan'na yapıldığı söylenmiştir. Kur'an'ın, İsrâiloğulları'nm İhtilâf ettiği meselelerin hepsini değil de çoğunu açıklamış olması, ihtilâf konusu bazı meselelerin âhİrette açıklanacağına[68] bazılarının ise açıklanmasına ihtiyaç bulunmadığına işaret etmektedir. [69]

Kur'an tüm insanlığa doğru yolu gösteren bir kılavuz, onları her türlü kötülükten ve bunun neticesi olan azaptan koruyan bir rahmet olmakla birlikte inanmayanlar onun hidayetinden faydalanamadıklarından dolayı 77. âyette Kur'an sadece "müminler için bir hidayet rehberi ve bir rahmet" olarak tanıtılmıştır. Yukarıda da işaret edildiği üzere gerek Hz. Peygamber'i yalancılıkla itham edenler hakkında gerekse Ehl-i kitabın bu dünyada ihtilâfa düşüp birbirlerini yalanladıkları konularda Allah âhirette gereken açıklamayı yapacak, hikmet ve adaletiyle aralarında hükmünü verecektir. [70]



79-81. İnkarcıların haksız ve inatçı tutumları karşısında Hz. Peygamber teselli edilmekte, gittiği yol doğru ve apaçık olduğu için ümitsizliğe kapılmaması ve Allah'a dayanıp güvenmesi tavsiye edilmektedir. Bununla birlikte inanmayanları Allah Teâlâ 80. âyette ölü ve sağırlara, 81. âyette ise yolunu yitirmiş körlere benzetmektedir. Çünkü duyularım ve aklını amaçlarına uygun olarak kullanmayanın bunlardan yoksun olandan farkı yoktur. [71]



82. "Söylenen"den maksat, 71. âyette ne zaman meydana geleceği sonılan kıyamettir. [72] Nitekim bir sonraki âyette de kıyamet kopmadan önce meydana gelecek olaylar açıklanmaktadır. "Yerden bir yaratık" diye çevrilen ve insanlarla konuşacağı bildirilen dâbbetü'1-arz, tefsirlerdeki bilgilere göre kıyametin yaklaştığını bildiren büyük alâmetlerden biri olarak ortaya çıkacak olan garip bir yaratıktır. Hadislerde bildirildiğine göre inkarcıların, öncekilerin masalları olarak gördükleri ne varsa hepsinin meydana geleceği ve gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacağı kıyamet günü yaklaştığında bunun bir alâmeti olarak "dâb-betü'1-arz" ortaya çıkacaktır. [73] İs-lâmî kaynaklarda dâbbetü'1-arz ile ilgili olarak bazı ayrıntılar olmakla birlikte bunun tek bir hayvan mı yoksa yeryüzünü kaplayacak bir hayvan türü mü veya bunun temsilî bir anlatım mı olduğu hususu açık değildir. Dâbbetü'l-arzın çıkacağı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmekle beraber, onun mahiyeti, ne zaman, nerede ve nasıl çıkacağıyla ilgili ayrıntılara dair bilgilerin çoğu sağlam rivayetlere dayanmamaktadır. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgileri özetleyen Râzî kendi kanaatini şöyle ifade eder: "Şunu bilmelisin ki Kur'an'da bu hususların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber'den sahih bir haber gelmişse kabul edilir, değilse hiçbir açıklama dikkate alınmaz" (XXIV, 218). Bu sebeple dâbbetü'l-arza Kur'an'da işaret edildiği şekliyle inanıp ondan ötesine gaybî mesele olarak bakmak ve bunu kıyamet alâmetlerinin hikmetleri içerisinde değerlendirmek gerekir[74] Dâbbetü'1-arz kavramının yeryüzündeki bütün İnsanları kapsamayan, belli olumsuz şartların ortaya çıkması halinde sadece belli yerlerde vuku bulan veya vuku bulacak olan sosyal bir sarsıntıyı sembolize ettiğini düşünenler de vardır. [75]



Meali



83.0 gün her ümmet içinden, âyetlerimizi yalan sayan grupları bir araya getiririz. Onlar düzenli bir şekilde (hesap yerine) sevkedilirler. 84. Nihayet oraya geldikleri zaman Allah buyurur: "Siz benim âyetlerimi, ne olduğunu kavramadan yalan saydınız öyle mi? Değilse yaptığınız neydi?" 85. Zulme saptıkları için kendileri hakkındaki söz gerçekleşmiştir; artık konuşamazlar. 86. Dinlensinler diye geceyi yarattığımızı, gündüzü de aydınlık kıldığımızı görmediler miydi? İman eden bir kavim için elbette bunda ibretler vardır, 87. Sûrun üflendiği gün, Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde bulunanlar dehşete kapılır, hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler. 88. Dağları görür, onların durduğunu sanırsın; oysa bulutlar gibi hareket ederler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır. 89. Kim (ilâhî huzura) iyilikle gelirse ona daha iyisi verilir; o gün onlar kıyamet dehşetinden de etkilenmezler. 90. Ama kimler de kötülükle gelirse işte onlar yüzüstü cehenneme atılırlar. Yaptıklarınızın karşılığından başkasını mı göreceksiniz? 91-92. De ki: "Bana, dokunulmaz kıldığı bu şehrin rabbine, yalnız O'na kulluk etmem emredildi; zaten her şey O'na aittir. Bir de bana müslümanlardan olma ve Kıır'an okuma emri verildi." Artık kim doğru yola gelirse yalnız kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa ona de ki: "Ben sadece uyarıcılardanım," 93. Ve şunu da söyle: "Hamd Allah'a mahsustur. O, işaretlerini size gösterecek, siz de onlan görüp tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir. [76]



Tefsiri



83-86. Bu ve devamındaki âyetlerde kıyamet hallerinden bir kesit verilmektedir. Bu âyetlere getirilen yorumlara göre kıyamet gününde mahlûkatm diriltilip mahşer yerinde toplandığı gün her ümmetin İçinden dünyada peygamberleri yalancılıkla itham edip Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olanlar {veya bumann liderleri) çıkarılarak başka bir yerde toplanacak ve özel olarak hesaba çekileceklerdir. Dünyada Allah'ın kevnî ve vahyî âyetleri üzerinde düşünmeden O'na ortak koşmaları ve bunun sonucu olarak Allah'a ve kullarına karşı işlemiş oldukları haksızlıklar sebebiyle ağır bir şekilde cezaya çarptırılacaklardır. [77] Elmalılı Muhammed Hamdi ise bu âyetlerin dâbbe-tü'l-arz olayını anlatan âyetin hemen ardından geldiğini dikkate alarak bu olayın kıyâmet-i kübrâdan önce meydana gelecek küçük veya orta bir kıyamet olduğunu söylemektedir (V, 3705). [78]



87. Sözlüklerde "üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru" diye açıklanan sûr, geleneksel İslâmî İnanca göre dört büyük melekten biri olan İsrafil'in kıyamet gününde biri bütün canlıların Ölmesi, diğeri ise tekrar dirilip kabirlerden kalkması için iki defa üfleyeceği çok güçlü ve alışılmadık bir ses çıkaran borudur. Sûrun İki defa üfleneceği kanaatinde olan müfessîrlere göre bu âyette haber verilen üfleme birinci, yani bütün canlıların ölmesini sağlayacak olan üflemedir. Üç defa üfleneceği kanaatinde olanlara göre ise bu üfleme, korkutma üflemesidir; bundan sonra öldürme üflemesi, onun ardından da yeniden diriltme üflemesi gelecektir. [79]



88. Bazı müfessirler bu âyeti dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne İşaret olarak değerlendirmişledir[80] Yine bazı tefsircilere göre bu vakıa, kıyametin ilahî kudretle kopacağının delilidir. Dünya gibi büyük bir kütleyi uzay boşluğunda yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde ve bulutlar gibi yürüten sonsuz kudret, zamanı geldiğinde bu dünyayı başka bir âleme dönüştürebilecek bilgi ve kudrete sahiptir ve bunu yapacaktır. Nitekim müfessirler sûrun üflenmasinden sonra Allah Teâlâ'nın dağlan yok ederek yeryüzünü başka bir âleme dönüştüreceğini ifade etmişlerdir. [81] "Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır" cümlesi, sadece dünyanın ve dağların değil evrendeki her şeyin Allah'ın ilmi, kudreti ve sanatıyla mükemmel bir şekilde yaratıldığını ve yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde idare edildiğini, hiçbir şeyin tesadüfe bırakılmadığını İfade etmektedir. "Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır" mealindeki son cümle ise bu değişimin meydana geldiği kıyamet gününde Allah Teâlâ'nın insanları dünyada yaptıklarından hesaba çekeceğine işaret etmektedir. Nitekim bundan sonra gelen âyetler de bu yorumu destekler mahiyettedir. [82]



89-90. Dünya hayatında yapılanların âhirette karşılıksız kalmayacağı, ceza veya mükâfata lâyık olarak tanımlanan şeyin, dünya hayatında ortaya konan iyi yada kötü tutum ve davranışların tabii sonucundan başka bir şey ifade edilmektedir. Nitekim 89. âyet, kişilerin birey veya toplum olarak yaptıkları iyi eylemlerin bir sonucu olmak üzere kendilerine âhirette daha iyisinin verileceğini ve orada huzur ve güven içerisinde bulunacaklarını bildirirken, 90. âyet dünyada sadece kötü İşler yapanların veya kötülükleri iyiliklerinden fazla olanların[83]âhirette yüzüstü cehenneme sürükleneceklerini haber vermektedir. [84]



91-92. Allah'ın birliği, vahiy, peygamberlik ve öldükten sonra dirilme gibi ana konuların ele alındığı Nemi sûresinin bu âyetlerinde dinin özü ve amacı, Hz. Peygamber'in şahsında insanlara anlatılmakta, Mekke şehrini harem bölgesi (dokunulmazlık alanı) kılan bir tek Allah'a kulluk etmeleri, O'na teslim olduklarını açıklamaları ve insanlara Kur'an okumaları emredilmektedir. Allah Teâlâ, o dönemde can güvenliğinin bulunmadığı Arap yarımadasında inşa edildiği günden itibaren Kabe'yi müminlerin kıblesi yapmış, Mekke'de kan dökme, zulmetme, avlanma ve bitkileri koparma gibi eylemler konusunda yasaklar koymuş; bu şehri emniyetli, saygın ve dokunulmaz (harem) bir şehir haline getirmiştir. Arap yarımadasının her tarafında insanlar kan akıtırken Mekkelİler gerek buranın saygınlığından, gerekse güvenli bir belde oluşundan geniş olarak faydalanmışlardır. 92. âyet şu yalın gerçeği de hatırlatmaktadır: İnsanlara maddî nimetler bahşeden, kitap ve peygamber göndererek doğru yolu bulmalarına yardım eden Allah'ın, insanların doğru veya eğri yolu tutmalarından bir menfaati yoktur; bunun faydası ve zaran kullara aittir. [85]



93. Allah'ın göstereceği işaretlerden maksat, O'nun birliğini ve kudretini gösteren gerek dış dünyadaki gerekse insanın kendi varlığındaki delillerdir. [86] Sûrenin bu son âyetin son cümlesi ile Hz. Peygamber teselli edilmekte, müşrikler ise uyarılmaktadır. [87]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:17 am

26

Şu'arâ Sûresi



İndiği Yer :

Mekke

İniş Sırası :

47

Âyet sayısı :

227

Nüzulü


Mushaftaki sıralamada yirmi altıncı, iniş sırasına göre kırk yedinci sûredir. Vakıa sûresinden sonra, Nemi sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 197. âyeti ile son dört âyetinin (224-227) Medine döneminde indiğine dair rivayetler de vardır.[1]



Âdı



Adını 224. âyette geçen ve "şairler" anlamına gelen şu'arâ kelimesinden almaktadır. Aynca İlk âyetinden dolayı Tâ-sîn-mîm, kitap sahibi birçok peygamberin kıssasını İçerdiği için Camia sûresi diye de anılmıştır. [2]



Konusu



Ağırlıklı olarak Allah'ın birliği, peygamberlik, vahiy ve âhiret inancı gibi konular ele alınmaktadır. Aynca Kur'ân-ı Kerîm'den, onun kaynağından, şanının yüceliğinden ve müşriklerin Kur'an karşısındaki tutumundan bahsedilmekte, örnek ve ibret alınması İçin bazı peygamberlerin kıssaları ve tebliğlerinden kesitler verilmektedir. Bu kıssalarda tarih sürecinde insan karakterinin değişmediğine, bu sebeple insanda gerçeği inkâr etme eğiliminin her dönemde görülebileceğine, İnsanoğlunun zenginlik, iktidar, nüfuz ve şöhret düşkünlüğüne, kitlesel kültür ve ideolojilere körü körüne bağlılığına dikkat çekilmektedir. Kur'an'ın bir şair tarafından meydana getirildiği iddiaları çürütülmekte; gerçeği kabul etmeyen dönemin şairleri yerilmekte, ancak mümin ve makbul şairlerin de bulunduğu ifade edilmektedir.[3]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'm adıyla... 1. Tâ-sîn-mîm. 2. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir. 3. İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin! 4. Biz istesek onlara gökten bîr mucize indiririz de derhal ona boyun eğerler, 5. Ne zaman Rahmân'dan kendilerine yeni bir uyan gelse mutlaka bundan yüz çevirmektedirler. 6. Hep yalanladılar, fakat alay edip durdukları şeylere ait bilgi yakında onlara gelecektir! 7. Peki o inkarcılar yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Orada her türden nice değerli bitkiler çikarmışızdır. 8. Şüphesiz bunlarda alınacak büyük bir ders vardır; ama çoğu iman etmezler. 9. Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [4]



Tefsiri



1-2. Bazı sûrelerin başında bulunan bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" adı verilmektedir. [5]

Sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaadan sonra genellikle kitaptan, âyetlerden veya vahiyden söz edilmektedir. Nitekim burada da aynı üslûp kullanılmıştır. "Apaçık kitap" ifadesinden kastedilenin hangi kitap olduğu konusunda farklı görüşler olmakla birlikte müfessirlerin çoğunluğu bunun Kur'an olduğu kanaatindedir. [6] "Apaçık" diye tercüme ettiğimiz miibîn kelimesi "açıklayıcı" anlamına da gelmektedir. Buna göre Kur'an âyetleri gelişigüzel söylenmiş sözler değil; anlamı açık, doğruluğunda şüphe olmayan ve gerçekleri açıklayan ilâhî kitabın âyetleridir. Bu sebeple ona şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin yerine getirilmesi gerekir. [7]



3-4. Bu âyetlerde müşriklerin Kur'an'a inanmamalarından ve ona karşı gösterdikleri düşmanca tavırdan dolayı üzülen Hz. Peygamber ve müminler teselli edilmektedir, [8] Çünkü Peygamber'in görevi onları zorla iman ettirmek değil, Kur'an'ı tebliğ edip doğru yolu göstermektir. [9] 4. âyette ifade edildiği üzere Allah Teâlâ isteseydi inkarcıları iman ettirecek bir mucize, bir felâket göndererek onların boyun eğmelerini sağlardı. Ancak böyle bir zorlama imtihan hikmetine aykırıdır. Allah dünyayı, hayatı ve ölümü imtihan için yaratmıştır. İnsanın bu imtihanı kazanması serbest ve özgür iradesiyle Allah'a inanmasına ve itaat etmesine bağlıdır. [10]



5-9.6. âyet, inkarcıların şimdi yalan saydıkları gerçeklerle bir gün karşı karşıya kalacaklarını haber vererek onları tehdit etmektedir. Halbuki akıllarını kullansalar İnkâr ettikleri şeylerin gerçek olduğunu onlara gösterecek nice deliller vardır. Hayata elverişli kılınmış olan yerküre ve onda her türden bitkilerin, canlıların üremesi Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren apaçık deliller değil midir? Şüphe yok ki toprağı, suyu, havası ve iklimi aynı olan bir arazî üzerinde bitki türlerinin yaratılmasında; tadı, rengi ve şekli ayrı olan meyve ve ürünlerin meydana germesinde üstün bir iradenin, sonsuz bir bilgi, hikmet ve kudretin mevcudiyetini birlikte insanların çoğu inanmaz. Oysa 9. âyette ifade buyurulduğu gibi Allah'ın gücü de rahmeti de sonsuzdur; inkârlarından dolayı onları cezalandırma gücüne sahip olduğu gibi, tövbe edip iman eden ve iyi işler yapanları bağışlayacak merhamete de sahiptir. [11]



Meali



10-11, Hani rabbin Musa'ya, şöyle seslenmişti: "O zalimler topluluğuna, Firavun'un kavmine git. Onlar hâlâ sakınmayacaklar mı?" 12. Mûsâ, "Rab-bim! Doğrusu beni yalancılıkla suçlamalarından korkuyorum; 13. Göğsüm daralıyor, dilim dolaşıyor; onun için bu elçilik görevini Harun'a yükle. 14. Ayrıca ben onlar nezdinde suçluyum; bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum" dedi. 15. Allah, "Hayır, asla böyle olmayacak!" buyurdu. "Haydi ikiniz de mucizelerimizle gidin. Şüphesiz biz sizinle beraberiz, (her şeyi) işitmekteyiz." 16-17. Firavun'a gidin ve deyin ki: "Gerçekten biz, İsrâiloğulları'm bizimle beraber göndermen için âlemlerin rabbinin elçisiyiz." 18. (Makamına vardıklarında) Firavun (Musa'ya) şöyle dedi: "Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? 19. Sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörUn birisin!" 20. Mûsâ, "Ben, dedi, o işi ne yaptığım bilmezlerden biri olarak yaptım. 21. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra rabbim bana doğru karar vermeyi öğretti ve beni peygamberlerden biri yaptı. 22. O nimet diye başıma kaktığın şeye gelince o da İsrâiloğulları'm kendine kul köle etmenden ibarettir." 23. Firavun, "Alemlerin rabbi de kimdir?" diye sordu. 24. Mûsâ, "Eğer gerçeğe inanmaya yatkınlığınız varsa biliniz ki O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin rabbidir" diye cevap verdi. 25. Firavun yanında bulunanlara, "Ne dediğini işitmiyor musunuz!" dedi. 26. Mûsâ, "O, sizin de rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da rabbidir" dedi. 27. Firavun, "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka aklını yitirmiş" dedi. 28. Mûsâ devamla şunu söyledi: "Şayet aklınızı kullanırsanız anlarsınız ki O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında bulunanların rabbidir." 29. Firavun, "Benden başkasını tanrı edinirsen, yemin ederim ki seni zindanlarda süründürürüm!" dedi. 30. Mûsâ, "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" diye sordu. 31. Firavun, "Doğru söyleyenlerden isen, haydi getir onu" diye karşılık verdi. 32. Bunun üzerine Mûsâ asasını alıverdi; bir de ne görsünler, asâ düpedüz bir yılan oluvermiş! 33. Sonra elini çıkardı; o da bakanlara beyaz ışık saçan bir şey oluvermiş! 34. Firavun, adamlarına şöyle dedi: "Doğrusu bu, çok bilgili bir sihirbaz! 35. Yaptığı sihirle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?" 36. Dediler ki: ''Onu ve kardeşini bir süre alıkoy ve şehirlere, toplayıcı görevliler gönder; 37. Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler." 38. Böylece sihirbazlar belli bir günün ilân edilmiş vaktinde bîr araya getirildi. 39- Halka, "Siz de toplantıya gelmiyor musunuz?" denildi. 40. "Sihirbazlar üstün gelirlerse -ki ümidimiz budur- herhalde onların yolundan gideriz." 41. Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a, "Eğer üstün gelen biz olursak herhalde bize bir ödül vardır, değil mi?" dediler. 42. Firavun, "Evet", dedi; "O takdirde gerçekten has adamlarımdan olacaksınız." 43. Mûsâ sihirbazlara, "Ne atacaksanız atın!" dedi. 44. Bunun üzerine iplerim, değneklerini yere attılar ve dediler ki: "Firavun'un izzeti adına, elbette üstün gelen biz olacağız." 45. Sonra Mûsâ da değneğini yere attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarım yutuveriyor! 46. Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. 47-48. "Âlemlerin rabbine, Mûsâ ve Hâ-rûn'un rabbine iman ettik" dediler. 49. Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden ona iman ediyorsunuz, öyle mi? Anlaşılan o, size sihri öğreten üstadı-nızmış! Ama şimdi göreceksiniz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!" 50. "Zararı yok, dediler, nasıl olsa biz rabbimize dönüyoruz. 51. İlk iman edenler olduğumuz için rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz." [12]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:17 am

Tefsiri



10-11. Bulunduğu ortam ve dini tebliğle görevli olduğu muhatapları bakımından Hz. Musa'nın durumu bir yönüyle Hz. Muhammed'in durumundan daha çetindi. Mûsâ aleyhisselâm köle gibi muamele gören bir kavme mensup olduğu halde bölgenin güçlü hükümdarı Firavun ve kavmini dine davetle görevlendirilmişti. Hz. Peygamber ise sosyal statü bakımından muhataplarıyla aynı seviyede bulunuyordu. Öte yandan Mekkeli müşrikler Arap yarımadasının hatırı sayılır kabilesi olmakla birlikte Firavun ve adamları kadar güçlü değillerdi. Bu âyetler, o zor şartlarda Hz. Mûsâ nasıl başarılı olduysa Hz. Peygamber'in de öyle başarılı olacağına işaret etmekte, müminlere ümit ve cesaret vermektedir.

Firavun İsrâiloğullan'nı köle gibi İstihdam ediyor, onları ağır işlerde kullanıyordu. Nüfuslarının çoğaldığını görünce, kendi yönetimi için tehlike oluşturacakları endişesiyle yeni doğan erkek çocuklarını öldürtmeye başladı. İşte bu tutumları yanında Allah'ın varlığım ve birliğini de tanımamaları sebebiyle Allah onlan "zalim kavim" olarak nitelendirmektedir. [13]



12-14. Çoğu zaman insanlar peygamberleri yalancılıkla itham etmişlerdir. Hz. Mûsâ böyle bir durumla karşılaşmaktan endişe ettiği için moralinin bozulacağını, bunun da dilinin dolaşmasına sebep olacağını (krş. Tâhâ 20/27), dolayısıyla peygamberlik görevini yerine getirirken rahat konuşamayacağını Allah Teâlâ'ya arzetmiş; ya kendisine yardımcı olmak veya tek basma Firavun'a elçi olarak gitmek üzere kardeşi Harun'un görevlendirilmesini niyaz etmiştir. Ayrıca İsrâiloğul-lan'ndan biriyle kavga eden bir Kıptî'yi öldürmüş olmasından dolayı kendisinin de öldürülmekten korkması böyle bir talepte bulunmasına sebep olmuştur. [14]



15-17. Yüce Allah, Firavun ve adamlarının Hz. Musa'ya herhangi bir zarar veremeyeceklerini kendisine bildirerek tereddütlerini giderdikten sonra ondan kendisine dayanıp güvenmesini istemekte ve yardımlarıyla onların yanında olacağını bildirmektedir. [15]



18-21. Vaktiyle Firavun'un, İsrâiloğulları'nın yeni doğan erkek çocuklarım öldürtmesi sebebiyle Mûsâ dünyaya geldiğinde annesi onu bir sandık içinde nehre bırakmıştı; çocuk Firavun'un hizmetçileri tarafından bulunmuş ve Firavun'un sarayında yetiştirilmişti. Bu arada Mûsâ, İsrâiloğulları'ndan biriyle kavga eden bir Kıptî'nin saldırılarını engelleme girişiminde bulunurken bir yumruk vurarak onu öldürmüştü; 18 ve 19. âyetlerde Firavun bu olaylara işaret ederek Musa'yı nankörlükle itham etmektedir. Tefsirlerde Hz. Musa'nın, öldürme kastı olmaksızın Kıptî'ye vurduğu ve bu olayın kastı aşan müessir fiil neticesinde meydana geldiği anlatılmaktadır, îbn Âşûr, Hz. Musa'nın, "Ben o işi, ne yaptığını bilmezlerden biri olarak yaptım" mealindeki sözünü, "Sinirine hâkim olamadığı için veya henüz kendisine vahiy gelmemiş olduğundan hukukî sonucunu bilmediği için yumruk vurdu" şeklinde yorumlamıştır. [16]

Bu olaydan sonra Hz. Mûsâ, Firavun ve kavminin kendisini öldürmek istediklerini haber alınca korkmuş ve Mısır'ı terkederek Akabe körfezinin kuzeyindeki Medyen'e gitmişti[17] Cenâb-ı Hak orada ona ilim, hikmet ve peygamberlik görevi verdi, kardeşi Harun'la birlikte Firavun ve kavmine gönderdi. [18]



22. Firavun'un, nimet diye Hz. Musa'nın başına kaktığı ve onu nankörlükle itham ettiği şey, onu bebekliğinde nehre bırakılmış bulunca alıp beslemesi ve barındırması, özellikle onu diğer erkek çocuklar gibi öldürtmemesi idi. Hz. Mûsâ, üstü kapalı olarak onun yaptığının esasen bir nimet olmadığını ve kendisinin İsrâ-İloğulları'nı kul köle edinmesinden İbaret bulunduğunu ifade etmektedir. Zira eğer Firavun Isrâiloğulları'na baskı uygulamasa, özellikle erkek çocukları öldürtmeye kalkışmasaydı Musa'nın annesi onu nehre bırakmak durumunda kalmayacak, Mûsâ da Firavun'un eline düşmeyecekti. [19]



23-28. Firavun'un alaycı tavırlarına rağmen Musa'nın bütün ilâhî dinlerin en temel ilkesi olan tevhid akidesini veciz ifadelerle ortaya koyduğu görülmektedir. [20]



29-33. Eskî Mısır inancında Firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu. Bu sebeple, onun tanrılığını kabul etmemek veya tanrısallığına karşı meydan okumak mevcut dine karşı çıkmak anlamına geliyordu[21] Allah tarafından seçilerek gönderilmiş bir peygamberin, Firavun'un tanrılığını kabul etmesi ise söz konusu olamazdı. Hz. Musa'nın getirdiği deliller karşısında çaresiz kalan Firavun, kaba kuvvete başvurarak onu zindana atmakla tehdit etti. Bununla birlikte Mûsâ aleyhisselâm Firavun'un iman edeceği ümidiyle ona tatlı dille konuştu, Allah da mucizeler gönderdi. [22]



34-40. Hz. Musa'ya verilen mucizeler karşısında şaşkına dönen Firavun, çevresindekilerin bundan etkilenmesini önlemek için Musa'yı onlara becerikli, büyük bir sihirbaz olarak tanıtmaya çalıştı. Sihir yoluyla halkı tesir altına alıp yurtlarından çıkararak orada kendi hükümranlığım sürdürmek istediğini söyledi ve bunu önlemek için neler yapılabileceğine dair çevresindekilerin görüşlerine başvurdu. Onlar da ülkedeki bütün yetenekli sihirbazları toplayarak Musa'ya karşı mücadele etmesini tavsiye ettiler. Bunun üzerine Firavun gereken emri verdi; ülkenin her tarafına görevliler gönderilerek sihirbazlar toplandı. Karşılaşma zamanı olarak da halkın bir araya toplandığı bayram günü kuşluk vakti tayin edildi. [23] O dönemde Mısır'daki mevcut kültürde sihrin önemli yeri vardı; sihirbazlar bu kültürün rahipleri olarak saygın bir konuma sahipti. Dolayısıyla onların Hz.Musa'ya galip gelmeleri, halkın gözünde bu konumlarını daha da pekiştirecekti. Bu sebeple devlet ileri gelenleri "Sihirbazlar üstün gelirlerse -ki ümidimiz budur-herhalde onların yolundan gideriz" diyerek halka moral vermeye çalıştılar. [24]



Meali



52. Musa'ya? "Kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz" diye vahyettik. 53. Firavun da asker toplamak üzere şehirlere adamlar gönderdi. 54. (Adamlarına) "Bunlar, sayıları az, önemsiz bir topluluk; 55. Fakat bize karşı nefretle doludurlar. 56. Biz de kuşkusuz tedbirli, tek vücut bir topluluğuz" (diyordu). 57-58. Sonunda onları bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve değerli bir konumdan mahrum ettik. 59. Böyle oldu; İsrâiloğulla-rı'na da benzer nimetler verdik. 60. Derken Firavun ve adamları gün doğarken onlara yetiştiler. 61. İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları, 'işte yakalandık!" dediler. 62. Mûsâ, "Hayır! Eminim ki rabbim benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir" dedi. 63. Bunun üzerine Musa'ya, "Asan ile denize vur!" diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı, her parça koca bir dağ gibi oldu. 64. Ötekilerim de oraya getirdik. 65-66. Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardıktan sonra ötekilerini suda boğduk. 67. Şüphesiz bunda inandırıcı işaretler vardır; ama çokları imana gelmiş değildir. 68. Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [25]



Tefsiri



52-60. Firavun ve kavminin, Hz. Musa'ya iman edenlere uyguladığı haksızlıklar sebebiyle birçok felâket ve musibete uğratıldılar; Mısır'da yıllarca kuraklık ve kıtlık oldu, büyük sıkıntılar çektiler. Hz. Musa'ya başvurarak sıkıntılar kaldırıldığı takdirde tsrâiloğullan'na Mısır'dan çıkış izni vereceklerini söylediler. Mû-sâ'nm duası üzerine Allah sıkıntıları giderdikçe sözlerinden döndüler. [26] Allah Teâlâ Hz. Musa'ya İsrâiloğulları'nı Mısır'dan geceleyin gizlice çıkarmasını vahyetti. Mûsâ geceleyin kavmi ile birlikte yola çıktı. Durumu haber alan Firavun ve adamları İsrâiloğullan'nı takip edip imha etmeye karar verdiler. Firavun, isrâiloğulları'nı rahatlıkla ezebileceğim ifade ediyordu. Çünkü onların düzenli orduları ve yetişmiş askerleri yoktu. Şehir ve kasabalara görevliler göndererek asker toplayıp harekete geçti. Filistin'e gitmek üzere yola çıkmış olan İsrâ-iloğullan Kızıldeniz'e gelmişlerdi. Güçlü ordusuyla onları takip etmekte olan Firavun bir gün sabahleyin güneş doğarken onlara yetişti.

Muhammed Esed 57 ve 58. âyetleri Firavun'un sözlerinin devamı gibi düşünerek onun İsrâiloğullan'nı Mısır'dan çıkardıklarını anlatan bir ifadesi olarak yo-rumlamışsa da, klasik müfessirler bu âyetleri bizim de tercih ettiğimiz anlamda, yani Allah'ın Firavun ve kavmi hakkındaki kelâmı olarak değerlendirmişlerdir. [27]

"Firavun ve adamları gün doğarken onlara yetiştiler" diye tercüme ettiğimiz 60. âyete, "Firavun ve adamları onlan doğu yönünde takip ettiler" şeklinde de mâna verilmiştir. [28] Bu durum İsrâiloğullan'nın Mısır'ın doğusunda yer alan Kızıldeniz'e doğru gittiklerini, Firavun'un da bu istikamete yönelerek onlan takip ettiğini ifade eder. [29]



61-68. İsrâiloğulları, mucize eseri olarak denizden açılan yollardan geçip Sî-nâ yarımadasına çıktılar. Bunları izlemekte olan Firavun da açılmış olan bu yollara ordulanyla birlikte girdi. Ancak Yüce Allah, Mûsâ ve beraberindeki müminleri kurtardı, Firavun ve beraberindekileri ise denizde boğdu. [30]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:23 am

Meali



69. Onlara İbrahim hakkında da bilgi ver. 70. Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapıyorsunuz?" diye sormuştu. 71, "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler, 72. İbrahim, "Peki ama, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? 73. Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?" 74. "Hayır ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk" dediler. 75-76. İbrahim dedi ki: "İyi de sizin, kendiniz ve önceki atalarınızın neye taptığınızı hiç düşündünüz mü? 77-78. İyi bilin ki o taptıklarınız benim düşmanımdır; ama âlemlerin rabbi, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. 79. Beni yediren ve içirendir. 80. Hastalandığım zaman bana şifa verendir. 81. Canımı alacak olan, sonra beni yeniden diriltecek olandır. 82. Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum yine O'dur. 83. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. 84. Bana, sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle! 85. Beni, naîm cennetine girenlerden eyle. 86. Babamı da bağışla; kuşkusuz o doğru yoldan sapanlardan oldu. 87-89. İnsanların diriltileceği gün, Allah'a temiz bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği günde beni mahcup etme!" 90.0 gün cennet, takva sahiplerine yaklaştırılır. 91, Cehennem de küfre sapmış olanlara açıkça gösterilir. 92-93. Onlara, "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız nerede? Sîze yardım edebiliyorlar veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" denilir. 94-95. Artık onlar, o sapkınlar ve İblîs'in orduları toptan tepetaklak cehenneme atılırlar. 96. Orada onlar birbirleriyle çekişerek şöyle derler: 97-98. "Vallahi, biz sizi âlemlerin rabbi île eşit tutarken gerçekten apaçık bir sapıklık içindcj misiz. 99. Bizi ancak o günaha batmış olanlar saptırdı. 100-101. Şimdi bizim ne şefaatçilerimiz var ne de samimi bir dostumuz. 102. Âh keşke bizim için bir dönüş daha olsa da müminlerden olsak!" 103. İşte bunda elbet alınacak büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. 104. Şüphesiz rabhin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [31]



Tefsiri



69. Hz. İbrahim'in kıssasının bir bölümü anlatılarak onun müşriklerden olmadığına, bilâkis getirdiği dinin Hz. Muhammed'in getirdiği dinle Özü itibariyle aynı olduğuna, onu sevdiklerini ve peşinden gittiklerini iddia edenlerin Hz. Mu-hammed'i de sevmeleri, ona tâbi olmaları gerektiğine işaret edilmektedir. Ayrıca kıssada Allah'ın birliği esasına dayanan tevhid dinini yaymak uğrunda öz vatanından hicret etmiş olan Hz. İbrahim'in Filistin, Mısır ve Hicaz'da yaşadığı gurbet hayatı ve şirke karşı verdiği mücadele anlatılarak başta Hz, Peygamber olmak üzere müminlere ümit aşılanmakta ve teselli verilmektedir. [32]



77-82. Bu âyetlerin zahirinden anlaşıldığı üzere Hz. İbrahim'in kavmi Kel-dânîler ay, güneş ve yıldızlara veya bunların yerdeki sembolü olan putlara tapıyorlardı. Bu toplumun gökyüzündeki en büyük tanrıları güneş, yeryüzündeki en büyük tanrıları ise onun temsilcisi olan Baal adındaki put idi. Onlara göre insanların hayatını putlar yönetiyordu, yaratma ve yok etme İşini de zaman yapıyordu. [33] İşte Hz. İbrahim, kavminin Allah'ı bırakıp da tapmış oldukları bütün tanrıların uydurma, onlara tapanların da yanlış yolda olduklarına İşaret etmiş, bundan sonra da gerçek ve tapılmaya lâyık olan tanrının yaratan, hidayete erdiren, yediren, içiren, şifa veren, öldüren, hayat veren ve kıyamet gününde günahları bağışlayan Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekmiştir. [34]



83-89. 84. âyette "Bana, sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle!" diye çevirdiğimiz cümledeki "lisân-i sıdk" (doğruluk dili) tamlaması iki türlü yorumlanmıştır: [35]



a) Bu tamlamadaki lisân terimi dille aktarılabilecek, dille ulaştırılabilecek şeyleri veya bunları aktaranları ifade için mecaz olarak kullanılmıştır. Buna göre Hz. İbrahim söylediklerinin doğru, gerçek ve yüce mânalar taşıyan sözler olmasını veya kendi soyundan, getirmiş olduğu hak dini sonraki nesillere aktaracak kimselerin gelmesini Allah Teâlâ'dan niyaz etmiştir. Nitekim yüce Allah duasını kabul ederek başta Hz. Muhammed olmak üzere onun soyundan birçok peygamber göndermiş ve Hz. Peygamber'e onun dinine uymasını emretmiştir. [36]



b) Bu tamlama Hz. İbrahim'in, sonraki nesiller içerisinde İyilikle anılmak istediğini ifade etmektedir. Bundan dolayıdır ki müslümanlar onu önder kabul eder, kendisini ve soyundan gelenleri hayırla anarlar. Yahudi ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap da aynı şekilde ona ve soyundan gelenlere saygı gösterirler. [37]

Mtifessirler, 89. âyette "temiz bir kalp" diye çevirdiğimiz "kalb-i selîm" tamlamasını şu mânalarda yorumlamışlardır: Şirk ve şüpheden arınmış, iman esaslarına samimiyetle inanmış, manen sağlıklı [38] ()kötülüklerden korunmuş[39] sünnete gönülden bağlı olup bid'atlerden uzak duran, mal ve evlât sahibi olduğu için sunamayan bir kalp[40] Râzî'ye göre bu konudaki görüşlerin en doğrusu, kalb-i selimi, "Cehaletten ve kötü huylardan arınmış kalptir" diye tanımlayan görüştür (XXIV, 151).

Hz. İbrahim bu duayı yaptığı zaman kendisine peygamberlik görevi verilmişti [41] Bu sebeple müfessirler, mealinde "hikmet" diye çevirdiğimiz hükm kelimesini birçok yerde "peygamberlik" anlamında yorumlarken, burada 83. âyette "derin bilgi, doğru hüküm verme ve kavrama yeteneği" gibi anlamlarda yorumlamışlardır. Müfessirler, İbrahim'in babasının affı dışındaki bütün dileklerinin kabul olunduğuna dair çeşitli deliller getirmişlerdir. [42] İbrahim aleyhisselâm, babasının Allah düşmanı bir putperest olduğunu anlayınca ondan uzaklaşmıştır. [43] Hz. İbrahim'in "hep iyilikle anılması" konusundaki duasının bir sonucu olarak her ümmet ona ayrı bir sevgi duymuş ve admi övgüyle anar olmuştur. Müslümanlar namazda ve namaz dışında "salli" ve "bârik" dualarını okurken Hz. Peygamberce birlikte onu da anarlar. [44]



95. Burada geçen "İblis'in ordulan"ndan maksat kendi türünden olanlarla Âdem'in soyundan olup da ona uyan kimselerdir. [45]



96-102. Dünyada bâtıl tanrılara tapanlar âhirette o tanrıların kendileri için hiçbir İşe yaramadığını görünce dünyada yaptıklarına pişmanlık duyarak kendilerinin yanlış yola saptıklarını itiraf ederler; uydurma tanrıları âlemlerin rabbi olan Allah'a denk tuttukları için hem kendilerini hem de sapmalarına sebep olan önderleri kınarlar, fakat pişmanlık fayda vermez. Zira orada onları kurtaracak dost veya şefaatçi olmadığı gibi dünyaya geri dönüp kurtuluşa erdirecek iman ve amel etme talepleri de kabul edilmez. [46]

Râzî'ye göre putperestlerin âhirette tanrılarını görmeleri ve onlara hitap et-meleri mümkün değildir. Onların ancak suretlerini görecekler ve dünyada yaptıklarına pişman olarak putlara tapmakla büyük hata ettiklerini itiraf edeceklerdir (XXIV, 152). [47]



Meali



105. Nûh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar. 106. Kardeşleri Nûh onlara şöyle demişti: "İnkârdan sakınmayacak imsiniz? 107, Bakınız ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. 108. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat ediniz. 109. Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin Rabbine aittir. 110. Artık Allah'a isyandan sakınınız ve bana itaat ediniz." 111. Şöyle cevap verdiler; "Seni toplumun en aşağı kesiminin izlediğini göre göre sana îman eder miyiz!" 112. Nûh dedi ki: "Onların vaktiyle ne yaptıklarım bilmem. 113. Onların hesabı ancak rabbime aittir. Düşünseydiniz bunu anlardınız! 114. Ben iman etmiş kimseleri kovacak değilim. 115. Ben sadece gerçekleri apaçık ortaya koyan bir uyarıcıyım." 116. "Ey Nûh, dediler, bu işten vazgeçmezsen, kesildikle sen de taşlanacaksın!" 117. Nûh, "Rabbim, dedi, kavmim beni yalancılıkla suçluyor. 118. Artık benimle onların arasmdakî durumu sen hükmünle açıklığa kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!" 119. Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o her şeyle dopdolu geminin içinde kurtardık. 120. Sonra geri kalanları da sulara gömdük. 121. Doğrusu anlayanlar için bu kıssada büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. 122. Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [48]



Tefsiri



105-122. Bu âyet kümesi incelendiğinde Hz. Nuh'un davetinin esaslarıyla Hz. Mûsâ ve Hz. İbrahim'in davetini anlatan âyetlerdeki İlkelerin öz ve içerik olarak aynı olduğu görülmekte; keza bu peygamberin tebliğde bulunduğu toplulukların inançları ve hak din karşısındaki tavırları arasında da büyük bir benzerlik olduğu anlaşılmaktadır. Sonuç itibariyle her üç peygambere dair âyetler grubunda da aynı mesajlar verilmiştir. [49]



Meali



123. Ad kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar. 124. Kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmıyor musunuz? 125. Ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. 126. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat ediniz. 127. Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir. 128. Siz boş şeylerle uğraşarak her yüksek yere bir anıt mı yükseltirsiniz? 129. Temelli kalacağınızı umarak mı büyük konaklar yaparsınız? 130. Gücünüzü hep zalim zorbalar gibi mi kullanırsınız? 131. Artık Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz. 132-134. Bildiğiniz şeyleri size veren, size sürüler, oğullar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah'a karşı gelmekten sakınınız. 135. Doğrusu sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum." 136. Şöyle cevap verdiler: "Sen öğüt versen de vermesen de bizce birdir. 137. Bu, öncekilerin tuttuğu yoldan başkası değildir. 13$. Bu yüzden azaba uğratılacak da değiliz."

139. Böylece onu yalancılıkla suçladılar; biz de onları helak ettik. Doğrusu bunda da büyük bir ibret vardır ama çoktan inanmazlar. 140. Şüphesiz rab-bin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [50]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:24 am

Tefsiri



123. Hz. Nuh'tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan Âd kavmi Yemen'de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış eski bir Arap toplumudur. Önceleri doğru yolda yürürlerken zamanla bunlar da Nûh kavmi gibi yoldan sapmış, putperest olmuşlardı. Kendilerine gönderilmiş olan peygamberi dinlemedikleri için helak olup tarih sahnesinden silinmişlerdir. [51]



128-135. "Yüksek yer" diye çevirdiğimiz "rî' kelimesi "yol" mânasına da geldiği için 128. âyeti "Sİz boş şeylerle uğraşarak her yol üstüne bir anıt mı yükseltirsiniz?" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Hz. Hûd, kavminin âhiret hayatını unutup tamamen dünya hayatı ve zevklerine yöneldiklerini, Allah'a ortak koşarak O'na ibadeti terkettiklerini görünce böyle bir uyanda bulundu. Çünkü güçlü ve zengin olan kavmi daha önce din ve ahlâk kurallarına uygun olarak doğru yolda yürürken bilâhare güçlerine ve servetlerine güvenerek Allah'ı, peygamberi ve Allah'ın gönderdiği dini tanımaz duruma gelmişlerdi. Kur'an'ın verdiği bilgiye göre bunlar (Yemen'de İrem adında) bir şehir kurmuş, müreffeh bir şekilde yaşıyorlardı. Muhteşem sarayları, kaleleri, bağları, bahçeleri vardı[52]Tefsirlerde bildirildiğine göre bunlar, çöllerde yolcuların yollarını yitirmemeleri için yol kenarlarına, özellikle tepelere güvercin kaleleri, kuleler, âbideler ve alâmetler dikmişlerdi; su biriken yerlerde ise sarnıçlar yapılmıştı; kışın yağmur suları bu sarnıçlarda biriktirilir yazın ihtiyaç anında kullanılırdı. Özellikle çölde susuz kalan yolcular bu sarnıçlardan yararlanırlardı. İşlek yollardan gelip geçenlerle oyalanıp eğlenmek için hâkim noktalara binalar yaptıkları da zikredilmiştir. [53] Kısacası Âd kavmi güçlü ve müreffeh bir toplum haline gelmişti; yeryüzünde kendilerinden daha güçlü kimsenin bulunmadığı kanaatinde idiler. [54]130. âyet onların gerçekten güçlü olduklarına işaret etmektedir. [55]



136-140. Müşrikler Hûd aleyhisselâmın uyarılarına kulak vermediler; öğüt vermesiyle vermemesi arasında bir fark bulunmadığını kendisine ifade ettiler. Mü-fessirler 137. âyette "yol" anlamında tercüme ettiğimiz huluk kelimesindeki kıraat farkını da dikkate alarak âyetten kastedilenin ne olduğu hakkında farklı yorumlarda bulunmuşlardır: a) Şu yaptıklarımız veya sahip olduğumuz din, ilk atalarımızdan beri sürüp gelen bir gelenektir, bundan dolayı herhangi bir ceza görmeyiz. Sen bizi atalarımızın tapmış olduğu tanrılardan uzaklaştırmak istiyorsun, bunu kabul etmeyiz, b) Senin iddia ettiğin peygamberlik, getirdiğin şu din ve "İnsanlar öldükten sonra yeniden diriltilecek" şeklindeki iddian, geçmişlerin yalan ve uydurmalarıdır, c) Bizim hayatımız öncekilerin hayatı gibidir, yaşarız, ölürüz. Öncekiler nasıl öldüler bir daha dirilmedilerse biz de yaşayıp öleceğiz, bir daha dirilme-yeceğiz. [56]



Meali



141. Semûd kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı. 142. Kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? 143. Bakınız, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. 144. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat ediniz. 145. Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir. 146-149. Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, meyveleri uç vermiş hurma ağaçlarının arasında güven içinde bırakılacağınızı ve dağlardan ustaca evler oyup yapmaya devam edebileceğinizi mi sanıyorsunuz? 150. Artık Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz. 151-152. Yeryüzünde düzeni bozan ama düzeltmeye yanaşmayan aşırıların istediklerini yapmayınız." 153. Dediler ki: "Kuşkusuz sen, kendisine büyü yapılmış birisin! 154. Sen de yalnızca bizim gibi bir insansın. Eğer doğru sözlü isen, haydi bize bir mucize getir." 155-156. Salih: "İşte (mucize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir; sakın ona bir kötülük yapmainiz, yoksa büyük bir günün azabı yakanıza yapışır" dedi. 157-158. Buna rağmen onlar deveyi kestiler, ama yaptıklarına pişman oldular; çünkü onları azap yakaladı. Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. 159. Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [57]



Tefsiri



141-142. Semûd kavmi, soyu kesilmiş eski bir Arap kabilesi olup Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr'de yaşamıştır. [58] Hz. Salih bu kabileye Allah'ın dinini tebliğ etmek üzere gönderilmiş bir peygamberdir. Kıssası Kur'an'da birçok yerde anlatılmış olup her geçtiği yerde kıssanın farklı yönleri ön plana çıkarılmıştır. Burada insanların güç ve servetine güvenerek şımarmalarının doğru olmadığı, dünya hayatının geçici olduğu ve âhirette hesaba çekilecekleri vurgulanmıştır. [59]



146-150. Hz. Salih inkarcı kavmine Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatarak bu nimetlere şükretmek, Allah'a karşı gelmekten sakınmak, O'nun emir ve yasaklarına itaat etmek, haddi aşıp yeryüzünde fesad çıkaranların peşinden gitmemek gerektiğine ve bu nimetleriyle birlikte dünyanın ebedî olmadığına dikkat çekerek uyarıda bulunmaktadır.

"Ustaca" diye çevirdiğimiz 149. âyetteki "fârihîn" kelimesi, "şımararak" anlamına gelen "ferihîn" şeklinde de okunmuştur. [60] Buna göre âyetin meali "Şımararak dağlardan evler oyup yapmaya devam edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?" şeklinde olur. Birinci anlama göre âyet Semûd kavminin dağlardaki kayaları ustaca yontarak ve oyarak sağlam evler yapmış olduklarını, ikinci anlama göre ise zengin, güçlü ve kuvvetli oldukları için dağları ve kayaları rahatlıkla oyarak ve yontarak evler yaptıklarını, bundan dolayı da şımardıklarım ifade eder. [61]



155-159. Bozguncuların mucize istemeleri üzerine Salih, mucize olarak deveyi gösterdi. Bu mucize ile Semûd kavminin bu hayvana karşı nasıl davranacağı Allah tarafından sınanıyordu. Suyu dönüşümlü olarak kullanacaklardı, yani bir gün Salih'in devesi içecekti, bir gün de Semûd halkı ihtiyacı olan suyu alacaktı veya geleneğe bağlı olarak halkın su İhtiyacı için ayrılmış olan günde halk suyunu alacak, develerin su içmesi için ayrılmış günde ise deve diğerleriyle birlikte su içecekti. Salih'in, bu deveye herhangi bir kötülük yapmamaları hususunda halkını uyarmasına rağmen onu hunharca öldürdüler. Aslında deve bir imtihan aracı idi, maksat onların ilâhî buyruklara itaat hususundaki niyet ve kararlılıklarını denemekti. Ne var ki onlar bu sınavı kaybettiler. [62]



Meâli



160. Lût kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı. 161. Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? 162. Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. 163. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat ediniz. 164. Bunun için sizden karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir. 165-166. Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da insanlar arasında erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz haddini aşan bir kavimsiniz!" 167. "Ey Lût! dediler, "Bu tutumundan vazgeçmezsen iyi bil ki koyulmuşlardan olacaksın!" 168. Lût, "Doğrusu ben bu işinizden dolayı size öfkeliyim" dedi. 169. "Rabbim! Beni ve ailemi, bunların yapmakta olduklarının vebalinden kurtar" diye dua etti. 170-171. Bunun üzerine geride kalanlar arasındaki yaşlı kadın müstesna, onu ve bütün ailesini kurtardık. 172. Sonra diğerlerini helak ettik. 173. Üzerlerine de öyle bir yağmur yağdırdık ki! Önceden uyarılmış olanların yağmuru ne kötüydü! 174. Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler, 175. Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [63]



Tefsiri



160-166. Lût aleyhisselâm, Hz. İbrahim'in kardeşi Haran'in oğludur. İbrahim aleyhisselâm ile birlikte Irak'tan ayrılıp Filistin'e gitmiş, daha sonra da Ölüdeniz (Lût gölü) kıyısında yaşayan inkarcılık ve sapık ilişkiler (homoseksüellik) içinde bulunan Sodom ve Gomore halkını ıslah etmekle görevlendirilmiş bir peygamberdir. [64]



171-173. Burada yaşlı kadından maksat Hz. Lût'un eşidir. [65] Rivayete göre bu kadın iman etmemişti. Kocasının, misafirleri halktan gizli olarak evine davet etmesinden rafiatsız oMıgiı veya 6azı bildirildiğine göre ceza olarak bu kavmin üzerine taş yağdırılmıştır. 173. âyette yağdınldığı bildirilen yağmurdan maksadın da bu taş yağmuru olması muhtemeldir. Böylece Lût kavmi inançsızlık ve ahlâksızlığının cezasını çekerek tarih sahnesinden silinip gitmiştir. [66]



Meali



176. Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. 177. Şuayb onlara şöyle demişti; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? 178. Bakınız ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. 179. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat ediniz. 180. Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir, 181. Ölçüyü tam tutunuz, eksik verenlerden olmayınız. 182. Doğru terazi ile tartınız. 183. İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayınız, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayınız. 184. Sizi ve önceki nesilleri yaratana saygılı olunuz." 185. Şöyle cevap verdiler: "Sen, gerçekten büyü yapılmış birisin! 186. Sen de sadece bizim gibi bir beşersin. Biz senin kuşkusuz yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz. 187. Eğer doğru sözlü isen, haydi üstümüze gökten azap yağdır." 188. Şuayb, "Yaptıklarıma en iyi bilen rabbimdir" dedi. 189. Onu yalancılıkla suçladılar, derken gölge gününün azabı üzerlerine çöküverdi. O gerçekten büyük bir günün azabıydı! 190. Doğrusu almak isteyenler için bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. 191. Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir. [67]



Tefsiri



176-184. Eyke, "sık ağaçlı yer" anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre Eyke ile Medyen aynı yerin adı, halkları da aynı halktır; bazılarına göre İse bunlar iki ayn yerin adıdır, halkları da aynı ırkın iki koludur. Medyen halkı şehirde, Eyke halkı ise Medyen çevresinde bir vadide yaşıyorlardı. [68] Medyen, Hicaz bölgesi ile Suriye ticaret yolu üzerinde, Akabe körfezine yakın bir yerleşim merkezidir. Şehir adını Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'den almıştır. [69]

Şuayb aleyhisselâm Hz. İbrahim'in dördüncü kuşaktan torunu olup Medyen ve Eyke halkına gönderilmiş bir peygamberdir. O da diğer peygamberler gibi inkarcı ve putperest halkına önce Allah'tan başka tanrı olmadığını, her şeyi ve herkesi O'nun yarattığını anlattı, halkını yalnızca O'na kulluk etmeye çağırdı. Medyen halkı putperestliğinin yanında toplumsal ahlâk, özellikle ticaret ahlâkı bakımından çok bozulmuştu. Bolluk ve bereket İçinde yaşamalarına rağmen ahlâk kurallarını çiğneyerek alışverişlerinde karşı tarafı zarara sokacak hileli işler yapıyorlardı. Hz. Şuayb, ölçüyü tartıyı eksik tutmamaları, adaleti gözetmeleri ve düzgün ölçüp tartmaları, çıkarları uğruna insanların mallarının değerini düşürmemeleri ve yeryüzünde fesad çıkararak ülke düzenini bozmamdan hususunda onlara uyanlarda bulundu; böylece hak dinin tevhid ve adalet ilkelerini toplumda yerleştirmeye çalıştı. [70]



185-187, Şuayb'ın insanlan gerçeğe, doğruluk ve dürüstlüğe çağırmasına karşılık onlar peygamberi büyülenmiş biri olarak tanıtıp onun aklî melekelerini yitirdiğini, şuurunun bozulmuş olduğunu, bu sebeple Allah tarafından peygamber olarak gönderilmesinin mümkün olmadığını söyleyerek onu halkın gözünde küçük düşürmeye çalıştılar. Aynca beşerden peygamber olamayacağı kanaatini taşıdıkla-n için onun peygamberlik davasında bulunmasını yalancılık olarak değerlendirdiler. Şayet iddiasında samimi ise Allah tarafından gönderilmiş elçi olduğunu ispatlayacak bir delil getirmesini, meselâ üzerlerine gökten azap yağdırmasını istediler. Ancak Hz. Şuayb onların neye ve hangi azaba lâyık olduklarını Allah Teâlâ'nın daha iyi bildiğini ifade etti. [71]



189. Müfessirlere göre Eyke halkı peygamberi yalancılıkla itham edip inkârlarında ısrar edince Allah Teâlâ onları ya şiddetli bir depremle veya volkanik bir patlama ile cezalandırdı. Nitekim A'rât sûresinin 91. âyetinde Medyen halkının şiddetli bir depremle cezalandırıldığı bildirilmiştir. Âyette belirtilen "gölge gti-nü"nden maksat bu deprem sebebiyle gökte oluşan toz ve duman tabakasının güneş ışınlarını engellediği gündür, "Gölge gününün azabı" tamlamasının mecazi anlamda "geç kalınmış bir pişmanlıkla birlikte baş gösteren ruhsal bir karanlığa ve kasvete işaret" olarak da yorumlanabileceği söylenmiştir. [72]

Kur'an'da farklı bağlamlarda değişik üslûpla anlatılan bu kıssalar, tarih boyunca insanlığın temel yanlışlarının değişmediğini, hakkı tebliğ eden peygamberlerin ise her çağda insanların akıl ve basiretlerini bağlayan hırs ve tamahkârlıklarına, nüfuz ve iktidar tutkusuna, kendini beğenmişliğe karşı mücadele verdiklerini bildirmektedir. [73]



Meali

192. Şüphesiz bu Kur'an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. 193-195. Onu, uyarıcılardan olasın diye güvenli ruh senin kalbine açık bir Arapça ile indirmiştir. 196.0, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır. 197. İs-râiloğullan bilginlerinin bunu bilmesi onlar için bir delil değil midir? 198-199. Kur'an'ı Arap olmayanlardan birine indirseydik de onu onlara okusay-dı, yine iman etmezlerdi. 200. Onu günahkârların zihinlerine sokup anlamalarını sağladık. 201. Onlar, sonunda can yakıcı azabı görmedikçe ona iman etmezler. 202. O azap farkında olmadan kendilerine ansızın geliverir. 203. Buyüzden "Bize yeni bir süre verilir mi acaba?" derler. 204. Yani azabımızın çabuklaşmasını mı istiyorlar? 205-207. Ne dersin! Biz onları yıllarca nimetlerden faydalandırmışsak, sonra da kendilerine vaad edilen azap başlarına gelmişse senelerce yararlandırıldıktan nimetler onlara ne fayda sağlamıştır? 208-209. Kaldı ki biz, öğüt vermek üzere uyarıcılar göndermeden hiçbir ülke halkını yok etmemişizdir. Biz zalim değiliz. [74]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:24 am

Tefsiri



192-195. "Güvenli ruh"tan maksat Cebrail'dir. Yaratılış özellikleri sebebiyle güvenilirliği ihlâl etmediği ve Allah'ın emaneti olan vahyi tam bir emniyet içerisinde peygamberlerine ulaştırdığı için "güvenli" anlamına gelen emîn sıfatı ile nitelendirilmiştir. [75] Ruh teriminin yukarıdaki anlam akışı içerisinde "mutlak güvenilirlik derecesinde vahiy" mânasında kullanılmış olabileceği ifade edilmişse de[76] kanaatimizce bu yorum dil kuralları bakımından uygun değildir. Zira cümlenin öznesi "ruh" kelimesidir. "Bihî" ifadesindeki "bi" edatı ise "indi" anlamına gelen "nezele" fiilîni geçişli kılmaktadır. "Hî" zamiri de vahyi yani Kur'an'ı ifade eder. Buna göre ruh inen değil, vahyi indirendir. [77] Cümlenin anlamı ise şöyle olur: "Onu senin kalbine güvenli ruh indirmiştir." Esed'in verdiği mânadan ruhun indirdiği değil, indiği anlaşılmaktadır ki bize göre bu mâna uygun değildir. Ayrıca vahyin Hz. Peygamber'in kalbine bir melek (Cebrail) tarafından indirildiğine dair başka deliller de vardır. [78]Yüce Allah mesajım insanlara iletmek üzere peygamberleri hangi kavimden seçmişse kitaplarım da o kavmin diliyle göndermiştir. [79] Hz. Peygamber de Araplar arasından seçilerek görevlendirildiği için Kur'an ona Arapça olarak indirilmiştir. Fakat bu, onun sırf Araplar'a hitap ettiği anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'ın evrensel olduğunu gösteren birçok âyet vardır. [80]



196-197. Hz. Muhammed'e vahyedilen mesajın mânası ve özü, temel çizgileri itibariyle önceki peygamberlere gelmiş olan Tevrat, İncil, Zebur vb. kitaplarda da vardı. Bir görüşe göre de Kur'an'ın indirileceği önceki, peygamberlerin kitaplarında haber verilmişti. [81] Âyette bu anlamların her ikisi de kastedilmiş olabilir.

Bir kısım müfessİrler "İsrâiloğuüan bilgınlerTnden maksadın Abdullah b.Selâm ve onun gibi müslüman olan bazı yahudi bilginleri olduğunu söylemişlerse de âyeti genel anlamda -miislüman olsun olmasın- yahudi bilginleri olarak değerlendirmek daha uygundur. Rivayete göre Mekkeliler Medine'de bulunan yahudi bilginlerine adam gönderip Hz. Peygamber'İn durumu hakkında onlardan bilgi istemişler; onlar da böyle bir peygamberin geleceğini ve niteliklerinin Tevrat'ta mevcut olduğunu söylemişlerdir. [82]Özellikle Mekke döneminde, İsrâiloğullan bilginlerinden bazıları Kur'an'da anlatılan bu kıssaların Tevrat'ta anlatılanlara uygun olduğu gerçeğini teslim ediyorlardı. Nitekim Mekke döneminde inmiş olan Ankebût sûresinin 47. âyetinde Ehl-i ki-tap'tan bazılarının Kur'an'a iman ettikleri haber verilmiştir. [83]



198-203. Yukarıda 195. âyette, Kur'an'ın tam olarak anlaşılabilmesi için "açık bir Arapça" ile indirilmiş olduğu ifade edilmişti. Ancak Hz. Peygamber Arap, getirdiği mesaj da Arapça olunca müşrikler bunu kendisinin uydurduğunu iddia ettiler. [84] Oysa Allah mesajını Arap olmayan birine Arapça olarak indirse ve onun okumasını sağlasaydı -uydurdu diyemezlerdi ama- yine de iman etmezlerdi [85] veya Kur'an'ı bir yabancının diliyle vahyet-miş olsaydı inkarcılar bu sefer de mesajı anlayamadıklarını ileri sürerek yine inanmayacaklardı. [86] Allah Teâlâ, Kur'an'm hak olduğuna dair İsrâiloğullan bilginlerinin onun hakkında bilgi sahibi olmalarını delil olarak göstermektedir. Zira onlar son peygamberin geleceğini, onun bazı niteliklerini ve getireceği mesajı kendi kitaplarında okuyor ve biliyorlardı. Kur'an'ın hak olduğu günahkârların zihinlerine yerleştirilmiş, onu anlamaları da sağlanmış bulunmasına rağmen can yakıcı azabı görmedikçe onların inanmayacakları ifade buyurulmaktadır. Ancak azap geldiği zaman da yaptıklarına pişman olacak ve kaybettiklerini telâfi etmek için mühlet İsteyeceklerdir. Bu durum Hz. Peygamber'i teselli ettiği gibi müşrikleri de ikaz etmektedir.

Müfessİrler 201. âyete "(Kendi günahları yüzünden) suçluların kalbine inkarcılığı öyle yerleştirdik ki artık can yakıcı azabı görmedikçe iman etmezler" şeklinde de mâna vermişlerdir. [87]



204-207. Zahiren 203. âyet ile 204. âyet arasında bir çelişki varmış gibi gözükmektedir. Zİra ilk bakışta birinden, ansızın gelen azap karşısında İnkarcıların mühlet istedikleri, diğerinden ise azabın çabucak gelmesini talep ettikleri anlaşılmaktadır. Gerçekte ise çelişki ifadede değil, inkarcıların bu ifadelerle özetlenen tu-tumlarmdadır. Çünkü 203. âyete göre onlar, beklemedikleri azapla âhirette karşılaşınca azaplarının ertelenerek, yanlışlarını telafi etmeleri için kendilerine yeni bir hayat, yeni bir fırsat tanınmasını isteyeceklerdir. Oysa 204 âyete göre daha önce onlar, -alay yollu ifadelerle- Hz. Peygamber'in söyledikleri doğru ise hemen şimdi başlarına taş yağdırmasını veya elem verici bir azap göndermesini Allah'tan istemişlerdi. [88]



208-209. Yüce Allah insanları iyiyi kötüden ayırt edebilecek niteliklerle donatmıştır. Ancak yine de O, -merhametinin bir sonucu olarak- peygamber gönderip onlara doğru yolu gösteren mesajını ulaştırmadıkça sorumlu tutmamaktadır. Helak edilen toplumlara mutlaka önceden peygamber gönderilerek Allah'ın mesajı kendilerine ulaştırılmış, fakat insanlar onu reddettikleri için cezalandırılmışlardır, [89]



Meali



210-211. Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez, zaten buna güçleri de yetmez. 212. Şüphesiz onlar, vahyi işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır. 213.0 halde sakın Allah ile birlikte başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra cezaya çarptırılanlardan olursun! 214. Yakın akrabanı da uyar, 215. Sana uyan müminlere kol kanat ger. 216. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: "Ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağını." 217-219. Sen, O, mutlak güçlü ve engin merhamet sahibi olan, huzurunda durduğun ve secde edenlerle birlikte yere kapandığın zaman seni gören Allah'a güvenip dayan. 220. Her şeyi işiten, bilen O'dur. [90]



Tefsiri



210-213. Mekkeli bazı müşrikler risâlet görevinin ilk yıllarında Peygamber efendimizin karanlık güçler ve kötü ruhlarla ilişkisi olan bir kâhin olduğunu iddia ediyor, Kur'an'ı ona bir şeytanın getirdiğini söylüyorlardı. [91] zira onların inançlarına göre kâhinlerin söylediklerini onlara şeytanlar telkin ediyordu. Bu sebep onlara göre Resûlullah'ın getirdiği Kur'an da olsa olsa bir şeytan sözü olabilirdi. Söz konusu âyetler bu tür yersiz iddiaları reddetmektedir. [92]Hz. Peygamber'İn şahsında genel olarak insanlığa hitap eden 213. âyet, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu delilleriyle ispatlandıktan sonra artık insanın şeytanların vesvese ve telkinlerine aklanıp da Allah'a ortak koşmaması, O'nunla birlikte başka ilâhlara tapmaması gerektiğini, aksi takdirde şiddetli cezaya çarptırılacağını haber vermektedir. [93]



214-220. "Akraba" diye tercüme ettiğimiz aşiret kelimesi, terim olarak kabile karşılığı kullanıldığı gibi kabilenin altında daha küçük bir topluluğu da ifade etmektedir. [94] Önceki âyetlerde Hz. Peygamber'İn genel anlamda insanlık için uyarıcı olarak görevlendirildiği ifade edilirken bu âyetlerde de özel olarak akrabalarım uyarması emredilmektedir. Bu buyruk Peygamber'İn akrabası olmanın kimseye sorumluluğunu yerine getirmeme gibi bir ayrıcalık kazandırmadığını ifade etmesi bakımından önemlidir. Bu âyet inince Hz. Peygamber Küreyş kabilesine mensup inanan İnanmayan, yakın uzak akrabasını veya temsilcilerini Safa tepesinde toplayarak yakınlarından birinin peygamber olmasının Allah katında kimseye bir fayda sağlamayacağım, her şahsı ancak kendi imanının ve sâlih amelînin kurtaracağını haber vermiştir. [95]

Allah Teâlâ 213-217. âyetlerde Hz, Peygamber'İn şahsında bütün müminlere hitap etmekte, dini tebliğ hususunda her müminin kendisine en yakın kimselerden başlamasını emretmekte; özellikle din önderlerinin hakkı tebliğ konusunda başarılı olmaları için kendilerine tâbi olan müminlere kol kanat germelerini yani onlara karşı alçak gönüllü, şefkatli, merhametli olmalarını ve iyi davranmalarını; kendilerine karşı inanç bağlamında düşmanca bir tavır takındıkları takdirde ise onlara sahip çıkmamalarını istemektedir. İsyan eden akrabalardan uzak durmak, gerek Peygamber'İn gerekse diğer din önderlerinin kalplerinde, yakınlarıyla olan münasebetlerinde soğukluk, belki de düşmanlık meydana getirebilir. Bu sebeple Allah önderlerin, karşılaşacakları düşmanca davranışlara aldırış etmemelerini ve Allah'a dayanıp güvenmelerini öğütlemekte, Allah'ın herkesten güçlü olduğuna ve rahmetiyle müminleri düşmanlardan koruyacağına işaret etmektedir.

Bazı müfessirler, "Huzurunda durduğun ve secde edenlerle birlikte yere kapandığın zaman seni gören Allah'a güvenip dayan" mealindeki 218-219. âyetleri "her nerede olursan ol seni gören" şeklinde yorumlamışlardır. [96] Aynca "secde edenlerle birlikte yere kapandığın zaman seni gören" ifadesini "Seni Allah'ın birliğine inanmış olan bir peygamberin sulbünden diğer peygamberin sulbüne nakledip nihayet bu ümmette ortaya çıkaran" şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. [97]



Meali

221. Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim nü? 222. Onlar günaha, iftiraya düşkün olan herkese inerler. 223. Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler, çoğu da yalancıdır. 224. Şairlere gelince, onlara da yoldan sapmışlar uyarlar. 225-226. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarım ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerim görmez misin? 227. Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, neye nasıl dönüşeceklerim yakında görecekler. [98]



Tefsiri



221-223; Önceki âyetlerde (210-212) Kur'an'ı Hz. Peygaınber'e şeytanların getirdiği, dolayısıyla onun bir kâhin olduğu iddiaları reddedilmişti. Burada ise şeytanların Hz. Peygamber'e yaklaşamayacakları belirtilmekte ve kimlere yaklaşabilecekleri açıklanmaktadır. Şeytanlar ancak çok yalan söyleyen, iftira atan, sahtekâr, günah işlemekten çekinmeyen kimselere, yani kendilerine uygun karaktere sahip olanlara yanaşırlar. [99]



224-227. İnkarcılar Kur'an'in gayb âleminden verdiği haberleri şeytanların ilhamı, nazmını da şiir olarak telakki ediyor, dolayısıyla Hz. Peygamberce kâhin ve şair diyorlardı. İşte bu âyetler onların bu tür temelsiz iddialarını reddetmekte; inkarcı şairlere gerçekleri arayanlar değil, ancak hevâ ve hevesleri peşinde giden, zevk ve eğlence düşkünlerinin tâbi olacağını bildirmektedir.

"Her vadide dolaşmak" her konuya girmek, her konuda söz söylemek demektir. Gerçekten de -müteakip âyette belirtildiği üzere inançlı ve ahlâkî değerlere bağlı olanlar farklı olmakla beraber- öyle şairler de vardır ki bunlar her vadide dolaşır, iyi kötü, eğri doğru her konuya girerek toplumu etkilemeye çalışırlar. Sözleri ile yaptıkları birbirini tutmaz, yapmadıklarını söyler, söylemediklerini yaparlar. Bu sebeple onların peşinden dürüst insanlar değil, ancak sapkınlar gider. [100] Bu nitelikte olan şiir ve şairle Kur'an ve Peygamber'İ karşılaştırmak bile abestir.

Kur'an insanların sosyal ve kültürel hayatlarında önemli bir yer işgal eden şiiri ve şairleri mutlak olarak yermemiş, bilâkis şiirin iyisine ve güzeline insanları özendirmiştir. Kur'an'm üstün ifade gücünü gören Araplar onu şiire benzetmişler, Hz. Peygamber'e de şair demişlerdir. [101] Bu durum karşısında Kur'an kendisinin ne şair ne de kâhin sözü olduğunu, fakat Allah tarafından indirilmiş ilâhî bir kelâm olduğunu vurgulamış. [102] ve putperestlik döneminin İslâm ilkeleriyle ters düşen şiirini yermiştir. Nitekim 227. âyette özellikleri anlatılan gerçek müminler, müşrik dönem şairlerini yeren yukarıdaki hükmün dışında tutulmuşlardır. Bunlar söyledikleri şiirde gerçekleri dile getirirler; söyledikleriyle yaptıkları birbirine uygundur. Allah'ın birliği esasına dayanan tevhid dininin ilkelerini savunur, Allah'ı zikreder, O'nu yüceltirler. Yaptıkları iyi işlerle hem kendilerinin hem de toplumun yücelmesini ve yükselmesini gözetirler. Zulmün ve haksızlığın karşısında şiirleriyle mücadele verir, hakkı savunurlar. Sahih hadis kaynaklarında yer alan birçok hadiste de iyi maksatla kullanılan şiir, yukarıda kötülenen şiirden istisna edilmiş, hatta özendirilmiştİr. [103] Meselâ Câhiliye döneminin önde gelen şairleri arasında yer alan ve Medine döneminin sonların doğru müslüman olan Lesbîd b. Râbia'nın "Bilinmelidir ki Allah'tan başka her şey bâtıldır" anlamındaki mısraı [104] Hz. Peygamber'İn "şairlerce söylenmiş en doğru söz" şeklindeki takdirine mazhar olmuştur[105] Keza ashâb-ı kiram arasında Resûl-i Ekrem'in takdirlerini kazanmış başka birçok şair bulunmaktaydı. Bunların başında gelen Hassan b. Sabit'e, "Müşrikleri (şiirlerinle) hicvet, bil ki Cebrail de seninle beraberdir" buyurmuştur. [106]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:25 am

25
Furkân Sûresi


İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
42
Âyet sayısı :
77
Nüzulü
Mushaf'taki sıralamada yirmi beşinci, iniş sırasına göre kırk İkinci sûredir. Yâsîn sûresinden sonra, Fâtır sûresinden önce Mekke'de inmiştir. Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir rivayette 68-70. âyetlerin Medine'de indiği belirtilirse de Buhârî'nin kaydettiği bir rivayette[1]68. âyetin Mekke'de indiğini belirten bir bilginin yer alması, bu üç âyetin de Mekke'de İndiği ihtimalini güçlendirmektedir. Sûrenin ilk üç âyetinin Medine'de indiği yolunda da bir rivayet vardır. [2]



Adı



Bütün kaynaklarda sûre, 1. âyette geçen Furkân ismiyle anılmıştır. Hz. Ömer'in, Hz, Peygamber hayatta iken Hişâm b. Hakîm'in Furkân sûresini okuduğunu, kendisinin de onu dinlediğini belirten açıklamasında Furkân adını zikretmesi [3]ve daha başka hadisler[4] sûrenin Resûlullah döneminden itibaren bu isimle anıldığını göstermektedir.[5]



Konusu



Furkân sûresi, Allah Teâlâ'nın yüceliğim, evrendeki hükümranlığının mut-laklığını vurgulayan ve Onu ulûhiyyetine yakışmayan niteliklerden tenzih eden âyetlerle başlar. Kuranın ilâhî kaynaklı, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğu hususundaki kuşkulan reddeden açıklamalarla devam eder. Ortaya konan delillere rağmen bu gerçekleri inkâr edenlerin, inat ve inkârları yüzünden âhirette uğrayacakları akıbet hakkında bilgi verilerek uyarılarda bulunulur. Özellikle Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edenlerin, onun beşerî sıfatlara sahip olduğunu ileri sürerek bu durumu kendisi için bir kusurmuş gibi değerlendirmeleri eleştirilir. Daha sonra Hz. Peygamber için bir teselli olması maksadıyla geçmiş peygamberlerin de bu tür düşmanca davranışlara mâruz kaldıklarına dair Örnekler verilir. Allah'ın yaratıcılığı ve evren üzerindeki hükümranlığını konu alan âyetlerin ardından Allah'ın has kullarının iman, İbadet ve ahlâka dair güzel hasletlerinden örnekler verilir ve bunların âhirette elde edecekleri mutluluktan söz edilir. [6]



Meali



Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren Allah aşkındır, cömerttir. 2. O, göklerin ve yerin egemenliği kendisine ait olan, çocuk edinmeyen, egemenliğinde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratan, yarattığına belli bir ölçüye göre düzen veren Allah'tır, 3. Oysa onlar, Allah'ı bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış bulunan, bizzat kendilerine bile bir zarar ya da faydaları dokunmayan, ne ölüm ne hayat ne de ölümden sonra yeniden diriliş ellerinde olmayan düzmece tanrılar türettiler. [7]



Tefsiri



1. "Aşkındır, cömerttir" diye çevirdiğimiz tebâreke fiili, Türkçe'de bir kelimeyle karşılanması mümkün olmayan anlamlar içermektedir. Nitekim tefsirlerde bu kelimenin, "yücelik, aşkınlık, kutsallık, süreklilik, değişmezlik; zâtı, nitelikleri ve fiilleri bakımından eşsizlik ve benzersizlik, başka hiçbir varlıkla mukayese edilemeyecek derecede geniş çaplı cömertlik" gibi sadece Allah hakkında düşünülmesi mümkün olan bütün üstünlükleri kapsadığını gösteren açıklamalar yapılmıştır. [8] Tebâreke fiili, bu kapsamı dolayısıyla Kur'ân-i Kerîm'de sadece Allah için kullanılmıştır.

"KuF'dan maksat Hz. Peygamber'dir. Furkân kelimesi ise burada özellikle Kur'an için kullanılmış olup "hakkı bâtıldan, doğru yolu yanlış yoldan, helâli haramdan ayırıcı bir ölçü" anlamına gelmektedir. [9] Kelime bu özel anlamı dolayısıyla da sûreye isim olarak verilmiştir.

"Âlemin", âlem kelimesinin çoğulu olup Allah'ın yarattığı ve yönettiği maddî ve manevî, görülen ve görülmeyen bütün varlık türlerini, oluşları ve bütünüyle evreni ifade eden geniş kapsamlı bir kavramdır. [10] Ancak burada özellikle Hz. Muhammed'in kendilerine peygamber olarak gönderildiği, akıl sahibi olan, yükümlü ve sorumlu tutulabilen varlıkları ifade ettiği anlaşılmaktadır.

"Uyarıcı" diye çevirdiğimiz nezîr kelimesi, Hz. Muhammed'in peygamberlik özelliklerinden biri olup onun kurtarıcılık misyonunu; insanların göz alıcı, gönül çelİci, fâni ve aldatıcı dünya zevklerine kendilerini kaptırıp yoldan çıkmalarını önlemek gibi ulvî bir amaçla gönderildiğini İfade eder. Uyarıcı nitelemesinin burada Kur'an için kullanıldığı da söylenmiştir ki buna göre yukarıda Hz. Peygamber'le ilgili olarak kaydettiğimiz açıklamalar bu yoruma göre de geçerlidir. Nitekim İsrâ sûresinin 9-10. âyetlerinde de Kur'an'm bu uyarıcı ve kurtarıcı özelliği vurgulanmıştı. [11]



2-3. Özel olarak Allah'a ortak koşan ve O'nun şanına yakışmayacak şekilde iddialar ileri süren Mekkeli putperestlere cevap olan bu âyetler, daha genel olarak tevhid ilkesini zedeleyici veya büsbütün dışlayıcı, yok sayıcı inançları, fikir ve eylemleri reddeden bir içerik taşımaktadır. 2. âyetin son cümlesine göre evrendeki her şey Allah tarafından yaratıldığı gibi, bu yaratmada bir kaos olmayıp kozmik bir sisteme ve düzene göre gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Canlı cansız her varlık hiçbir sapma göstermeden Allah'ın kendileri için takdir ettiği işlevi icra etmekte; bütün oluşlar sürekli olarak Allah'ın belirlediği yasalara göre işlemektedir; hiçbir gücün ve İradenin bu yasaları aşması, ihlâl etmesi mümkün değildir. 3. âyette, hiçbir yaratma işlevi taşımayan nesnelere tapanlara şu husus hatırlatılmaktadır: Gerçek tann, öncelikle yaratıcı güce sahiptir; fayda ve zararın asıl kaynağıdır; gerektiği durumlarda fayda da zarar da O'ndan gelir. Nihayet gerçek tann ölümü, hayatı ve yeryüzünde hayatın son bulmasından sonra insanların yeniden diriltilerek mahşerde toplanmalarını sağlayacak güçtür. [12]



Meali



4. İnkâr edenler, "Bu Kur'an, onun uydurduğu, birilerinin de bu konuda kendisine yardım ettiği bir düzmeceden ibarettir" dediler; böylece onlar açık bir haksızlık ve iftirada bulunmuş oldular. 5. Yine dediler ki: "Bunlar, onun başkalarına yazdırdığı, sabah akşam kendisine okunan eskilerin masallarıdır!" 6. De ki: "Onu, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi. Doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." 7. Dediler ki: "Bu nasıl peygamber! Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli ve kendisiyle birlikte o melek de uyancıbk görevi yapmalı değil miydi? 8. Veya ona bir hazine verilmeliydi ya da bizzat kendisinin yiyip içtiği bir bahçesi olmalıydı." Bu zalimler (inananlara), "Siz sadece büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz" dediler. 9. Gör işte, senin hakkında ne tür yakıştırmalarda bulundular! Bu şekilde yoldan çıkmış bulunuyorlar, artık bir daha da doğru yolu bulamayacaklar. 10. Allah, öyle aşkın ve cömerttir ki, eğer isterse sana bundan daha hayırlısını, içinden ırmakların aktığı şirin bahçeler verir; senin için saraylar yapar. [13]



Tefsiri



4-6. Mekkeli putperestler, aslında Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini kendi bâtıl inançları, zulme dayanan mevcut düzenleri için zararlı gördüklerinden, onun etkisini değişik yollardan önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Resûlul-lah'ın "birilerinden", yani o dönemde Mekke'de bulunan birkaç Ehl-i kitap mensubundan da yardım alarak Kur'an'ı kendisinin icat ettiği iddiasıydı. Gerçi Resû-lullah'ın genellikle köle sınıfından olan birkaç hıristiyanla görüştüğü söylenmektedir. Bunun da sebebi, onların inançlarının putperestlerinkine göre doğruya daha yakın oluşuydu. Ancak Kur'ân-ı Kerîm gibi mükemmel bir kitabı böyle rastgele kişilerden aldığı bilgilerle oluşturması saçma bir iddia olmaktan öte gidemezdi[14] 6. âyette putperestlerin iddiaları reddedilirken "Onu, göklerin ve yerin sırlanın bilen Allah indirdi" buyurulması şu gerçeğe işaret etmektedir: Kur'an, Allah'ın yardımı olmadan hiçbir İnsanın, kendi beşerî yetenekleriyle ulaşamayacağı zenginlikte sırlar, gayb âlemine ilişkin bilgiler, gerçekler içermektedir; dolayısıyla Kur'an'm insan değil Allah'ın sözü olduğunu kanıtlayan delil yine Kur'an'm kendisidir, onun içeriğidir. [15]



7-8. Müşrikler, aslında alay maksadı taşıyan bu sözleriyle Hz. Muhammed'in sıradan insanlarda görülen özellikleriyle peygamber olamayacağını iddia ediyor; kendisine inanmaları için yanında bu tür beşerî özellikler taşımayan bir melek bulunması ve Resûlullah'ın sürdürdüğü uyancıhk görevini bu meleğin üstlenmesi gerektiğini veya genellikle yoksulluğun hüküm sürdüğü Mekke şartlarında, kendilerinden farklı olarak Resûlullah'ın krallar gibi özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor; bunların hiçbiri yokken peygamberlik davasında bulunmasının ancak büyülenmiş birinin saçmalıkları olduğunu ileri sürüyorlardı, Âyetin sonunda bunlar "zalimler" diye anılmışlardır. Çünkü onlar öncelikle gönül dünyalarından Allah'ı silip O'nun yerine düzmece tanrılar edinerek onlara bağlanmışlar; lâyık olana kulluk ve itaati bırakıp lâyık olmayana itaat etmişlerdir. İkinci olarak, Hz. Muhammed'in hak peygamber olup olmadığının ölçüsü olarak, onun getirdiği dinin ilkelerinin, insanlığın maddî ve manevî, bireysel ve sosyal sorunlarını çözmeye elverişli olup olmadığını, ihtiyaçlarına cevap verip vermediğini dikkate almaları gerektiği halde onlar, peygamberlik misyonuyla ilgisi olmayan haksız ve yersiz isteklerde bulunmuşlardır. [16]



9-10. Mealindeki "yoldan çıkma"nın metindeki karşılığı dalâlet, "doğru yolu bulma"nın karşılığı da hidayet kavramlarıdır. Araştırmacılara göre dalâletin asıl anlamı, çölde yolculuk yapanın yolunu kaybetmesi; hidayet de doğru yolu izlemesi veya yolunu kaybetmişken bir rehberin yardımıyla tekrar doğru yolu bulmasıdır. Buna göre inkarcıların, Kur'an'ı Hz. Muhammed'in uydurduğu, onun peygamberlik nitelikleri taşımadığı, büyülenmiş biri olduğu gibi iddiaları âyette çölde yolunu kaybetmeye benzetilmekte; böyle davrandıkları sürece doğru yolu da bulamayacakları ifade edilmektedir.

8. âyette bildirildiğine göre Hz. Peygamber'in düşmanları, onun özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor, bunların bulunmayışını peygamberlik davasını boşa çıkaran bir eksiklik olarak göstermeye çalışıyorlardı. 10. âyete göre Yüce Allah dilerse resulüne maddî nimetler olarak onların söylediklerinden daha güzellerini de verir, bunu önleyebilecek hiçbir güç yoktur; buna rağmen eğer vermemişse Peygamber'i için böylesini daha uygun gördüğünden dolayı vermemiştir. Allah, dilerse birine her türlü ilim ve marifetin kapılarım açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun aksini uygun görür. [17] Resulü Muhammed'e de vahiy ve nübüvvet kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden yararlanma imkânını kısıtlamıştır. Kim için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple -Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine- insanlar, sahip oldukları maddî nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi niyet ve güzel işler gibi konulardaki manevî mertebelerine göre değerlendirilmelidir. [18]



Meali



11. Fakat onlar, Kıyameti yalanladılar. Biz de Kıyameti yalanlayanlar için alevli bir ateş hazırladık. 12.0 ateş onları uzak bir yerden görünce onun homurdanmasını ve uğultusunu işitirler. 13. Zincirlerle sımsıkı bağlı olarak onun dar bir yerine atılınca oracıkta yok olmayı isterler. 14. Bugün boşuna bir defada yok olmayı istemeyin! Defalarca yok olmak için yalvarın! 15. De ki: "Bu mu daha iyidir, yoksa Allah'a saygılı olmayı ilke haline getirmiş olanlara vaad edilen ebedî cennet mî?" İşte bunlar için cennet bir ödül ve nihaî durak olacaktır. 16. Orada kendileri için sonsuza kadar istedikleri her şey vardır. Bu, rabbinin, gerçekleşmesi istenen bir vaadidir. 17.0 gün Allah, onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri bir araya toplayacak, sonra şu tapılanlara, "Bu kuUarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?" diye soracak. 18. Onlar, "Seni tenzih ederiz! Senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Sen bunları re atalarını nimetler içinde yüzdürdün; nihayet onlar da seni anmayı unuttular ve böylece uçurumun yolunu tutmuş bir topluluk oldular" diyecekler. 19. İşte (ey müşrikler), bu taptığınız şeyler, sizin söylediklerinizin yalan olduğunu ortaya koydu. Artık ne cezanızı savabilirsiniz ne de kendinize bir yardım sağlayabilirsiniz. İçinizden kim haksızlık yoluna saparsa ona büyük bir azap tattırırız! [19]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:25 am

Tefsiri



11-14. "Son saat"ten maksat kıyamettir. Taberî, 11. âyetin başındaki "fakat" diye çevirdiğimiz "bel" edatını, 7. âyete bağlayarak âyete şöyle mâna vermektedir: "Ey Peygamber! Bu müşriklerin, Allah'a ortak koşmalarının ve kendilerine getirdiğin gerçeği inkâr etmelerinin asıl sebebi, senin de diğer insanlar gibi yiyip içmen, çarşıda pazarda dolaşman (yani bir melek gibi olmaman) değildir; gerçekte onlar yeniden dirilişe İnanmadıkları, kıyameti ve Allah'ın kıyamette ölüleri dirilterek onlara sevap ve ceza vereceğini kabul etmedikleri için böyle davranıyorlar" (XVIII, 186). Mekke müşriklerinin, Allah'a ortak koşmanın yanında en büyük günahlarından biri de kıyamet ve âhiret hayatını inkâr etmeleriydi. 11. âyette on-larm, bu inkârın cezasını âhirette cehennemin alevli ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devamında ise buradaki acınacak halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır. [20]



15-16. İnkarcılarla müminlerin, dünyada yapıp ettiklerinin karşılığı olarak âhiretteki akıbetleri hakkında çok kısa bir karşılaştırma yapılarak insanların akıllarını başlarına almaları öğütlenmektedir.

Yukarıdaki cehennem tasvirine mukabil burada cennetin iki özelliği öne çıkarılmıştır: a) Cennet hayatının ve mutluluğunun sonsuz oluşu, b) Orada bulunanların, diledikleri bütün güzellikleri elde edebilecekleri. Âyette bunun miittakilere (takva sahipleri) Allah'ın bir vaadi olduğu bildirilmektedir. Burada müminlerin inanç ve yaşayışları hakkında ayrıntılı bilgi verilmeden onlar sadece takva sahipleri olarak anılmıştır. Bu da gösteriyor ki Kur'an dilinde takva kavramı, imandan başlamak üzere Allah'a itaat ve saygı anlamı taşıyan bütün olumlu turum ve davranışları içermektedir. Bunu dikkate alarak âyetteki söz konusu kelimeyi, "Allah'a saygılı olmayı İlke haline getirmiş olanlar" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.

"Bu, rabbinin, gerçekleşmesi istenen bir vaadidir" şeklinde çevirdiğimiz 16, âyetin son cümlesi değişik şekillerde açıklanmış olup bunların ikisi şöyledir: a) Mümen eğer vermemişse Peygamber'i İçin böylesini daha uygun gördüğünden dolayı vermemiştir. Allah, dilerse birine her türlü ilim ve marifetin kapılarını açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun aksini uygun görür. [21] Resulü Munammed'e de vahiy ve nübüvvet kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden yararlanma imkânını kısıtlamıştır. Kim için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple -Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine- insanlar, sahip oldukları maddî nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi niyet ve güzel işler gibi konulardaki manevî mertebelerine göre değerlendirilmelidir. [22]



17-19. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre büyük yargı gününde, mutlak adaletin gerçekleşeceği kıyametteki sorgulamada Allah, putperestlerle diğer çok tanrıcı inanç sahiplerinin taptıkları varlıkları da huzurunda sorgulayacak ve bunlar, kendilerine tapanların aleyhinde şahitlik edeceklerdir. Muhammed Esed, -Kur'an'ı rasyonelleştirme şeklindeki hakim çabasının bir sonucu olarak- burada "bazı mü-fessirlerin söylediği gibi 'yargı günü'nde konuşturulacak olan cansız putlara değil, fakat tannlaştmlan akıl sahibi varlıklara, yani peygamberlere, azizlere, velîlere" hitap edildiğini savunuyorsa da bu görüşe tam olarak katılmak mümkün değildir. Bu âyetlerin, Esed'in belirttiği inanç gruplarıyla da ilgili olduğu muhakkaktır. Ancak sûrenin 3. âyetinden itibaren geniş ölçüde Mekke putperestlerine hitap edilmekte, onların inanç ve tutumları eleştirilmektedir. Bu putperestler, geçmişleriyle bol bol övünmekle beraber peygamberlere, azizlere, velîlere tapmıyorlardı; onlarda ata ruhlarına tapınma inancı da yoktu. Temel dinî tutumları, bazı gök cisimlerini ve onların sembolleri olarak yaptıkları putları tanrı sayıp onlara tapmaktı. İşte burada Yüce Allah'ın sınırsız kudretiyle âhirette bu tapılan varlıklara can vererek onlara şahitlik yaptıracağı; bunların da müşriklerin sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, müşriklerin inandıkları gibi kendileri şuurlu ve iradeli varlıklar olsalardı Allah'a dayanıp güvenmekten başka bir şey yapamayacaklarını ve müşriklerin -Allah'ın verdiği nimetleri yerinde kullanmak şöyle dursun- bu nimetler yüzünden Allah'ı unutup yoldan çıktıklarını ifade edecekleri; böylece putperestlerin suçları sabit olunca hak ettikleri şekilde cezalandırılacakları bildirilmektedir. [23]



Meâti



20. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşıda pazarda dolaşırlardı. (Ey insanalar!) Biz kiminizi kiminiz için imtihan vesilesi yaptık ki bakalım sabredecek misiniz. Rabbin her şeyi görüp gözetlemektedir. 21. Bizim huzurumuza çıkarılacaklarını hiç beklemeyenler, "Bize melekler gönderilmesi veya rabbimîzi görmemiz gerekmez miydi?" diyorlar. Gerçek şu ki onlar içlerinde derin bir kibir duygusu besliyor, azgınlıkta sınır tanımıyorlar. 22. Melekleri görecekleri gün, işte o zaman, günahlara boğulmuş olanlar için hiçbir iyi haber olmayacak ve onlar (meleklere), "Her şeyden mahrum olduk!" diyecekler. 23. Onların yaptığı her işi ele almış ve onu savrulup giden toz toprak haline getirmişizdir. 24. O gün cennetliklere kalınacak yerlerin en iyisi, dinlenme yerlerinin en güzeli bahşedilecektir. 25.0 gün sema bulutlarla yarılacak, melekler peş peşe indirilecek; 26. İşte o gün gerçek egemenlik Rahmân'ındır ve o gün inkarcılar için çok zor bir gün olacaktır. 27.0 gün, (dünyada İken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: "Keşke Peygamberle birlikte aym yolda olsaydım! 28. Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim! 29. Meğer bana uyancı mesaj geldikten sonra o dost bildiğim kişi bu mesajdan beni saptırmış!" İşte şeytan inşam (böyle) çaresizlik içinde yapayalnız bırakır. [24]



Tefsiri



20. Müşriklerin. 7. âyette Hz. Muhammed'in peygamberliğine İtiraz olarak ileri sürdükleri iddialara cevap veren bu âyette peygamberlerin beşerî özellikler bakımından diğer insanlardan farklı olmadığına, şu halde inkarcıların ileri sürdükleri bu İddianın geçersiz olduğuna işaret edilmektedir. [25] "Biz kiminizi kinliniz için imtihan vesilesi yaptık" cümlesiyle ilgili olarak farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre burada Mekke putperestlerinin ileri gelenleriyle çoğunluğunu yoksul ve himayesiz insanların oluşturduğu müslümanlar kastedilmiştir. Âyete göre bu iki kesim, birbirleri karşısındaki tutumlarıyla bir imtihan vermektedirler. Nitekim kendilerini soylu ve üstün gören müşrikler, sıradan bir kişinin müslüman olmasını yadırgıyor, güya onların seviyesine düşmediklerini göstermek için İnkârda daha da inatlaşmakla kalmayıp diğerlerine eza ve cefa ediyor ve bu suretle kötü bir imtihan vermiş oluyor; nıüslümanlar ise onlardan gördükleri hakaretlere, maddî ve manevî baskılara sabredip Allah'a ve Peygamber'e bağlılıklarını koruyarak iyi bir imtihan vermiş oluyorlardı.

Ancak âyeti, bu yorumu da içine alacak şekilde bütün İnsanlıkla ilgili olarak anlamak daha isabetli görünmektedir. Buna göre âyet, genel olarak insanlar arasındaki ilişkilerin gelişigüzel yürütülemeyeceğini,bu ilişkilerin belli insanî ve ahlâkî kuralları bulunduğunu göstermektedir. Bu kurallara uymak, kişisel çıkarlar ve benlik iddiaları yerine hak ve adalet ölçüleri içinde davranmayı zorunlu kıldığı, bu da yerine göre sabrı ve özveriyi gerektirdiği için âyette "bakalım sabredecek misiniz" buyurulmuş; ardından da Allah'ın her şeyi görüp gözettiği hatırlatılmak suretiyle ödevlerini belirtilen kurallar çerçevesinde yerine getiren, böylece söz konusu sınavda başarılı olan kimselerle kurallardan saparak sınavda başarısızlık gösterenlere hak ettikleri mükâfat veya cezanın verileceğine işaret edilmiştir. [26]



21-22. Burada da iman etmemek için türlü bahaneler ileri süren müşriklerin başka bahanesine işaret edilmektedir. İddialarına göre Peygamber'e inanmaları İçin kendilerine melekler gelip Resülullah'ın bildirdiklerinin doğru olduğuna şahitlik etmeli veya Allah'ı kendi gözleriyle görüp hakikati O'ndan öğrenmelilermiş[27] Ama âyet, onların inanmamalarının asıl sebebinin, İçlerinde taşıdıkları küstahça kibirleri ve davranışlarıyla sergiledikleri zulüm ve taşkınlıkları olduğunu ifşa etmektedir. Her ne kadar âyet, tarihî bağlamda özellikle Mekkeli putperestlerin İnkâra sapmalarının temelindeki olumsuz psikolojiyi ortaya koyuyor gibi görünse de aslında bu, daha genel olarak Allah'ın, Peygamber'i vasıtasıyla ortaya koyduğu inanç ve ahlâk ilkelerine karşı mücadeleyi kendilerine dava edinmiş olan bütün İnkarcılar için geçerli genel bir tespit olarak anlaşılabilir. 22. âyet, bunlara şu sarsıcı uyanda bulunmaktadır: Bir zaman gelecek, o mütekebbir ve azgın inkarcılar "Bize gelmeliydiler" dedikleri melekleri görecekler; fakat artık o zaman iş işten geçmiş olacak; ısrarla inkâr ettikleri âhirette kendileri için hiçbir İyi haber duyamayacaklar; inanmadıkları bu gerçekle karşılaşınca bütün güzel şeylerin kendilerine yasak olduğunu, âhiret nimetlerinden, ebedî kurtuluştan mahrum kaldıklarını anlayacaklar, bunu kendi dilleriyle itiraf edecekler; bir yoruma göre de melekler onlara, "Her şey yasak (size), her şeyden mahrum bırakıldınız!" diyecekler.

"Her şeyden mahrum olduk!" şeklinde çevirdiğimiz "hicren mahcûren" ifadesi, Arapça'daki bir deyim dikkate alınarak, büyük bir felâket karşısında dehşete düşen ve çaresizlik içinde kıvranan insanın söylediği bir istiâze (Allah'a sığınma) ifadesi olarak da yorumlanmış ve "Allahım! Beni kora, bu felâketi benden uzaklaştır!" anlamına geldiği belirtilmiştir. Birinin, korktuğu bir kişi veya olayla karşı karşıya geldiğinde "Bana dokunamazsın! Benden uzak dur!" anlamında kullandığı bir deyim olarak da açıklanır. [28]



23-24. Kuşkusuz -inkarcı da olsa- her insanın dünyada yaptığı İyi İşler de bulunmaktadır. Fakat bunların Allah katında değer taşıması ve âhirette kurtuluşa vesile olabilmesi İçin onları yapanların, Allah'ın rızâsını gözeterek yapmış olmaları, bunun için de O'na iman etmeleri gerekmektedir. Halbuki bütün kaynaklar, müşriklerin yaptıkları iyiliklerin temelinde onların benlik iddiaları, gurur tatmini, başkalarının takdirini, saygısını kazanma, insanları minnet altına sokma, iyilikleriyle övülme gibi egoist duygulan ve beklentileri bulunmaktaydı. Şu halde yaptıkları iyiliklerin âhirette olumlu bir karşılığı da olmayacak, rüzgârın savurup götürdüğü toz toprak gibi boşa gidecektir. Buna karşılık 24. âyette de Allah'a ve âhiret gününe inanıp iyiliklerini Allah rızâsını ve âhiret kurtuluşunu umarak yapanların nail olacakları güzel ortam çok kısa fakat çok kuşatıcı bir ifadeyle, "kalınacak yerlerin en İyisi, dinlenme yerlerinin en güzeli" şeklinde özetlenmektedir. [29]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:32 am

25. Kıyamet olayının gerçekleşmesini anlatan bazı âyetlerde göğün yanlaca-ğından, açılacağından ve orada kapılar oluşacağından söz edilmektedir. [30] Bu âyetlerin zahirî ifadelerinden anlaşıldığına göre kıyamet sırasında evrenin kozmik düzeni bozulacak; o gün "Yer başka bir yere gökler başka göklere dönüştürülecektir" [31] Günümüzde bazı bilim adamları kıyametin nasıl kopacağına dair çeşitli senaryolar ileri sürüyorlarsa da bu hususta Kur'an'ın verdiği bilgiler dışında açıklama getirme imkânımız yoktur. Müslüma-na düşen görev, Allah'ın Kur'an'da bildirdiklerini seksiz şüphesiz kabul etmekten; kıyametin kopacağına, bütün insanların yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanacaklarına inanmak ve dünyada yapıp ettiklerinden dolayı herkesin hesap vereceği âhiret hayatı için hazırlık yapmaktan ibarettir. Şu halde müslüman için asıl önemli olan, kıyametin nasıl kopacağını merak edip öğrenmek değil, gerçekleşmesinde kuşku bulunmayan âhiret için hazırlıklı olmaktır. [32]



26-29. Kur'an "in muhtelif yerlerinde ve özellikle bu sûrenin 2. âyetinde belirtildiği üzere göklerin ve yerin egemenliği Allah'ındır ve O'nun egemenliğine hiç kimse ortak olamaz. Şu halde bu âyetteki "İşte o gün (âhiret) egemenlik Rahman'indir" ifadesinden, dünyada egemenliğin Allah'tan başkasına ait olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Ancak bir kurumun sahibinin o kurumda çalıştırdığı yöneticilere kendi konumlarına ve görevlerine uygun olarak belirli yetkiler vermesi, karar ve icra özgürlüğü tanıması gibi ilâhî irade de dünyada insanlara sınırlı bir egemenlik alanı belirlemiş, ilâhî yasalara saygı çerçevesinde dünya hayatında, verilen sınırlı imkânlar içinde kendi düzenlerini yine kendileri kurma, eylemlerini seçip yapma özgürlüğü vermiş; bu suretle onları belirtilen konulardaki seçimlerinden ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutup sınavdan geçirmeyi murat etmiştir. Aksi halde inançlarını, düşünce ve eylemlerini seçme ve gerçekleştirme hususunda hiçbir özgürlük alanı bulunmayan birini sorumlu tutup iyilik ve kötülükler hususunda imtihana tâbi tutmak, iyilik yapanları ödüllendirirken kötülük yapanları cezalandırmak âdil olmazdı. Nitekim pek çok âyet bu gerçeğe işaret ettiği gibi Allah'ın insanlara en büyük armağanı olan akıl da böyle düşünmektedir. Gerek bu sûrede gerekse Kur'an'm bütününde âhiret inancına ısrarla vurgu yapılmasının sebebi de insanların bu yetkilerini doğru kullanmalarını, çünkü bundan sorumlu tutulacaklarını zihinlerine yerleştirmektir. Esasen, diğer bütün varlıklardan farklı olarak özellikle insanın yeryüzünde halife olarak yaratıldığını bildiren âyetler de genellikle bu çerçevede yorumlanmaktadır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Allah'ın insanlara tanıdığı bu sınırlı egemenlik, yetki ve özgürlük de yine O'nun mutlak egemenliği içinde kalmaktadır. Nitekim O, dilediği zaman, dilediği insanlardan bu imkânları kısmen veya tamamen geri alabilmekte; nihayet insanlara verdiği hayatı geri almakla onun dünyadaki sınırlı egemenliğine de son vermiş olmaktadır.

"O gün (âhiret günü) inkarcılar için çok zor bir gün olacaktır." Çünkü onlar, Allah'ın kendilerine bahşettiği söz konusu yetkiyi, egemenliği, özgürlüğü sorumluluk bilinciyle ve akıllıca kullanmamışlar; kendilerine bu imkânları bağışlayan Allah'ı tanıyıp O'na şükür ve minnet borçlarını gerektiği şekilde ödememişlerdir. Dünyada iken akıl ve iz'anlannı kullanarak Peygamber'in davetine uyup onunla birlikte, onun gösterdiği yoldan gitmeleri gerekirken zararlı duygularına ve hırslarına kapılarak yanlış kişileri dost edinip onların yolundan gitmişler; böylece inkâr ve isyan yolunu seçmişlerdir. İşte bütün gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine duydukları Öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış olmanın acısmı ve elemini yaşayacaklardır. Zira dünyada görülmez şeytanların ve şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhîrette verecekleri şey sadece "yapayalnız yardımcısız" bırakılmaktır. Kur'an dilinde bu acı akıbetin adı hızlân'dır. 29. âyetteki "hazûl" kelimesiyle aynı kökten olan hızlan dinî bir terim olarak, "Allah'ın, kendi buyruklarına karşı gelen insanlardan yardımım kesmesi, onları yapayalnız, yardımcısız bırakması" anlamına gelir. [33]



Meali



30. Resul, "Rabbim! Kavmim bu Kur'an'a büsbütün ilgisiz kaldılar" dedi. 31. İşte bunun gibi her peygambere karşı, günaha batmış kimseler içinden bir düşman çıkardık. Ama yol gösterici ve yardımcı olarak rabbin yeterlidir. 32. İnkarcılar, "Kur'an ona bütünüyle bir defada indirilmeydi ya!" diyorlar. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu uygun aralıklarla parça parça gönderdik. 33. Onlar ne zaman kuşku doğurucu bir teklif ileri sürseler biz sana mutlaka kesin gerçeği ve en güzel açıklamayı bildiririz. 34. Yüzüstü cehenneme sürülecek olanlar, evet işte onların yerleri en kötü yer, yolları da en yanlış yoldur. [34]



Tefsiri



30. Putperestlerin Resûlullah'a ısrarla karşı çıkmaları, haksız iddia ve iftiralarla onu üzmeleri üzerine onun da bu âyetteki ifadelerle inkarcıları Allah'a şikâyet ettiği belirtilmektedir. Râzî, XXIV, 77 Ancak Taberî (XIX, 9) gibi bazı müfessirler, konunun akışını dikkate alarak Hz. Peygamber'in bu şikâyetini âhiret-te, o büyük yargılama sırasında dile getireceğini belirtmişlerdir. Ayrıca yine ifadenin gelişinden anlaşıldığına göre onun şikâyetçi olduğu kesim, bütün ümmeti, hatta kendi dönemindeki bütün kavmi değil, bunlar içinden onun risâletini tanımayan, Kur'an'ın çağrısına uymayı reddeden putperestlerdir.

Metindeki "mehcûran" kelimesinin kök anlamından dolayı ilgili bölüme çoğunlukla, "...Kur'an'a inanmayı terkettiler, onu kabul etmediler, onu dinlemekten dahi yüz çevirdiler" mânası verilmiştir. Bu tutumlar, özetle Kur'an'a ilgisizlik anlamına geldiği için mealine anlamı bu kelimeyle yansıttık. Ancak mehcûran kelimesinin kökünde "alay etme" ve "hezeyan savurma, saçmalama" anlamlan da bulunmakta olup bu anlamlar dikkate alınarak Resûlullah'ın bu şikâyetinin, "Rabbim! Kavmim bu Kur'an'la alay ettiler" veya "...Kur'an'la ilgili saçma sapan sözler sarfedip haksız İddialar ileri sürdüler" şeklinde de anlaşılabileceği belirtilmiştir Râzî, XXIV, 77 Sonuçta her üç anlamıyla da bu şikâyette müşriklerin Kur'an karşısındaki akıl ve ahlâk ölçüleriyle uyuşmayan inkarcı ve reddedici tutumları dile getirilmektedir. [35]



31. Tebliğ ve irşat faaliyeti sırasında engellerle karşılaşan, insanları içine düştükleri inkâr bataklığından kurtarmak için çalışırken yine bu insanların bir kısmından düşmanlık görüp maddî ve manevî baskılara, haksızlıklara mâruz kalan tek peygamber Hz. Muhammed değildir. Bütün peygamberler, kendi toplumlarının yaşayan İnanç ve telakkilerini, ahlâk ve topyekün hayat düzenini sorgulamişlar, eleştirmişler ve değiştirmek istemişler; bu da o toplumlarda mevcut yapıdan memnun olan, özellikle bu yapı sayesinde servet yığmış; yüksek mevki, itibar ve sosyal statü kazanmış kesimleri rahatsız etmiş, bu rahatsızlık giderek düşmanlıklara dönüşmüştür. Bu gerçeğin "..Jıer peygambere karşı, günaha batmış kimseler İçinden bir düşman çıkardık" cümlesiyle ifade edilmesi, ilke olarak âlemde olup biten her şeyin ilâhî irade ve yasalar çerçevesinde gerçekleştiği şeklindeki Kur'an'ın hâkim yaklaşım ve üslubunun bir yansımasıdır. Âyette, bu gerçeği özetleyen ifadenin ardından, "Ama kurtarıcı ve yardımcı olarak rabbin yeterlidir" buyurularak müşriklerin bâtıl inançlar, yanlış fikirler, haksız iddialar ve bencil hesaplar üzerine kurulan düşmanca girişimlerinin başarılı olamayacağı; Allah'ın, yol gösterici, kurtarıcı desteği ve yardımıyla resulünü başarıya ulaştıracağı müjdelenmektedir. Aslında bu, daha genel anlamda Allah rızâsı ve İnsanlığın iyiliği, kurtuluşu ve mutluluğu için çalışan her mümine yönelik kutsal bir vaad ve müjdedir. [36]



32. Kur’an'a inanmamak için bahaneler üreten müşriklerin başka bir iddiası dile getirilmektedir. Aslında Kur'an'ın hepsi birden indirilseydi onlar yine inanmayacaklardı. Çünkü amaçlan gerçeği bulmak değil, taassup duygularıyla bağlandıkları bâtıl inançlarım, maddî ve sosyal çıkarlarını korumaktır. Ayrıca bu tutum sadece Câhiliye müşriklerine özgü bir hal de değildir. İnsanlardan bir kısmı, günümüzde bile asıl niyetlerini ve amaçlarını saklayarak -istedikleri yerine getirilse İyi bir dindar olacakmış gibi- böyle masum görünüşlü iddialar, gerekçeler, talepler, görüş ve öneriler ileri sürebilmektedir.

Müşriklerin, "Kur'an ona bütünüyle bir defada İndirilseydi ya!" derken asıl maksatları Allah'ın malumu olmakla birlikte, bu sözlerin iyi niyetli insanların zihnini karıştırması ihtimali bulunduğu için âyette iddiaya kısaca cevap verilmiştir. Buna göre Allah Teâlâ, Kur'an'ın tamamını bir defada değil de yaklaşık yirmi üç sene zarfında, âyet âyet, bölüm bölüm indirmekle Resûlullah'ın her gelen âyeti gerek metni gerekse anlamıyla zihnine iyice yerleştirmesini, ruhuna sindirmesini amaçlamış; Resûİullah da Kur'an'in bütününü eksiksiz ve yanlışsız olarak hafızasına yerleştirdiği gibi, diğer insanlara tebliğ etmeden önce bizzat kendisi, başta iman esasları olmak üzere Kur'an'm ilkeleriyle kişiliğini bütünleştirmiş, Hz, Âi-şe'nin ifadesiyle Kur'an onun ahlâkı haline gelmiştir. [37]



33. "Kuşku doğurucu bir teklif diye çevirdiğimiz mesel kelimesi, sözlükte "misal, örnek, temsil, atasözü" gibi anlamlara gelir. Ancak kelimenin burada, -belirttiğimiz anlamı yanında- Kur'an'm başka bazı yerlerinde görüldüğü gibi putperestlerin İslâm hakkında kuşku uyandırmayı, zihinleri çelmeyi hedef alan İddiala
rı, soruları, misalleri için kullanıldığı da düşünülebilir. [38] Buna göre inkarcılar kuşku uyandırıcı misaller, sorular, itirazlar ortaya attıkça Allah da konunun aslı, özü, doğrusu ne ise onu ortaya koyarak, o konuda en doğru delilleri, en kesin açıklamaları bildirerek inkarcıların niyetlerini boşa çıkarmıştır. Nitekim Kur'an'a ve Peygamber'e karşı mücadele veren inkarcıların bütün gayretleri sonuçsuz kalmış, en sonunda ortaya koyduğu İnanç ilkeleri ve hayat düzeniyle basan ve hâkimiyet Kur'an'm olmuştur.

Kuşkusuz bu âyet, dolaylı olarak bugünün insanlarına da bir ders vermekte; bir fikri, bir inancı haklı gerekçelere dayanmadan ortadan kaldırmaya kalkışan gayretleri eleştirdiği gibi bu gayretleri etkisiz kılmanın tek doğru yolu olarak "kesin gerçeğe" dayanmak ve "en güzel açıklama"lar getirerek gerçeğin insanlar tarafından doğru anlaşılıp kavranmasını sağlamak gerektiğine işaret etmektedir. [39]



34. "Yüzüstü" diye çevirdiğimiz alâ vücûhihim" İfadesinin tam anlamı "yüzler üzerine" şeklindedir. Lafzından hareketle bu ifadeden inkarcıların yüz üstü sürünerek mahşer yerine toplanacakları mânasını çıkaranlar yanında bunun bir mecaz olduğunu düşünüp onların âhirette içine düşecekleri zilleti, perişanlığı, utanç ve pişmanlık duygularını anlattığını söyleyenler de vardır. Âyette sözü edilen "en kötü yer" cehennem, "en kötü yol" da cehenneme götüren yol olarak yorumlanmıştır. Bununla birlikte bu İfadeleri mecaz olarak anlamak da mümkündür. Buna göre "en kötü ver" ile inkarcıların Allah katındaki itibarsız ve değersiz konumları, "en kötü yol" ile de onların dünyada iken tutmuş oldukları yanlış ve sapkın yol kastedilmiş olabilir. [40]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:32 am

Meali



35. Gerçek şu ki biz Musa'ya da kitap vermiş, kardeşi Harun'u onun yanında yardımcı yapmıştık. 36. Onlara, "Âyetlerimizi yalan sayan topluluğun yanma gidin" dedik. Ama sonunda o topluluğu yıkıp yok ettik. 37, Peygamberleri yalancı saymaları üzerine Nuh kavmini de sulara gömdük ve böylece onları insanlık için bir ibret yaptık. Biz, zalimler için çok acı bir azap hazırladık. 38. Âd'ı, Semûd'u, Res halkını, bunlar arasında daha birçok nesli de (cezalandırdık). 39. Oysa her birine ibretli örnekler vermiştik. Nihayet hepsini kırıp geçirdik. 40. Bunlar, felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye gitmişlerdi; peki oraları görmüyorlar mıydı? Hayır hayır! Bunlar öldükten sonra yeniden dirilmek diye bir şeyi beklemiyorlar. [41]



Tefsiri



35-39. İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı) dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu toplulukların akıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur'an'ın muhataplarının bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır.

Âshâb-ı Res, konumuz olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (50/12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res, Orta Arabistan'daki Yemâme'de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress'in, Yâsîn sûresinde geçen (36/13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb'ın kavmi yahut Semûd'un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzî'nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne Kur'an'a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helak edildikleridir. [42]



40. "Bunlar" zamiri ile Hz. Peygamber'İ inkâr eden Arap müşrikleri kastedilmiştir. "Felâket yağmuruna tutulmuş olan o belde" ise müfessirlere göre Lût kavminin yaşadığı, Ölüdeniz kıyısında eski bir şehir olan Sodom'dur[43] Araplar kuzeye yaptıkları ticarî yolculukları sırasında bu bölgeden geçerler ve âyetten anlaşıldığına göre muhtemelen bu şehrin azgınlık ve ahlaksızlıkları yüzünden helak olmuş kavimden kalan harabelerini görürlerdi [44]Âyette onların bizzat görerek veya görenlerden duyarak bilgi sahibi oldukları bu ibret levhasından ders almamış olmaları eleştirilmekte; bu gaflet ve duyarsızlığın temelinde, dünyadaki tutum ve davranışlarının hesabım verecekleri âhiret gününe inanmamalarının bulunduğu bildirilmektedir. [45]



Meali



41. Onlar ne zaman seni görseler, "Bu mu Allah'ın resul olarak gönderdiği adam!" diyerek mutlaka seninle alay ederler. 42, "Eğer tanrılarımıza kararlılıkla bağlı kalmasaydık neredeyse bizi onlardan koparacaktı" derler. Ama azabı gördüklerinde yolunu büsbütün şaşırmışların kimler olduğunu anlayacaklar! 43. Bayağı arzularım tannlaştıran kişiyi gördün mil? Şimdi sen, bu adamı doğru yola getirmekle yükümlü olabilir misin? 44, Yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetine kulak verdiklerini yahut doğru dürüst düşündüklerini mi sanıyorsun? Aksine onlar, bir hayvan sürüsünden başka bir şey değillerdir, hatta onlar yolca daha da şaşkındırlar. [46]



Tefsiri



41-42. Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri, bâtıl inançlarını sürdürmekle yetinmeyip bütün cahiller, cahil oldukları kadar küstah da olan kötü karakterli insanlar gibi onlar da Peygamber'in kendilerine yönelttiği davetin, ortaya koyduğu inanç ilkelerinin ve hayat sisteminin içeriği, anlamı ve değeri üzerine düşünecekleri yerde, sırf ilkellik ve bağnazlıklarından, inat ve inkârlarından dolayı güya onu önder ve rehber olacak nitelikte görmediklerini ileri sürerek alaya alırlardı. Çünkü -önceki âyetlerde de geçtiği gibi- onlar, peygamber olan birinin yanında meleklerin bulunması, kendilerine Allah'ı göstermesi gibi olağan üstü işaretler ortaya koyması gerektiğini ileri sürerlerdi. Oysa, 42. âyette aktarılan kendi ifadelerinden anlaşıldığına göre onlar elleriyle yaptıkları putlara bağlılığı gerçek din sayacak, bunlardan kurtarılmanın kendileri için felâket olduğunu düşünecek kadar da aptalca ve sapkın bir zihniyete sahiplerdi . [47]



43-44. İnsan, kendisine hitap eden bir mesajı değerlendirirken ya aklına ya da arzu ve ya aklının ya da arzu ve ihtiraslarının buyruğuna uyar. Aklına uyanlar, kendilerine yöneltilen davetin, doğruluğu üzerinde düşünür; bu davetin, Allah'ın yeryüzündeki en seçkin varlığı olan insan için, kendisinin de bir üyesi olduğu top-yekün insanlık için ne anlam ifade ettiği üzerinde zihin yorar; buna göre bir hükme varır ve sonuçta daveti kabul veya reddederler. Arzu ve ihtiraslarına uyanlar ise sadece bedensel hazlannı, geçici isteklerini, adi menfaatlerini dikkate alarak daveti bu açıdan değerlendirirler. Kur'an'm neredeyse başından sonuna kadar asıl mücadele ettiği zihniyet de işte bu ikincisidir. Konumuz olan âyette de bu şekilde davrananlar, "bayağı arzularını tannlaştıranlar" olarak tanımlanmakta; 44. âyette de putperestlerin, bayağı arzularını tanrı edinmeyi sürdürdükçe Peygamber'in davetini doğru anlamalarının, akıllarını kullanarak sağlıklı değerlendirme yapmalarının İmkânsız olduğu bildirilmekte; bu tutumlarıyla da düşünme yeteneğinden yoksun olan hayvanlardan daha şaşkın, daha iz'ansız bir durumda bulundukları açıklanmaktadır.

Mekkeli putperestlerin zihniyet yapısını Özetleyip eleştiren bu âyetler, evrensel planda son derece anlamlı, aydınlatıcı dersler içermekte; insanlığın genel bir zaafına işaret etmektedir. Nitekim tarihin her döneminde, bugün dahi insanlığın temel sorunu, bedensel arzularını, maddî çıkarlarını, makam ve mevki tutkularını akıl ve irfanın ışığından, doğru inanç ve sağlıklı düşünceden, hak ve adalet ölçülerine göre hüküm ve karar verip hayatlarını bu ölçülerle düzenlemekten daha önemli görmeleridir. [48]



Meali



45. Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra güneşi gölgeye yol gösterisi kılınışındır. 46. Sonra da onu yavaş yavaş kendimize çekmekteyiz. 47. Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir diriliş ortamı yapan O'dur. 48-49, Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur. Gökten de tertemiz su indirdik ki onunla ölü toprağı canlandıralım ve hayvanıyla insanıyla yarattığımız m'ce varlıkları suya kavuşturalım. 50. Gerçek şu ki, biz bütün bunları, insanlar doğru dürüst düşünüp ders çıkarsınlar diye kendilerine tekrar tekrar anlatmışızdır; buna rağmen insanların çoğu nankörlükte direnip durmuşlardır. 51. Eğer isteseydik her yerleşik topluluğa bir uyarıcı gönderirdik. 52. Öyleyse artık inkarcılara boyun eğme, bu Kur'an'la onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür. 53. Biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acı olan iki denizi karışacak şekilde sabveren ve ikisi araşma bir engel, aşılmaz bir perde koyan O'dur. 54. İnsan türünü sudan yaratıp onların arasında soy ve sıhriyet bağı kuran da O'dur. Rabbin üstün kudret sahibidir. 55. Ama onlar, Allah'ı bırakıp kendilerine ne faydası ne de zararı dokunan şeylere kulluk ediyorlar. Doğrusu inkarcı kişi, rabbine karşı onların destekçisidir. [49]



Tefsiri



45-50. İnkarcıların, nefsânî tutkularını tannlaştınrcasına akıl ve iz'an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur'an'ın temel hedefi olan Allah'a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir.

50. âyetteki "...kendilerine" diye çevirdiğimiz "beynehüm" ifadesi lafzı olarak "aralarında" anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet,Kur'an'da bazı bilgilerin, uyanların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır. [50]



51-52. İsrâîl tarihinde görüldüğü gibi eski çağlarda aynı dönemde -birbirine yakın da olsa- birkaç yerleşim merkezîne, küçük hacimli birden fazla topluluğa ayrı ayrı peygamberler gönderildiği de oluyordu. İşte âyet, artık Hz. Muhammed'in çağından itibaren bunu gerektiren şartların ortadan kalkmakta olduğuna işaret edilmekte; onun gerek kendi çağı gerekse kendisinden sonraki bütün dönemler için tek ve son peygamber olarak gönderildiğine işaret etmekte ve kendisinden, inkarcılara boyun eğmeden, onlara karşı bütün gücüyle direnç göstererek mücadelesini sürdürmesi, böylece ülke ve kavim sınırı tanımadan peygamberlik işlevini yerine getirmesi istenmektedir. Başka bir ifadeyle -âyetin işaretine göre- Hz. Muhammed'in son ve kendi döneminde tek peygamber olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve İletişim çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli şartların oluşmasıdır. Nitekim bu sayede Hz. Muhammed'in İslâm mesajı, -onun, komşu ülkelerin liderlerine İslâm'a davet mektupları yazması örneğinde görüldüğü gibi- bizzat kendi teşebbüslerinin de katkısıyla daha o dönemde Arap yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm, henüz birinci yüzyılını doldurmadan bir uluslar arası din halini almış; İslâm'ın kutsal kaynağı Kur'an da orijinal halini tam olarak korumuştur. [51]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:32 am

53. Araya giren çok kısa fakat son derece önemli uyarı ve bilgilerin ardından ilâhî kudretin kanıtları olan kevnî bilgilere ve delillere devam edilmektedir. 53. âyetteki bahr kelimesi, mealinde de gösterdiğimiz gibi deniz anlamındadır. Ancak -Muhammed Esed'in de haklı olarak belirttiği üzere- (II, 736) Kur'an'da bu kelime yer yer nehir veya büyük su kütlesi için de kullanılmaktadır. Ayette de ifade buyumlduğu gibi Yüce Allah'ın yasaları uyarınca tatlı sular, ırmaklar denizlere akmakta; bununla birlikle, günümüzde deniz araştırmalarının açıkça kanıtladığı üzere bazı denizlerde tatlı su ile tuzlu suyun karışmadığı görülmekte, âyetteki ifadeyle âdeta bu iki su kütlesinin arasında "bir engel, aşılmaz bir perde" bulunmakta; bilimin bu yeni keşfinin Kur'an tarafından çok açık ifadelerle ortaya konması Kur'an'in açık bir mucizesi olarak değerlendirilmektedir. [52]



54-55. Yukarıda sözü edilenlerden daha büyük mucize, Allah'ın görebildiğimiz en büyük eseri olan insan ve onun yaratılışıdır. Burada, insanlar arasındaki nesep ve sıhriyet bağının da ilâhî kudretin bir delili olarak gösterilmesi ve hemen ardından Allah'ın üstün kudretinin hatırlatılması da son derece anlamlıdır. Çünkü bu, insanın uygarlık kuran bir varlık oluşuna işaret eder. Nitekim uygarlık önce nesep ve sıhriyet ilişkisiyle başlar. Allah sayısız psikolojik, sosyal, ekonomik ilişkilerin de temeli olan bu iki bağdan insanlığı mahrum bıraksaydı insanın diğer hayvanlardan farkı kalmazdı. 55. âyette insanların buna rağmen Allah'ı bırakıp da kendilerine hiçbir fayda veya zarar getirmesi mümkün olmayan nesnelere tapmaları eleştirilmekte; böylece CâhİHye Arapları'nın putları tanrı edinmelerinin, daha geniş anlamda o günden bugüne birçok insanın birtakım değersiz varlıklara veya nefislerinin fâni arzularına birer tanrı gibi kul köle olmalarının anlamsızlığı hatırlatılmaktadır. [53]



Meali



56. Biz seni sadece bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. 57. De ki: "Bu görevimden dolayı dileyenin rabbine

giden bir yol izlemesi dışında sizden bir karşılık istemiyorum." 58. Asla ölmeyecek olan O diri varlığa dayanıp güven ve O'nu hamd ile teşbih et. Kullarının günahlarından haberdar obua konusunda O kendi kendine yeterlidir. 59. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O'dur, O rahmandır. Onu bir bilene sor. 60. Onlara, "Rahmân'a secde edin" denildiğinde, "Rahman da neymiş! Biz, senin istediğin şeye secde eder miyiz!" derler ve bu istek onların nefretini daha da arttırır. 61. Gökte yıldız kümeleri oluşturan, yine orada bir ışık kaynağı ve aydınlatan bir ay yaratan güç mübarektir, cömerttir, 62. Düşünüp ibret almak ve şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardına getiren de O'dur. [54]



Tefsiri



56-58. Yüce Allah, türlü varlıkları kendilerine put edinme dalâletine düşmekten kurtulup davet edildikleri İslâm'ın kurtarıcı ilkelerini benimseyen, inanç ve ya-şaytşını bu ilkeler çeiçevesinâe düzenleyen mümm)er için resulü Muhammed 'i bir müjdeci; bâtıl inançlara ve kirli bir hayata kendilerini kaptırıp gidenler için de uyarıcı olarak göndermiştir; Peygamber'in biricik görevi budur, bundan başka bir gayesi yoktur. O, davetine karşılık kişisel bir amaç, bir çıkar beklemez ve beklememiştir; tek beklediği şey, 57. âyetin ifadesine göre insanların özgür kararlarıyla Allah yolunu seçip bu yolda yürümeleridir. Nitekim Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri çeşitli vesilelerle, bu davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar servet vermek, başlarına lider yapmak, en güzel kadınlarla evlendirmek gibi cazip tekliflerde bulunmuşlar; fakat o, bu teklifleri kesinlikle reddetmiş; 52. âyette geçen "İnkarcılara boyun eğme, onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür" buyruğu uyarınca tebliğ ve irşad görevini kararlılıkla sürdürmüş; 58. âyetteki buyruk uyarınca daima Allah'a dayanıp güvenmiş, O'ndan aldığı güçle tek başına giriştiği bu mücadeleyi, başladığı gündeki kararlılık ve cesaretiyle ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; en sonunda Allah ona, vaad ettiği[55] zaferleri, fetihleri nasip etmiş; insanların kitleler halinde Allah'ın dinine girdiği günleri kendisine göstermiştir.

"Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir" cümlesi, Allah'ın, hiçbir bilgi vasıtalarına ihtiyaç duymadan, diğer bütün varlık ve olaylar gibi insanların yapıp ettiklerinden de haberdar olduğunu, dolayısıyla insanların günahlarının da O'nun bilgisi dışında gerçekleşemeyeceğini ifade etmekte, böylece bu ifade insanlar için bir uyan anlamı taşımaktadır. [56]



59. İnsanların günahlarından Allah'ın mutlaka bilgisi olduğu hususunda kuşkusu olanlara, Allah'ın nelere kadir olduğu hususunda çok kısa bir hatırlatma yapılmakta, dolaylı olarak böyle bir kuşkunun saçma olduğuna işaret edilmektedir[57]

"Onu bir bilene sor" şeklinde çevirdiğimiz âyetin son cümlesi oldukça kapalı bîr ifade olup değişik şekillerde açıklanmıştır. Bir açıklamaya göre "O" zamiri Rahman ismini gösterir; "bir bilen" ise yine Allah'tır. Buna göre Allah'ı yine O'nun âyetleriyle, varlığının ve kudretinin -bir bölümüne burada da değinilen- evrendeki kanıtlarıyla tanımaya çalışmalıyız. Diğer bir yoruma göre Allah'ın Rahman ismi, rahmet sıfatı konusunda veya burada sıralanan ilâhî kudretin eserleri hakkında bilgi edinmek için bu konularda bilgi sahibi olan Ehl-i kitap gibi bazı kesimlere başvurulabilir. [58]



60. Her ne kadar Zemahşerî, Mekke Araplan'nın Rahman ismi konusunda bilgilerinin olmayabileceğini söylüyorsa da (III, 102), aslında Mekkeliler'in Rahman ismini Allah anlamında kullandıkları bilinmektedir. Nitekim birçok Câhiliye şairinin şiirlerinde bu isme rastlanır[59] Ya'kubî'nin de kaydettiği bir telbiyede yer alan "Emrine boyun eğdik Allahrm, boyun eğdik; sen rahmansın!" anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. [60] Bu bilgiler dikkate alındığında kendilerine, "Rahmân'a secde edin" denildiğinde müşriklerin, "Rahman da neymiş!" demelerinin gerçek sebebi, Allah'ın Rahman ismini bilmemeleri değil, İslâm karşısındaki bilinen İnatçı ve İsyankâr tavırları olmalıdır. Nitekim âyetin devamında onların nefret duygularına işaret edilmesi de bunu göstermektedir. [61]



61-62. "Yıldız kümeleri" diye çevirdiğimiz bürûc kelimesi, her ne kadar klasik tefsirlerde genellikle eski Grek astronomi-astrolojisinden gelen bilgiler ışığında yoruralanmışsa da[62] Kur'an'ın bu kavramını, modern astronominin verileri ışığında "yıldız kümeleri" veya "galaksiler" olarak anlamak gerekir. Eski tefsirlerde bürûc, "büyük yıldızlar" olarak da açıklanmıştır[63]

"Işık kaynağı" diye çevirdiğimiz sirâc kelimesi sözlükte "kandil, lamba" anlamına gelir; burada ise güneşi ifade etmek üzere kullanılmıştır. Yûnus sûresinde (10/5) güneş ziya (aydınlatıcı, ışık) kavramıyla nitelendirilmiştir. Buna göre Kur'an güneşin, gerek dünyamız gerekse güneş sistemindeki diğer gezegenler için bir ışık kaynağı olduğuna işaret etmektedir. [64]



Meali



63. Rahmân'ın has kulları yeryüzünde vakarla yürüyen, cahiller onlara laf attığı zaman, "selâm" deyip geçen kullardır. 64. Gecelerini rablerine secde ederek, huzurunda durarak geçirirler. 65. "Ey rabbimiz" derler. "Bizi cehennem azabından uzak tut; çünkü onun azabı tükenmeyen bir acıdır. 66.0 cehennem ne kötü bir yerleşme ve kalma yeridir!" 67. Yine o iyi kullar, harcama yaptıkları zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisi arasında makul bir dengeye göre olur, 68. Onlar, Allah ile birlikte başka bir tanrıya da tapmazlar; haksız yere, Allah'ın dokunulmaz kıldığı insan hayatına kıymazlar, zina etmezler. Zira (bilirler ki) bunları işleyen kimse günahını yüklenecek. 69. Kıyamet gününde ona azabı kat kat verilecek ve alçaltılmiş olarak o azap içinde ebedî kalacaktır. 70. Ancak tövbe edip inanarak erdemli işler yapamn durumu başkadır; Allah böylelerinin kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. 71. Evet, kim tövbe edip erdemli davranırsa bu durumda gerektiği şekilde Allah'a yönelmiş olur. 72. Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şahitlik etmezler; boş ve mânâsız davranışlarla karşılaştıklarında onurluca çekip giderler. 73. Kendilerine rablerinin âyetleri hatırlatıldığında o âyetler karşısında körler ve sağırlar gibi bilinçsizce davranmazlar. 74. Onlar, "Ey rabbimiz, derler, bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi muttakilere önder yap!" 75. İşte bunlar, zorluklara katlanmalarının karşılığı olarak cennet konağıyla ödüllendirilecek, orada sağlık ve esenlik dilekleriyle karşılanacaklar. 76. Orada sonsuzca yaşayacaklar. Ne güzel bir yerleşme ve kalma yeri! 77. De ki (o inkarcılara): "Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! Siz (O'nun dinini) asılsız saydınız; onun için artık bu, yakanızı bırakmayacak!" [65]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:32 am

Tefsiri



63-66. Buraya kadar geçen âyetlerde inkarcıların çeşitli bâtıl inançları; yanlış, haksız ve zararlı davranışları zikredilerek eleştirildikten sonra sûrenin neticesi mahiyetindeki bu son âyetler grubunda da Allah'ın sevdiği kulların üstün nitelikleri özetlenerek bir tür karşılaştırma yapılmaktadır. Burada nitelikleri sıralanan"kullar", belirtilen İyi özellikleri dolayısıyla Allah'ın rahmet ve sevgisini kazandıkları için O'nun Rahman ismine izafe edilerek anılmışlardır. Bu sebeple "ibâ-dü'r-rahmân" tamlamasını "Rahmân'ın has kullan" şeklinde vermeyi uygun bulduk.

"Ağır başlılık" şeklinde çevirdiğimiz 63. âyetteki hevn kelimesi, tefsirlerde genellikle "sekînet, vakar, rifk (yumuşaklık), tevazu" ve bu anlamların hepini içeren hîlm kavramıyla açıklanmış; bunun, Kur'an'ın sık sık atıfta bulunduğu, Câhi-liye Arabi'nin temel karakteri olan "kibirli, gururlu, zorba" anlamındaki miistek-bir kelimesinin zıddı olduğu belirtilmiştir. [66] Âyette müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, "selâm" diyerek, yani esenlik dileğiyle karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma putperest Araplar'ın ortak zihniyetini ifade eden Câhiliye ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden İslâm'ın karşıt kavramlar olduğu ima edilmektedir, Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici tavırlar, Câhiliye zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık, saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; müslümanlarm bu sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı uygarlık ahlâkını göstermektedir. Nitekim bazı çağdaş araştırmacılar, câhiliye terimini kısaca "barbarlık", İslâm terimini de (hİlm kavramıyla bağlantılı olarak) "uygarlık" şeklinde açıklamaktadırlar. [67] 64-66. âyetlerin işaretine göre, belirtilen uygarlık ahlâkının temelinde öncelikle müslümanların, huzurunda durup ibadet ettikleri, secdeye kapandıkları Allah'a olan İnanç ve saygılanyla âbiret kaygıları bulunmaktadır. [68]



67. Gerek bu âyette gerekse bundan sonraki âyetlerde "Rahmân'ın has kullarının yani müslümanların ne gibi kötülüklerden uzak durdukları anlatılırken dolaylı olarak "Ama ey inkarcılar, siz bunların hepsini yapıyorsunuz" şeklinde örtülü bir eleştiri de getirilmektedir.

Tefsirlerde çoğunlukla israf, nicelikteki aşırılıktan ziyade nitelikteki aşırılık, yani "Allah'ın rızâsına uygun olmayan, O'na isyan sayılan yollara, sağ duyunun ve kamu vicdanının uygun bulmadığı şekillerde harcamada bulunmak"; cimrilik ise "imkânları elverdiği halde Allah rızâsına uygun olan yerlere harcama yapmaktan kaçınmak" şeklinde açıklanmıştır. "Mâkul bir denge" diye çevirdiğimiz kavâm kelimesi de "israftan ve cimrilikten uzak olarak gereken yerlere gerektiği kadar harcamada bulunmak" demektir. [69]



68. Her türlü İyilik, Allah'ın birliğini kabul edip yalnız O'na kulluk ederek,O'nun hoşnutluğunu gözeterek, herhangi bir çıkar peşinde olmadan, bir ibadet anlayışı ve özverisiyle yapıldığı takdirde Allah katında değer kazanacağı için âyette tevhid inancına vurgu yapılmakta; özellikle bu inançla insan hayatına saygı ve zinadan sakınma yani iffet ve namus duygusu arasında ilişki kurulmakla da imanın ahlâk üzerinde etkili olduğu, imanla ahlâk arasında kesin bir ilişki bulunduğu ima edilmektedir. Râzî'ye göre âyette insan hayatına saygılı olmanın aslî bir görev, bîr ilke; haklı sebeplerle savaşma, nefsi müdafaa gibi haklı durumlarda adam öldürmenin ise istisnaî haller olduğuna işaret edilmiştir (XXIV, 111). [70]



69. İlgili âyet ve hadislerde iyiliğin karşılığının kat kat fazlasıyla verileceği, fakat kötülüğün cezasının katlanmayacağı bildirilmektedir. [71] Şu halde -Zemahşerî (IH, 105), Râzî (XXIV, 111) gibi bazı müfessirlerin de dedikleri gibi- âyette, belirtilen günahları işleyenlere bunun azabının "kat kat" verileceği bildirilmekle, bir günahın cezasının katlanarak verileceği değil; şirk, katil, zina gibi suçların cezalarının birbirine ekleneceği bildirilmiştir. [72]



70-71. Tövbe (tevbe), kulun bir vicdan muhasebesi neticesinde duyduğu pişmanlığın ardından inkâr ve isyandan, her türlü kötülükten gönüllü bir vazgeçişi ve ona bir daha dönmeme kararlılığını İfade eder. Kur'an birçok âyette, bu şekildeki bir dönüşü son derece değerli bulur; -işlenen kötülükten dolayı pişmanlık duyup sağlam bir iradeyle vazgeçmeye karar verilmesi, ilgili kötülüğün tamamen terke-dümesi ve ona bir daha asla dönülmemesi şartıyla- inkâr, şirk gibi en büyük günahlar da dahil olmak üzere bütün bâtıl inanç, düşünce kötü duygu ve davranışlar için yapılan tövbelerin makbul ve bunun, tövbe yapanın o günahtan dolayı günahlarını affettirmeye yeterli olduğunu bildirir. Burada da ifade buvurulduğu üzere, inkârdan dönüş iman etmekle, kötü amellerden dönüş ise bunların yerine İyi ve erdemli işler yapmakla olur. Ancak bütün bunlar psikolojik bir motife dayanması halinde mümkün olduğu için Hz. Peygamber, "Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir" buyurmuştur. [73] 70. âyette Allah Teâlâ'nın, bu şekilde tövbe eden birinin günahlarını (seyyiât) iyiliğe (hasenat) dönüştüreceği ifade buyurulmuştur. Tefsirlerde âyetin bu son ifadesi genellikle üç şekilde yorumlanmıştır:

Allah, onların tövbe etmezden önce işledikleri kötülüklerden doğan günahlarını sevaba çevirir ve kıyamet gününde bu kötülüklere iyilikmiş gibi karşılık verir.[74] Bu yoruma göre tövbe sayesinde günah, sadece affedilmekle kalmıyor, aynı zamanda sevaba dönüşmüş oluyor. Bu yorum aşın bulunarak âyete bizim tercih ettiğimiz şu anlam da verilmektedir:

Allah, onların tövbe etmezden önceki kötü hallerini tövbe ettiklerinde iyi hallere çevirir ve onlar bundan böyle inkâr yerine iman ederler, isyan ve günah yerine itaat ve takvaya yönelirler; tövbe etmezden önce körü insan iken tövbe sayesinde Allah'ın da yardımıyla iyi insan, iyi mümin olurlar. [75]

c) Şevkânî, bazı sahâbîlerin ve daha başka alimlerin, âyetin bu cümlesi hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetler: Buradaki "değiştirme ve çevirme" (tebdil), sadece "affetme" anlamına gelir. Yani Allah onların söz konusu günahlarını affedecektir, yoksa onları iyiliklere çevirmeyecektir (IV, 103). Bununla beraber son iki yorum arasında bir fark görülmemektedir. [76]



72. "Asılsız şeylere şahitlik etmezler" ifadesi, çoğunlukla "yalancı şahitlik yapmazlar" şeklinde açıklanmıştır. Yalancı şahitlik, İslâm'ın büyük günahlardan biri saydığı ve kesinlikle yasakladığı fenalıklardan biridir. Nitekim Hz. Peygamber yanındakilere, "Büyük günahların da en büyüğü olan günahların ne olduğunu size söyleyeyim mi?" diye sormuş; "Buyurun yâ Resûlellah" demeleri üzerine bunları, "Allah'a ortak koşmak, ana babaya asi olmak ve yalancı şahitlik yapmak" şeklinde sıralamış; özellikle sonuncusunu birkaç defa tekrar ederek bu hususta ya nındakileri uyarmıştır. [77]

Âyetin bu kısmı, "O iyi kullar, asılsız şeylerin konuşulduğu bir yerde, yalancıların ve günahkârların meclislerinde durmazlar, bu tür kötülüklerin, tertiplerin içinde yer almazlar" şeklinde de açıklanmıştır [78] Esasen bu yorum yalancı şahitliği de İçermektedir; ayrıca âyetin devamı da bu yorumu destekler mahiyettedir. Bu sebeple mealinde ilgili cümleyi "Asılsız şeylere şahitlik etmezler" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. [79]



73. Zemahşerî bu âyeti açıklarken, Allah'ın âyetleri okunduğu sırada insanların iki türlü tavır sergilediklerini belirtir: Bİr grup vardır kî bunlar, Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğunda, hatırlatıldığında canla başla ona yönelirler; kulaklarını, gözlerim ve gönüllerini o âyetlere açarlar; bir kesim daha vardır ki, onlar da okunanı ve okuyanı dinliyor gibi görünseler de dinlemekten uzaktırlar (III, 105). Kur'an, insanların din ve dünya hayatları, bireysel ve toplumsal davranışları için bir hidayet rehberidir; insanın inanç, duygu, düşünce ve eylem dünyasını doğru, erdemli ve insanca bir yapıya kavuşturmasını sağlayan, ruhunu ve hayatını aydınlatan, zenginleştiren ilkeler, değerler sistemidir. Bu da öncelikle Kur'an'dan yararlanma niyetine, azim ve iradesine, bu husustaki içtenliğe; ikinci olarak da onun doğru okunması, doğru anlaşılması için zorunlu olan bilgi donanımına, kültürel birikime sahip olmayı gerektirir. Bunlardan ilki Kur'an'dan yararlanmanın ahlâkî şartı, ikincisi de zihnî şartıdır. Bu şartlardan ikisini de taşımayanların Kur'an'ı okuyup dinlemeleri âyette körlerin ve sağırların durumuna benzetilmiştir. [80]



74-76. Müfessirler, "Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet" du-asındaki mutluluğun fiziksel güzelliklerle ilgisi bulunmadığını, burada İnancı ve yasayı şıyla iyi ve erdemli eşlerin ve çocukların kastedildiğini önemle belirtirler. Bu isteklerin âhirete yönelik olduğunu ileri sürenler bulunmuşsa da bu görüş isabetli görülmemektedir.

Sûrenin buraya kadar açıklanan son bölümünde "Rahman'in has kullarTnın bazı güzel nitelikleri sıralanmıştır. Kuşkusuz Kur'an'ın İnsana ve insanlığa kazandırmak istediği güzellikler bunlardan ibaret değildir. 74. âyetin, "Bizi sana saygı ve itaatte kararlı olanlara öncü yap" şeklinde çevirdiğimiz son cümlesi, takva kavramı kapsamında, burada zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah'ın iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan, eylemlerini de Allah'a saygı ve O'nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğu içinde gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur; bunun dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyadır veya boş slogandır. İşte belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur'an'daki adı takvadır. Buna göre âyet, her müminin önüne takvada, yani gerçek anlamdaki dindarlıkta en İleride, önde ve Örnek olma şeklinde yüksek bir hedef koymaktadır. [81]



77. Sûrenin son cümlesi, özel olarak Allah'ı bırakıp elleriyle yaptıkları düzmece tanrılara tapanlara; genelde ise yukarıda belirtilen gerçek dindarlıktan uzak, nefsânî tutkularını veya çeşitli fâni varlıkları, nesneleri, makam ve mevkileri Allah'a kul olmanın üstünde tutanlara, Allah'ı bırakıp onlara kul olanlara yönelik veciz bir uyandır. Buna göre insanın değeri, yalnız Allah'a kul olup O'nun dışındaki şeyler karşısında özgürleşmektedir. İnsan için en büyük suç ise -ister sözleriyle olsun, ister eylemleriyle olsun- ona kendi benliğini, gerçek insanlığını ve gerçek insanlık değerini, İzzetini, onurunu kazandıracak temel kaynak olan Allah'ın dinini asılsız saymasıdrr; insanoğlu yoldan çıkmalığını sürdürdükçe dünya ve âhirette türlü şekillerde cezalandırılmaktan yakasını kurtaramayacaktır; sûrenin son uyarısı budur. [82]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:40 am

NUR SURESİ
24

indiği Yer :

Medine

İniş Sırası :

102

Âyet sayısı :

64

Nüzulü


Mushaf'taki sıralamada yirmi dördüncü, iniş sırasına göre yüz ikinci suredir. Haşr sûresinden sonra, Hac sûresinden önce Medine'de inmiştir. Zİna edenlerle evlenmeyi kınayan 3. âyet, hicretin 3. yılında, Racî' çatışmasında şehid düşen Mirsed ile ilgilidir. Şu halde sûrenin ilk âyetleri hicretin 1. yılının sonu ile 2. yılının başlarında vahyedilmiş, olmalıdır. Eşleri hakkında zina suçlamasında bulunan bulunan kocalar hakkındaki 6. âyetin de Tebük Savaşı'ndan sonra, 9. yılın Şaban ayında geldiği bilinmektedir. Buna göre sûrenin uzun bir zaman dilimi içinde parça parça nazil olduğu anlaşılmaktadır.[1]



Adı



Sûre adını, Allah'ın nurunu bir benzetme ile açıklayan 35. âyet ile Allah'ın lütfedeceği nurdan mahrum kalanların başka bir nur bulamayacaklarını ifade eden 40. âyetten almıştır. [2]



Konusu



Sûrenin konularım şöylece sıralamak mümkündür:

1. Zina suçu işleyenlerin cezası ve bunlarla evlenmenin hükmü.

2. Namuslu kadınlara iftira edenlerin ispat yükümlülüğü, cezası ve lânetleşme usulü.

3. Hz. Aişe'nin, münafıklar tarafından yapılan iftiradan berâeti (Allah'ın münafıkları yalanlaması, Hz. Âişe'yi temize çıkartması).

4. Namusla ilgili dedikoduların ve ahlâksızlığın yayılmasına sebep olanların kınanması.

5. Evlere girip çıkma ile ilgili muaşeret kuralları.

6. Müslümanlar arasındaki (kadın-erkek) sosyal ilişkiler ve selamlaşma kuralları

7. Köle ve cariyelere iyi davranma, onları evlendirme ve özgürlüklerine kavuşturma konularıyla ilgili teşvikler.

8. Fuhşun yasaklanması, iffetli olmanın teşviki.

9. Şeytanın tuzakları hakkında uyarı.

10. Allah'ın doğru yolu göstermesi ve imana giden yola ışık tutmasıyla ilgili temsilî açıklamalar.

11. Allah'ın büyüklüğü ve eşsiz nitelikleri, O'na kulluk edenlere sevgisi ve ödülleri konularında önemli açıklamalar ve müjdeler. [3]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Bu, âyetlerini belirleyip indirdiğimiz bir sûredir. Düşüttesiniz diye onun içinde apaçık âyetler gönderdik. 2. Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulama hususunda o ikisine karşı merhamet duygunuza yenilmeyin. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya tanık olsun. 3. Zina eden erkek ancak zinakâr veya müşrik bir kadınla evlenir, zina eden kadını da ancak zinakâr veya müşrik bir erkek alır. Bu müminlere haram kılınmıştır. [4]



Tefsiri



1. Bilindiği gibi sûreler âyetlerden oluşmaktadır. Nûr sûresini göndermeyi murat eden Allah Teâlâ onun kaç âyetten oluşacağını, âyetlerin içeriğini, uzunluk ve kısalığını, ifade tarzını takdir etmekte, sonra da Cebrail vasıtasıyla onu Peygamberine göndermektedir. Tefsircilerin çoğu, âyette geçen "faradnâ" kelimesine bizim tercih ettiğimiz "belirlemek" mânasını değil, "farz kılmak" anlamını vermişler ve "... indirdik ve farz kıldık" şeklinde anlamışlardır. İbn Âşûr'un da işaret ettiği üzere (XVIII, 143) sûrede geçen bütün âyetler farz kılınmış hükümler getirmedi ei için biz mealindeki anlamı tercih ettik. [5]



2. Daha önce[6] zina ve cezası hakkında bazı bilgiler verilmişti. Burada ek olarak şunları kaydetmek mümkündür:

İslâm'a göre zina, aralarında nikah bağı bulunmayan kadın ve erkeğin birbirleriyle cinsel ilişkide bulunmasıdır. Bunun para karşılığında yapılmış olup olmaması zina kavramını değiştirmez. Câhiliye devrinde daha ziyade cariyeler ve az da olsa hür kadınlar, evlerine flamalar asarak bu işi ücret karşılığında yaparlardı ve onların yaptığına "biğâ" denirdi. Zina kelimesi İse menfaat karşılığı olmayan, aşka ve sevgiye dayanan veya zevk İçin yapılan gayri meşru birleşmeler için kullanılırdı. Bu dönemde zina için uygulanan, hukukî İşlerliği olan bir objektif bir ceza da yoktu. Zina eden kadının kocası veya velisi olayı namus meselesi yaparsa ya şahsen intikam alırdı veya araya girenler ihtilâfı sulh yoluyla çözerlerdi. İslâm'dan sonra zina bütün çeşitleriyle yasaklandı, kınandı ve yapanlar için cezalar kondu. Nisa sûresinde öngörülen cezalarda açıklanması gereken hususlar vardı, bu âyet zina eden erkeğe ve kadına yüzer adet sopa vurulacağını ifade ederek konuya açıklık getirdi. Tefsircilerin ve fıkıhçılann çoğu bu cezanın muhsan olmayan (sahih evlilik akdi içinde cinsel temas yapmamış) kimseler için olduğunu, muhsan olanların cezasının ise recm yani taşlayarak öldürmek olduğunu belirtmişlerdir. Biz ise kendi tercihimizi, Nİsâ sûresinde "yüz sopa genel olarak cezadır (haddir), recm, sürgün vb. cezalar ise kanunlaştırılması ve uygulanması yönetimlere bırakılmış, ta'zir diye bilinen ve değişmeye açık bulunan cezalardır" diyerek açıklamıştık.

Fıkıhçılar, uygulama şekillerine bakarak sopanın ve uygulamanın nasıl olacağı konusunda detaylı açıklamalar yapmışlardır. Bu konudaki açıklamalarda dikkat çeken husus, çok acı vermeyecek bir sopanın veya kırbacın seçilmesi ve sakatlığa sebep olacak, hayatî tehlike oluşturacak şekilde vurulmaması gibi konularda gösterilen titizliktir.

Cezanın gerekçeleri arasında suçluyu ıslah etmesi, ırza tecavüz durumunda mağduru tatmin etmesi, hem suçlu hem de diğerleri için caydırıcı ve ibret verici olması gibi hususlar vardır. Allah kullarını sevdiği ve onlara karşı sonsuz merhamet sahibi olduğu halde yine kullarının faydasına olduğu için acı bir ilâç gibi cezaya da yer vermiştir. İnsanlara yaratıcısından ve sahibinden fazla acımak kullara düşmez; suç işleyen hak ettiği cezayı çekmelidir, suçluya acıyarak -hukuk izin vermediği halde- cezadan vazgeçmek suçluya da topluma da hayır getirmeyecektir. Ceza infaz edilirken uygun sayı ve nitelikte bir grubun hazır bulunması, cezanın hukuka uygun bir şekilde infaz edilmesinin sağlanması ve ibret alma gerekçesinin gerçekleşmesi bakımından faydalı görülmüştür. [7]



3. Mâna ve hükmü genel olmakla beraber âyetin vahyedilmesinin özel bir sebebi vardır. Medine'ye hicret eden müslümanlardan Mİrsed, gizlice Mekke'ye gidiyor, müşriklerin hapsederek veya bağlayarak hicret etmelerine izin vermedikleri müslümanlan birer ikişer kaçınyordu. Yine bir gece Mekke'ye girmiş, kaçıracağı müslümanın bulunduğu yere gelmişti, Mirsed'in Mekke'de oturan eski metresi Anâk onu gördü, yanına gelip o geceyi beraber geçirmelerini teklif etti. Mİrsed, İslâm'ın zinayı yasakladığını söyleyerek teklifi reddedince kadın bağırdı, onun yerini ve niyetini Mekkelİler'e duyurdu, Mirsed kaçarak canını kurtardı. Sonra yine bir fırsatım bulup hapsedilmiş olan bir mümini daha kaçırarak Medine'ye geldi. Hz. Peygamber'in huzuruna çıktığında başından geçenleri anlattı ve "Anâk ile evlenebilir miyim?" diye sordu. Peygamberimiz hemen cevap vermedi, bir süre sonra âyet nazil olunca bunu tebliğ etti ve Mirsed'e, "O kadınla evlenme" dedi[8] Bir başka rivayete göre âyetin gönderilme sebebi, Suffe ehli diye bilinen, evsiz barksız oldukları için mescidin sofasında kalan müslümanların, Medine civarında paralı fuhuş yapan bazı kadınlarla evlenmek istemeleridir. [9]

Âyetin mânası ve kısmen buna bağlı olarak hükmü konusunda da farklı anlayışlar vardır: [10]

a) Zina eden kadın veya erkek bunu yaparken karşısındaki de aynı çirkin fiili İşlemektedir; yani bir kimse diğeri ile zina ediyorsa karşı tarafın fiili de ancak zina olur. Karşılıklı olarak zina yapmayı âdet haline getirmiş olanlar, bunda sakınca görmeyenler mümin de olamazlar. Diğer semavî dinlerde de zina haram kılındığı için bunu ancak müşrikler yaparlar. Nikâh kelimesini evlenme akdi değil, cinsel temas olarak alan bu yoruma göre âyette bir olgu tespit edilmekte, sonra da zinanın haram olduğu bildirilmektedir. [11]

b) Nikâh kelimesini, Kur'an'daki hâkim mânasını göz önüne alıp evlenme akdi olarak anlayanların da farklı yorumlan vardır:

1. Zina etmiş olan kimse ile mümin evlenemez, evlenirse akid feshedilir. Bu hüküm halen devam etmektedir diyen birkaç müctehide karşı daha çok sayıda fıkıhçıya göre hüküm, bu sûrenin 32. âyeti ile neshedilmiştir. Zina etmekte olan birisi ile evlenmek haram olmakla beraber nikâh feshedilmez.

2. Nesih söz konusu değildir, zina etmiş olsa bile tövbe etmiş, nefsini ıslah etmiş bulunan bir mümine zİnakâr (zânî) denmez ve bunlarla evlenmekte bir sakınca yoktur. Âyette zânî dendiğine göre bundan maksat zinaya devam edenlerdir veya zina ettikten sonra âdet görüp temizlenmemiş kadınlardır. Bunlarla evlenmek haramdır, çirkindir, sâlih bir mümine yakışmaz, bunu yapsa yapsa zİnakârlarla müşrikler yapar. [12]



Meali



4. İffetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen sopa vurun ve artık onların şahitliklerini asla kabul etmeyin. 5. Bundan sonra tövbe edip hallerini düzeltenler müstesna; Allah çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir. 6. Eşlerine zina suçlamasında bulunup da kendilerinden başka tanıkları olmayanların her birinin tanıklığı, dört kere, doğru söylediğine Allah'ı tanık göstermesidir. 7. Beşinci olarak da "eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetine uğramasını" söylemesidir. 8. İftiraya uğrayan kadının dört kere, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna Allah'ı tanık göstermesi kendisini ceza görmekten kurtarır. 9. Kadının beşinci tanıklık ifadesi, "eğer kocası doğru söyleyenlerden ise kendisinin Allah'ın gazabına uğramayı dilemesi" olacaktır. 10, Allah'ın size lütfü ve rahmeti ulaşmasaydı ve Allah tövbeleri devamlı kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı haliniz nice olurdu! [13]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:40 am

Tefsiri



4. "İffetli kadınlar" şeklinde çevrilen muhsanât kelimesi burada, "evli olsun olmasın, başka bir olayda iffetle ilgili sabıkası bulunsun bulunmasın dava konusu olayda masum olan, zina suçu işlediği İspat edilemeyen, ergenlik çağına ulaşmış kızlar ve kadınlar" mânasındadır. [14]Bu nitelikteki kadınlara ve -iftiranın etkisi ve hükmü bakımından onlara eşit olmaları gerektiği için- namuslu erkeklere iftira edenler, bunların belli bir olayda zina suçu işlediklerini doğrudan veya dolaylı bir şekilde ifade edenler kan veya kocadan biri değil ise bu âyete, kan veya kocadan biri ise 6. âyete göre muamele göreceklerdir. Bu cezaların hedefi Câhiliye devrinde oldukça yaygın bulunan, aile hayatını tehlikeye sokan, insanları üzen, cinayetlere sebep olan kötü bir âdete son vermektir. Bu dönemde insanlar, bir kadınla bir erkeğin görüşüp konuştuklarını görünce hemen dedikoduya başlayıp namuslarına dil uzatırlardı. Çocuğun babaya benzememesi halinde de aynı şeyi yaparlardı. [15]

Kazf diye bilinen bu iftira suçunu işleyenler dört şahit getirerek ithamlarını ispat edemedikleri İçin üç yaptırımla karşılaşacaklardır:

1. Zina edenlere uygulandığı şekil ve nitelikte olmak üzere seksen sopa cezası çekeceklerdir. Şahitler ifade verdikten sonra bir kısmının ifadesi geçersiz olursa diğerleri de iftira etmiş sayılır ve aynı cezayı görürler. Bu hüküm masum insanları iftiradan korumak bakımında önem arzetmektedir.

2. İftira ettikleri sabit olduktan sonra ölünceye kadar tanıklıkları kabul edilmeyecektir.

3. Sabıkalı hale gelecekler, fâsık olarak nitelenecekler ve buna bağlı olarak bazı haklardan yararlanma hakkını kaybedeceklerdir. [16]



5. Kazf suçunu işlemiş olanlar pişman olur, tövbe eder, bu kötü huylarını düzeltirlerse tövbeleri neyi etkiler, onlara ne kazandırır? Bu konuda farklı yorumlar vardır. Mâlik, Ahmed, Şafiî gibi müctehidlere göre tövbe edenlerin sabıka kaydı silinir ve şahitlikleri de kabul edilir. Ebû Hanîfe'ye göre tövbe yalnızca fâsık olma niteliğini ortadan kaldırır, ancak tanıklık ehliyetini yeniden kazandırmaz. [17]



6-9. Câhiliye devrinde olduğu gibi sonrasında da hâkim olan sosyal baskı ve namus anlayışı sebebiyle kocanın karısını, yalan yere zina ile suçlaması daha zordur, böyle bir suçlama yapılması halinde ise bunun gerçek olması ihtimali daha fazladır. Ayrıca karısının zina ettiğini iddia eden, bunu da ispat edemeyen bir erkeğe sopa vurup bırakmak problemi çözmez, bundan sonra aile hayatının düzenli yürümesi imkânsız hale gelir. Bu sebeple zina suçlaması kocadan gelirse farklı hüküm ve müeyyidelere ihtiyaç vardır, ilgili âyetler bu ihtiyaca cevap vermektedir. Ayrıca kazf suçu ile ilgili âyetler gelince birçok kimsenin zihninde sorular oluşmuş, bunu gelip Hz. Peygamber'e açmışlardır. Bu cümleden olarak Sa'd b. Ubâ-de "Yâ Resûlallah, karımla bir erkeği yakaladığım zaman dört şahit bulacağım diye onları bırakır mıyım? Vallahi sorgusuz sualsiz kafasını uçururum!" demiş ve şu cevabı almıştır: "Sa'd'ın kıskançlığı ve namusuna düşkünlüğü sizi şaşırtmasın, ben ondan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır"[18] Hilâl b. Ümeyye Peygamberimize gelerek Şerik isimli birisi ile karısının zina ettiğini iddia etmiş, o da dört şahit getirmezse kendisine iftira cezası vereceğini bildirmişti, Hilâl, "Ey Allah'ın elçisi, bir kimse karısının üzerinde bir erkek görürse şahit arar mı?" diye savunma yapmışsa da Peygamberimiz "Ya dört şahit veya sırtına sopa" diyerek ısrar etmişti. Hilâl doğru söylediğini ifade ederek işi Allah'a bıraktı, O'nun vahiy ile durumu aydınlatacağı ümidini dile getirdi, arkasından da mülâane (lânetleşme) âyeti diye anılan âyetler geldi. [19]

Yalan ve iftirayı engellemek maksadıyla öngörülen manevî müeyyidelere ek olarak lânetleşmenin camide yapılması uygun görülmüş, böylece alenilik de sağlanmıştır. Aksini de caiz gören ictihadlar bulunmakla beraber mülâaneye, âyetteki sıraya göre önce erkek başlar, Allah'ı şahit tutarak, karısını açık ve seçik bir şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler, beşincisinde "Eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Sonra karısı dört kere, Allah'ı şahit tutarak kocasının yalan söylediğini ifade eder, beşincisinde "Eğer o doğru söylüyorsa Allah'ın gazabına uğrayayım" der. Hâkim ve dinleyici topluluk huzurunda bu yemin-leşme yapılınca bazı müctehidlere göre evlilik bağı da çözülmüş olur. Bazı ictihad-lara göre ise tarafları hâkim karar vererek ayınr, evliliği sona erdirir. Mülâane yoluyla ayrılmış bulunan çiftin tekrar evliliğe dönmelerinin caiz olup olmadığı konusunda da farklı ictihadlar vardır. [20]



10. İffetli bir kadının namusuna leke sürmek, kim tarafından ve ne maksatla yapılırsa yapılsın çok çirkin bir davranıştır ve ağır bir suçtur. Buna rağmen insanlar çeşitli zaaflar ve etkiler sebebiyle bu günahı da işleyebİlmektedİrler. Âyetler bir yandan suçu engelleyecek yaptırımlar getirirken diğer yandan bu günaha bulaşmış İnsanlara telâfi yollarını telkin etmektedir. Telâfi yollarının en önemlisi pişman olmak, bir daha yapmamaya azmetmek ve Allah'tan af dilemektir. Günahın büyüklüğü ne olursa olsun tövbe kapısı açıktır. Allah Teâlâ çokça affeden, tövbeleri hep kabul eden mânasında "tevvâb" adını hatırlatarak samimiyetle tövbe edenleri bağışlayacağını zımnen vaat etmektedir. [21]



Meali



11.0 iftirayı atanlar içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, aksine bu hakkınızda hayırlıdır. Onların her biri işlediği günahı yüklenecektir. İçlerinden günahın büyüğünü üstlenen için ise büyük bir azap vardır. 12. Bunu işittiğiniz zaman mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan beslemeleri ve "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? 13. Dört şahit getirseler ya! Şahit getirtmiyorlarsa onlar, Allah nez-dinde yalancıların ta kendileridir. 14. Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın lütfü ve rahmeti hep sizinle olmasaydı içine daldığınız günah yüzünden size büyük bir azap gelecekti. 15. Çünkü siz, iftirayı dilden dile yayıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir şeyi ağızlarınızla söylüyorsunuz; bunu da önemsiz sanıyorsunuz; halbuki Allah katında o büyük bir şeydir. 16. O kulağınıza geldiğinde "Bunu konuşmak bize yakışmaz, fesübhânallah, bu apaçık bir iftiradır" deseydiniz ya! 17. Eğer gerçek mümînlerseniz Allah size, bir daha asla böyle bir şey yapmamanızı öğütlüyor. 18. Allah size âyetleri açıklıyor; Allah ilim ve hikmet sahibidir. 19, Müminler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve âhirette can yakıcı bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. 20. Ya Allah'ın size lütfü ve rahmeti ulaşmasaydı, ya Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı!.. [22]



Tefsiri



11-20. Hem Hz. Peygamber'in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için indirilmiş olan bu âyetler, Hz. Âişe'nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları bir düzmeceye atıfta bulunmaktadır. Müslim'in[23] genişçe rivayet ettiği olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber hicretin 6. yılında (Benî Müstalik diye de anılan) Müreysî' seferine çıkarken her zaman yaptığı gibi eşlerinden birini -bu defa Hz. Âişe'yi- yanına almıştı. Daha önce Peygamber eşlerinin başkalarıyla ancak perde arkasından görüşüp konuşmalarıyla ilgili emir gelmiş bulunduğundan (Ahzâb 33/53) Hz. Âişe, deve üzerine kurulmuş çadır benzeri bir yerde (perdeli mahfede) seyahat ediyordu. Dönüşte Medine'ye yaklaşıldığında bir yerde istirahat edilmiş ve gece hareket emri verilmişti. Bu sırada Hz. Âişe ihtiyacını gidermek İçin biraz uzaklaşmış, yerine geldiğinde değerli bir kolyesinin düşmüş olduğunu farketmiş, aramak için tekrar gitmiş, epeyce aradıktan sonra bulup dönmüştü. Bu arada görevliler Hz. Âişe'nin kapalı mahfesini kaldırıp deveye yüklemişler, onun mahfenin içinde olmadığını anlayamamışlardı. Hz. Âişe dönüp de kafilenin gitmiş olduğunu görünce, farket-tiklerinde "Beni burada ararlar veya arkayı toparlayarak gelen kişi beni burada bulur" diyerek olduğu yerde oturmuş, beklemeye koyulmuş, beklerken uyku bastığı için de uyuyakalmıştı. Birliğin arkasını emniyete almak ve toparlamak üzere görevlendirilmiş bulunan Safvân isimli sahâbî konaklama yerinden geçerken bir karartı görmüş, yakınına geldiğinde onun Hz. Âişe olduğunu anlayınca "İnnâ 1İ1-lâh..," diye seslenerek uyandırmış, devesini çökertip kendisi biraz uzaklaşmış, Hz. Âişe deveye binmiş, yola koyulmuşlar ve öğle üzeri istirahat etmekte olan kafileye yetişmişlerdi. Hadise bundan ibaret olduğu halde başta meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selûl olmak üzere küçük bir grup olayı kötü yorumlayarak olmadık bir iftira ürettiler: Hz. Âişe İle Safvân arasında çirkin bir olay yaşandığım söylediler ve bunu halk içinde yaymaya başladılar, Hz. Âişe Medine'ye gelince hastalanmış, bir ay kadar yatmıştı. Dedikodudan haberdar olamadı, nihayet bir vesile ile İftira onun da kulağına geldi. Beyninden vurulmuşa dönen Âişe üzüntüsü yüzünden yeniden hastalandı, meseleyi ailesinden öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber'den izin alıp baba evine gitti. Annesi, eşi tarafından sevilen, kumaları bulunan her güzel kadın için böyle dedikoduların yapılabileceğini söyleyerek kızını teselli etmeye çalıştıysa da Âişe günlerce ağladı. Bu arada Hz. Peygamber yakınları ile istişarede bulundu, hepsi Hz. Âİşe'nin lehinde konuştular; Hz. Ali de aleyhinde bir şey söylememekle beraber "kadın kıtlığının bulunmadığını" ifade etti ve evin hizmetçisinden tahkik etmesini tavsiye etti. Hizmetçi Hz. Âişe'yi savundu. Yeterince araştırma, soruşturma yaptıktan sonra Hz. Peygamber mescide geldi, minbere çıkarak hem eşi hem de Safvân hakkındaki müsbet kanaatini ifade etti. Baş iftiracıdan şikâyette bulundu, cemaatin görüşüne başvurdu. İftiracıyı cezalandırma konusunda, İslâm öncesinden kalma kabilecilik gayretiyle ileri geri sözler söylendiği için konuşmayı bu noktada kesti. İftira atılalı bir ay geçmiş olmasına rağmen konu hakkında bir vahiy gelmemiş, âdeta bu büyük imtihanın süresi kasıtlı ve hikmetli olarak uzatılmıştı. Bir ayın hitamında Hz. Peygamber eşini görmek üzere kayınpederi Ebû Bekir'in evine geldi, burada aile arasında şu konuşma geçti:

Hz. Peygamber:

- "Âişe, senin hakkında bana şunları, şunları söylediler. Eğer sen masum İsen Allah bunu ortaya çıkaracak, seni bu iftiradan arındıracaktır. Eğer bir günaha bu-laştıysan Allah'tan af dile, tövbe et; çünkü kulu suçunu itiraf ederek Allah'a tövbe ederse O bağışlar "

Bu sözleri işitince kendine gelen ve göz yaşlan kesilen Hz. Âişe, önce babasının, sonra annesinin cevap vermelerini istedi; onlar "Biz Resûlullah'a karşı ne diyebiliriz?" deyince kendisi şöyle konuştu: "Öyle anlaşılıyor ki siz bunları işittiniz ve inandınız. Allah benim suçsuz ve günahsız olduğumu biliyor, ancak ben size 'yapmadım' desem inanmayacaksınız, 'yaptım' desem inanacaksınız. Durumumuz Hz. Yûsuf un babasının durumuna benziyor, o şöyle demişti: "Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah'tır"[24] Hz. Âİşe bunları söyledikten sonra kırgın olarak yatağına uzandı, arkasını dönüp örtüsünü başına çekti, İşte tam bu sırada vahiy işaretleri belirdi, durumu açıklığa kavuşturan, İftiracıların yüzünü karartan on âyet (11-20) nazil oldu.

"İftira kandan çetindir" diye bir atasözü vardır. Toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitken, aile facialarına yol açan, cinayetlere sebep teşkil eden bu ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen meşhur iftira olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftira edenlere, iftiraya uğrayanlara, iftirayı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesile ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada müslümanlann içine sızmış bulunan bazı münafıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek temizlenmişlerdir. Bazı rivayetlere göre bunlara iftira cezası da uygulanmıştır. Sonuç olarak iftira olayı derin üzüntülere sebep olsa da manevî getirişi bakımından müminlerin hakkında hayırlı olmuştur.

19. âyette söz konusu edilen "ahlâksızlığın yaygınlaşması" ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar İse yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendiriIİr, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir. [25]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:41 am

Meali



21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytana ayak uydurursa bilsin ki o edepsizliği ve kötülüğü emreder. Allah'ın lütfü ve rahmeti sizinle olmasaydı içinizden hiçbir kimse günahtan asla arınamazdı,fakat Allah dilediğini arındırır; Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. 22. İçinizden yardım sever ve zengin olanlar akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere artık bir şey vermeyeceğiz dîye yemin etmesinler. Bağışlasınlar, hoş görsünler; Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir. 23. İmanlı, saf ve namuslu kadınlara iftira atanlar dünyada ve âhirette lanetlenmişlerdir, onlara büyük bir ceza vardır. 24.0 ceza gününde dilleri, elleri ve ayakları, yapıp ettikleri hususlarda aleyhlerine tanıklık edecektir. 25. O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tastamam verecektir ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır. 26. Pis şeyler pis olanlar içindir, pis olanlar da pis şeylere lâyıktır. Temiz şeyler temiz olanlar içindir, teiniz olanlara da temiz şeyler yakışır. Onlar, iftiracıların kendileri hakkında söylediklerinden uzaktırlar; onlar için bir bağışlama, değerli bir nasip vardır. [26]



Tefsiri



21. Dünyada kul imtihandadır. İmtihanda başannın önemli iki engeli nefis ve şeytandır. Dinin irşadı, verdiği bilgi ve eğitim bu iki engele karşı çok önemli bîr ilâhî yardımdır. Bu yardımdan mahrum olanların, daha doğrusu bilgi ve akıllarını gerektiği gibi kullanmayarak, iman edip ilâhî irşada kulak vermeyerek kendilerini bu yardımdan mahrum bırakanların temiz bir defterle (iyi bir imtihan kâğıdı) dünya hayatını noktalamaları imkânsız gibidir. Allah'ın, kulları manen temizleyen bir büyük lütfü da hayat boyunca tövbe kapısını açık tutması, tövbe eden kullarını bağışlaması, tövbekarlara temiz ve beyaz bir defter açmasıdır. [27]



22. Yukarıda (11. âyet) geçen iftiranın başını Abdullah b. Übey çekmiş, bir iki erkek ile Peygamberimiz'in eşi Zeyneb bint Cahş'ın, Hz. Âişe'yi kıskanan kız kardeşi Hanine de bu çirkin iftiranın yayılmasına sebep olmuşlardı. Erkeklerden biri, Hz. Ebû Bekir'in halasının oğlu olup kendisine devamlı yardımda bulunduğu Mistah idi. İddianın iftiradan ibaret olduğu kesinleşince Hz. Ebû Bekir, bu nankör yakınına artık yardım etmeyeceğine yemin etti. Bu âyet nazil olunca da "Vallahi Allah'ın beni bağışlamasını arzu ederim, bunu her şeye tercih ederim" diyerek yeminini bozdu ve yardıma devam karan aldı. İslâm ahlâkında "kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek" kuralı vardır. Fıtratı, temel insanlık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etmenin, kötü yoldan çevirmenin, yeniden erdemli topluluğa katmanın yollarından biri de budur. [28]



23-25. İftiraya uğrayanlar her zaman Hz. Âişe kadar şanslı olamazlar, kendilerini temize çıkaramaz, iftiranın izini silemezler. Bu sebeple hem iftiraya uğrayıp temize çıkamayanların teselliye ihtiyaçları vardır hem de dünyada ettiklerinin yanlarına kaldığını zannedenlere bir manevî yaptırım gerekmektedir. Bu dünya fânidir, ebedî âlemde hesap, kitap, mahkeme, şaşmaz adalet, reddi kabil olmayan tanıklıklar, İspat vasıtaları, dünyadaki ile kıyas kabul etmez büyük cezalar vardır. İftira edenlerin imanları varsa bunları ve dünya hayatını lanet içinde geçirdiklerini düşünmeleri gerekir. İftiraya uğrayanlar da bu dünyada masum olduklarını İspat edemedikleri için üzülseler bile kendilerini yiyip bitilmesinler; bilsinler ki Allah, dünyada yakalarını kurtaran iftiracılara cezalarının tamamını âhirette verecek, onları cümle alemin önünde rezil rüsvâ edecektir. [29]



26. Ağırlıklı yoruma göre "pis (habîs) olanlar"dan maksat, kadın olsun, erkek olsun temiz ve iffetli müminlerdir. "Pis şeyler"den maksat da iftira, yalan, gıybet gibi çirkin söz ve davranışlardır. Pisi kötü, temizi ise iyi erkekler ve kadınlar şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.

Bu âyette iki önemli işaret vardır: 1, İnsanlar kimlerle düşüp kalktıklarına dikkat etmelidirler. Dedikodu, gıybet, iftira eden, edepsizlik yapan, edepsizliği ta-büleştirecek davranışlarda bulunan kimseler "pislerdir, ahlâksızlardır, kötülerdir"; onlarla düşüp kalkanlar da giderek onlara benzerler. 2. Hz. Peygamber Allah'ın sevgili kulu ve elçisi, ümmetin sevgi ve ahlâk rehberi, insanlığa rahmet müjdesi bir kâmil İnsandır. Onun eşlerinin de kendi ölçülerinde erdemli ve kâmil olmaları gerekir; Allah, Resulü"nü ahlâksızlarla dost ve beraber olmaktan korumuştur. Bu gerçek de Hz. Âişe'nin yapılan iftiradan berî olduğuna bir başka kanıt olmaktadır. [30]



Meali



27. Ey iman edenler! Kendinizi tanıtıp izin almadan ve içinde oturanlara selâm vermeden kendi evlerinizden başka evlere girmeyin. Sizin için daha iyi olam budur; umulur ki düşünüp anlarsınız. 28. Eğer o erlerde bir kimse bulamazsanız -size izin verilmedikçe- oralara girmeyin. Size "Kabul edemiyoruz, dönün" denirse hemen dönün; bu sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah bütün yaptıklarınızı bilmektedir, 29. İçinde kimsenin oturmadığı ve kendinize ait eşya bulunan evlere girmenizde sizin için bir salonca yoktur. Allah açıkladığınızı da bilir, gizlediğinizi de! [31]



Tefsiri



27-29. İffet ve namusla ilgili iftirayı yasaklayan, bu davranışın ne kadar büyük bir günah ve ağır bir suç teşkil ettiğini açıklayan âyetlerden sonra ve İffeti korumak için tedbirler getiren âyetlerden önce her iki konuyla da sebep-sonuç ilişkisi bulunan bir konuya yer verilmektedir: Başkalarının evlerine girip çıkma kuralları. Başkalarının evlerine girme konusunda bazı kurallara ve ihtiyat tedbirlerine uyulmaması halinde hem girip çıkanları görenlerin suizanna kapılmaları ve tecessüs duygularının tahrik edilmesi hem de girip çıkanların bazı aile sırlarına vâkıf olmaları, ailenin görülmesini istemediği bazı şeyleri görmeleri, o anda veya ileride bazı olumsuz ve yasak duyguların, niyetlerin oluşması gibi kötü sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

Bugün şehirlerde, elektriğin ve elektronik araçların bulunduğu binalarda oturanlar, gelenlerle konuşmak, kimliklerini sormak, hatta onları görmek, buna göre kapıyı açmak veya açmamak imkânlarına sahip bulunmaktadırlar. Böyle imkânların bulunmaması halinde kapıya gelenin bazı kurallara kendiliğinden riayet etmesi ve edebe aykırı yollara tevessül etmemesi gerekir.

Belli kimselerin oturmasına mahsus bulunmayan, ya boş olan veya hanlar, kervansaraylar, oteller, abdesthaneler, dükkânlar gibi her isteyenin girip çıkmasına, oturup kalkmasına, alışveriş yapmasına açık bulunan yerlere girmek için yukarıdaki usule göre izin almak gerekli değildir. "İçinde kendinize ait eşya bulunan" şeklinde çevirdiğimiz ifadeyi, "faydalanmanıza açık bulunan" şeklinde de anlamak mümkündür. Yukarıdaki örnekler bu anlayışa uygun bulunmaktadır. Bizim çevirimize uygun örnek ise sahipleri tarafından terkedilmiş ve içine başkaları tarafından yakacak vb. eşya konmuş binalardır ve yerlerdir.

Câhilİye dönemiyle İslâm'ın ilk yıllarında insanlar birbirlerinin evine girerken "iyi sabahlar, iyi akşamlar" gibi iltifat ifadeleri kullanmakla birlikte bu konularda muaşeret kurallarına yeterince önem verilmiyor, baskın yapar gibi evlere dalanlar oluyor; sık sık rahatsız edici, hatta utanç verici durumlarla karşılaşılıyordu[32] Daha sonra,özellikle konumuz olan âyetler ile diğer âyet ve hadislerde evlere girerken izin İsteme ve izin verme konularında özel hükümler getirilmiş; böylece meskenlerin mahremiyeti ve dokunulmazlığı, bireyin ve ailenin saygınlığı korunmak istenmiştir. Kaynaklarda izin konusunda bilhassa şu hususlar üzerinde durulmaktadır: a) Yukarıda belirtilen istisnaî yerler ile kural olarak sahibince veya yetkili kişi ve makamlarca söz, İşaret, yazılı belge, tabela vb. yollarla girilmesine izin verilen yerler dışındaki mahallere, özel ve mahrem mekanlara izin almadan girilemez. Ancak bîr hadiste belli bir zamanda bir yere gelmesi için davet edilen kişinin belirtilen zamanda o yere girmesi için izin alması gerekmediği ifade edilir. [33] b) Hz, Peygamber'in belirlediği bir kurala göre bir yere girmek için izin isteyen kişi bu isteğini en çok üç defa tekrar etmeli, buna rağmen izin ifade eden bir karşılık alamazsa dönüp gitmelidir. [34] Ancak sesinin duyulmadığını düşünen kimsenin izin talebini üçten fazla tekrar edebileceği belirtilmektedir. [35] c) Konumuz olan 27. âyette izin isterken ev halkına ayrıca selâm verilmesi de istenmiştir. Hz. Peygamber'in böyle durumlarda genellikle selâm verip kendisini tanıtarak izin istediği bildirilmektedir. [36] 27. âyetin söz dizilişinde selâm izin istemeden sonra gelmektedir. Bununla birlikte âyetteki sıranın bağlayıcı olmadığı, duruma göre önce selâm verip kendini tanıttıktan sonra izin istemenin mümkün olduğu görüşü de vardır. [37] Hz. Peygamber'in, izin almadan huzuruna giren birini, "Dışarı çık, 'Selâmım aleyküm, girebilir miyim?' de" şeklinde uyarırken önce selâmı zikrettiği görülmektedir (Dâ-rimî, "Salât", 88). d) İzin İsteyen kişi içeridekilere kendisini açıkça tanıtmalıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem, içeri girmek isteyen birine kim olduğunu sorunca bu kişinin "Benim" demesine canı sıkılmış, "Sen de kimsin!" diyerek yaptığının yanlışlığını hatırlatmıştır[38] Bu durumda kapı tokmağım kullanma, zil çalma, megafonla seslenme gibi modern imkanlardan yararlanırken de kendini açıkça tanıtmak gerekmektedir, e) Bir kimsenin izinsiz girmesi caiz olmayan yeri iyi niyetle de olsa kapı aralığından veya pencereden gözetlemesi de caiz değildir. Zira izin isteme hükmünün konuluş sebebi, aile mahremiyeti gibi ilgililerin görülmesini istemediği mahremiyetleri yabancı gözlere karşı korumaktır. [39] Müminlerin casusluk yapar gibi birbirlerinin mahrem durumlarını araştırmalarım yasaklayan âyetin[40] bu konuyla da İlgili olduğu kabul edilmektedir. Hz. Peygamber, birinin bu şekilde evini gözetlediğini görünce onu sert bir dille uyarmıştır. [41]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:41 am

Meali



30. Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır. 31. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Açıkta kalanlardan başka süslerini gösterme-sinler. Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğullan, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğullan, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, hizmetlerinde bulunan köleler ve cariyeler, cinsel arzusu bulunmayan erkekler, kadınların cinselliklerinin farkında olmayan çocuklar dışında kimseye süslerini göstermesinler. Yürürken, gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tövbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz! [42]



Tefsiri



30. Aile yalnızca insanların içinde doğup büyüdükleri bir mekân olmayıp aynı zamanda önemli bir sosyal birim ve eğitim ocağı olduğu için İslâm ona çok önem vermiş, korunup gelişmesi, vazifesini hakkıyla yerine getirmesi için birçok tavsiyede bulunmuş, kurallar koymuştur. Ailenin korunabilmesi için vazgeçilmez şart eşlerin gözlerinin dışarıda olmaması, karşılıklı sadakat, güven ve iffettir. İnsanoğlunun en güçlü güdülerinden ve duygularından biri, İslâmî kaynaklarda şehvet diye ifade edilen kavram kapsamına giren cinsel güç ve arzudur. Bu arzunun meşru yoldan yani evlilik birliği içinde tatmin edilmesine izin verilmiş, meşru olmayan yollardan tatmin ise ayıp ve günah sayılarak yasaklanmıştır. Cinsel hayat yalnızca cinsel ilişki değildir; cinsel ilişki dışında kalan "şehvetle bakma, koklama, dokunma, düşünme ve hayal etme" gibi davranış ve ilişki çeşitlerinin, cinselliği kışkırtan etkileri vardır. Aileyi korumak için iffet ve sadakati öngören Kur'an, bunları sağlamak ve korumak için yalnızca zinayı değil, insanı zinaya götüren adımlan da yasaklamıştır. Sûrenin buraya kadar geçen âyetlerinde zikredilen zina ve İffete iftira cezası, lânetleşme tedbiri, namusla ilgili konularda dedikodu yapmanın, ahlâksızlığa karşı umursamazlık kazandıracak davranışların kınanması, başkalarının evlerine İzinsiz girip çıkmanın yasaklanması hep iffetin ve ailenin korunmasına yönelik tedbirlerdir. Bu cümleden olarak 30 ve 31. âyetlerde de cinsel arzuyu uyandıran ve kamçılayan ısrarla veya şehvetle bakma, bedenin cinsiyet duygularını tahrik eden kısımlarını açıkta bırakma, sergileme gibi davranışlar ele alınmakta ve bu konulara dair sınırlamalara yer verilmektedir. Buradaki emir ve yasakların "tavsiye niteliğinde mi yoksa kesin ve bağlayıcı mı" olduğu sorusuna cevap aranırken göz önünde tutulması gereken önemli husus, zina ile yasaklanan davranış arasındaki sebep-sonuç veya etkileşim ilişkisidir.

"Gözlerini haramdan sakınsınlar" şeklinde çevrilen kısmın tercümeye tam olarak yansıtılması mümkün bulunmayan aslında, "mutlak veya genel olarak bakmayı değil, insanı harama götürebilecek bakışları" meneden bir mâna, bir nüans vjrd:r. Nitekim sevgili Peygamberimiz Hz. Ali'ye hitaben "Bir baktığında arkadan ?ç- daha bakma, birinci bakış hoş görülür ama ikinci bakışa hakkın yoktur"[43] buyurarak bu mânaya açıklık getirmiştir.

"İffetlerini korusunlar" cümlesindeki iffet kelimesinin âyetteki karşılığı -ferc"dir. Fere kelimesi hakikat olarak cinsel organlar, mecaz olarak da iffet ve namus demektir. Zemahşerî'nin benimseyerek bazı tefsircilerden naklettiğine göre, "Kur'an'da fercin korunması istendiğinde bundan maksat zinadan korunmasıdır, yalnızca bu âyette maksat gözden korumak ve bunun için örtmektir. Tabiatıyla gözden koruma emri, evleviyetle onu zinadan da korumayı içermektedir" (III, 180).

Uygulama ve yorumlara dayalı açıklamalara göre erkeklerin gözlerden korumaları gereken organları (fercleri) yalnızca cinsel organları değil, bunlarla birlikte diğer avret yerleridir, yani göbekleriyle diz kapaklan arasında kalan bölgedir. Sınırlarda ietihad farklılıkları vardır; Göbeği ve diz kapaklarını (baldırlar dahil) avret saymayan müetehidler de bulunmaktadır. Ebû Hanîfe'ye göre göbek değil de dizler avrettir. İmam Mâlik gibi erkeklerin baldırlarını kapatılması gereken yer (avret) saymayan müetehidler, Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadise dayanmaktadırlar ("Salât", 12). Bu sınırlar erkekler arasında riayet edilmesi gereken sınırlardır. Erkeğin yabancı (nikâh düşen) kadından sakınması gereken yerleri farklıdır. Burada yasak smın, normal şartlarda karşı tarafı tahrik edebilecek, ona karşı cinsel cazibeyi arttıracak takılar, kokular, vücut teşhiri gibi nesneler ve davranışları da İçine almaktadır. [44]

Zina fiili iki taraflı olduğundan, korunmak ve kaçınmak için gayret göstermek, tedbir almak da iki taraflı olmak durumundadır. Bu sebeple âyetlerde önce erkeklere, sonra da kadınlara ayrı ayrı hitap edilmiş, böylece her bir cinsin korunmak için üzerine düşeni yapması gerektiğine dikkat çekilmiştir. [45]



31. Kadınların da iffetlerini korumaları, bunun için avret yerlerini örtmeleri ve zina etmemeleri emredildikten sonra ek olarak onlara, istisna edilen kimselerden başkasına süslerini göstermemeleri ve başörtülerini yakalan üzerinden bağlamaları yükümlülüğü getirilmiştir. Bu hükmün iyi anlaşılabilmesi için dört hususun açılması gerekmektedir: Süs, açıkta kalan süs, başörtüsünün yaka üzerinden bağlanması ve istisnalar.

"Süs" diye çevrilen ziynet kelimesi Kur'an'da "elbise, takı, hoşa giden, güzel bulunan nesneler, insanı maddî veya manevî olarak güzelleştiren şeyler" mâtin elbise olması mümkün değildir; çünkü Örtünme onunla yapılacaktır. Bazı tef-sircüer böyle yorumlamış olsalar bile takılarının kastedilmiş olması da mümkün değildir; çünkü kadının vücudunda olmayan takısına bakmak ittifakla caizdir. Geriye kalan ihtimal onun vücududur. Bu mânanın kastedilmiş olmasının maddî aklî delili genellikle kadın vücudunun güzel ve çekici bulunmasıdır. Naklî delili ise "Süslerini göstermesinler" cümlesinin hemen arından "başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar" buyurulmasıdır. Buradaki mantık bağından zorunlu olarak, kadın vücudunun (nassa göre boyun, gerdan ve göğsü) ziynet, yani süs ve avret olduğu sonucu çıkmaktadır.

Kur'an kadının vücuduna ziynet diyerek örtülmesini emrettiğine göre eğer âyette istisnalar gelmeseydi vücudun tamamının herkese karşı örtülmesi gerekecekti. İstisnalar iki ruhsat ve imkân getirmektedir; 1. Dışarıda kalan yerler örtül-meyecektir. 2. Örtünün içinde kalan kısımlar da bazı kimselerin yanında açılabilecektir.

"Dışarıda kalan süs"ün neyi ifade ettiğini belirleyebilmek için tefsirciler nakil (hadis) ve akıl (örf, âdet ve İhtiyaç) delillerine başvurmuşlardır. Rivayet edilen hadisler içinde konumuz bakımından en belirleyici olanı, Hz. Peygamber'in, İçini gösteren ince bir elbise giymiş olan baldızı Esmâ'ya hitaben "Esma, bir kız ergenlik çağına gelince onun -ellerini ve yüzünü göstererek- şuralarından başka yerlerinin görülmesi caiz değildir" buyurmasıdır[46] Ancak bu hadis sened ve metin bakımlarından tenkit edilmiş, sağlam bulunmamıştır. [47] Bir başka hadis Buhârî'nin, başörtüsüyle ilgili âyetini tefsir ederken rivayet ettiği ve meali aşağıda gelecek olan hadistir. Bunun râ-vileri sağlam olmakla beraber "dışarıda kalan yerler" konusunda belirleyici bir yanı yoktur. Bize göre de sağlam olan yol örfe, uygulamaya, ihtiyaca ve amaca birlikte bakılarak istisnanın tammlanmasıdır. Râzî bu konuda Kaffâl'den şunları nakletmektedir: "Açıkta ve dışarıda kalan demek, insanın yaşayan yaygın âdete göre örtmediği, örtünün dışında bıraktığı yerler demektir; bu da kadınlarda yüz ve eller, erkeklerde ise yüz, kollar, ayaklar gibi organlardır. Buna göre insanlar, açılmasına ihtiyaç ve zorunluluk bulunmayan yerlerini örtme emrini almışlardır, açılması âdet haline gelmiş ve bunda zorunluluk bulunan yerlerini açmalarına da izin verilmiştir. Çünkü İslâm'ın yüklediği ödevler insan tabiatına uygundur, kolaydır ve müsamahalıdır" (XXIII, 205). Muhammed Esed, Kaffâl'in sözlerini, "açılması için ihtiyaç ve zaruret bulunan" kısmını atlayarak "kişinin hâkim örfe uyarak açık tutabileceği" şeklinde naklettikten sonra şöyle bir yorum getirmektedir: "... kullanılan ifadedeki kasdî belirsizlik (yahut çok anlamlılık) bu hususta, insanın ahlâkî ve toplumsal gelişiminin gereği olarak ortaya çıkan zamana bağımlı değişikliklerin göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir... Mesajın özü onların (erkek ve kadın) haramdan gözlerini çevirmeleri ve iffetlerini korumaları noktasında düğümlenmektedir; kişinin yaşadığı çağda, Kur'an'ın toplumsal ahlâk konusunda getirdiği ilkeleri göz önünde tutarak, dış görünüşünde, giyim kuşamında göstermek zorunda olduğu dikkatin sınırlarını da bu ölçü belirlemektedir" (II, 713).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:41 am

Bize göre Kaffâl'in İfadesinden böyle bir yoruma ulaşılamaz. Esed'in kendi düşüncesi olarak kabul etmemiz gereken yoruma da katılmamız mümkün değildir; çünkü hâkim örfün İslâmî değer ve sınırlardan bağımsız olarak oluşması ve değişmesi mümkündür. İffeti koruma ilkesi, bu şekilde oluşan bir örfe (daha doğrusu âdete, modaya) karşı tavır almayı, direnmeyi gerektirebilir. Bugün birçok ülkede ve toplumda ahlâk, estetik anlayışa tâbi olmuştur, sanat için soyunmak ahlâka aykırı sayılmamaktadır. Başkalarının soyunması müslümanların da biraz açılmalarını gerektirmez. Çoğulcu bir toplum yapısında kendi değerlerini yaşamak durumunda olan müslümanlar, İffetlerini korumak için modanın değil, ihtiyacın gerektirdiğinden ve bu sebeple topluluğun âdet haline getirdiğinden daha fazla açılmazlar. Çünkü karşı cinse ilgi duymak ve bu duygunun görme, dokunma, baş başa kalma gibi durumlarda daha etkili hale gelmesi insan tabiatının gereğidir; bunun değişmesi ise fıtratın bozulması demektir. Kaffâl'in yorumuna göre süsü (ziynet) örtü dışında bırakmanın, birbirine bağlı iki sebebi vardır: a) Buna ihtiyaç bulunmaktadır, b) Bu ihtiyaç sebebiyle örtülmemesi âdet haline germiştir. İleride örneklerini göreceğimiz başka açma İzinlerinde de eski fıkıhçılar hep bu "ihtiyaç" sebebine atıfta bulunmuşlardır. Örtünme emrinin gerekçesi olan "iffeti koruma" ilkesini de devreye soktuğumuzda şöyle bir genel (âdet ve modanın değişmesine bağlı olarak zaman içinde değişmeyen) kural ortaya çıkmaktadır: "Erkek ve kadın, karşı tarafa cinsel cazibesi olan yerlerini göstermemelidir; iffeti korumak için bu tedbir gereklidir. Cazibeli olmasına rağmen açılabilecek yerler, buna ihtiyaç bulunduğu için açılması âdet haline gelmiş bulunan yerlerdir." Bu anlayışımızın Kur'an'dan delili, İslâm öncesi kadınlarında açık bırakılması âdet olduğu halde "baş, boyun, gerdan ve kısmen göğüsün" kapatılmasının emredilmiş bulunmasıdır; yani hâkim örf, iffeti korumak bakımından uygun bulunmamış ve değiştirilmiştir.

"İhtiyaç sebebiyle açıkta kalan, örtme mecburiyeti bulunmayan yerler" belirlenirken yüz ve ellerde ittifaka yakın bir ortak yorum oluşmuştur. İhtiyacın takdirinde farklı düşünüldüğü için daha başka yerlerin açılması hususunda ise farklı görüşler vardır: a) Uzun olduğu için kulakların hizasından aşağıya sarkan saçlar bazı Hanefî fıkıhçılara göre açıkta kalabilir, b) Ebû Yûsuf a göre dirseklere kadar kollar da örtiilmeyebİlir; çünkü kadınların hamur yoğurma, çamaşır yıkama gibi işlerde bu kısmı açmaya ihtiyaçları vardır; yani açmazlarsa rahatsız olurlar, c) Ayaklar Ebû Hanîfe'ye göre kapatılması gereken süse dahil değildir. [48] d) Etek boyu (ayaklardan yukarıya doğru sınır) konusunu üç unsur etkilemiş görünmektedir: 1, Yerde sürünen eteklerin büyüklenme işareti sayılıp yasaklanması, 2. İhtiyaç, 3. Süsün açılması (iffetin korunması). Hz. Peygamberin bir eşinin sorması üzerine yaptığı tarif ile kızı Fâtıma üzerindeki bir uygulaması eteklerin, topuklardan bir karış yukarıya kadar olabileceğini göstermektedir. [49] e) Cariyelerin nerelerini örtü dışında bırakacakları konusunda bir nas (âyet, hadis) yoktur. Tefsirciler ve fıkıhçılar azdan çoğa doğru açabilecekleri yeleri belirlerken (en geniş sınırlama, göbek diz arası hariç bütün vücut şeklindedir) ihtiyacı, sahabe uygulamasını ve cariyelerin hür kadınlar kadar cazip olmadıkları şeklindeki -o tarihe ait olabilecek- vakıayı dayanak yapmışlardır. [50]

"Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar" emri, bir Câhiliye âdetini değiştirmekte, kadınların uygun bir örtüyle başlarını, boyun ve göğüslerini örtmelerini gerekli kılmaktadır. Bu emirden önce kadınların çoğu, eski âdetlerine uyarak başlarına aldıkları Örtünün uçlarını omuzlarının arkasına atarlar ve ön tarafı açık bırakırlardı. Hz. Âişe'nûı anlattığına göre bu âyet tebliğ edildiğinde camide bulunan kadınlar hemen alt giysilerinden (izar) birer parça yırtarak bunu başörtüsü yapmışlar ve istenen yerleri kapatmışlardı. [51]

Bundan sonra, "kocaları, babalan... dışında..." denilerek yabancılara gösterilmesi caiz olmayan süsleri görmelerinde sakınca bulunmayan hısım akrabanın (bu mânada istisna edilenlerin) açıklanmasına geçilmiştir. [52]



a) Kan koca arasında şehvetli şehvetsiz bakma, görme ve dokunma bakımından bir sınır yoktur. Koca dışında kalan ve kadına hayat boyu evlenmesi haram olan erkek akraba, bakma ve dokunma bakımından koca ile yabancılar arasında üçüncü bir konumda bulunmaktadırlar. Bunların cinsel organlara bakmalarının caiz olmadığında ittifak vardır. Göbek diz arası bölge dışında kalan yerler konusunda ise fıkıhçılar tarafından uygulama, ihtiyaç, ziynet ve şehvet ihtimali (iffeti koruma amacı) farklı değerlendirildiği için farklı sınırlamalar yapılmıştır. [53]



b) "... kadınları" ifadesi iki şekilde anlaşılmıştır: 1. Bundan maksat müslüman kadınlar demektir, müslüman olmayan kadınlar yabancı erkek gibidirler. Bu görüş

Hanefî mezhebinde de tercih edilen görüştür. 2. Burada "kadınları" ifadesi sözün gelişi ve uyumu bakımından böyledir, maksat "kadınlar" demektir, mümin kadının, diğer kadınlara açılma sının bakımından kadınlar arasında, dine dayalı bir fark yoktur. Bizim de katıldığımız bu görüşü tercih edenler arasında Gazzâlî, Ebû Bekir tbnül-Arabî gibi âlimler vardır. [54]



c) "Cinsel arzusu bulunmayan erkekler" (yaşlı hizmetçi gibi) şeklinde tercüme edilen kısmın âyette iki belirleyici niteliği bulunmaktadır: Cinsel arzuyla (İr-be) alış-verişi olmamak ve ev ile, aile ile yoğun bir ilişki içinde bulunmak (tâbi). Tefsirlerde bu âyet açıklanırken iktidarsızlar, erkeklik veya kadınlıkları belli (yani belirgin, işlevli) olmayanlar, şehvetten kesilmiş yaşlılar, aileye her gün uğrayıp karnını doyuran yoksullar, evin bazı işlerini gören hizmetçiler örnek olarak zikredilmiştir. Bunlara karşı ev hanımının -yabancılara olduğu gibi- kapanmasında güçlük bulunduğu için Allah Teâlâ bir kolaylık lütfetmiş olmaktadır.

Câhiliye devrinde kadınlar ayak bileklerine halhal gibi ziynetler takarlar, sokakta yürürken ses çıkarsın da dikkat çeksin diye ayaklarım yere vururlardı. Bunun menedilmesi, örtünmenin amacı bakımından çok önemli ve anlamlıdır; çünkü meselenin özü karşı tarafın dikkatini cinselliğe çekmemektir. Bir kadın örtündüğü halde sesi, kokusu, tavrı vb. ile kasıtlı olarak karşı cinsin dikkatini üzerine çekmeye yönelirse o, hadiste geçen "örtülü çıplaklardan olur.

30 ve 31. âyetlerde geçen buyrukların bağlayıcı olup olmadığı, burada söylenenlerin bir tavsiye mi, yoksa emir mi, dolayısıyla İlâhî talimata göre kapanmanın farz mı, edep mi olduğu konusu son zamanlarda bazı çevrelerce tartışmaya açılmıştır. Yalnızca âyetlerde kullanılan emir kipi değil, açıklanan gerekçe, verilen detay ve 31. âyetin "Ey müminler! Hepiniz Allah'a tövbe edin..." uyarısıyla bitirilmesi, asırlar boyu ittifakla benimsenmiş bulunan yorumun; yani emrin bağlayıcı, örtünmenin farz olduğu anlayışının isabetli olduğunu açıkça göstermektedir. Dinî emirlerin uygulanması için yükümlülük şartlarının gerçekleşmesi ve engellerin bulunmaması gerekir. Bu sebeple zorunlu hallerde ruhsatlar devreye girebilir, ancak genel hüküm değişmez, engel ve zaruret ortadan kalkınca uygulama da normale döner. [55]



Meali



32. İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyeleriniz arasından da elverişli olanları evlendirin. Yoksulluk içinde iseler Allah lütfü ile onları ihtiyaçtan kurtarır. Allah'ın hazinesi geniştir, her şeyi bilmektedir. 33. Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah lütfundan ihtiyaçlarım giderinceye kadar iffetlerini korusunlar. Bedelini ödeyerek hür olmak isteyen köle ve cariyelerinizin -kendilerinde hayır görürseniz- tekliflerini kabul edin. Allah'ın size verdiği maldan da onlara verin. Namuslu yaşamak isterlerse, dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için cariyelerinizi fuhuş yapmaya zorlamayın. Kim onları zorlarsa bilinsin ki Allah, onların zorlanmaları sebebiyle bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. [56]



Tefsiri



32. Daha önceki âyetler aileyi korumak için İffetin korunması gerektiğini ortaya koymuş, bunun için alınması gereken tedbirleri açıklamıştı. Bu tedbirlerden biri de evlenme çağına gelmiş veya evlendikten sonra dul kalmış insanları evlendirmektir. Tefsirciler "evlendirin" emrinin muhatabı olarak velileri almış ve buradan hareketle velinin evlendirme hakkı ve ödevi üzerinde durmuşlardır. Bize göre burada muhatap yalnızca veliler değildir; yalandan uzağa bütün ilgililerdir, toplumdur. Köle ve cariyelerin sahipleri izin vermedikçe evlenmeleri mümkün olmadığı, halbuki onlar da birer insan olduğu ve evlenmeye ihtiyaçları bulunduğu için sahiplerine uyanda bulunulmuş, onları evlendirmeleri istenmiştir.

Evlenmenin engellerinden biri de yoksulluktur. İnsanlar yoksul olan kimseye kız vermek istemezler, yoksullar evlenme giderlerini karşılayamazlar. Bu yüzden bunalımlar, ahlâkî sapmalar, sosyal problemler ortaya çıkabilir. İslâm toplumunda bir insanın ortalama refahtan yararlanması esastır; bunu kendi emeği ile gerçekleş-tiremiyorsa topluluk yardımda bulunacaktır. Bu sebeple âyette Allah Teâlâ kullarına şu gerçekleri hatırlatıp yoksullara yardım etmeye teşvik etmektedir: Yoksulluk gelip geçici olabilir, bugün yoksul olanlar Allah'ın lütfü ve kendilerinin de gayretiyle yarın ihtiyaçlarım karşılar duruma gelebilirler. Aynca servet sahipleri, evlilik çağı geldiği halde yoksulluk yüzünden evlenemeyen kimselere yardım ödevlerini yerine getirirlerse yoksulluk bir engel olmaktan çıkar. [57]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:42 am

33. Evliliğin tek engeli yoksulluk değildir; engel ne olursa olsun evlenme imkânı bulamayanlar haram olan zina yoluyla cinsel ihtiyaçlarını gidermeye kalkışmayacak, Allah'ın rızâsını bütün arzularının önüne geçirerek sabredip iffetlerini koruyacaklardır.

Cariyelerin fuhuş yapmaya zorlanmalarını yasaklamayı murat eden Allah, buna geçmeden köklü çözümün, yani kölelerin ve cariyelerin hürriyete kavuşturulmasının yollarından birini daha devreye sokmayı uygun bularak, bedelini ödemek suretiyle hür olmak isteyen köle ve cariyelerin, mükâtebe adı verilen bu sözleşme taleplerinin kabul edilmesini emrediyor. Bu emrin bağlayıcı mı, tavsiye ve teşvik mahiyetinde bir emir mi olduğu konusu tartışılmıştır. Sahabe ve tabiîn devri müc-tehidlerinin emri bağlayıcı olarak yorumlamaları dikkat çekicidir. Buna Taberî, Zahiriler ve Şevkânî gibi daha sonraki bazı müctehidler de katılmışlardır. Sosyal ve ekonomik durum ile hâkim âdetin etkisi altında yorum yapan diğer müctehidler ise naslan zorlayarak, farklı durumları birbirine kıyas ederek emrin bağlayıcı olmadığım ileri sürmüşlerdir. [58]Zekât gelirinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için pay ayrıldığını, gönüllü harcamalarda da müminlerin bu hususa teşvik edildiğini biliyoruz. [59] Burada da zenginlere, bedelini ödeyerek hür olmak isteyen köle ve cariyelere, "Allah'ın verdiği maldan" vererek yardımcı olmaları emrediliyor. Yalnızca bu iki emir doğru anlaşılıp uygulanmış olsaydı zaman içinde, Önemli bir sosyal ve ekonomik kriz yaşanmadan kölelik ortadan kaldırılabilirdi; çünkü mevcutlar böyle eritilirdi, kaynağı tek noktaya (savaş esiri olma durumuna) indirildiği, esirin köle olması da zorunlu bulunmadığı için yeni köleler de olmazdı. Hz. Peygamber istemediği halde hilâfetin yerini saltanatın alması gibi, o, köleliğin kalkmasını İstediği, Allah da bunca tedbir ve teşvike yer verdiği halde bu uygulama devam ettirilmiş, bu ayıbın kalkması -ne yazıktır ki- on üç asır gecikmiştir.

"Kendilerinde hayır görürseniz" şartı, hürriyet sözleşmesi talep eden kölenin maddî ve manevî durumunun böyle bir değişime ve tasarrufa elverişli olmasıdır; tabii bunu da, toplumu temsil eden tarafsız heyetler takdir edeceklerdir.

Fuhuş mesleğinin çok eski kültürlerde de mevcut olduğu bilinmektedir. Eski Ahid'de, uygun yerlerde örtünüp oturan, müşteri bekleyen, müşteri çıkınca onunla pazarlık eden fahişelerden söz edilmektedir. [60]Câhiliye devrinde Arabistan'da da bu meslek icra edilirdi. Câriye olmayan fahişeler yanında, sahipleri tarafından bu işe zorlanan ve üzerlerinden para kazanılan cariyeler vardı. Bunlardan müslüman olanların şikâyetleri üzerine bu çirkin uygulamaya son verildi. Cariyelerin yasaktan önce, İkrah (baskı) altında yaptıkları zinadan dolayı üzüntii çekmeleri de gerekmezdi; çünkü Allah istenmeden, baskı altında yapılan bu tür günahları bağışlardı. [61]



Meali



34. Size, gerektiği gibi açıklayan âyetler, sizden önce gelip geçenlerden misaller ve kötülükten sakınanlar için öğütler indirdik. 35. Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır; (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir. 36. Allah'ın yapılmasına ve içinde isminin anılmasına izin verdiği evlerde, akşam sabah Allah'ı tenzih ederek anarlar; 37. Ticaretin de satımın da kendilerini Allah'ı anmaktan, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamadığı, gözlerin ve gönüllerin dehşetle sarsılacağı bir günden korkan kişiler; 38. Anarlar ki, Allah kendilerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödüllendirsin, daha fazlasını da lütfundan versin. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır. [62]



Tefsiri



34. Âyet bir yandan Kur'ân-ı Kerîm'in muhtevasını "gerekli açıklamalar, tarihten örnekler ve öğütler" şeklinde özetlerken öte yandan, fizik ötesi varlıklar

hakkında madde âleminden seçilmiş örnekler vererek yapacağı açıklamaya bir giriş teşkil etmektedir. [63]



35. "Nûr âyeti" diye anılan bu âyetin açıklanması amacıyla tefsirlerde sayfalar dolusu açıklamalar kaleme alınmış, ayrıca kitaplar yazılmıştır. Bunlar arasında en meşhur olanı Gazzâlî'nin Mişkâtü'l-envâr'ıdn. Genellikle tefsirciler, nurun Allah olamayacağı ön kabulünden yola çıkarak burada mecaz yoluyla bir anlatımın söz konusu olduğunu ve te'vil edilmesi gerektiğini ileri sürerken Gazzâlî farklı bir tezle karşımıza çıkmakta ve özetle şöyle demektedir: Nûr kelimesinin, idrak kabiliyeti ve manevî olgunluğu farklı irfan derecelerine göre birden fazla hakiki mânası vardır. Sıradan insanlara göre nûr "zuhûr"dan ibarettir. "Görünmek, ortaya çıkmak" mânasındaki zuhur da izafî bir kavramdır. Bu kesime göre en güçlü İdrak aracı duyulardır, konuyla ilgili olarak da görme duyuşudur. Buradan hareketle, güneş ve lamba gibi hem kendini hem başka şeyleri gösteren nesneye "nûr" denilmiştir. Zuhurun iki öğesi vardır: Işık ve gören göz (görme duyusu). Görme duyusu olmazsa ışık görünmeyi (zuhur) sağlamaz; bu sebeple de yine hakikat mânasında görme duyusuna nûr denilmiştir. Ancak görme duyusunun yedi kusuru vardır. [64] "Yetişkin insanı çocuktan, akıl hastasından ve hayvandan ayıran güç ve özellik" mânasındaki akıl ise bu kusurları taşımamaktadır; şu halde akla hakiki mânada nûr demek daha uygundur. Aklın "idrak" (görme, zuhur) alanına giren şeyler (ma'kulât), zarurî ve nazarî olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi için aklın işletilmesi gerekmez. Bir sözün hem doğru hem yalan, bir şeyin aynı zaman ve mekânda hem var hem yok olamayacağı, bunları tasavvur eden akıl nezdinde derhal ortaya çıkar. Nazarî alana gelince burada aklın işletilmesine ihtiyaç vardır. Onu uyaran, harekete geçiren âmillerden biri düşünürlerin (hukemâ) sözleridir, hikmetleridir. Hikmetin en büyüğü Allah kelâmıdır, Kur'an'dır. Göz nuru için güneş ne ise akıl nuru için de Kur'an odur. Bu bakımdan Kur'an nurdur [65] Madde (şehâdet) âleminden başka bir de madde ötesi (melekût) âlemi vardır. Bu âlemde bulunan şeylerin madde âleminde misalleri mevcuttur, Kur'an açıklamalarında bu misalleri kullanır. Kendini ve başkasını görene nûr denildiğine göre, bunlara ek olarak başkalarım gösterene, açığa çıkmayı, bilinmeyi sağlayana bu isim evteviyetle verilir. Bu özellik Hz. Pey-gamber'de mevcuttur; işte bu sebepledir ki kendisine aydınlatıcı ışık (sirâc) denilmiştir. [66] Nurun madde ve melekût âlemlerinde, son noktadan başa ve kaynağa doğru bir sıralanışı vardır, kaynağa yükseldikçe nûr kavramının hakikatine yaklaşılır. Bu sıralama sonsuza doğru devam etmez; öyle bir kaynağa ulaşır ki, O kendinden ve kendisi ile nurdur, O'nun nuru başka bir kaynaktan gelmez, aksine sıra ile bütün nurlar O'ndandır. İşte hakikat manasıyla nur O'dur ve -bu mâna göz önüne alındığında- başka şeylere nûr ismi mecazen verilmiş sayılır. Nûr son tahlilde görünme ve gösterme mânasına geldiğine göre varlık nurdur, yolduk ise zulmettir (karanlık); çünkü yok olanın zuhuru (görünmesi) mümkün değildir. Varlığı ezelî, ebedî, kendi sebebiyle ve kendinden olan tek varlık Allah'tır; diğerlerinin varlığı O'na bağlıdır, O'ndandır. Şu halde varlık mânasında hakiki nûr da Allah'tır. Mi'raclannı zirveye ulaştırmış bulunan kâmiller, varlık âleminde O'ndan başkasının olmadığını, O'nun zatından başka her şeyin yok (halik) olduğunu müşahede etmektedirler. [67]

Râzî, âyette geçen nurdan maksadın Allah olamayacağını kendine göre delillerle ortaya koyduktan sonra te'vil etmenin kaçınılmaz olduğu sonucuna varmış, baştan beri yapılmış te'villeri sıralamış, maksat Allah'ın "hidayete kavuşturucu, yönetici, düzenleyici, -nûr kelimesinin 'nevvere' diye okunuşuna dayalı olarak-ayduüatıcı olmasıdır" şeklindeki yorumlan aktardıktan sonra birincisini tercih etmiş, kastedilen mâna "Allah'ın ilim ve amele hidayetidir, yörılendirmesidir, ka-vuşturmasıdır" demiştir (XXIII, 224). Râzî bu girişi yaptıktan sonra hakkında saygılı bir dil kullandığı Gazzâlî'nin risalesini, bizim yaptığımızdan daha uzun olarak özetlemiş, sonunda şöyle bir değerlendirme yapmıştır: "Üstat Gazzâlî merhumdan naklettiğimiz sözler güzel olmakla beraber incelendiği zaman şu sonuca ulaşır: Allah'ın nûr olmasından maksat, O'mın kâinatın ve idrak güçlerinin yaratıcısı olmasıdır. Bİz de nurdan maksat, 'O'nun, göklerde ve yerde var olan şuurlu varlıklara yol göstermesidir; nûr irşad ve hidayet edendir' derken aynı şeyi kastediyoruz. Onun söyledikleri ile bizim tefsircilerden naklettiklerimiz arasında bir tutarsızlık: yoktur" (XXIII, s. 230).

Benzetmede bir benzeyen bir de kendisine benzetilen vardır. Burada benzetilen bellidir: "Kandillikte bulunan ve karanlığı aydınlatan lamba, ışık, kandil." Buna benzeyen Allah'ın nurundan maksat nedir? Bu soruya, Kur'an'da ve hadiste nelere nûr denildiği soru ve tartışmasına dayalı olarak çeşitli cevaplar verilmiştir: 1. Allah'ın hidayetidir, bundan da maksat, kâinattaki deliller ve Kur'an'daki apaçık âyetlerdir. Hidayetin güneşe değil de kandillikteki kandile benzetilmesinin sebebi de, karanlık içinde aydınlığın daha göze çarpar oluşudur. Güneş doğunca her şey, her taraf aydınlanır, aydınlığı karanlıktan ayıracak zıtlık kalmaz. Halbuki karanlık bir odaya lamba gelince, ışığının ulaştığı sınıra kadar karanlığı yok eder ve sınırın ötesiyle berisi arasındaki fark açıkça algılanır. İnsanların zihinlerini örten şüpheler karanlıklara benzer, ilâhî hidayet ise bunları aydınlatan, yok eden ışık gibidir, 2. Apaçık âyetlerden, şüpheleri gideren, insanı aydınlatan açıklamalardan oluşan Kur'an'dır. 3. Peygamber'dir, Bu İkisini, hidayetle bir saymak da mümkündür; çünkü Kur'an ve Peygamber, ilâhî hidayetin araçlarıdır. 4. Müminin kafa ve kalbindeki Allah ve din bilgisidir. [68] 5. Gazzâlî'ye göre maksat "his, hayal, akıl, fikir güçleri ile kutsal güç"ten oluşan beş idrak gücüdür. Varlıkların tamamı bu beş güç sayesinde idrak edildiği, açıklandığı ve açığa çıktığı için bunlara nûr demek ve âyette geçen beş nesneye benzetmek uygundur, yerinde bir benzetmedir. Duyular göz, kulak, burun gibi deliklere yerleştirilmiştir; şu halde his gücü kandilliğe, duvardaki lamba oyuğuna benzer. Hayal edilen eşyada hacim, şekil gibi cisim özellikleri vardır; ancak hayal gücü bunları cisimden tecrit eder, şeffaflaştırır, korur ve akla sunar. Lamba camı da cisimdir, fakat şeffaf olduğu için ışığı engellemez, rüzgâra karşı da korur. Küllî mahiyetleri ve ilâhî bilgileri idrak etme kabiliyetinde olan akıl, ortalığı aydınlatan, karanlıkları gideren lambaya benzer. Fikir gücü, akla sunulan malzemeyi (mahiyeti) tahlil ve terkip ederek (analiz ve sentez yaparak) sonuçlar çıkarır, bilgi ve hüküm üretir; bu özelliği ile fikir gücü meyve ağacına benzer. Fikir gücünün meyvesi bilgidir, aydınlıktır, zeytin ağacının meyvesinin özü de aydınlatmada kullanılan zeytin yağıdır; bu sebeple benzetme için en uygun ağaç zeytin ağacıdır. Kutsal güç (kuvve-i kudsiyye) peygamberlere mahsus bilgilenme gücüdür. Bu güç, fikir ve akıl gücünden farklı olarak aşağıdan (his, hayal, akıl) gelen bilgi unsurlarına ve öğrenmeye muhtaç değildir. Onun ışığının kaynağı Allah'tır, vahiydir. O, maddî ışık (enerji) kaynağı olmadan da ısıtmaya devam eder[69] Nuru, İbn Sînâ gibi akıl mertebeleri, bazı tasavvufçular gibi "göğüs, kalp, marifet, ilham ve melekût âlemi" olarak yorumlayanlar da olmuştur.

Bize göre bu yorumlar içinden ikisi daha tutarlı görünmektedir: 1. Kur'an ve Peygamber'İ de ihtiva eden ilâhî hidayet. 34. âyette Allah'ın apaçık âyetlerinden söz edildikten sonra bu benzetmenin yapılmış olması da yorumu desteklemektedir. 2. Allah'ın varlığı. Çünkü O'nun varlığı zorunludur, ezelî ve ebedîdir, her şey O'na râcidir, her şeyi dilediği an var eden de yok eden de O'dur. O olmasaydı yaratılmışlar olmazdı, O'nun her an yaratması olmasaydı hiçbir şeyin iğreti varlığı devam ve zuhur etmezdi. [70]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 37
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 8 Empty2007-11-01, 11:42 am

36-38."... evlerde Allah'ı anarlar,.," diyerek "evlerde" zarfını, "anarlar" fiiline bağlamış olduk. Bu bağlantıyı, "o nûr evlerdedir", "evlerde yakılan", "evlerde ... adamlar vardır" şeklinde yapanlar da olmuştur.

Evlerden maksat "camilerdir" diyen tefsircilere karşı haklı olarak, "bu âyetingeldiği zamanda müslümanlann mescidlerinde lamba, kandil vb. yoktu, mescidin devamlı aydınlatılması âdeti Hz. Ömer zamanında başladı", eğer evlerden mâbed-ler kastediliyorsa bunların, şirke sapmadan dinlerine göre ibadet eden bazı yahudi ve hıristiyanlann yüksek ve tenha yerlerde yaptıkları mânâstırlar ve havralar olması gerekir; çünkü buralarda kandil bulunurdu" denilmiştir. [71] İbn Âşûr'un bizce de mâkul olan yorumuna göre burada, bir tek şeyin diğerine benzetilmesinden ziyade, bir grup nesne ve ilişkinin diğer gruba benzetilmesinden ibaret olan güzel bir temsil sanatı vardır, bir yerde toplanıp Kur'an okuyan, müzakere eden ve onunla düşünen insanların aydınlanması temsil yoluyla anlatılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir topluluk, Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelip Allah'ın kitabını okudukları ve aralarında müzakere ettikleri (ortak akıl ile anlamaya çalıştıkları) sürece durmadan üzerlerine sekî-net (huzur veren melekler veya huzur ve tatmin) iner, onları rahmet çepeçevre kuşatır ve Allah onları, nezdinde olanların içinde anar."[72]

Kabe'ye "Allah'ın evi" denilmiştir. Allah eve muhtaç olmadığına, hiçbir mekân O'nu içine alamayacağına göre bu sözün hakiki değil, mecazî mânasının kastedildiği açıktır; bu mâna da "Allah'a ibadet etmeye tahsis edilmiş mekân" demektir. Müslümanlar namaz kılarken o evin bulunduğu yöne dönerler, tavaf ibadeti yapanlar o evin etrafında yedi kere dolanırlar. O ev ve çevresi yalnızca Allah'a ibadet etmek için kullanılır ve bunun için orası Allah evidir. Bu mânadan hareket edilerek şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür: Bir mekân ne kadar Allah'a ibadet için kullanılırsa o kadar Allah'a aittir, O'nun nurunun tecellisine mazhardır, lâyıktır. Allah'ın nurunun manevî ufukları aydınlattığı, insan bilgisine ve tecrübesine madde ötesi âlemi açtığı mekânlar yalnızca mescidler değildir, Allah'a ibadet edilen her mekândır, her evdir. Bir mekânda ibadet, zikir ve tefekkür o mekânda nurdur.

37. âyette geçen ve "kişiler" diye çevirdiğimiz rical (erkekler) kelimesi, kadınları dışarıda bırakmaz; çünkü başka âyetlerde Allah'a çeşitli şekillerde ibadet edenler, bu arada O'nu zikredenler övülürken, onlara çeşitli ödüller verileceği müjdelenirken erkeklerle birlikte kadınlar da açıkça zikredilmiştir. [73] Burada "kişiler, erkekler", ya Arapça'da "tağlîb" adı verilen bir anlatım şekliyle veya "genellikle uygulama böyle olduğu için vakıadan hareket eden" anlatım yoluyla kadınları da ifade etmektedir.

İnsanların çoğu, fâni olan imtihan dünyasında ticarete, zanaata, zevk ve sefaya dalarak Allah'ı unuturlar, namazları vaktinde kılmazlar, mala düşkünlükleri sebebiyle zekâtı ya hiç vermezler yahut da eksik verirler. Bunlar imtihan için verilmiş, âdeta imtihan sorusuna benzeyen dünya malına ve menfaatine aldanarak servet ve nimet imtihanını kaybeden gafillerdir. Allah'ın örnek gösterdiği, övdüğü, yaptıklarının karşılığını fazlasıyla vereceği, aynca karşılığı olmayan hesapsız lü-tuflarda bulunacağı kullan ise dünya-âhiret dengesini iyi kuranlar, ebedîyi fâniye, devamlıyı geçiciye, değerliyi değersize değişmeyenlerdir.

Mutasavvıflar bu âyetten "fena" dedikleri hal için bir delil çıkartmışlar ve "Allah'ta fâni olanlarda âdeta bir çifte şuur oluşur; dışa, dünya işlerine, mâsivâ ile ilişkiye ait olan şuur, devamlı Allah ile meşgul ve O'na mahsus bulunan şuura perde olmaz" demişlerdir. [74]



Meali



39. İnkâr edenlerin yapıp ettikleri, susamış kimsenin geniş düzlüklerde görüp su zannettiği serap gibidir; sonunda gelip ona ulaşınca orada bir şey bulamaz, ama Allah'ı yanında bulur, O da eksiksiz olarak hesabını görüve-rir. Allah'ın hesabı pek çabuktur. 40. Yahut dalga, üstünde yine dalga, onun üstünde de bulutla (kara bulut gibi bîr dalga İle) kaplı büyük bir denizdeki karanlıklar gibidir; birbiri üzerinde karanlıklar! Neredeyse elini çıkarsa onu göremeyecek. Allah bir kimseye ışık vermezse onun aydınlıktan asla nasibi yoktur. [75]



Tefsiri



39-40. Siyahla beyazda olduğu gibi her şey zıddınııı yanında daha iyi farke-dilir. Allah'a iman eden, O'na kulluk şuuru kesintisiz hale gelmiş bulunan, güzel-Hk ve menfaatlerin ibadetlerini engelleyemediği güzel insanlar ve bunları bekleyen ödüller benzetme ve temsil yoluyla anlatıldıktan sonra yine aynı üslûpla bu defa inkâr edenlerin durumu, âdeta bir tablo gibi gözler önüne seriliyor. İman etmeyen insanların da dünyada, kendileri ve başkaları için faydalı, hayırlı işleri, eserleri, hâsılı yapıp ettikleri vardır; ancak bütün bunların faydası ve etkisi dünyada kalır, onların sevap ve sonucunu âhirete taşımanın şartı imandır. Allah'a ve âhirete inanmayan bir kimse öldüğünde, dünyadaki kazancının ve eserlerinin orada kaldığını, buraya eli boş geldiğini görür; tıpkı çölde susamış, uzaktan serap görmüş, yanına gelince kızgın kumlardan başka bir şey bulamamış yolcu gibi yahut büyük bir denizin üst üste dalgalarının altında, denizin dibinde karanlıklar içinde kalan bir kimse gibi. Aslında adamın eli vardır ama bu karanlıklar içinde görülmez ve işe yaramaz. İnancı olmayanların, mutlak hakikati inkâr edenlerin dünyada yapmış oldukları iyi işler de vardır ama âhirette inançsızlığın koyu karanlığı onları örtmüş, hesapta ve terazide görülmez hale getirmiştir.

Mealinde, parantez arasındaki "kara bulut gibi bir dalga" ifadesi, metnin farklı bir okunuşunun karşılığıdır. Buna göre büyük bir deniz (okyanus) ve yukarıya doğru biraz aydınlık, derinlere doğru ise her bölümde daha karanlık üç tabakadan oluşan bir deniz tasvir edilmektedir. Okyanusların derinliklerini incelemek için gerekli bulunan teknoloji icat edilmeden Önce kimse, normal ışık bakımından biri diğerinden daha karanlık üç tabakayı bilmiyordu. 40. âyet bundan söz etmektedir. Keza kimse göklere çıkmak, hatta atmosferin ötesine geçmek için gerekli araçların bulunmadığı zamanlarda da, göğe doğru yükseldikçe basıncın azalacağından, bunun da nefes zorluğu, tansiyon gibi problemlere yol açacağından haberdar değildi. Halbuki En'âm sûresinde (6/125) göklere doğru yükselen kimsenin çıktıkça artan göğüs daralmasından bahsedilmiştir. Şüphe yok ki Kur'an bir tabiat bilimi kitabı değildir; madde âleminin sırlarını çözmek, yaratıcının tabiata hâkim kıldığı kanunlan keşfetmek kural olarak insan zekâsına bırakılmıştır; ancak yeri geldikçe ve dolaylı olarak âyetlerde geçen bazı ilmî gerçekler, onların beşer üstü bir kaynaktan geldiğine ışık tutmaktadır. [76]



Meali



41. Görmez inisin ki, göklerde ve yerde olanlar, havada kanatlarını açarak hareketsiz gibi duran kuşlar Allah'ı teşbih ederler. Hepsi duasını ve teşbihini bilmekte, Allah da onların bütün yaptıklarını bilmektedir. 42. Göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir, dönüş de Allah'adır. 43. Görmez misin ki, Allah bulutları yürütür, sonra onları birleştirir, sonra onları üst üste binip yoğunlaşmış bulut kümesi haline getirir. Bu sırada bulut aralıklarından çakan şimşeği görürsün; gökten, oradaki bulut dağlarından dolu yağdırır da bunu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzaklaştırır, bu arada şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kör edecek. 44. Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir; gören ve düşünenler için bunlardan alınacak ibretler vardır, 45. Allah hareket eden her canlıyı bir sudan yarattı. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yol alır. Allah dilediğini yaratıyor, Allah her şeye kadirdir. 46. Kuşkusuz tam anlamıyla açıklayan âyetler indirdik; Allah dilediğini doğru yola iletir. [77]



Tefsiri



41. Teşbih, Allah Teâlâ'yı, kendine mahsus yüce sıfatlarıyla anmaktır, dar mânada O'nu, yakışmayan sıfatlardan tenzih etmektir, her çeşit noksanlıktan uzak ve ben olduğunu ifade etmektir. İnsanlar ve melekler gibi şuurlu varlıkların bu bilince dayalı bir tercihle teşbih etmeleri mümkündür, vâkidir. Diğer canlı, cansız varlıkların teşbihi ise ya hal diliyle, varlık ve hareketlerindeki özellik ve incelikleri gözler önüne sermek, programlandıkları gibi davranmak suretiyle olmaktadır veya Allah'ın kendilerine verdiği, bizim anlayamadığımız özel bir dil ile ifade edilmektedir. [78]



43. Yağmurun, şimşeğin, dolunun nasıl oluştuğu, bu olaylarla ilgili tabiat kuralları bugün bilinenlere tıpatıp uyan bir şekilde anlatılmakta, ancak bunların kendiliğinden değil. Allah'ın izin, irade, kudret, hikmet ve sünneti (âdeti, kanunu) çerçevesinde olup bittiği bildirilmekte, insanların doğru görmeleri, değerlendirmeleri ve ders çıkarmaları teşvik edilmektedir.

"Bulut aralıklarından çıkan şimşeği görürsün" cümlesindeki şimşeğin burada kullanılan Arapça karşılığı vedk kelimesidir; bu kelime yağmur mânasına da gelir. Ancak bulutların arasından çıkan yağmur değil, şimşek olduğu için biz bunu tercih ettik, Bilindiği üzere yağmur bulutların arasından çıkmaz, bulutun kendisi yağmura dönüşür ve yere dökülür. [79]



45-46. Allah'ın yarattığı ve her şeye ondan hayat verdiği su İle[80] burada geçen ve kımıldayan canlıların yaratılmasına kaynak olan "bir su" birbirinden farklıdır; bu ikinci suyun sperm ve aşılanmadaki erkek (eril) unsur olduğu anlaşılmaktadır. Âyetin üslûbundan "her birini kendine mahsus bir sudan" mânası da çıktığı için canlı türlerinin bir asıldan ve kökten değil, farklı ve çeşitli köklerden yaratıldığı anlaşılmaktadır.

"Tam anlamıyla açıklayan" yani açıkladığını mükemmel açıklayan, zihinlerde kuşku, anlamada kapalı alan bırakmadan anlatan âyetler hem Kur'an âyetleridir hem de insanın kendinde ve çevresinde bulunup yaratıcısının variık, birlik, büyüklük ve eşsizliğini gözler önüne seren "kevnî" âyetlerdir; olgu, oluş ve varlıklardır. [81]





Meali



47. Allah'a da, Resul'e de inandık ve boyun eğdik" diyorlar, bunu söyledikten sonra da içlerinden bir grup yan çiziyor. Bunlar inanmış kimseler değildir. 48. Aralarındaki anlaşmazlıklar hakkında karar versin diye Allah'a ve Resulü'ne çağırıldıklarında bir de bakıyorsun içlerinden bir grup buna karşı çıkmış! 49. Haklı çıkacaklarını bilirlerse koşarak ona geliyorlar. 50. Bunların kalplerinde çürüklük mü var, yoksa şüpheye mi düştüler, yahut da Allah'ın ve Resulü'nün kendilerine haksızlık etmesinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl haksızlık edenler kendileridir. 51. Aralarındaki anlaşmazlıktan çözüme bağlasın diye Allah'a ve Resulü'ne çağırıldıklarında müminlerin sözü "Dinledik ve baş eğdik" demekten ibarettir. İşte kurtuluşa erenler de bunlardır! 52. Allah'a ve Resulü'ne itaat eden, Allah'a itaatsizlikten korkan, O'na saygısızlıktan korunanlar var ya, işte asıl kazananlar bunlardır! 53. Emir verirsen çıkacaklarına dair büyük yeminler ettiler. "Boşuna yemin etmeyin, itaat belli bir şeydir; Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 54. De ki: "Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin." Yine de söz dinlemezlerse onların sorumluluğu kendilerine, sizin sorumluluğunuz de kendinize aittir. Ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz; Resul'e düşen yalnızca apaçık bildirip anlatmaktır. [82]



Tefsiri



47-51. Hz. Peygamber Medine'de duruma hâkim olunca bazı şahıslar ve guruplar, İşlerini yürütmek, müsliimanlara mahsus menfaatlerden yararlanmak, birtakım tehlikelerden uzak kalmak için inanmış görünmeyi tercih ettiler. Bilindiği gibi bunlara "münafık" denilmektedir. Bazı şahıslar da İslâm'a inanmışlardı, fakat imanları henüz zayıf bulunuyordu, tefekkür ve dinî tecrübe yoluyla güçlenmemiş, davranış ve kararlarına hâkim hale gelmemişti. Üçüncü bir grup açıkça inançsız, veya başka din ve inanışlara bağlıdır. Gittikçe çoğalan bir grup ise hakkıyla inanmış kimselerden oluşuyordu. Bu âyetlerde, inancın samimi ve güçlü olup olmamasına bağlı olarak grupların davranışları, Allah ve Resulü'ne itaatleri, teslimiyetleri, ilâhî hüküm ve adalete rızâları mukayeseli bir şekilde anlatılmaktadır. Allah'ın, vahiy yoluyla bildirdiği hükümlerin bir kısmı apaçık olup yoruma ihtiyaç yoktur, diğer bir kısmı naslarla hakkında vahiy açıklaması bulunmayan konulardır; bunlar için yorum ve ictihad gerekir. Vahyin belirlediği hükme, Allah buyruğuna uymak gerekir; bildiği halde buna uymayanlar ya inançsız yahut da inancı zayıf kimselerdir. Zayıf da olsa imanın fayda vereceğine dair rivayetler vardır. Ancak dünya ve âhirette asıl kazançlı çıkacak ve kurtuluşa erecek olanlar, sağlam imana, bu İmandan kaynaklanan, bu inancın motive ettiği ibadetlere, güzel davranışlara, hayırlı ve faydalı işlere, eserlere sahip olanlardır. [83]



53. Yemin konusu olan "çıkma" hakkında farklı rivayetler vardır. Bunlardan anlaşıldığına göre gerektiğinde yurt ve yuvalarından çıkarak savaşa katılma ve malî fedakârlıkta bulunma kastedilmektedir.

"İtaat belli bir şeydir" şeklinde tercüme edilen kısım, -muhtemelen âyetin indiği ortamda bağlam belli olduğu için- zikredilmesine gerek görülmemiş bulunan cümle öğelerinin farklı takdirine bağlı olarak şu şekillerde anlaşılmaya müsaittir: a) "Boşuna yemin etmeyin, biz sizin itaatinizin ne olduğunu biliriz!", b) "Yemin etmeyin, itaat objektif ölçütlerle bilinen bir şeydir", c) "Yemin etseniz de etmeseniz de sonuç değişmez, biz itaatiniz konusunda yeterli bilgiye sahibiz." [84]



54. Hz. Peygamber'in ve müminler topluluğunun, içlerinde farklı inanç gruplarının da bulunduğu topluma karşı, dini tebliğ etme ve açık bir şekilde anlatma yanında, hukukî ve sosyal adaleti gerçekleştirme, edep ve ahlâkı hâkim kılma, kamu düzenini sağlama, ülkeyi ve temel değerleri koruma gibi sorumluluk ve yükümlülükleri vardır; bunun böyle olduğu sayısız âyet ve hadisle ortaya konmuştur. Buradaki ifadeden maksat, "Apaçık tebliğ ettiğiniz halde İtaat etmezlerse bunun sorumluluğu, dünya ve âhiretteki olumsuz sonuçlan kendilerine aittir, kendi kusurlarının sonucudur; bundan siz sorumlu olmazsınız, Allah, niçin onları itaatkâr kılmadınız diye size sormaz" demektir. [85]



Meali



55. Allah, içinizden iman eden, din ve işlerini düzgün yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkulanın güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır. 56. Namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin ve Resul'e itaat edin ki esirgenesiniz. 57. İnkarcıların yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabileceklerini zannetme, onların gideceği yer ateştir, bu gerçekten kötü bir son!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
 
Sure Sure Diyanet Tefsiri
Sayfa başına dön 
8 sayfadaki 9 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : : :: İMAN VE İNSAN :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: