|
| Sure Sure Diyanet Tefsiri | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:29 am | |
| ZARIYAT SURESİ
51
İndiği Yer
Mekke
İniş Sırası :
67
Âyet sayısı :
60
Nüzulü
Mushaftaki sıralamada elli birinci, iniş sırasına göre altmış yedinci sûredir. Ahkaf sûresinden sonra, Gâşiye sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]
Adı
İlk âyetinde geçen ve "savuranlar, tozu dumana katanlar" gibi mânalara ge*len zâriyât kelimesi sûreye ad olmuştur; bazı meşhur tefsir ve hadis kaynakların*da Ve'Z'zâriyât sûresi diye de anılır.[2]
Konusu
Sûrenin ana konusu öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, yaratılmış*lar içinde irade sahibi olma özelliğini taşıyanların, bir İmtihan alanı olan dünya ha*yatını yaratılış amaçlarına uygun biçimde geçirip geçirmedikleri hususunda sorgu*lanacakları yargı gününden kaçış bulunmadığını ve bu yargılama sonunda herke*sin bu dünyada yapıp ettiğinin olumlu olumsuz sonuçlarını mutlaka göreceğini or*taya koy maktu-. Bu konu işlenirken, Allah Teâlâ'nın kudretinin kanıtlarından ve insanlara lütfettiği imkânlardan örnekler, önceki bazı inkarcı toplumların başına gelen felaketlerden kesitler verilmekte; bu arada Hz. Peygamber'in ve onun yolu*nu izleyen müminlerin dini tebliğ ederken nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine ışık tutulmaktadır. [3]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1-6. Savurdukça savuranlara, yükü taşıyanlara, kolaylıkla akıp gidenlere, işleri taksim edenlere andolsun ki size vaad edilen şey kesinlikle doğrudur ve son yargılama mutlaka gerçek*leşecektir. 7-8. Alanları ayrılmış yıldız kümeleri ile dolu göğe andolsun ki siz çelişkili sözler söylemektesiniz. 9. Çarpık düşünceli olanlar doğru yoldan başkasına yönelirler. 10-12. O kahrolasıca koyu yalancılar, o gaflet içinde yüzen kendini bilmezler, "Hani son yargılama günü ne zaman?" diye sorar*lar. 13.0 gün onlar ateşle sınanacaklar! 14. Tadın bakalım cezanızı! Çabu*cak gelmesini isteyip durduğunuz işte bu! 15-16. Allah'a saygısızlıktan sakı*nanlar ise rablerinuı kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler. 17. Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı. 18. Seher vakitlerinde Rable-rinden bağışlanmalarını dilerlerdi. 19. Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı. 20-21. Sağlam düşünce ve inanç sahip*leri için gerek yeryüzünde gerekse kendilerinde açık kanıtlar vardır. Hiç görmüyor musunuz! 22. Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir. 23. Göğün ve yerin rabbine andolsun ki bu, tıpkı sizin konuşmanız kadar gerçek! [4]
Tefsiri
1-6. İlk dört âyette dört gurup varlık veya olaya yemin edildikten, sonra 5 ve 6. âyetlerde hesap gününün geleceğinden şüphe edilmemesi istenmektedir. Bura*da çoğul kalıbında sıfat fiiller kullanılarak üzerine yemin edilenler (zâriyât, hâmi-lât, câriyât, mukassimât) hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır.
İlk âyette geçen zâriyât kelimesi, "savuran, kırıp ufalayan, toz dumana ka- tan" anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin hakim kanaati, burada bu kelimeyle rüzgârların kastedildiği yönündedir. Kehf sûresinin 45. âyetinde "rüzgârın savur*duğu" anlamına gelen cümlede aynı kökten türetilmiş olan "tezrû" fiilinin, rüzgâ*rın sağladığı etki hakkında kullanılmış olması ve -aşağıda geleceği üzere- Hz. Ali'den nakledilen bir söz bu görüşü destekler niteliktedir. Ayrıca,bu kelime "vol*kanları püskürten, mahlûkatı kırıp geçiren ve etrafa yayan melekler", "barut, dina*mit vb. sonradan keşfedilmiş ve edilecek şiddetli patlama ve tahrip maddeleri", "zürriyetin çoğalıp yayılmasına vasıta olan doğurgan kadınlar" yahut daha genel bir ifadeyle "yaratılmışların hareketini sağlayan her türlü itici güç" gibi mânalarla da açıklanmıştır. 2. âyet lafzî olarak "bir yük, bir ağırlık taşıyanlar, yüklenenler" mânasına gelmektedir. Önceki âyette "rüzgârlar" anlamının benimsenmesi müfessirleri, bu âyeti "yağmur yüklü bulutlar" veya "bulutlan taşıyan rüzgârlar" şeklin*de anlamaya yöneltmiştir. İbn Abbas ve başka bazı âlimlerin yorumu "insan ve eş*ya yüklü gemiler" şeklindedir. Bir gurup âlim ise âyetin, bunların yanı sıra "gebe dişiler" mânasını da içerdiği kanaatindedir. 3. âyette sözü edilen "kolayca akıp gi*denlerden maksadın "gemiler" olduğu yorumu yaygındır (muasır eserlerde gemi*lerin yanı sura tren, otomobil gibi ulaşım araçlarından da söz edilir). Bununla birlikte "rüzgârın sürüklediği bulutlar" ve "yörüngesinde hareket eden yıldızlar" mâ*naları da verilmiştir. 4. âyette, daha önce sayılanları yöneten; nzik, doğum, ölüm vb. diğer konularda da Allah'ın buyruklarını uygulayan ve gerekli üleştirmeyi ya*pan meleklerin kastedildiği kanaati hakimdir. [5]
Zemahşerî ve Râzî ilk dört âyette sayılanların ayrı şeyler ya da aynı şeyin farklı nitelikleri olabileceğini belirtirler. Hz. Ali'den nakledilen bir söz birinci ih*timali desteklemektedir. Bu rivayette âyetlerde geçen sıfat fiillerin özneleri sıra*sıyla şöyle açıklanmıştır: Rüzgârlar, bulutlar, gemiler, rızıklan taksim eden melek*ler. Burada aynı şeyin farklı niteliklerine yani rüzgâr çeşitlerine değinildiği ihtima*line göre yapılan ve Râzî tarafından daha güçlü bulunan yoruma göre ise bu âyet*lerde geçen kelimelerin anlamlan şöyledir: 1. Zâriyât: Başlangıçta bulutlan oluş*turan rüzgârlar, 2. Hâmilât: Su buharı halindeki bulutlan -ki bunlar dağlardan da*ha ağır yüklerdir- taşıyan rüzgârlar, 3. Câriyât: Bu yüklü bulutlan sürükleyen rüz*gârlar, 4. Mukassimât: Yağmurları değişik yerlere dağıtan rüzgârlar. [6]
Müfessirler Kur'an'daki kasemlerin (yeminler) amacı konusunda yeri geldik*çe çeşitli izahlar yapmış olmakla beraber bu konuyu bütüncül bir bakışla incele*yen fazla eser bulunmadığı görülmektedir. İbn Kayyimi'l-Cevziyye'nin et-Tibyân fi Âksâmi'l-Kur'ân isimli eseri dışında eski âlimlerin bu konuda müstakil eserine rastlamadığını belirten muasır Hindistan âlimlerinden Abdülhamid el-Ferâhî, bu eseri ve Râzî'nin et-Tefsîru'l-Kebtr'indeki açıklamalar da dikkate alarak Nizâ-mü't-Kur'ân ve Te'vîlü'l-Furkan bi'l-Furkan adlı tefsirine bu konuda değerli bir mukaddime yazmıştır. Abdülhamid el-Ferâhî, İm'ân fi Aksâmi'l-Kur'ân adlı kita*bında (Dımaşk - Beyrut 1994), her bir yemin ifadesine ait özel açıklamaları tefsir*deki yerlerine bırakarak konuyu ana çizgileri içinde incelemektedir. Özellikle İbn Kayyım ve Râzî'nin bu konudaki görüşlerini tahlil eden, yeminin tarihi ve insan*ların yemine ihtiyacı hususuna örnekleriyle değinen, bu arada Araplar'in yeminle*rinde üzerine yemin edilene veya muhataba değer verme yahut bizzat yemin ede*nin mertebesinin yüceliğine dikkat çekme mânasının bulunduğuna, bazen de yalan yere yemin edenin lanete uğraması telâkkisine dayanıldığına dair örnekler veren müellif, daha çok şu hususların altım çizmektedir: Kasemin mahiyeti ve amacı "delâletlerdir, yani belirli mânaları göstermektir. Kur'an'da kasemin asıl amacı ta'zîm (yüceltme) değildir; ancak bazı kasemlerden bu mâna anlaşılır. Yeminde "muksem bih"in (üzerine yemin edilenin) bulunması bile şart değildir, dolayısıyla muksem bih zikredilmeyince bir şeyler takdir etmek gerekmez ve yemini, mutla*ka üzerine yemin edilen bir şeyin ta'zîmi gözetiliyormuş gibi yorumlamak doğru olmaz. Yeminde asıl amaç, yemin edenin sözü pekiştirmesi, bir şeyi yapıp yapma*mayı kendisine gerekli kılıcı bir azim ve kararlılık izhar etmesidir. [7]
Bu âyetlerde, muhatapların dikkatini çekecek ve üzerinde düşünmelerini sağ*layacak bir tarzda yemin edilerek hakkında yemin edilen konunun ciddiyetine vur*gu yapıldığı açıktır. [8] Bu olağanüstü düzen ve dengeyi kurma*ya kadir olan Yüce Allah'ın vaad edilen ba's olayını yani insanların öldükten son*ra diriltilmelerini gerçekleştirmeye de muktedir olduğuna işaret edilmektedir. [9] İbn Âşûr'un da belirttiği üzere, burada mevsuflan (nitelenenle*ri) açıklanmaksızın çok önemli ve üstün nitelikler üzerine yemin edildiğine göre bu âyetler, belirtilen sıfatlara elverişli pek çok mevsufu düşünmeye imkân veren çok ince bir îcaz (özlü anlatım) özelliği taşımaktadır. [10] Öte yandan,ka*naatimizce, yerin ve göğün önemine birkaç defa değinen[11] bu sûrenin 22. âyetinde "Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir" buyu-rulması, ilk dört âyette de insan için hayatî önem taşıyan bazı yasalara, özellikle bir takım atmosfer olaylarına ve biyosferdeki değişkenlere, ayrıca bunların ilâhî iradeye uygun olarak gerçekleştirilmesinde görevli meleklere işaret edildiği ihti*malini güçlendirmektedir.
Müfessirlerin çoğu, -sûrenin genel üslûbunu, son âyetinde inkarcıların haşir günüyle tehdit edildiklerini ve özellikle 8. âyette müşriklere hitap edildiğini göz Önüne alarak- 5. âyette de İnkarcılara hitap edildiği, burada yer alan "size vaad edi*len" anlamındaki ifadeyle öldükten sonra diriltilecekleri uyarısına değinildiği, 6. âyetteki "dîn" kelimesiyle de onlara verilecek cezanın kastedildiği yorumunu yap*mışlardır. [12] 5. âyette bütün insanlara hitap edildiği, dolayısıyla hem mükâfat müjdelerinin (vaad) hem de ceza uyarılarının (vaîd) gerçekleri ifade ettiğine, 6. âyette de dünyada ya*pılanların olumlu veya olumsuz karşılığının verileceği yargılama gününün mutla*ka geleceğine işaret edildiği kanaatini taşıyanlar da vardır. [13]
7-14. Kâinattaki muhteşem düzenin bir parçası olan göğün bariz bir özelliği üzerine yemin edilerek inkarcılar tutarlı düşünmeye davet edilmektedir. Ardından, evrenin bir yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri halde sıra O'nun çağrısına uymaya gelince dürüst davranmayan, bunu geleneklerine ve çıkarlarına aykırı gördükleri için Peygamber'e ve onun bildirimlerinde merkezî bir yere sahip olan hesap günü*ne inanmaya yaklaşmayan yalancı ve gafillerin âhirette karşılaşacakları azabın ne kadar çetin olacağına dair bir tasvire yer verilmektedir.
Astronomi yazarları, gökyüzünü incelemek ve amatör bir astronom olmak için -genellikle sanılanın aksine- bir teleskopumuzun olması gerekmediğini hatır*latıp başlangıçta gereken tek şeyin gözlerimiz ve açık bir gökyüzü olduğunu belir*tirler. Bu hususta özel bir konuma sahip olan Kur'an'ın ilk muhatapları için gök*yüzünü gözlemek günlük hayatın tabii bir parçasını oluşturuyordu. Yılın büyük bir kısmında gökyüzünün berrak olması, güneş ve yağmur gibi etkenlerden korunma zamanlan dışında hayatın genellikle açık mekanlarda geçmesi onları özellikle ge*celeri gökyüzünü ve gök cisimlerini dikkatle incelemeye yöneltiyordu. Nitekim Arap edebiyatında bu durumun etkileri açık biçimde görülmektedir. İşte Mekke döneminde inen birçok sûrede olduğu gibi burada da bazı önemli uyanlar yapılır*ken 7. âyette göğe yemin edilmiş ve muhatapların bunlar üzerinde daha bir dikkat*li düşünmeleri gerektiği İma edilmiştir. Kuşkusuz bu imkân belirli bir dönemin ve coğrafyanın insanlarıyla sınırlı olmayıp Kur'an'ın verdiği ipuçlarından yola çıka*cak herkes için ve özellikle "bilimsel bilgiye erişme kolaylığına sahip olanlar için fazlasıyla mevcuttur. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:30 am | |
| 7. âyette göğün sıfatı olarak geçen, "Alanları ayrılmış yıldız kümeleri ile do- lu" diye tercüme ettiğimiz "zâtü'l-hubük" tamlaması değişik şekillerde açıklan*mıştır. Bu tamlamada geçen hubük kelimesinin kök anlamı "sıkı bağlayıp sağlam*laştırmak; kumaşı sıkı, sağlam ve güzel bir biçimde dokumak"tır. Hubük, "habî-ke" veya "hıbâk"ın çoğuludur. Birincisi, "özenle ve sanatkârâne dokunmuş, yol yol, hareli kumaş" demektir, Hıbâk da "rüzgârın tatlı esintisiyle denizde veya kumda meydana gelen dalga ve kıvrım" anlamına gelir. Saçların çok kıvırcık ol*ması veya ondüle yapılması sebebiyle görülen dalgalanmalar için de ("hıbâk"ın çoğulu olan) "hubük" kelimesi kullanılır. Halkaları yol yol örüldüğünden dolayı zırh bu kökten gelen "mahbûke" sıfatıyla nitelenir. Çoğu müfessirler bu kelimenin "hareli, yol yol, örgülü" anlamı içermesinden dolayı göğün sıfatı olan "zâtü'l-hu*bük" tamlamasına "düzgün yollara sahip" mânasını vermişlerdir. Bu guruptaki müfessirlerin bir kısmı bu ifadeyi yıldızların yörüngeleri, gökyüzünde yıldızlar se*bebiyle oluşan şekiller veya galaksiler (gökadalar) şeklinde yorumlarken, bir kıs*mı da bununla irfana götüren; yüce yaratıcının birlik, kudret, ilim ve hikmetine de*lâlet eden yolların kastedildiği yorumunu yapmıştır. Sahabe ve tabiîn dönemi mü-fessirlerinin birçoğu ise bu tamlamaya "düzgün ve güzel yaratılıştı" ve "sağlam yapılı" anlamlarını vermişlerdir. Bazıları da "hubük"ten maksadın yıldızlar oldu*ğu ve bunların göğü bir nakış gibi süslediğine işaret edildiği kanaatindedir. Bütün bu yorumlar dikkate alınarak 7 ve 8. âyetlerin içerdiği mesaj şöyle ifade edilebilir: Türlü gök cisimleri, sistemleri ve bunlara ait hareket düzenleriyle semâ çok sağ*lam, ince ve sanatkârâne bir denge içermekte, akıl almaz bir ahenk içinde varlığı*nı koruyan bu çeşitlilik ve güzellikler kuşkusuz tek bir kudreti işaretlemektedir. Şu halde insanlara yaraşan da farklılık ve çoklukların içinden birliğe ulaşabilmek, bir*birini tutmayan söz ve davranışlardan kaçınmak, bunun tabii sonucu da yalnız ve yalnız tek Tann'ya kulluk etmektir. Dikkat edilmelidir ki 8. âyette tenkit edilen ve kınanan husus, farklı metotlar izlemek ve farklı görüşlere sahip olmak değil, müş*riklerin bir yandan göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını söylerken diğer yandan putlara tapmaları, bir yandan öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederken diğer yandan putların ileride kendilerine şefaat edeceklerini umarak ölüm sonrası haya*tı kabul anlamına gelen bazı tavır ve uygulamalar içinde olmaları, bir yandan Re-sûlullah'ın güvenilirliğini, erdemlerini kabul ederken diğer yandan onu vahiy al*ma konusunda yalancılıkla suçlamaları; üstelik bunu yaparken onun için şair, kâ*hin, sihirbaz ve mecnun gibi, Kur'an için de şiir, sihir ve eskilerin masalları gibi çelişkili iddialar ileri sürmeleridir. Bazı ilk dönem müfessirleri burada mümin ol*sun kâfir olsun bütün insanlara hitap edildiği kanaatindedir ve bu ifade "Kiminiz iman kiminiz inkâr ediyor, kiminiz doğru buluyor kiminiz yalan sayıyor" mânası- na gelmektedir. [14]
9. âyetin "doğru yoldan" şeklinde tercüme edilen ve lafzan "ondan" anlamı*na gelen "anhü" kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Genel kabule göre bura*daki "o" zamiri, Kur'an, Hz. Peygamber veya onun haber verdiği kıyamet günü*nün yerini tutmaktadır. Bu takdirde âyetin açıklaması şöyle olur: Hidayet çağrısı*na kulak tıkayan ve gönlünü kapatanlar, önyargılı düşünenler doğru yoldan yüz çe*virirler, bu sebeple hidayete eremezler. Mealde bu yorum esas alınarak "Çarpık düşünceli olanlar doğru yoldan başkasına yönelirler" şeklinde bir tercüme yapıl*mıştır. Diğer bir anlayışa göre zamk önceki âyette eleştirilen çelişkili tutumu be*lirtmektedir. Bu durumda mâna şöyle olur: Gönlünü hidayet çağrısına kapatma*yanlar o çelişkili tutumdan çevrilir, kendilerine iman nasip olur. İbn Atıyye bu yo*rumu güzel bulmakla beraber âyetteki "efeke" fiilinin daima iyiden kötüye dönme*yi belirtmek İçin kullanıldığım hatırlatarak bunun Arap dilindeki kullanıma uygun olmadığını ifade eder. [15] Burada çeliş*kili söz ve tavırlardan yüz çeviren, onlara kulak asmayan müminler için bir övgü bulunduğu yorumu da yapılmıştır. [16] ancak İbn Atıyye'nin uya*rısı bu yorum açısından da geçerlidir. [17]
İ5-19. Takva sahiplerinin âhirette erişecekleri mutlulukların kısa tasvirine yer verilmekte ve onların bu güzelliklere lâyık görülmelerinde etkili olan bazı özelliklerine değinilmektedir.
16. âyetin "Rablerinin kendilerine verdiklerini alarak" diye çevrilen kısmı genellikle, "âhirette Allah Teâlâ'nın kendilerine lütfedeceği mükâfat ve nimetler*den memnun ve mutlu olarak" manasıyla açıklanmıştır. [18] Bu kısım için "dünyadayken rablerinin buyruk ve yasaklanna uyarak" yorumu da ya*pılmıştır; fakat bu yorum sözün akışına uygun değildir. [19]
17-18. âyetlede geceleri ibadetle geçirmenin değeri üzerinde durulmaktadır. Bazı âyetlerde belirtildiği üzere, vücudun dinlenmesini sağlayan uyku, Yüce Al*lah'ın insanlara bir lütfudur ve O'nun kudretini gösteren kanıtlardandır. [20] Buna karşılık Hz. Peygamber, aşın uykuyu, buna yol açan sebepler ve vakit İsrafı olması dolayısıyla hoş karşılamamıştır. Aşı*rı uyku getiren sebeplerden biri de çok yemektir ki bunun sağlık açısından ne ka*dar zararlı olduğu açıktır. Öte yandan Resûl-i Ekrem kendini ibadete verme adına sağlığını tehlikeye atanları ve başkalarına, özellikle ailelerine karşı görevlerini ih*mal edenleri de uyarmıştır. [21] Bu husus- lar göz önüne alındığında 17. âyetten uykunun yerildiği anlamı çıkmaz. Burada, kulluk şuurunu açık tutma ve vakitlerini olabildiğince tefekkür ve ibadetle değer*lendirme gayreti içinde olan müminlerin övüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu sû*renin indiği sıkıntılı dönemde müslümanlar için cemaatle düzenli ibadet imkânı bulunmuyor, daha çok geceleri huzur içinde kendilerini ibadet ve tefekküre vere*biliyorlardı. Önceki yaşantılarına göre yepyeni birer kimlik kazanan bu dönemde*ki müminler için, hem Resûlullah'ın en yakın dava arkadaşları olmaları hem de çevrelerinden gelen baskı ve eziyetler karşısında manevî dirençlerini koruyabil*meleri açısından geceleri olabildiğince ibadetle ve yeni dinin duyurulmasını sağ*layacak hazırlık çalışmalarıyla geçirmek özel bir önem taşıyordu. Nitekim Hz. Peygamber'in -yukarıda işaret edilen- gece ibadetinde normal sınırın aşılmamasıy-la ilgili ikazları Medine dönemine rastlamaktadır. [22]
19, âyette, Kur'an'ın Allah'a kulluğun, O'nu ta'zîm etmenin yanında yarattık*larına da şefkat gösterme şeklinde anlaşılması gerektiği yönündeki ısrarlı tavrının bir örneği görülmekte; övgüye lâyık müminlerin, Allah'ın yüceliğini hiç hatırdan çı-karmaksızın O'ndan bağışlanmayı dileme özelliklerinin hemen ardından yardımse*verliklerine değinilmektedir. "Yardım isteyen" ve "yoksul" dîye çevirdiğimiz "sâü" ve "mahrum" kelimelerinin anlamı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Yaygın yoruma göre "sâil" ihtiyacını belli eden hatta yardım talebinde bulunan, "mahrum" ise ihtiyaç içinde olduğu halde istemekten çekinen ve ar duygusu, halini belli etme*sine engel olan kimsedir. Birinci kelimeyle insanların, ikincisiyle ise can taşıyan di*ğer varlıkların kastedildiği tarzında bir yorum da vardır ki bu yorum, insanların ya*nı sıra diğer canlıların haklarına, özellikle hayvan haklarına dikkat çekmesi açısın*dan ilginçtir. [23] Burada müminleri, Medine döneminde konacak malî vecibe hükümlerine hazırlayı*cı gönüllü bir ödeme söz konusu olmakla beraber, malî gücü yerinde olanların, bu yardımları kendilerinin bir lütfü olarak görmemeleri için yapılacak yardımın muh*taçlara ödenmesi gereken bir "hak" olduğunu belirten bir ifade kullanılmıştır. Hatta bazı âlimler burada da zekât vecibesini yerine getirenlerin övüldüğü kanaatindedir-ler. Şu var ki bu yorumda "zekât" kelimesi, nisabı, nispeti ve harcama yerleri dinen belirlenmiş bir malî yükümlülük anlamında kullanılmamıştır; zira bu anlamıyla ze*kât Medine döneminde farz kılınmıştır. [24] Öte yan*dan Medine döneminde zekâtla ilgili olarak yapılan miktar belirlemelerinin normal durumlarda geçerli olduğuna, miktarlardan söz etmeksizin "zenginin, fazlası olanın malında yoksulun hakkı bulunduğu'nu ifade eden âyetlerin, kıtlık, kriz, felâket gibi olağanüstü durumlarda zekâtın belirlenmiş miktarlarını ödemenin kişiyi sorumlu*luktan kurtaramayacağına işaret ettiğine de dikkat edilmelidir. [25]
20-21. Kur'ân-ı Kerîm İnsanın kendi varlık sebebi üzerinde düşünmesi için bazen ayrıntılara inerek bazen de genel bakış sağlayarak onu ilâhî kudretin evren*deki işaretlerine dikkatle bakmaya davet eder. Bu işaretleri iki ana grupta topla*mak mümkündür: İnsanın kendi varlığındakiler ve dış âlemdekiler. [26] Cenab-ı Allah'ın şuurlu varlıkları yaratmasındaki temel gayenin kendisine kulluk etmeleri olduğuna dair kapsamlı bir açıklamaya yer verilen bu sûrede de[27] aklını vicdanının kontrolü altında çalıştırabilen, muhake*me gücünü iyi niyetle kullanabilen insanlar hem kendilerindeki hem de yeryüzün*deki sayısız kanıtlar üzerinde düşünmeye çağırtmaktadır. 20. âyette geçen ve "sağlam düşünce ve inanç sahipleri" diye çevirdiğimiz "mûkınîn" kelimesini mü-fessirler genellikle "ibret gözüyle bakıp sağlam bir düşünce ile kesin bir inanca ulaşanlar yahut bu yolla inançlarını pekiştirenler" şeklinde anlamışlardır. Zemah-şerî bu bakışla iman arasındaki ilişkiyi özetle şöyle açıklar: Bunlar, kesin delile dayalı ve gerçeğe ulaştıran doğru yolu izleyen muvahhidlerdir (Allah'ın birliğine inananlar). Çünkü onlar basiret sahibidirler, ibret gözüyle ve derinlere nüfuz eden bir anlayışla bakarlar; bir kanıt gördüklerinde onun üzerinde nasıl fıkır yürütüle*ceğini bilirler ve imanlarına iman katarlar. [28]
22. "Gökteki rrzık" konusunda ilk hatıra gelen şey, yağışların ve güneş ışığı*nın dünyadaki hayatiyetin sürdürülmesine etkileridir. Müfessirler daha çok yağı*şın önemi üzerinde durmuşlardır. Bazıları bunu kaza ve kader şeklinde de yorum*lamıştır. Âyetin "size vaad edilenler" diye çevirdiğimiz kısmı Kur'an'in kendine özgü ifade özelliklerinden olup hem "müjdelendikleriniz" hem de "tehdit edilip uyarıldıklarınız" anlamıyla açıklanabilir. Birinci izah insanlar için göklerde birçok imkân ve nimet bulunduğu sonucuna götürür; ikinci izah ise nimet ve nzkın ya*nında birçok cezanın da göklerden geldiğini ve gelebileceğini gösterir. Bu ifade "cennet ve cehennem", "hayır ve şer" ve "kıyametin kopması" gibi mânalarla da açıklanmıştır. [29]
23, Yüce Allah vahiy ile bildirilenlerin ne kadar gerçek olduğuna yemin ederken, insanların bunu iyice kavramaları için en yakınlarındaki bir hakikati, onlann temel özelliklerinden olan konuşma yeteneğini örnek göstermiştir. Âyetin so*nunda fiil halinde geçen "nutk" kavramı, "konuşma" yanında "düşünme" anlamı- nı da içermekte olup doğru düşünmenin yöntemlerini gösteren mantık terimi de bu kökten gelmektedir. Şu halde buradaki yemin ifadesinin, konuşan varlık olmanın aynı zamanda muhakeme eden ve gözlemlediklerinden sonuçlar çıkaran varlık an*lamına geldiği bilincini taşıyan ve bunun gereğini yerine getiren insanların onuru*na onur kattığı söylenebilir. Nitekim Resûlullah'tan rivayet edilen bir hadiste, âyetteki yemine rağmen konumunun ve kendisine verilen değerin şuuruna varama*yan ve O'nu inkârda direnen kimseler ağır bir dille eleştirilmiştir. [30] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:30 am | |
| KAF SÛRESİ
50
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
34
Âyet sayısı:
45
Nüzulü
Mürselât sûresinden sonra ve Beled'den önce Mekke'de nazil olmuştur. Al*lah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı, yorulduğu için de yedinci gün dinlendi*ği şeklindeki yahudi inancını reddeden 38. âyetin Medine'de indiğine dair bir ri*vayet vardır. Bu rivayet, Mekke döneminde halkın böyle bir bilgiye sahip bulun*madıkları için onu reddeden bir âyetin gelmesinin de uzak ihtimal olduğu düşün*cesine dayanmaktadır. İbn Âşûr'un da haklı olarak ifade ettiği gibi, bu gerekçe 38. âyetin Medine'de geldiğini göstermez; çünkü Mekkeliler'in çevreyle kültürel iliş*kileri vardı, bu bilgiyi Medine civarındaki yahudilerden öğrenmiş olabilirlerdi; ay-nca Allah Teâlâ her şeyi biliyordu ve gerekli gördüğü için bu İnancı reddeden bir âyet gönderebilirdi.[1]
Adı
Sûre Arapça'daki "kaf' harfi ile başlamaktadır, sahabe devrinden beri de bu isimle anılmıştır.[2]
Konusu
Sûre Kur'ân-ı Kerîm'in önemine dikkat çektikten sonra, Mekke döneminde iman konularına ağırlık verildiği İçin öldükten sonra hesap vermek ve dünyada el*de edilen sonuca göre muamele görmek üzere dirilme olayını açıklamakta, buna Allah'ın ilim ve kudretinin yeterli olduğuna dair kanıtlar getirmekte, geçmiş za*manlarda peygamberlerine inanmayan toplulukların acı sonlarına ait bilgiler ver*mekte, Hz. Peygamber'i ve ashabını sabır ve ibadete teşvik etmekte, başladığı gibi yine Kur'an'in bilgilendirme ve uyarma işlevine dikkat çekerek son bulmaktadır. [3]
Fazileti ve Özelliği
Sahabe döneminden beri Kur'an' ı düzenli ve devamlı okuyan müslümanlar, günlük okunacak bölümleri, sûrelerin uzunluklarını göz önüne alarak ayırmışlar, bu ayırmaya "tahzîb", her bölüme de "hizb" demişlerdir. İlk bölüm üç suredir: Ba*kara, Âl-i İmrân ve Nisa, İkinci bölüm beş suredir: Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl, Tevbe (Berâe). Üçüncü bölüm yedi sûredir: Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra'd, İbrahim, Hicr, Nahl. Dördüncü bölüm dokuz sûredir: "İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya, Hac, Mü'rninûn, Nûr, Furkan. Beşinci bölüm on bir sûredir: Şuarâ, Nemi, Kasas, Ankebût, Rûm, Lokman, Secde, Ahzâb, Sebe', Fâtır, Yâsîn. Altıncı bölüm 13 sû*redir: Saffât, Sâd, Zümer, Mü'min (Gâfir), Fussilet, Şûra, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkaf, Muhammed, Fetih, Hucurât. Bundan sonraki bölümlerin genel adı "mufas*saladır; bunların uzun olanları Kaf, vasat (orta uzunlukta olanları) Abese, kısa (kı*sar) olanları ise Duhâ sûreleri ile başlamaktadır. Mufassal genel bölümünün ba-şında Hucurât mı yoksa Kaf mı bulunduğu konusunda görüş ayrılığı bulunmakla beraber çoğunluk Kaf sûresini mufassal bölümünün ilk sûresi olarak kabut etmiş*lerdir. [4]
Kaf sûresini Peygamberimizin cuma hutbesinde, kurban ve ramazan bayram*larında, sabah namazının farzında sık sık okuduğuna dair sağlam rivayetler vardır. [5]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Kaf. Şanı yüce Kur'an'a ye- nün olsun! 2. Kâfirler, içlerinden bîr uyarıcının gelmesine şaştılar da "Bu tu*haf bir şey!" dediler, 3. "Öldükten ve toprak olduktan sonra mı (dirileceğiz)? Bu olmayacak bir dönüş!" 4. Yerin onlardan neyi eksilttiğini bilmekteyiz; bizde her şeyi saklayan bir kayıt vardır. 5. Ayrıca bunlar gerçeği kendilerine geldiğinde hemen yalanladılar; tam bir tutarsızlık içindeler. 6. Üstlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Hiçbir kusuru olmaksızın onu nasıl kurduk, nasıl süs*ledik. 7. Yeryüzünü de düzledik, üzerine sarsılmaz dağlar yerleştirdik, ora*da her türden güzel bitkiler yetiştirdik; 8. Bize yönelen her kula aydınlatıcı ve hatuiatıcı olsun diye. 9. Gökten bereketli yağmurlar indirdik, onunla cennet gibi bahçeler ve hasat edilen tahıllar yetiştirdik. 10. Bir de salkım salkım meyvesiyle göğe ser çeken hurma ağaçları... 11. Hepsi kullara rızık olsun di*ye. O yağmurla ölü toprağa can verdik. İşte insanların mezardan çıkışları da böyle olacak. 12. Bunlardan önce Nuh kavmi, Ress ve Semûd halkı, 13. Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri, 14. Eykeliler ve Tübba' kavmi de yalanlamış*lar, hepsi peygamberleri yalancılıkla suçlamıştı; sonunda onları uyardığım şey başlarına geldi. 15. Düşünseler ya, İlk yaratışta acze düştük mü! Buna rağmen onlar yeni bir yaratma konusunda şüphe içindeler. [6]
Tefsiri
1-12. Hz. Peygamber'in Kur'an (vahiy) yoluyla alıp tebliğ ettiği inanç esas*ları içinde en önemlileri bir tek Allah'a kulluk (tevhid) ve öldükten sonra yeniden dirilme, hesap verme, cennet veya cehenneme girmedir (âhİret). Müşriklerin yeni*den dirilişi inkâr etmeleri üzerine onları ikna etmek maksadıyla Allah'ın ilmine, kudretine dikkat çekilmekte; insanlar ilk yaratılış ile çevrelerinde olup biterlere, içinde yüzdükleri nimetlere bakarak yeniden yaratma ve diriltmenin mümkün ol*duğu konusunda düşünmeye teşvik edilmektedir. Müşriklerin hep tekrarladıkları bir şüpheleri vardu: "Çürüyüp dağılmış, başka maddelere dönüşmüş bedene can vermek nasıl mümkün olabilir?" Kur'an'in bu şüpheye karşı ileri sürdüğü delilin İki önemli unsuru vardır: 1. Her şeyi yok iken var eden Allah yeniden var etmeye elbette kadirdir. 2. Ölen insanda neyin kaldığım, neyin eksildiğini, nelerin başka maddelere dönüştüğünü AUah eksiksiz olarak bilmektedir; bunların benzerini ya*ratmak ve ruhu bu bedene iade etmek O'nun için zor değildir.
774/1372'de vefat eden tarihçi ve tefsirci İbn Kesîr 1. âyetin tefsirinde "Kafi açıklarken, gelenekte ilim, tenkit ve akim ne ölçülerde kullanıldığını gösteren şu Önemli tespit ve görüşleri ortaya koymuştur: "Eskilerden (selef) bazıları -Arap al* fabesinden bir harf olan- Kafin bir dağ olduğunu ve bütün dünyayı kuşattığını... ifade etmişlerdir.Sanırım bud a, Ehl-I kitap'tan bazı şeylerin alınıp nakledilebile- ceği görüşüne dayalı olarak İsrâiloğullann'dan (İsrâiliyat'tan) alınmıştır. Bana gö*re bu gibi sözler, onların zındıkları tarafından, insanların din konusundaki bilgi ve inançlarını bozmak İçin uydurulmuştur. Bizim ümmetimizde bile bu kadar büyük din âlimleri, önderleri, hadis uzmanları bulunduğu ve aradan da fazla zaman geç-mediği halde Peygamberimiz adına hadis uydurulduğuna göre -peygamberlerinden sonra bu kadar zamanın gelip geçtiği, âlimlerinin kitabı tahrif ettiği ve fâsıkhğa saptığı bilinen- İsrâiloğullan'nda bu gibi hurafelerin uydurulup yayılması tabiidir. İsrâiloğulları'ndan bazı şeylerin nakledilebileceğini söyleyen rivayet, akim caiz gördüğü haber ve bilgilerle sınırlıdır. Akıl yönünden imkânsız ve asılsız olduğu açık olan, yalan olduğu konusunda kuvvetli kanaat bulunan hurafeler bu cevaz (nakledilmesi caiz görülen haberler ve bilgiler) sının içine girmez. [7]
12-14. Burada adı geçen topluluklar (ümmetler, kavimler, kabileler) tıpkı Mekke müşrikleri gibi peygamberlerini yalanlamış, onlara inanmamış, tevhid inancının yayılmasını engellemek üzere mücadele vermiş, fakat sonunda mağlup ve perişan olmuşlar, âhiretten önce dünyada cezalarını bulmuşlardır. Bunlar anıla*rak bir yandan müşrikler uyarılmakta, bir yandan da Peygamberimize moral veril*mektedir. Burada anılan topluluklar hakkında aşağıda gösterilen yerlerde bilgi ve*rilmiştir:
Nûh: Yûnus 10/71-74; Hûd 11/25; Ress (Arabistan'ın orta bölgesinde yaşa*mış, Semûd kavminin Nabatî koluna bağlı bîr topluluktur): Furkan 25/38; Senıûd (Ad kavminin bir kolu olup Kur'an'in atıf yaptığı dönemde Hicaz'ın Suriye sını*rına yakın bir yerinde oturuyorlardı): A'râf 7/73; Lût'un kardeşleri (Lût pey*gamberin mensup bulunduğu topluluk kastedildiği İçin bu İfade kullanılmıştır): Hûd 11/70; Hicr 15/61-62; Eyke halkı (Tevrat'ta Midian şeklinde geçen Medyen-lilerdir): Şuarâ 26/176-177; Tübba': Duhân 44/37; Âd: A'râf 7/65; Firavun: A'râf 7/103; Yûnus 10/75-93; Tâhâ 20/25. [8]
15. "İlk yaratışta acze düştük mü!" şeklinde çevirdiğimiz cümleyi "tik yarat*ma sebebiyle yorgun mu düştük?" diye çevirmek de mümkündür. Bu takdirde, Al*lah'ın evreni altı günde yarattığı ve yorulduğu için yedinci gün dinlenmeye çekil*diği" şeklindeki yahudi inancı, ileride 38. âyette gelecek olan açık ifadeden önce burada da üstü kapalı olarak reddedilmektedir. [9] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:30 am | |
| Tefsiri
16-35. Ölümden sonra diriliş ve âhİret hayatı hakkındaki haberler karşısında tereddüde düşen ve bunları inkâr edenlere önce akıllarını kullanarak düşünmeleri tavsiye edilmiş ve bu düşünceyi sağlıklı bir sonuca ulaştırabilmeleri için de bazı ipuçları verilmişti. Bu guruptaki âyetlerde ise, "vuku, İmkânın en güçlü delili olduğu, yani bir şeyin fiilen gerçekleşmiş bulunması, onun olabilirliğini gösteren en güçlü kanıt" olduğu için insanın ölümünden başlayarak karşılaşacağı olaylar ve oluşlar sıralanmıştır.
Muhammed Esed gibi bazı yorumcular, bu âyetlerde geçen "iki alıcı, arka*daş, sürücü ve tanık" gibi kelimeleri insanın dışındaki şuurlu varlıklar olarak de*ğil, içindeki duygular, içgüdüsel dürtüler ve arzular ile akıl olarak yorumlamışlar*dır. İfade (lafız) bu yoruma müsait olmadığı için de zorlanmışlardır. Bize göre Kur'an'da, insanın içindeki duygular, içgüdüler, dürtüler ile sağduyu, kendilerine mahsus kelimelerle (nefi, kalb, basar, basiret, hevâ, tefekkür, akıl ...) anlatılmış, bunların işlevleri ve işleyiş biçimleri hakkında yeterli bilgi verilmiştir. Yine Kur'an'da insanı dışarıdan etkileyen insan,cin, şeytan, arkadaş ve meleklerden de söz edilmiştir. Bunların birini diğerine indirgemek, bir kısmıyla diğerlerinin kas*tedildiğini söylemek için mâkul ve haklı bir sebep yoktur. Melek başka, akıl ve sağduyu başkadır; şeytan başka, nefis ve heva başkadır.
Âyetlerin oluşturduğu tablo şöyledir: İnsanı yok iken yaratan Allah onun içi*ni dışını,bütün gizliliklerini bilmektedir. İnsanların sağ ve sollarında bulunan, ya*pıp ettiklerini eksiksiz kaydetmekle yükümlü bulunan iki melek bu işi, "hâşâ Al*lah bilsin veya unutmasın diye değil", kullar için bir belge olsun diye kaydetmek*tedir. Onlar bu kayıt işlemini yaparken, insana kendinden daha yakın olan Allah zaten her şeyi bilmektedir. Bir gün ecel gelip insan son anlarını yaşarken dünya İle şuur bağlantısı kesilecek, sekerat (ölüm sarhoşluğu) hali yaşanacaktır. Ölüm vuku bulduktan sonra insanlar, diriliş borusu çalımncaya kadar kabir (berzah) âleminde kalacaklar, dirilişten sonra mahşerde toplanacaklar, dünyada göremedikleri bir kı*sım gerçekleri (gayb âlemine ait olayları, melekleri, şeytanları) açıkça görecek, Kur'an'in söylediklerinin doğru olduğunu gözlemleyerek anlayacaklardır. Sonra yanlarında bir "sürücü melek" (âdeta zaptiye, jandarma) bir de "tanık" (yazıcı me*lek veya amel defteri) ile teker teker ilâhî huzura alınacak, suçu başkalarına (me- selâ şeytana) atmak suretiyle yapacağı savunmaya cevap verilecek, insanlar neyi hak ettiklerini anladıktan sonra cehenneme veya cennete gireceklerdir. Cehenne*me gireceklerin yüzlerine karşı hüküm okunurken hangi suçlardan ve günahlardan dolayı bu cezayı hak ettikleri ibret verici bîr üslûpla açıklanmaktadır: Küfür ve in*kârda inat ve ısrar etmek, iyiliği engellemek, hak tanımamak, hakka tecâvüz et*mek, insanların inançlarım sarsmak için faaliyet göstermek, hepsinden ağır olarak da tevhid inancından sapmak, Allah'a ortak koşmak.
27. âyette insanın yandaşı İle aralarında geçen tartışma, İbrahim sûresinde (14/22), yandaşın kim olduğu da açıklanarak şöyle anlatılmıştır: "Allah'ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: 'Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulun*muştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlaya*cak gücüm yoktu; benim yaptığım size çağrıda bulunmaktan ibarettir; siz de be*nim çağrıma uydunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın, Ne ben sizi kur*tarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce de beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiştim.' Doğrusu zalimler için elem verici bir azap vardır."
35. âyette, "üstelik katımızda fazlası da vardır" buyuruluyor. İnsanlar dünya*da kendilerine verilen bilme ve anlama kabiliyetine göre nimet talebinde bulunu*yor, mutluluğa vesüe olacak şeyler istiyorlar. Halbuki ebedî âlemde insanları mut*lu kılacak mânevi nimetler, dünyada bilinen, düşünülen, hayal edilen ve istenen*lerle sınırlı değildir; orada rıdvân (Allah'ın razı olduğunu ilân etmesinden hâsıl olan hal, kemal ve zevk), müşâhede-i cemâl (Allah'ı nasıllık ve niceliğin ötesinde bir idrak ile görmek) gibi saadet vesileleri vardır. [11]
Meali
36. Kendilerinden önce, onlardan daha güçlü olup yeryüzünde şehirler kurarak aralarında gidip gelen nice toplulukları yok ettik. Kurtuluş var mı? 37. Aklı olan veya şuurlu olarak söze kulak veren kimse için bunda büyük ib*ret vardır. 38. Gökleri ve yeri altı günde yarattık da en küçük bir yorgunluk çekmedik. 39. Resulüm! Sen onların söylediklerini sabırla karşıla; güneş doğ*madan ve batmadan önce rabbini övgü ve teşbih ile an. 40. Gecenin bir kıs*mında ve secdelerin ardından da O'nu teşbih eyle. 41. Seslenenin, yakın bir yerden seslendiği gün için dinlemede ol. 42.0 dirilten sesi gerçekten işittikle*ri gün» işte o (ebedi hayata) çıkış günüdür. 43. Biz, ancak biz hayat verir ve öldürürüz, dönüş de elbet bizedir. 44. Yerküre kedilerinden ayrılıp param*parça olduğu gün göz açıp kapayıncaya kadar (o seslenene yöneleceklerdir); bu bizim için çok kolay bir toplamadır. 45. Onlann ne dediklerini biz daha iyi bitiyoruz. Sen onlan zorlamakla görevli değilsin, tehlike uyarımızdan kay*gı duyanlara Kur'an'ı durmadan oku! [12]
Tefsiri
36-37. Bu sûrede olduğu gibi başkalarında da, Hz. Peygamber'in muhatabı olan Araplar'dan önce gelip geçmiş topluluklara ve medeniyetlere işaret edilmiş; çok güçlü kavimlerin, bazen izleri bile kalmaksızın yok olup gittikleri, güçlerinin, ihtişamlarının, bilgi ve becerilerinin korkunç akıbetlerini engelleyemediği anlatıl*mıştır. Bu anlatılanlardan ve tarih bilgisinden istifade edebilmek ve ibret alabil*mek için ya insanda gördüklerini değerlendirerek sonuç çıkarabilecek bir aklî ka*pasiteye yahut da anlatılanları peşin hükümden ve şartlanmışlıklardan arınarak dinlemeye ihtiyacı vardır. Bütün marifet ve sorumluluk tebliğ edende, anlatanda değildir, dinleyene de iş düşmektedir. [13]
38. Eldeki Tevrat nüshalarında Allah'ın evreni altı günde yarattığı, yedinci gün -yaratmayı bitirmiş olduğu için- istirahat ettiği ve o günü kutsal kıldığı yazıl*mıştır. [14] Konumuz olan âyette ise göklerin ve yerin altı günde yaratıl*dığı gerçeği teyit edilmekte, fakat yedinci gün dinlenme haberi ve inancı reddedil*mektedir; çünkü yorulma ve dinlenme kavranılan Allah'ın bildirdiği yüce sıfatla*rına ters düşmektedir. Yerin ve göklerin altı günde yaratılması da yoruma açık bir ifadedir. Bu sözü Lügat manasıyla alıp dünyevî zaman ölçülerine göre yirmi dör*der saatten oluşan altı gün şeklinde değerlendirmek de doğru olmaz. [15]
39-40. Sûre Mekke'de nazil olduğuna ve bu sırada henüz beş vakit namaz farz kılınmadığına göre, âyetlerde zikredilen vakitlerde Allah'ı hamd ve teşbih (tenzih) ile anmayı, nafile namaz veya doğrudan zihin ve dil ile anma şeklinde an*lamak bize göre en doğrusudur. Tefsircilerin bir kısmı, güneş doğmadan önceki hamd ve teşbihi sabah namazı, batmadan öncekini öğle ve ikindi namazları, gece*nin bir kısmındakini akşam ve yatsı namazları, secdelerin ardından yapılması iste*nen teşbihi ise nafile (sünnet) namazları olarak yorumlamışlardır. Bu anlayışın doğru olabilmesi için beş vakit namazın Mekke döneminde -alıştırmak üzere- na*file olarak tavsiye edildiğini, Medine'ye hicretten sonra da farz kılındığını varsay*mak gerekir. Konuya açıklık getiren sahih hadisler de vardır:
a) Cerîr b. Abdullah isimli sahâbî anlatıyor: Hz. Peygamber ile beraber otu*ruyorduk, dolunayın bulunduğu gece idi, aya baktı ve şöyle buyurdu: "Bakın, şu ayı nasıl görüyorsanız rabbinizİ de böyle, zahmet çekmeden göreceksiniz. Güneş doğmadan ve batmadan namaz kılmayı engelleyen şeylerin üstesinden gelebilirse*niz kılın." Râvî Cerîr, bununla sabah ve ikindi namazlarının kastedildiğini söyle*miş, sonra da açıklamakta olduğumuz âyeti okumuştur. [16] Râvî bu ifadeyi sabah ve ikindi namazları olarak yorumlamış olsa da, "yapabilir* seniz, meşgaleleri yenebilİrseniz" mânasına da gelen şart, kastedilen namazın farz namaz olmadığını göstermektedir.
b) Geceleyin uyanıp da "Lâ ilahe illallûhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü'1-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr. Sübhânalllâhi ve'1-hamdii lİllâhi ve lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi'1-aliyyi'1-azîm" diyen, sonra da bağışlanmayı dileyen bağışlanır, dua edenin duası ka*bul edilir, abdest alanın (ve namaz kılanın namazı) makbul olur. [17] Bu hadis de gece zikrinin (teşbihinin) ne olduğunu aydınlatmaktadır.
c) Hz. Peygamberin namazlardan sonra, bugün de söylemeye devam ettiği*miz sözleri (zikir ve teşbihleri) söylediği sahih kaynaklarda yer almaktadır. [18] Vahiy dilinde namaz, secde kelimesiyle de ifade edilmektedir, her secdeden sonra yapılacak zikir ve teşbihin ne olduğu da bu hadislerden anlaşılmaktadır.
Müşriklerin sözlü sataşmalarına ve iftiralarına karşı sabır tavsiye edilirken arkasından namaz ve zikir tedbirine yer verilmesi, namaz ve zikir (Allah'ı anma, O'nunla gönül ve şuur ilişkisini diri tutma) ile sabır, direnme ve dayanma arasın*da sıkı bir ilişkinin bulunduğunu göstermektedir. [19]
41-42. Bu iki âyet aynı olayı anlatan âyetler olarak alınırsa Peygamberimizin sûru dinlemesi emredilmiş olmaktadır. O anda sûra üfürülmediğine (diriliş borusu çalınmadığına) göre, bundan maksat kıyametin yakın olduğunu anlatmaktır. Nida*nın yakın bir yerden gelmesi de, bütün yeryüzündeki insanlara seslenildiği halde her bir ferdin bu seslenişi kulağının dibinde imiş gibi açık, net ve yakından duya*cağını ifade etmektedir. Bu iki âyetten birincisi Hz. Peygamber'in hayatında olan seslenişle, ikincisi ise kıyamet seslenişi ile ilgili olarak yorumlanırsa, Hz. Peygam-ber'in kulak vereceği seslenişi vahiy olarak anlamak gerekecektir.
"Çıkış günü" temsilî olarak dirilerek kabirlerden çıkmayı (b'asü ba'de'l-mevt) İfade etmektedir. Bunu "fânî dünyadan ebedî âleme intikal" şeklinde anla*mak da mümkündür. [20]
44."Göz açıp yumuncaya kadar", çabucak olacak şey nedir? Bu konuda üç yorum yapılabilir: 1. Yerkürenin çabucak yarılıp parçalanarak dağılması. 2. Kabir*lerin kısa bir sürede açılıp içindekilerin dirilerek çıkmaları. 3. Yerküre parçalanıp dağılırken Allah'ın, dirilttiği kullarını göz açıp yumuncaya kadar mahşerde topla*ması. Biz mealde bu ikinci yorumu tercih etmiş olduk. [21]
45.Müşrikler, Hz. Peygamber hakkında çeşitli söylentiler çıkarıyor, "deli, şâir, masalcı..." diyorlar, bu da onu üzüyordu. Allah Teâlâ "Onların ne dedikleri*ni biz daha iyi biliyoruz" buyurarak peygamberini teskin etmekte, bütün yapıp et*tikleri karşısında onlara imkân ve özgürlük vermesinin bir hikmeti olduğuna dik*kat çekmektedir. Bu arada Peygamber'in görevi, insanları imana ve dini hayata zorlamak değil, Kur'an'ı durmadan okuyarak, açıklayarak tebliğde bulunmak, in*sanları dine ve hakka çağırmaktır.
Kur'an'ın Allah nezdindeki değerine dikkat çekerek başlayan sûrenin, yine Kur'an'ın dini tebliğdeki önemine ve yerine işaret ederek son bulması, tebliğ ve telkinde asıl konuyu vurgulama yöntemi bakımından da ilgi çekicidir. [22] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:31 am | |
| HUCURÂT SÛRESİ
49
İndiği Yer :
Medine
İniş Sırası :
106
Âyet sayısı :
18
Nüzulü
Hucurât sûresi, Tahrîm sûresinden önce ve Mücâdele'den sonra Medine'de, 9. hicret yılında nazil olmuştur. Sûrelerin ve âyetlerin gelmesi için mutlaka özel bir sebebin bulunması gerekmemekle beraber bir olay, soru ve beklenti üzerine gelmiş birçok âyet ve sûrenin de bulunduğunu biliyoruz. Bu sûrenin ilk âyetinin, sözde veya davranışta Hz. Peygamber'in önüne geçerek veya onun sözünü kese*rek edebe aykın davrananları uyarmak için geldiği nakledilmiştir.[1]
Âdı
Hz. Peygamber'in evi, Arapça'da "hücre, (çoğulu hucurât)" kelimesiyle ifa*de edilen dokuz odadan oluşmakta idi. 4. âyette bu kelime geçtiği için sûreye Hu*curât denilmiştir.[2]
Konusu
Sûrede, müslümanlarm Allah'a ve Resulüne karşı riayet etmeleri gereken edep, kendi aralarında ve başkalarıyla ilişkilerinde takınmaları gereken ahlâkî ta*vır konularında buyruk ve tavsiyelere yer verilmiş, müminler arasında çıkacak ih*tilafların nasıl çözüleceği açıklanmış, insanların kök birliği ve eşitliği etkili bir üs*lûp İçinde ilan edilmiş, üstünlüğün fırsat eşitliği içinde yapılacak yarışla elde edi*leceği vurgulanmış, iman ve islâm kavramlarıyla ilgili önemli açıklamalar yapıl*mıştır.
Râzî'nin, sûrenin ana konularıyla ilgili olarak yaptığı sistematik açıklama il*gi çekicidir: Bu sûrede müminler, güzel ahlâk kurallarına yönlendirilmektedir. Ri*ayet edilmesi gereken edep ve ahlâk kuralları ya Allah ya Resulü yahut da başka*larıyla ilgilidir. Başkaları ya iman, ibadet ve güzel ahlâk yolunu tutanlardır yahut yoldan sapanlardır (fâsıklardır). Doğru yolda olanlar da ya bir arada bulunurlar ve*ya ayrı yerlerde. Böylece ahlâk ve davranış bakımından müminin karşısında beş farklı muhatap vardır. Sûrenin 1,2,6,11 ve 12. âyetlerine "Ey iman edenler" di*ye başlanmış ve her birinde yukarıda sıralanan muhataplardan biriyle ilgili ahlâk, edep ve davranış kurallarına yer verilmiştir. [3]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Ey iman edenler! Allah ve Resulünün önüne geçmeyiniz, Allah'a itaatsizlikten sakınınız! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. 2. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygam-ber'in sesinden fazla çıkarmayınız, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırma*yınız; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider. 3, Allah Resulünün ya*nında seslerini kısanlar var ya, işte onlar, Allah'ın gönüllerini takva yönün*den denemeye tâbi tuttuğu kimselerdir. Onlar için büyük bağışlanma ve bü*yük bir ödül vardır. 4. Odaların dışından sana seslenenlerin çoğu kuşkusuz düşünemiyorlar. 5. Yanına çıkıncaya kadar sabredip bekleselerdi elbette ken*dileri için daha iyi olacaktı. Yine de Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. [4]
Tefsiri
1. "Geçmeyin" şeklindeki tercüme, aslında geçişli olan "lâ tükaddimû" fiili*nin nadiren geçişsiz de olabileceği ve burada bu ikinci kullanımıyla yer aldığı yo*rumuna dayanmaktadır. [5]Bazı kıraatlerde bu kelime, "geçme*yin" anlamında "lâ tekaddemû" şeklinde de okunmuştur. Ancak kelimenin geçişli okunuşuna dayanan diğer yorumlan da kapsayacak şekilde bunu "geçmeyin (baş*kalarını da geçirmeyin)" şeklinde anlamak yerinde olacaktır. Bu yasaklamaya gö- re mümin, gerek hüküm, karar ve tercihlerinde ve gerekse davranışlarında Allah ve Resulünün önüne geçmemekle yükümlü kılınmaktadır. Yalnızca "Allah'ın..." demek yeterli olacağı halde Resûl'ün de zikredilmesi, onun dinin tebliği yanında dini açıklama, uygulama ve ilâhî bildirime dayalı olarak tamamlamadaki önemli rolüne işaret etmekte; Resûl'e itaatin de dolaylı olarak Allah'a İtaat mânasına gel*diği gerçeğinin altını çizmektedir. Hz. Peygamber zamanında, onun yanında bulu*nan müminler, hem irade ve kararda hem de fiil ve davranışta onun önüne geçme*mek, onu beklemek, gözetmek, peşinden gitmek, izni ile hareket etmek durumun*dadırlar. Onun bulunmadığı yer ve zamanlarda "öne geçmemek ve geçirmemek", dine aykırı bir karar vermemek, bir şey yapmamak mânasına gelmektedir. "Allah ve Resulünün önüne geçirmemek" de, önemi ve değeri ne olursa olsun -kişinin kendi nefsi dahil- hiçbir kimsenin İrade ve rızasını, Allah ve Resulünün irade ve rızasının önüne geçirmeme, onu buna tercih etmeme, önceliği ilâhî irâde ve rıza*ya verme anlamına gelmektedir. [6]
2. Söz, karar ve davranışta Allah ve Resulünün iradelerini aşmamak, onların rızalarının dışına çıkmamak gerektiği önceki âyette bildirilmişti. Buna nispetle da*ha hafif bir ihlal ve kusur teşkil eden iki davranışın daha çirkinliği de bu âyette ifa*de edilmektedir: 1. Hz. Peygamber'in yanında başkalarıyla konuşurken onun sesi*ni bastıracak kadar yüksek bir sesle konuşmak. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber ile görüşme yapmak üzere Temîmoğullan'ndan bir heyet gelmişti, Görüşme sırasında Hz. Ebû Bekir ile Ömer de orada İdiler. Kabileye başkan yapı*lacak kişi üzerinde bu ikisi ihtilafa düşüp Hz. Peygamber'in yanında biraz da ağız dalaşı yaptılar. Bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Artık onun yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamberimiz "İşitemedim, tek*rarlar mısın!" diyordu. [7] 2. Onunla konuşurken, sıradan bir kim*se ile konuşur gibi bağırıp çağırarak konuşmak. İslâm'dan önce Araplar bu gibi in*celiklere riayet etmezler, ilâhî bir dinin eğitiminden geçmedikleri için bir peygam*bere nasıl davranılacağını da bilmezlerdi. Âyetler hem onlara edep dersi vermek*te hem de daha sonra gelecek olan müminlere, vefatından sonra da olsa Peygam*berlerine karşı besleyecekleri saygı ve sevgi konusunda örnekli açıklama yapmak*tadır. Razî'ye göre "sesi, Peygamber'in sesinin üstüne çıkarmak", onun huzurun*da çok konuşmak şeklinde de anlaşılabilir. Çünkü bir kimse konuşuyorsa (sesi çı*kıyorsa) diğeri susuyor ve dinliyor demektir. Hz, Peygamber'in yanında olabildi*ğince az konuşmak ve çok dinlemek gerekir; çünkü hayırlı olan onun konuşması*dır. [8]
"Farkında olmadan amelin boşa gitmesi" İki türlü olabilir: a) Âhiret hesap- laşmasında günahlar ile sevapların denkleştirilmesi, başkalarının haklarıyla ilgili bazı günahlardan kurtulabilmek için sevap hanesinden aktarmalar yapılması söz konusudur. Bu durumda insana büyük dereceler ve ödüller kazandıracak birçok amel (ibadet, hayır, güzel iş) tazminata gitmekte, bir mânada heder edilmektedir. b) İman olmazsa ebedî kurtuluş bakımından amelin bir değeri yoktur. Hz. Pey-gamber'e karşı gerekli edep ve saygıyı göstermeyen, onu hayatında örnek alma*yan kimselerin zaman içinde din duyguları, dinî pratikleri ve imanları -kendileri işin farkında olmadıkları halde- zayıflayabilir. Bu zayıflama imanın varlığı ile yokluğu eşit olan bir dereceye vardığında ibre, fikirde veya fiilde İnkâra doğru yö*nelir, inkâr gerçekleşince de amellerin değeri kalmaz, âhiret sermayesi olarak bo*şa gitmiş sayılır. [9]
3. İşin önemini idrak etmedeki kusur ve İslâm öncesi alışkanlıkların etkisi yüzünden Hz. Peygamber'e karşı edepte kusur edenler ilâhî ikazı alınca imanları, takvaları ve iyi niyetleri sebebiyle derhal kendilerini toparladılar, onun yanında zor işitilen bir sesle konuşmaya başladılar. Allah'ın uy ansını ve rızasını hem alış*kanlıklarının hem de öfkelerinin önüne geçirerek büyük bir takva imtihanı verdi*ler ve bu imtihandan başarılı çıktılar. Başarılan her imtihanın bir ödülü vardır, tak*va imtihanının ödülü de bu erdemin Önem ve ölçüsünde büyük olacaktır. [10]
4-5. Benî Temîm isimli bedevi kabilesi Hz. Peygamber'i görmek, tanımak ve buna göre bir ilişki kararı almak üzere Medine'ye gelmişlerdi. Peygamberimiz her öğleden sonra yaptıkları gibi bir süre dinlenmek (kaylüle yapmak) üzere oda*larına çekilmişlerdi. Kabile mensupları, kendilerine bu durum bildirildiği halde Resulullah'in evinin önünde, kaba bir şekilde "Muhammed, Muhammedi" diye bağırmaya başladılar. Bu davranışları hem edebe aykırı idi hem de onu rahatsız et-mİşti. Ama eğitim ve idrak seviyeleri henüz yaptıklarının kabalığını, yersizliğini anlayacak ölçüde değildi. [11]Böyle yapanların medeni ince*liklerden uzak bedeviler olduğu düşünüldüğünde davranış tabii de görülebilirdi. Buna rağmen Allah Teâlâ'nın vahiy göndererek uyanda bulunması iki önemli ve evrensel değer ve kurala dikkat çekmektedir: 1. Medeni inceliklerin, insanî erdem*lerin bütün topluluğa yayılması; köylünün, bedevinin, şehirlerden uzak yaşayanla*rın da uygarlıktan nasiplendirilmesi, bütün ümmetin medenileşmesi gereklidir. 2, Hz. Peygamber'in Allah katındaki yeri ve değeri çok yüksek olup onun kargısında herkes bu İdrak içinde olmak zorundadır. [12]
Meali
6. Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığını*za pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırınız. 7-8. Biliniz ki Allah'ın elçisi aramzdadır. Birçok du*rumda o sizin dediklerinizi yapsaydı işiniz kötüye giderdi, fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu gönlünüze sindirdi; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve em*re aykırı davranmayı da size çirkin gösterdi. Allah tarafından bahşedilmiş bir lütuf, bir nimet olarak doğru yolu bulmuş olanlar işte bunlardır. Allah her şeyi bilmekte, yerli yerince yapmaktadır. [13]
Tefsiri | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:31 am | |
| 6. Âyetin, "güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araş*tırmadan kabul etmenin uygun olmadığı" yönündeki mânası ve hükmü geneldir, her zaman ve mekanda geçerlidir. Sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli olan bu ta*limatın vahyedilmesi ibretli bir olay üzerine olmuştur. Hadis kaynaklarının teyidi bulunmamakla beraber nüzul sebeplerini anlatan kitaplarla tefsirlerde olay şöyle nakledilmektedir: Velîd b. Ukbe, Benî Mustalık kabilesinin zekât vergisini topla*mak üzere gönderilir. Velîd yolda iken birisi, bu kabileden silahlı bir grubun yola çıktığı haberini getirir. Velîd, onların savaşmak için çıktıklarını düşünerek geri dö*nüp Peygamberimize durumu anlatır. O da haberin doğru olup olmadığını araştır*mak ve gereğini yapmak üzere Hâlid b, Velîd'i gönderir. Hâlid kabileye yakın bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz konusu grubun ezan okuyup namaz kıl*dıklarını, İslâm'a bağlılıklarının devam ettiğini tespit eder ve Medine'ye döner. Sonunda onların, zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya zekâtı ken*di elleriyle Hz. Peygamber'e teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır. [14]
"Yoldan çıkmış" dîye çevirdiğimiz fâsık, "dinin emirlerine uymayan" de*mektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dâhildir. Hz. Peygamber'in as*habı genel olarak doğru, dürüst, takva sahibi insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd'in değil, ona yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bil*gilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilnıemesidir. [15]
7. İnsanların çoğunda özellikle kötü, aleyhte ve tehlike bildiren haberleri he*men kabul etme eğilimi vardır. Bu yüzden İnsanlar arasında birçok kötü zan, dü*şünce ve eylem ortaya çıkmış; pişmanlıklar, bazen telafisi mümkün olmayan za*rarlar görülmüştür. Hz. Peygamber ile onun ahlâkında ve yolunda olanlar böyle haberler karşısında tedbiri elden bırakmaz, acele ile hüküm vermez, harekete geç*mezler. Yetkin önderler böyle davranırken onlar kadar birikimli ve deneyimli ol*mayan sıradan insanlar telaşa kapılır, önderlerin tedbirli davranmalarının hikmeti*ni kavrayamazlar; bunların, "Neden hemen harekete geçilmiyor!" diye söylendik*leri, hatta aleyhte konuştukları olur. Ama gerektiği şekilde tahkik edildiğinde bu tür haberlerin, bilgilerin yalan, yanlış, eksik olduğunun veya yanlış anlaşıldığının sayısız örnekleri vardır. Önderin davranışı karşısında teslimiyet göstermek, acele*cilik göstermemek ve isyan etmemek için sahabede iman, Peygamber'e güven ve sevgi vardı. Şu halde daha sonraki zamanlarda da insanların, Peygamber ahlâkın-daki önderleri seçmeleri ve onlara güvenmeleri gerekmektedir.
Bazı fıkıhçılar âyetten şu hükümleri de çıkarmışlardır: "Dinin emirlerine ay*kırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve bilgiye da*yanarak hükmetmek ve harekete geçmek caiz olmadığına göre, böyle kimseleri iş*başına getirmek, önder seçmek, arkalarında namaz kılmak da caiz olmaz. Fâsık imamların arkasında namaz kılmak mecburiyeti hasıl olursa, kılmmadığı takdirde zulmetmeleri ihtimali bulunmak şartıyla, durumu kurtarmak ve fitneyi önlemek için namaz kılınır, ama sonra bu namaz yeniden kılınır. [16] Fıkıhçılann, içinde yaşadıkları güç şartlar çerçevesinde çıkardıkları bu hükümlerin ibret alınacak evrensel yönü, din, siyaset ve cemiyet hayatında istib*dadın çirkinliğini, özgürlüğün önemini vurgulaması ve erdemli toplumun erdemli önderlerle birlikte düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmesidir. [17]
Meali
9. Eğer müminlerden iki grup birbiriyle kavgaya tutuşursa hemen ara- larını düzeltiniz; ikisinden biri diğerinin hakkına tecavüz etmiş olursa -Al*lah'ın enirine geri dönünceye kadar- haksızlığa sapanlara karşı savaşınız; dönerlerse aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayınız ve herkese hakkını yeriniz. Allah hakkı yerine getirenleri sever. 10. Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltiniz, Allah'a itaatsizlikten salanınız ki rahmetine mazhar olasınız. [18]
Tefsiri
9. İslâm'dan önce Arap kabileleri arasında sık sık anlaşmazlıklar ve çatışma*lar olur, çözüm ise adaletten çok güce dayanır, gücü ve arkası olanlar istediklerini alırlardı, Allah'ın isimlerinden biri ""hak", diğeri de "adü"dir, Kur'an hakkı hâ*kim kılmak için gönderilmiş, dine "hak din" ve "hak dini" denilmiş; ümmete de hakkı yerine getirmek, haksızlıkları önlemek (emirbi'l-marûf nehiy ani'l-münker) ödevi verilmiştir. Toplu hayatta fertler ve gruplar arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkması, karşılıklı taleplerin haklısı yanında haksızının da bulunması, haksız olan*ların kuvvete başvurmaları, -istenmemekle beraber- nâdir olaylardan değildir. Ni*tekim İslâm, hem bütün insanların kök itibariyle kardeş, hem de müminlerin aynı dine mensup, aynı hukuk, ahlâk ve değerler sistemine bağlı bulundukları için kar*deş olduklarını ilan ettiği halde müminler arasında da anlaşmazlıklar çıkmış, an*laşmazlığın tarafları birbirine saldırmış, dalaşma ve çatışmalar olmuştur. Hz. Pey-gamber'den sonra birinci halife Hz. Ebû Bekir zamanında zekât yükümlülüğünü yerine getirmeyen ve devletin memurlarını kovan bazı gruplara karşı askeri tedbi*re dahi başvurulmuştur. Üçüncü halife Hz. Osman zamanında iç karışıklıklar ve halifeye karşı isyan hareketi ortaya çıkmış, ancak Hz. Osman askeri tedbire baş*vurmamayı tercih etmiştir. Hz. Ali'nin halifeliğinde Muâviye ve çevresindekiler, halifeye biat etmeyip Hz. Osman'ın katillerini yakalayarak kendilerine teslim et*mesini biat şartı olarak ileri sürmüşler, Hz. Ali müzakere ve nasihatle yola gelme*yen muhaliflerine karşı savaşmak mecburiyetinde kalmış ve meşhur Sıffîn Savaşı yapılmıştır. Hz. Aişe, Talha, Zübeyir gibi önemli kişilerin Hz. Ali'ye karşı olan ta*rafta yer aldıkları Cemel Savaşı da siyasî ihtilaf ve itaatsizlik sebebine dayalı bir iç savaştır. 9. âyet haksız yere devlete başkaldıran gruplar İle devlet arasındaki sa*vaştan değil, halk arasında meydana gelen anlaşmazlılar ve kavgalardan, bunlara karşı güçlü çoğunluğun, halkın geri kalanlarının adalet ve hakkaniyet ölçüleri için*de tarafları anlaştırma, aralarını bulma ve gerekirse güce başvurarak haksızlığı ön*leme yükümlülüğünden bahsetmektedir. Devlete başkaldıran, hukuka boyun eğ*meyen âsi guruplar (bâğîler), halkın geri kalanına karşı da haksız yere savaş ilan etmiş oldukları ve zarar verdikleri için müctehidlerce bu âyetin kapsamına alın*mışlar; -bazı istisnalar dışında- aynı hükme ve muameleye tâbi tutulmuşlardır. Fi- kıh kitaplannın "bağiy ve cihad" bölümlerinde bu konu detaylarıyla işlenmiştir. Özet olarak İslâm toplumu, hem dışarıda hem içeride meydana gelen haksız çatış*malar karşısında ilgisiz ve duyarsız kalamaz, barış ve adaletin gerçekleşmesi için elinden geleni yapmakla yükümlüdür, [19]
10. Müminler hem bütün insanlıktan hem de iman kardeşlerinden sorumlu*durlar; dünyada haksızlığın engellenmesine[20] din ve vicdan öz*gürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına katkıda bu*lunmak. [21] ülkede İse bunlara ek olarak mümin kardeşler ara*sındaki anlaşmazlıkları adaletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla yükümlüdürler. Bu âyet ikinci yükümlülüğe -bunun dayanağı olan kardeşliğin altını çizerek- dikkat çekmektedir. [22]
Meali
11. Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar kendilerinden daha iyi olabilirler; kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesin*ler; alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi ka*ralamayınız, birbirinize kötü ad takmayınız. İman ettikten sonra (aşıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler on*lardır. 12. Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayınız, birbirinizin gıybetini yapmayınız; her*hangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tik*sindiniz! Allah'a itaatsizlikten de sakınınız. Allah tövbeleri çokça kabul et*mektedir, rahmeti sonsuzdur. [23]
Tefsiri
11. Araştırmadan inanıp hüküm vermek, masum insanlar hakkında kötü ka*naate sahip olmak ve kötü davranışta bulunmak, haksızlıklar karşısında pasif kal- mak, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için çaba harcamamak gibi toplumda barışı, düzeni, birlik ve beraberliği, kardeşçe dayanışmayı olumsuz etki*leyen davranışlardan birkaçına yukarıda geçen âyetlerde temas edilmişti. Aynı so*nuçları doğuran ve Öteden beri topluluklar içinde çokça görülen bazı hatalara da bu ve sonraki iki âyette, önleyici telkinlere birlikte yer verilmiştir.
İnsanları alay etmeye iten psikolojik faktörler içinde biiyüklenme, kendini beğenme, karşısındakini küçük ve kusurlu görme gibi hal ve duygular da vardır. Sırf gülüp eğlenmek için bir kimse İle alay edilmiş olsa bile alay konusu olan şah*sın buna layık görülmesi ve aşağılanması söz konusudur. Bir kimse, toplum için*de yükselen değerlere göre -bu değerleri Ölçü olarak alanlar bakımından- ikinci sı*nıf, "değersiz ve önemsiz" görülebilir, ama evrensel değerler ve konumuzla ilgili olarak da dinî ve manevî değerler söz konusu olduğunda aynı şahıs önemli ve de*ğerli olabilir; hele Allah nezdinde kimin nasıl değerlendirildiğini yanılgısız bilmek mümkün değildir. İnsanları küçümseyenler, alay edenler, aşağılayıcı, küçümseyi*ci lakaplar takanlar işin bir de bu yönünü düşünmelidirler,
"Biriniz diğerinizi karalamayınız" şeklinde tercüme ettiğimiz cümlenin lafzı karşılığı "Kendinizi karalamayın" şeklindedir, Müminlerin kardeş olduğu ilan edildikten sonra birinin diğerini karalaması, kişinin kendini karalaması gibi kabul edilmiştir. Mealdeki "karalama"mn Arapça karşılığı "lemz"dir. Bu kelimenin mâ*nası ise "el ve dil ile, kaş göz işaretiyle bir kimseyi karalamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyetine leke sünnek"tir. Allah'a iman edenler böyle bir haksızlığı, öz kardeşleri gibi olan dindaşları bir yana düşmanlarına bile yapama2İar.
Bir başka kötü alışkanlık da insanları onların hoşlanmadıkları, kendilerini kü*çük düşüren, üzen nitelik ve lakaplarla anmaktır; "kör, topal, kambur, cüce, sınk, şapşal..." bu lakaplara bazı örneklerdir. Ancak insanların tanınmasını sağlayan ve onları üzmeyen, alışılmış bazı lakaplar bu yasağın dışındadır; "Topal Osman, Uzun Hasan" gibi. Ashaptan bazılarının, günahkâr iken tövbe etmiş, hıristiyan ve*ya yahudi İken müslüman olmuş kimseleri eski aidiyetleriyle nitelemeleri ve an*maları, bu cümlenin nüzul sebebi olarak zikredilmiştir. Tövbe sabıkayı sildiği için bir kimseyi eski haliyle anmanın hem din hem de ahlâk yönünden tutarsızlığı, an*lamsızlığı açıktır. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:32 am | |
| FETİH SÛRESİ
48
I ctih Sûresi İndiği Yer : Medine İniş Sırası ; 111 Âyet sayısı : 29
Nüzulü
Hicretten sonra gelen âyetler ve sûreler, başka bir yerde vahyedilse bile Medine'de gelmiş sayıldığı için Fetih sûresi de hicretin altıncı yılında, Hudeybiye barışından sonra, bir gece Mekke yakınlarında, Cuma sûresinden sonra, Mâide'den önce nazil olduğu halde Medine'de gelen sûreler listesinde yerini almıştır. Güvenilir kaynaklarda bulunan şu rivayet, sûrenin inişiyle ilgili önemli bilgiler vermektedir: Hz. Peygamber bir seferinde (Müslim'deki bir rivayete göre Hudeybiye dönüşünde; "Cihâd", 97) gece yürürken yanında bulunan Hz. Ömer kendisine bir soru yöneltir; üç kere tekrarladığı halde cevap alamayınca üzüntü ve endişe içinde yanından uzaklaşır. Kendisi hakkında bir âyet gelmesinden korkar. Biraz sonra ona Hz. Peygamber'in kendisini çağırdığı duyurulur. Yanına gelince Peygamberi*miz Ömer'e, yeni geldiğini bildirdiği Fetih sûresinin ilk âyetlerini okur (Buhârî, "Tefsir", 48/1). Daha detaylı ve sahih olan rivayetlere göre bu olay, Hudeybiye se*ferinden dönerken değil, Hudeybiye'de savaşmak yerine, ilk bakışta müslümanla-nn aleyhinde gibi gözüken şartlarla sulha karar verildiğinde meydana gelmiştir. Hz. Ömer oldukça heyecanlı ve sert bir üslûpla Peygamberimize birkaç kere, "müslümanlar haklı, onlar haksız oldukları halde neden bu aşağılayıcı bansın yapıldığını" sormuş, "Ben Allah'ın elçisiyim, o elçisini mahcup etmeyecektir" cümlesinden başka cevap alamamıştı. Bir müddet sonra Peygamberimiz Ömer'i çağır*dı ve kendisine hem sulhun bir fetih olduğunu açıkladı hem de yeni gelmiş olan Fetih süresinden bir miktar okudu (Buhârî, "Tefsîr", 48/5; Müslim, "Cİhâd", 94). Buna göre Müslim'deki diğer rivayette geçen "Hudeybiye'den dönerken" kaydını, "barış yapmaya ve umre yapmadan dönmeye karar verilince" şeklinde anlamak, râvînin bunu kastettiğini söylemek gerekecektir.
AA
Sûre adını ilk âyette geçen fetih kelimesinden almaktadır. Buradaki fetihten maksat Mekke fethi değil, bu fethin de yolunu açan Hudeybiye barışıdır. Bir barışın fetih olarak değerlendirilmesinin sebepleri ileride (1-7. âyetlerin tefsirinde) açıklanacaktır.
Konusu
Ana konu Hudeybiye barışının değerlendirilmesi, niyetlendikleri umre ibade*tini yapamadan döndükleri için büyük üzüntü ve hayal kırıklığı İçinde olan müminlerin teselli edilmesi, bu harekât içinde ve sonrasında olup bitenlerin Allah nezdindeki değerinin açıklanmasıdır. Bu genel çerçeve içinde Hz. Peygamber ve ashabının Allah katındaki durum ve dereceleri, onları ibadetten men eden müşrikler ile yalnız bırakan münafıkların acı sonlan hakkında önemli bilgiler verilmiş, bu barışı takip edecek olan fetihler müjdelenmiştir.
Fazileti
Fetih süresinin değeri ve özelliği hakkında Hz. Peygamber şu açıklamayı yapmıştır: "Bu gece bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha değerli ve gü*zel bir süre gönderildi"; Peygamberimiz bunu söyledikten sonra Fetih sûresini okumuşlardır (Buhârî, Tefsir, 48/1).
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1-3. Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah'ın bağışlaması, sana nimetini eksiksiz vermesi, seni dosdoğru yolda yürütmesi ve güçlü bir şekilde yardım etmesi için sana apaçık bir fetih ihsan ettik. 4. İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzur ve güven aşılayan da O'dur. Göklerin ve yerin askerleri yalnız Allah'a aittir ve Allah her şeyi bilmekte, yerinde yapmaktadır. 5. Böyle yapmıştır ki, mü*min erkekleri ve mümin kadınları, orada devamlı kalmak üzere, zemininde ırmaklar akan cennetlere koysun ve onların kötü fiillerinin üstünü örtsün. Bu Allah katında büyük bir kazançtır. 6. Allah hakkında kötü zan besleyen er*kek olsun, kadın olsun münafıklar ve müşrikleri de cezalandırsın. Kötülük ve belâ çemberi asıl onların boyunlarına geçmiştir. Allah onlara gazap etmiş, kendilerini lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir! 7. Göklerin ve yerin askerleri yalnızca Allah'a aittir; O son*suz güç ve hikmet sahibidir.
Tefsiri
1-7. Sûreye adını veren fethin Hudeybiye antlaşması mı yoksa Mekke fethi mi olduğu konusunda farklı değerlendirmeler vardır. Fetih kelimesinin "savaş yoluy*la bir toprağı ele geçirmek" mânasında kullanıldığını dikkate alan tefsirciler bura*da Mekke fethinden söz edildiğini ileri sürmüşlerdir. Sağlam rivayetler yanında (Buhârî, 'Tefsîr", 48/1) bu sûrede geçen ve yeri geldikçe açıklanacak olan işaret*lere dayanan tefsirciler ise haklı olarak burada Hudeybiye sulhunun anlatıldığı ka*naatine varmışlardır. Bunlara göre fetih kelimesi, bir çözüm getirdiği ve tıkanıklı*ğı açtığı İçin sulh için de kullanılabilir. Yahut da sebepten söz edip bununla sonu*cu kastetmek şeklindeki "miirsel mecaz" üslûbunun kullanıldığı düşünülebilir. Çünkü Hudeybiye sulhunun yol açtığı gelişmeler birden fazla fethi beraberinde ge*tirmiştir: 1. Bu antlaşmadan sonra Hayber fethedilmiştir. 2. Mekkeli müşriklerle sa*vaş ihtimali geçici olarak kalktığı için iki tarafın halb birbirine gidip gelmişler, gö*rüşmüşler, İslâm hakkında bilgi alış verişi yapılmış ve birçok müşrik ihtida etmiş, İslâm ile müşerref olmuştur. 3. İki yıl sonra on bin kişilik bir ordu ile Mekke üze*rine yürüyen müminler burayı kolayca fethetmişlerdir. 4. Daha önceleri müslüman-ları muhatap kabul etmeyen ve çözümü savaşta arayan müşrikler ilk defa bu antlaş*mada karşı tarafı tanımışlar, onlardan güvenlik talep etmişler, müslümanlann o yıl yapmak istedikleri umre ibadetini bir yıl sonra gelip yapmalarını kabul etmişlerdir { Kurtubî, XVI, 250 vd. Hudeybiye ile ilgili özet bilgi için bk. Bakara 2/194).
Bu fethin sağladığı faydalar, doğurduğu sonuçlar İlk üç âyette vecîz bir şe*kilde açıklanmaktadır. 12. âyette işaret edildiği üzere bu sefere çıkmak, Mekkeli müşriklere bir mânada meydan okumak demekti, bu da bîr cesaret meselesiydi. Bu yüzden münafıklar "Bunların işi bitti, müşrikler tamamını yok edecek" demişler*di. Ancak 27. âyette sözü edilen rüyayı bir işaret ve emir sayan Peygamberimiz, çeşitli faydalarını da gözeterek, kendisine sadık 1500 kadar sahâbî ile bu meşak*katli ve tehlikeli seferi göze almışlardı. Başta hesap edilmeyen gelişmeler oldu; sa*habe sabır, cesaret, bağlılık ve fedakârlık imtihanlarına tâbi tutuldular. Bütün bun*lar olurken ve olduktan sonra Allah Teâlâ'nın şu lütuflan tecelli etti: 1. Hz. Pey*gamber, kendisinin dışında hiçbir ümmet ferdine bahşedilmeyen bir iltifata nail ol*du, "geçmiş gelecek günahlarının bağışlanmış olduğu" rabbi tarafından ilan edıl-di. Esasen bütün peygamberler gibi bizim peygamberimiz de ismet (Allah tarafın*dan günah işlemekten korunmuş olma) özelliğine sahiptir, dolayısıyla zaten gü*nahsızdır. Şu halde Peygamberimiz, bağışlandığı bildirilen günahı, fiilen İşlediği yahut işleyeceği bir günah olmayıp, beşer olması hasebiyle kendisinde bulunan günah işleme potansiyelidir. İsmet sıfatı, peygamberlerdeki bu potansiyel günah işleme imkânının fiiliyata geçmesini önleyen ilâhî bir koruma ve esirgemedir; âyetteki af bu anlamdadır. Bir önceki sûrenin tefsirinde geçen (Muhammed 47/19) farklı bir yoruma göre bu anlaşma ile Mekkeliler nezdinde suçlu (zenb kelimesi*nin suç mânası için bk. Şuarâ 26/14) ve ölüme mahkûm bulunan Peygamber bu an*laşma sonunda barış ve güvenlik anlaşmasının tarafı haline geldi, böylece müşrik*ler tarafından suçluluk hükmü kaldırılmış oldu. 2. En büyük nimet ve dosdoğru yol olan İslâm dini sulh ortamında tamamlanarak yayılma imkânı buldu. 3. Yolculuk*ta, sulh müzakerelerinde ve dönüşte Allah'ın büyük yardımları görüldü.
Peygamberler ümmetlerine örnek olduklarından Allah onları günah işlemek*ten korumuştur. Buna rağmen Peygamberimiz gece gündüz nafile ibadetler yapa*rak ve özellikle çok namaz kılarak hem bu konuda da ümmetine örnek olmuş hem de ibadetin cennet ümidi veya cehennem korkusundan değil, Allah buna lâyık ol*duğu, kul bununla manevî hayat ve huzur bulduğu için yapılacağını göstermiştir. Nitekim kendisine, günahlarının peşinen bağışlanmış olduğu hatırlatılarak niçin bu kadar çok namaz kıldığı soruldukça şu cevabı vermişlerdir: "Elimden geldiğin*ce Allah'a şükreden bir kul olabilmem için" (Buhârî, "Tefsir", 48/2; peygamber*lerin günahsızlığı (İsmet) konusunda geniş bilgi için bk. Mehmet Bulut, "İsmet", DM, XXIII, 134-136).
4. âyette müminlere, olağanüstü sıkıntılı durumlarında Allah'ın moral yardı*mından söz ediliyor, arkasından da O'nun askerlerinden bahsediliyor. Öyle anla*şılıyor ki bu askerlerden maksat, müminlerin yanında olan ve ilâhî yardımı onlara ileten meleklerdir. Buna göre 7. âyette zikredilen askerler ise ilâhî cezayı icra eden melekler olmalıdır.
Meali
8-9. Allah'a ve Peygamberine iman edesiniz, O'nu destekleyip büyüklü*ğü karşısında eğilesiniz ve akşam sabah O'nu tenzih ederek anasınız diye se*ni, şâhid, müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. 10. Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah'a vermiş oluyorlar, Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Bu sebeple kim Allah'a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur, Allah'a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise Allah yakında büyük ödül verecektir.
Tefsiri
8-10. Peygamberimizin, Câhiliye kültür ortamı içinde yetişmiş olmasına rağ*men ortaya koyduğu kişilik ve ahlâk, tebliğ ettiği dinin Allah'tan olduğuna canlı ve güçlü bir tanıktır. Onun eğitim kurallarına uygun uyanları, müjdeleri, açıkla*maları insanları etkilemiş; Allah'a iman ve yalnızca O'na ibadet etmelerine, O'nun dinini desteklemelerine, uğrunda canlarını ve mallarını ortaya koyarak çaba gös*termelerine sebep olmuştur.
Bazı tefsirciler, zamirlerin kime yönelik bulunduğu konusunda farklı bir an*layış ileri sürmüş, "O'nu tenzih ederek..." kısmındaki "o" zamirinden maksadın Allah olduğunu, diğer iki zamirin ise Peygamberimize ait bulunduğunu ifade et*mişlerdir. Bu son yoruma "büyüklüğü karşısında eğilesiniz" kısmını "ona saygı gösteresinİz" diye çevirmek gerekecektir.
18. âyette ek bilgiler de verilerek tekrar değinilecek olan "yeminle bağlılık sözü"nün Arapça'daki karşılığı biat'tır (bey'at). 10. âyetteki ilgili fiil de bu kök*tendir. Buradaki biattan maksat, meşhur Hudeybiye biatidir. Hz. Peygamber bu sûrenin 27. âyetinde bahsi gelecek bir rüyası üzerine hicrî 6. yılı zilkadesinin ba*şında (mart, 628), 1500 kadar sahâbî ile umre ibadeti yapmak üzere yola çıkmış, Mekke'nin 17 km. batısında yer alan Hudeybiye'ye gelip konaklamıştı. Daha ön*ce bilgi almak üzere gönderilen görevliler, Mekkeli müşriklerin müsLümanlan en*gelleme karan aldıkları ve bu maksatla Hâlid b. Velîd'i 200 kişilik bir güçle yola çıkardıktan haberini getirmişlerdi. Hz. Peygamber maksadını açıklamak ve ziya- ret izni almak üzere önce Hırâş'ı, onun kötü karşılanması hatta ölüm tehlikesi ge*çirmesi üzerine, Mekkeliler arasında yakınları ve itibarı bulunan Hz. Osman'ı Mekke'ye elçi olarak gönderdi. Bir müddet sonra onun müşrikler tarafından öldü*rüldüğü haberi geldi. İşin renginin değiştiğini ve savaş ihtimalinin belirdiğini gö*rünce ashabından biat almayı uygun buldu. Oradaki bir mugaylân veya sakız ağa*cının (şeceretü'r-ndvân) altında, teker teker ellerini tutarak 1500 kişi ile biatlaştı; yani her bir sahâbî Peygamberimize bağlılık ve itaat sözü verdi. Bu biatta söz ve*rilirken neyin üstlenildiği konusunda "cİhad, itaat, ölüm pahasına sebat ve sabır" gibi ifadeler nakledilmiştir (Müslim, "İmâre", 41, 42, 80). Bu biati haber alan Mekkeliler telaşa kapılarak Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet gönderdiler. Hz. Peygamber düşmanı azaltmak ve güneyi emniyete almak, Mekkeliler İse tica*ret yollarım açmak için bir barış İstiyorlardı. Tartışmalardan sonra "müslümanla-rın o yıl geri dönüp ertesi yıl umre için gelmeleri, Mekkeli bir kimse kaçıp Medi*ne'ye sığınırsa istendiği takdirde iade edilmesi, aynı şey Medine'den Mekke'ye olursa geri verilmemesi, diğer Arap kabileleri ile tarafların serbestçe antlaşma ya*pabilmeleri, üçüncü bir tarafla savaş yapılması halinde antlaşmanın ikinci tarafı*nın pasif kalması" üzerinde anlaşma sağlandı ve on yıllık bir antlaşma imzalandı (Muhammed Hamidullah, "Hudeybiye Antlaşması", Dİ A, XVIII, 297-299 ).
Birçok âyette Resulüne itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağı ifade buyurul-muştur. 10. âyette de Allah'ın elçisi olan Peygamber'e itaat gibi ona biat da dolay*lı olarak Allah'a verilmiş bir bağlılık ve itaat sözü olarak değerlendirilmektedir. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:32 am | |
| Meali
11. Arap kabilelerinden savaşa katılmayanlar sana, gönüllerinde olma*yanı dillerinin ucuyla söyleyerek, "Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu, bu yüzden Allah'ın bizi bağışlamasını iste" diyecekler. Onlara şöyle de: "Size bir zarar gelmesini isterse veya size iyilik etmeyi murat ederse sizin için Al*lah'a karşı herhangi bir şey yapmaya kimin gücü yeter!" Hayır! Allah bütün yaptıklarınızı bilmektedir. 12. Tam aksine siz, Resûl'ün ve müminlerin artık ailelerine hiç dönemeyeceklerim sandınız, bu gönlünüze hoş geldi. Kötü zan-na kapıldınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz. 13. Kim Allah'a ve Resulüne iman etmezse bilsin ki biz, kâfirler için kavurucu bir ateş hazırla*dık. 14. Göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir; dilediğini bağışlar, dile*diğine de azap eder. Bununla beraber O, ziyadesiyle bağışlamakta ve çok esirgemektedir. 15. Ele geçirmek üzere ganimetlere doğru hareket ettiğinizde savaştan geri kalanlar, Allah'ın sözünü değiştirmeyi dileyerek "Bizi engelle*meyin de size katılalım" diyecekler. De ki: "Asla bizim peşimize takılamaya-caksınız, Allah sizin için daha önce böyle buyurdu." Bunun üzerine de "Ha*yır, siz bizi çekemiyorsunuz" diyecekler. Tam aksine kendileri kavramakta güçlük çekiyorlar. 16. Arkada kalan bu bedevi topluluklara de ki: "Yakında çetin güç sahibi bir topluluğa karşı çağrılacaksınız; ya kendileriyle savaşa*caksınız yahut müslüman olacaklar. Bu çağrıya uyarsanız Allah size güzel bir karşılık verecek, daha önce olduğu gibi geri durursanız sizi acı bir şekilde ce*zalandıracak." 17. Gözü görmeyene zorlama yoktur, topala zorlama yoktur, hastaya zorlama yoktur. Kim Allah ve Resulünün sözlerini dinlerse onları, zemininde ırmaklar akan cennetlere sokar; kim de yüz çevirirse onu acı bir şekilde cezalandırır.
Tefsiri
11-14. "Savaşa katılmayan Arap kabileleri", Medine civarında yaşayan Gı-fâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca', Eşlem ve Dîl isimli bedevi guruplarıdır. Bunlar da-ha önce Peygamberimizle beraber sefere çıkma sözü verdikleri halde, İmanları ki*şiliklerine yansımadığı, henüz şuur ve kararlarına yeterince hâkim olmadığı, mü*minlerin de bu seferden sağ kalarak dönemeyeceklerini sandıklan için sözlerinde durmadılar. Sonradan kendilerine hesap sorulunca da hayvanları ile çoluk çocuk*larının bakımını bahane ettiler,
Tevbe sûresinde (9/81-85), Tebük Seferi'ne katılmamak İçin bahaneler uydu*ran, özellikle havaların aşın sıcak olduğu gerekçesine sığınan, fakat aynı zaman*da müminleri de sefere çıkmaktan caydırmaya çalışan münafıkların akıbetinin çok acı olacağı belirtilmiş; Hz. Peygamber'in bu kişilerden sağ kalanlarla karşılaşma*sı halinde onların kendi maiyetinde bir sefere çıkmalarına müsaade etmemesi em*redilmiş, ölenlerin ise imansız olarak can verdikleri bildirilip onlara karşı bir dinî vecîbe ifa etme cihetine gitmemesi istenmiştir. Burada geçen "savaşa katılmayan*lar" ile orada geçenlerin aynı olduğunu; bunlardan münafıkların kastedildiğini dü*şünenler olmuşsa da, ileride açıklaması gelecek olan 16. âyet bu anlayışa mânidir. Ayrıca Tebük harbi Hudeybiye'den üç yıl sonra olmuştur. Hudeybiye seferine ka*tılmadıkları için kınanan, uyan)an, kendilerine öğüt verilen ve ceza olarak da "Hayber savaşına katılmaktan mahrum bırakılan" gruplar, münafıklar değil, yeni iman etmiş fakat yeterince eğitim görmemiş bedevilerdir.
Hz. Peygamber Hudeybiye'den dönünce bir iki ay kadar Medine'de kal*mış, hicrî yedinci yılın başında, Kuzey bölgesinin güvenliğini bozan Hayber yahudilerini egemenliği altına almak üzere buraya bir sefer düzenlemiştir. Üslûptan anlaşıldığı üzere bu âyetler indiğinde henüz Hayber seferine çıkılmamı ştı. Allah Teâlâ hem yakında düzenlenecek bir seferi ve bu seferin zaferle sonuçlanacağını, müslümanlann ganimet elde edeceklerini bildirmekte hem de Hudeybiye seferine, meşru mazeretleri bulunmadığı halde katılmamış olan gruplara bu sefere de katı*lamayacaklarını tebliğ etmektedir. Bu emir ve talimat âyette "Allah'ın sözü" ola*rak ifade edilmiş ve onlar İstese de değişmeyeceği bildirilmiş; Hayber savaşına, Habeşistan'dan dönen muhacirler dışında, yalnızca Hudeybiye seferine katılanlar iştirak etmişlerdir.
Yukarıda da işaret edildiği gibi Hudeybiye seferine katılmayanlara, Hay*ber savaşına olmasa da "ileride çetin bir düşmana karşı yapılacak bir savaşa çağınlacaklarTnın bildirilmesi, onların münafıklar olmadığını gösteren delillerden bi*ridir. Müminlerin kendileriyle savaşmaya çağınlacaklan bu çetin ve güçlü düşma*nın hangisi olduğu konusunda farklı belirlemeler yapılmış; Huneyn'de savaşılan Sakîf ve Hevâzin, Hz, Ebû Bekir ve Ömer zamanında kendileriyle savaşılan mürtedler, İran, Bizans gibi isimler ileri sürülmüştür. Mealde geçen "Ya kendileriyle savaşacaksınız yahut müslüman olacaklar" cümlesi bu çetin düşmanı belirlemede önemli bir ipucu vermektedir, Bilindiği gibi Ehl-i kitap ile müslümanlar üç farklı ilişki içinde bulunabilirler: İslâm'a davet, savaş, vergiye ve diğer şartlara bağlı ba*rış ve antlaşma. Arap müşrikleri ile mürtedlere gelince seçenek İkiye inmektedir: Ya müslüman olacaklar yahut da savaşı göze alacaklar. Şu halde âyette sözü edi*len çetin ve güçlü düşman ya Arap müşrikleri yahut da mürtedlerdir (Ebû İbnü'l-ArabîJV, 1705).
17. Mazeretsiz olarak savaşa katılmamak hem hukukî ve dinî hem de ahlâkî bakımdan önemli bir ihlal ve itaatsizliktir; başka bir deyişle günahtır, şerefsizlik*tir ve suçtur. Bunu ortaya koyan ifadelerden sonra ve önce, sakatlık, hastalık gibi mazeretlerle savaşa katılmayanların müstesna olduğu, onların maddî ve manevî müeyyidelere dâhil bulunmadığı açıklanarak ilgililer rahatlatılmış ve teselli edil*miştir.
Meali
18-19. O ağacın altında sana yeminle söz verirlerken bu müminlerden Allah razı olmuştur; onların gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve gü*ven vermiş, pek yakm bir fetihle ve elde edecekleri birçok ganimetle de ken*dilerini ödüllendirmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir. 20. Allah elde ede*ceğiniz birçok ganimeti size vaad etmiş ve şunları şimdi vermiş, insanların ellerini de üzerinizden çekmiştir ki bunlar aynı zamanda iman edenlere bir kanıt olsun ve Allah sizi dosdoğru yola iletsin. 21. Henüz elde edemediğiniz başkaları da var. Kuşkusuz bunlar Allah'ın bilgisi ve gücü dahilindedir; şüphesiz Allah her bir şeye kadirdir. 22- Eğer kâfirler size karşı savaşsalar-dı arkalarını dönüp kaçacaklar, bu durumda bir koruyucu, bir yardımcı da bulamayacaklardı. 23. Bu Allah'ın öteden beri uygulanıp gelen kanunudur, Allah'ın kanununda bir değişildik bulamazsın. 24. Mekke'nin göbeğinde si*ze onları yenmeyi nasip ettikten sonra onların ellerini sizin üzerinizden, si*zin ellerinizi de onların üzerinden çeken de O'dur. Allah bütün yaptıklarını*zı görmektedir. 25. İnkâra sapan, sizi Mescid-i Harama sokmayan, (yolda) engellenmiş kurbanları yerine ulaşmaktan alıkoyanlar da başkaları değil, onlardır. Eğer Mekke'de kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkekler ve mümin kadınlar olmasaydı, bunları bilmeden ezmeniz ve bu yüzden üzüntü ve zarara uğramanız ihtimali bulunmasaydı (Allah ellerinizi onların üzerinden çekmezdi). Dilediklerini rahmetine daldırmak için Allah böyle yap*mıştır. Eğer birbirinden ayrılsalardı, inkâra sapmış olanlarına acı bir şekil*de azap edecektik. 26. İnkâra sapmış olanlar o zaman kalplerini o gurura, Câhili) e dönemine ait büyüklerime duygusuna kaptırmışlardı, Allah da Re*sulünün ve müminlerin gönüllerine huzur ve güven duygusu verdi, onları takva sözüne bağlı kıldı. Zaten onlar bu sözü hak etmişlerdi, onlar buna lâ*yıktı. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:33 am | |
| 18-19. Hudeybiye'de hayatları pahasına da olsa Hz. Peygamber'i destekleye*ceklerine, savaşıldığı takdirde kaçmayacaklarına yemin eden sahâbîler Allah'ın rı*zasına (rıdvân) nail olmuşlar, ayrıca bu hoşnutluğunu yüce mevlâ kitabında zikret*tiği için Kur'an var olduğu ve okunduğu sürece hayırla ve gıpta ile anılma şerefi*ne ermişlerdir. Âyette zikredilen hoşnutluğun Arapçası "rıdvân" olduğu için bu yeminli söz vermenin (biatin) adına "bey'atü'r-ndvân" da denilmiştir. Altında bi*atin yapıldığı ağaç da bu olaydan sonra "şeceretü'r-ndvân" adını almıştır.
Müşriklerin kendilerini engelleme karan aldıklarını öğrenince Hz. Ömer'in ikazı üzerine arkadan silah da getirtilmişti. Müslümanlar, başlangıçta yanlarına si*lah bile almadan, hem hasret gidermek hem de umre ibadeti yapmak üzere yola çıkmışlar; üstelik Peygamberimizin 27. âyette zikredilen bir rüyasını umrenin he*men gerçekleşeceği şeklinde yorumlamışlardı. Bütün bunlardan sonra yolları ke*silip umreleri engellenince nasıl bir moral bozukluğuna, kafa karışıklığına ve is*yan duygusuna kapıldıklarını kestirmek zor değildir. Ama Allah "onların gönülle*rinde olanı", yani içine düştükleri huzursuzluk ve bunalımı bildiği için derhal rah*met kapılarını açmış, yüreklerine su serpmiş, heyecan ve öfkelerini huzur ve tat*min duygusuna çevirmiştir. Bu ruh fırtınasını temsil eden Hz. Ömer, Peygamberi*mizin ve Hz. Ebû Bekir'in açıklamaları üzerine sakinleşmiş, heyecanla söylenmiş sözlerinden dolayı da pişman olmuş, telâfi için ibadetler yapmış, sadakalar dağıt*mıştır. "Gönüllerde olanı" iman, ihlâs ve bağlılık olarak yorumlayanlara göre de Allah, ashabın heyecan sebebiyle edep sınırlarını zorlayan davranışlarını gönülle -rindeki iman ve sevgi sayesinde bağışlamış, heyecanlarını teskin etmiştir.
Sürenin başında geçen fetih Hudeybiye barışı idi, 18. âyette zikredilen yakın fetih, ileride gerçekleşecek, Medine yakınlarında yahudilerin yerleşim merkezle*rinden biri olan Hayber'in fethidir, 19. âyette sözü edilen ganimet de Hayber'de elde edilecek savaş ganimetidir.
20-21. Bu âyetlerin ilkinde "şunlar" diye işaret edilen ganimetler, Hay-ber'den elde edilecek olanlardır. Hayber'den alacakları ganimetler de "çok" ol*makla beraber bundan sonra yapacakları savaşlardan elde edecekleri ganimetler daha çoktur. Allah, Hudeybiye'deki imtihanın ve mahrumiyetin karşılığı ve ödülü olarak Hayber'i ve ganimetlerini hemen vermiştir, diğerlerini ise kendileri henüz bilmeseler ve elde edecek güce sahip bulunmasalar da Allah bilmekte ve onlar için muhafaza etmektedir; zamanı geldikçe de lütfedecektir. Ayrıca ganimet savaşın bir ödülü ise bu ödül maddî olan ve dünyada elde edilenlerden ibaret de değildir, Allah'ın mücahid kulları İçin, gaziler ve şehitler için âhirette hazırladığı, bekletti*ği nice ödüller, bitip tükenmeyen ganimetler vardır.
20. âyetteki "İnsanların ellerini üzerinizden çekmiştir" ifadesi tek taraflı, 24. âyette ise "sizinkini onlardan, onlannkini sizden" şeklinde çift taraflı olarak zikre*dilmiştir. Tarihte gerçekleşen olaylara bakarak tefsirciler burada geçen korumayı, müslümanlar Mekke'ye hareket ettikten sonra kuzey komşuları olan Hayber yahu-dileri ile bazı müşrik Arap kabilelerinin fırsattan istifade ederek Medine'ye hücum etmelerinin Allah tarafından engellenmesi olarak yorumlamışlardır. 24. âyetteki engelleme ise Hudeybiye'de olmuş, hem müşriklerin birkaç kere teşebbüs ettikle*ri baskın hem de müslümanlarm savaşa karar vermeleri engellenmiş, iki tarafın da birbirine zarar vermelerine imkân tanınmamıştır. Bu fetih müjdeleri, gerçekleşen fetihler, elde edilen ganimetler, düşmanın zararlı olacak teşebbüslerinin engellen*mesi, müminlerin sabır ve gayretleri yanında ve bundan da ziyade Allah'ın lütfu-dur. Bu lütfün hikmet ve gerekçesi ise müminlerin imanlarını yaşanan kanıtlarla güçlendirmek ve doğru yolda sebat edip ilerlemelerini sağlamaktır.
22-23. Allah müminlere yardım etmeyi murat ettiği için, meselâ onlar Hu-deybiye seferinde İken yahudiler veya müşrikler Medine'ye hücum etselerdi bile Allah'ın izin ve yardımı ile yenilecek, geri dönüp kaçacaklardı. Çünkü Allah, pey*gamberlerini insan topluluklarına gönderirken onlara dini tebliğ etme ve bir çekir*dek ümmet oluşturma fırsatı da vermektedir; O'nun sünneti, âdeti, kanunu budur ve değişmez.
24-26, Hudeybiye Mekke'ye 17 kilometredir, -günümüzde de Mekke'de oturanların umre için mîkat yeri olan- Ten'înı İse sekiz kilometredir. Mekke şehir sınırının yakınlarında, Ten'îm ve Hudeybiye'de, yani Mekke'nin neredeyse için*de veya -bir başka açıklamaya göre Hudeybiye aşağıda, vadide olduğu için- Mek*ke'nin aşağısında birkaç defa düşmanın Özel hareket ve baskın güçleri yakalanmış, fakat barışı olumsuz etkilememesi için serbest bırakılmışlardır. O zamanlar müş*rik olan Hâlid b. Velîd komutasında iki yüz kişilik bir güç, Usfân önünde bulunan Gamîm isimli bir tepeyi siper alarak mevzilenmiş ve müslümanlar namazda iken ansızın hücum etmeyi planlamışlardı. Müslümanlar Öğle namazına niyetlendiler, sonra vazgeçip ikindiye bıraktılar. Peygamberimiz ikindi namazını salâtü'1-havf (tehlike halinde namaz) usulü ile kıldırdığı ve böylece yüzleri düşman tarafına dö*nük bulunduğu için Hâlid, "Bu adam korunmaktadır" diyerek kararını gerçekleş*tiremedi (Mustafa Fayda, "Hâlid b. Velîd" , Dİ A, XV, 289-292).
Müşrikler, Kabe'yi ziyarete gelenleri engellemek şöyle dursun onlara hizmet vermek şeklinde yerleşmiş bulunan geleneklerine aykırı olmasına rağmen, Câhili-ye psikolojisinin, büyüklük kompleksinin, müslümanlara karşı kalplerinde besle*dikleri kin ve düşmanlık duygusunun etkisinde kalarak Medine'den gelen mümin*lerin Mescid-i Haram'ı ziyaretlerini engellediler; yanlarında getirdikleri yetmiş kadar kurbanlık devenin kesim yerine ulaştırılıp kurban edilmesine de mâni oldu*lar. Peygamberimiz bulundukları yerde kurbanlarını kesip ihramdan çıkabilecek*lerini söyledi ise de müslümanlar bir müddet şaşkınlık ve tereddüt geçirerek bunu yapmadılar ve onu üzdüler. Eşi Ümmü Seleme'nin tavsiyesine uyarak Peygambe*rimiz kurbanını kesince işin ciddiyetini anlayan sahabe bu defa acele ve heyecan*la emri yerine getirmeye koyuldular (Müsned, IV, 323-326; Kurtubî, XVI, 270). Sahabenin ahlâkı, edebi, Hz. Peygamber'den aldıkları eğitimi, Allah ve Resulünün emirlerine tereddütsüz ve ertelemesiz teslim olmayı kaçınılmaz kılıyordu ve genellikle de böyle yaparlardı. Hudeybiye'de olup biten gerilime iki şey sebep olmuştu: a) Peygamberimizin gördüğü rüyaya dayanarak -o yıl gerçekleşeceği açık*lanmadığı halde- ziyaretin hemen gerçekleşeceğine inanmaları, rüyayı eksik yo*rumlamaları, b) Mekke'yi ve Kabe'yi özlemiş oldukları ve ona çok yaklaştıktan halde haksız olarak engellenmeleri karşısında öfke ve heyecanlarını kontrol ede*memeleri. Ama Allah'ın manevî yardımı, Hz. Peygamber'in de kararlı tutumu sa*yesinde bu heyecan fırtınası yatıştı, sahabe asıl çizgilerinin gerektirdiği davranışa döndüler ve her şey yoluna girdi.
Peygamberimizin ve ashabının kestikleri kurbanlar nafile kurbanlar idi; çünkü tek basma umre ibadetinde kurban gerekli (vâcib) değildir. Hudeybiye'nin, harem bölgesi mî serbestlik (hill) bölgesi mi olduğu tartışılmıştır; Hanefîler'c göre bir bölümü harem bölgesine dâhildir. Hac ve umre kurbanı harem bölgesinin her yerinde kesilebilir. Ancak hac kurbanının Mina'da, umre kurbanının ise Merve'de kesilmesi müstehaptır. Günümüzde Merve'de kurban kesme imkânı ortadan kalkmıştır.
Hudeybiye'de engellenen müminlerin, Mekke'de ya kendilerini henüz tanı*madıkları veya bulundukları yerleri bilmedikleri müslümanlar vardı. Eğer savaşa karar verip Mekke'ye hücum etselerdi kurunun yanında yaş da yanacak, bilmeden birçok müslümanın kanına girilecekti. Allah buna razı değildi, Mekke'nin daha uygun şartlarda ve kutsallığına yaraşır şekilde kan dökülmeden fethedilmesini tak*dir buyurmuştu, nitekim İki yıl sonra fetih böyle gerçekleşti.
Mekke'de müşriklerin içinde yaşayan müminler de bulunduğu için savaşın Allah tarafından engellenmiş olması fıkıhçılan, gerektiğinde düşmanı yenmek, tehlikeyi ortadan kaldırmak için böyle bir durumda savaşa girmenin caiz olup ol*madığı konusunu tartışmaya yöneltmiştir. Ebû Hanîfe ve Süfyân-ı Sevrî'ye göre başka çare bulunmaması halinde büyük zararı küçük zarar karşılığında önlemek için taarruz yapılır, bu arada müslümanlar da isabet alabilir. Mâlik ve Şafiî'ye gö*re ise haram olan bir şeyi araç yaparak mubah olan bir sonuca ulaşmak caiz değil*dir. Mesela müslüman esirlerin ölmesi pahasına bir kaleye hücum etmektense bun*dan vazgeçmek gerekir, Kurtubî iki gurubun İttifak etmeleri gereken bir durumu şöyle dile getirmektedir: Ortada bütün müslümanlan veya o bölgedeki müslüman-lann tamamım ilgilendiren küllî (genel) ve kesin bir zorunluluk varsa az sayıda müslümanın ölmesi ihtimali göze alınarak tehlike defedilmelidir; buna kimsenin itirazı olamaz. Müslüman esirleri siper yaparak müslümanlann kalelerine veya mevzilerine doğru ilerleyen düşmana atış yapılma zarureti konumuza bir örnektir (İbnü'l-ArabîJV, 1708; Kurtubî, XVI, 274).
Meali
27. Allah, Resulüne gerçeğe uygun rüyasında doğruyu bildirmiştir. Al*lah izin verirse hiçbir şeyden korkmaksızın, (umrenizi yaptıktan sonra) ya saç*larınızı kazıtarak veya kısmen kestirerek, güven duygusu içinde Mescid-i Ha-ram'a muhakkak gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilmektedir ve bun*dan başka hemen gerçekleşecek bir fethi de takdir buyurmuştur.
Tefsiri
27. Rivayet tefsirlerinin ve siyer kitaplarının ortaklaşa verdikleri bilgiye gö*re Peygamberimiz Hudeybİye'ye gelmeden önce veya burada iken rüyasında Mek*ke'ye girdiklerini ve burada tıraş olduklarını görmüş, bunu da ashabına anlatmış*tı. Rüyayı işitenler hemen bu seferde Mekke'ye gireceklerini ve umre yapıp tıraş olacaklarını zannettiler, rüyayı böyle yorumladılar. Olaylar farklı gelişip barış ve antlaşma yaparak geri dönme kararı verilince münafıklar rüya olayını kullanarak kafaları karıştırmak üzere harekete geçtiler, bazı müminlerin de kafalarında tered*dütler oluştu. Hz. Peygamber'e gelip durumu sordular; o da "Ben bu yıl olacak de*medim, rüyada da bu yıl olacağını görmedim" dedi. Hz. Ebû Bekir de aynı şeyi söyledi. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:33 am | |
| Muhammed Sûresi
47
Muhammed Sûresi İndiği Yer : Mekke İniş Sırası : 95 Ayet sayısı : 38
Nüzulü
Sûre Medine'de, Bedir savaşından sonra ve muhtemelen Uhud savaşı esna*sında, Hadîd sûresinin peşinden nazil olmuştur. Mekke'de indiğini söyleyenler, İbn AbbaY in, 13. âyeti kastederek "Mekke'de, Hz. Peygamber oradan keder için*de ayrılırken germiştir" sözünü genelleştirerek yanılmışlardır (Kurtubî, XVI, 216; İbn Âşûr, XXVI, 71). Bu ayrılıştan maksat hicret ise yalnızca 13. âyet Mekke'de inmiş demektir, Veda haccındaki ayrılış kastediliyorsa o da Medine'de inenlere dahildir.
Adı
Sûrenin meşhur adı Muhammed'dir. Peygamberimizin adı Âl-i tmrân sûre*sinde de geçmekle beraber (3/144) bu sûre ondan önce geldiği ve 2. âyetinde is*mine yer verildiği için onun adını almıştır. Ana konularından biri savaş olduğu, müminleri Allah yolunda savaşa teşvik eden âyetlere yer verildiği ve 20. âyetinde, "savaş" anlamındaki "kıtal" kelimesi geçtiği için sûre bu isimle de anılmıştır.
Konusu
Temel konusu, savaş belâsından kurtulmak ve barışı devamlı kılabilmek İçin barış düşmanlarının savaş gücünü yok edinceye kadar onlarla savaşmaya teşviktir. Bu temel konu çerçevesinde şu hususlara da temas edilmiştir:
İman edenler ile etmeyenlerin yapıp ettiklerinin, dünya ve âhiret hayatın*da işe yaraması ve Allah katındaki değer bakımından karşılaştırılması.
Allah'ın yardımı, ödüllendirmesi ve doğru düşünmeye muvaffak kılması bakımından iman edenler ile etmeyenlerin farkları.
Münafıkların tipik davranışları.
Dünya ve âhiret nimetlerinin karşılaştırılması.
Dünya hayatının imtihan hikmeti ile bağlantısı.
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. İnkâr yolunu seçip Allah yo*luna da engel koyanların yapıp ettiklerini O boşa çıkarmıştır, 2. İman edip güzel şeyler yapanların, valilerinden gelmiş bir gerçek olarak Muhammed'e indirilene inananların ise günahlarını affetmiş ve durumlarını düzeltmiştir. 3. Bunun da sebebi şudur ki, inkâr edenler boş şeylerin peşine düşmüşlerdir, iman edenlerse rablerînden gelen gerçeğe uymuşlardır. Allah insanlara ken*dilerinden örnekleri işte böyle vermektedir.
Tefsiri
1-3. Gelecek birkaç âyette daha müminler ile kâfirler, çeşitli yönlerden kar*şılaştırılmaktadır; buradaki mukayese ise düşünce modelleri ve işlerde basan ba*kımından yapılmaktadır. İnsanlar düşünürken fıtrî düşünme yetenekleri yanında ön yargılar, inançlar ve kabullerden de yararlanırlar. Allah'ı, peygamberi ve âhi-reti inkâr edenlerin, düşüncede ve pratikte her şeyi yerli yerine koymaları müm*kün değildir. Ömürlerini uğrunda harcadıkları şeyler fanidir, değerleri izafîdir, he*defleri güdüktür; yaratılış amacı ve ebedî hayat göz Önüne alındığında, geçici ba*sanları aslında başarısızlıktır.
Meali
4. Kâfirlerle savaşa girdiğinizde hemen öldürücü darbeyi vurunuz, niha*yet onları çökertince esirleri sağlam bağlayınız. Sonra ya karşılıksız bırakır*sınız yahut bedel alarak; ta ki savaş ağır yüklerini indirsin (sona ersin). İşte böyle; Allah dileseydi onları bizzat cezalandırırdı, fakat sizleri birbirinizle denemek istiyor. Allah, yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarma*yacaktır. 5. (Dünyada) onlara doğru yolu gösterecek, durumlarını düzeltecek*tir. 6. (Âhiiette ise) kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır. 7. Ey iman eden*ler! Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır. 8. İnkâr edenlere gelince onların sonu felakettir, amellerini de Allah boşa çıkarmıştır. 9. Bu onların, Allah'ın indirdiğinden nefret etmeleri sebe*biyledir. Allah da onların yaptıklarını sonuçsuz kılmıştır. 10. Yeryüzünde do*laşıp da kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmediler mi? Allah onların köklerini kazıdı, bu kafirleri de benzer sonuçlar beklemektedir. 11. Bu, iman edenlerin yar ve yardımcılarının Allah olmasının, kâfirlerin ise böyle bir yardımcılarının bulunmamasının sonucudur. 12, Şüphe yok ki Al*lah, iman eden ve güzel şeyler yapanları, zemininde ırmaklar akan cennetle*re sokacaktır, inkâr edenlere gelince onlar da nimetlerden yararlanır, tıpkı hayvanlar gibi yiyip içerler; ebedî kalacakları yer ise cehennemdir.
Tefsiri
4. Enfâl sûresinde (8/67) düşmana Öldürücü darbeyi vurup savaş güçlerini çö-kertmedikçe ganimet ve esir alma gibi şeylerle meşgul olunmaması emredilmişti. Bu âyet aynı hükmü teyit ettikten sonra esirlere nasıl muamele edileceğini açıklı*yor.
"Esirleri sağlam bağlamak"tan maksat kaçmamaları için gerekli tedbiri al*maktır. Bundan sonra onlara ne yapılacağı konusunda yetkililere iki seçenek gös*terilmektedir: Ya bedelsiz, bir lütuf olarak salıvermek yahut da bir müslüman esir ile değişmek, salmaya karşılık maddi menfaat sağlamak, bu mânada bir bedel kar*şılığında serbest bırakmak. Âyette esirlere yapılacak başka bir muameleden söz edilmiyor. Bu sebeple büyük hukukçulardan Atâ ve Hasan-ı Basrî, "Esirin öldü- rülmesi caiz değildir, devlet başkanına böyle bir yetki verilmemiştir" demişlerdir; biz de bu görüşe katılıyoruz. Müctehidlerin çoğunluğu ise esirlerin öldürülmesi*nin de caiz olduğu kanaatine, âyetin başını (yani kâfirleri öldürün ifadesini) ve ba*zı uygulamaları delil gösteriyorlar. Bize göre bu deliller de zayıftır. Âyetin başı sa*vaş hali ile ilgilidir, burada ise savaş bitmiş ve düşman esir alınarak etkisiz hale getirilmiştir, ona ne yapılacağı da açıkça anlatılmıştır. Örnek gösterilen uygulama*larda bazı esirlerin öldürülmeleri özel sebeplere ve suçlara dayanmaktadır.
Bu noktada tartışılması gereken bir konu da esirlerin köleleştirilmeleridir (is-tirkak). Hz. Peygamber'in böyle bir uygulaması yoktur. O, esirleri kurtulacakları güne kadar himaye edilmek ve hizmetinden yararlanılmak üzere bazı ailelere ver*miş, fakat köleleştirme yapmamıştır (Seyyid Sabık, Fıkhu's-sünne, II, 688). On*dan sonra gelen halifeler misilleme yoluyla bu uygulamaya nâdir olarak yer ver*mişlerdir. Daha sonra esirlerin köleleştirilmeleri uygulaması -bize göre Kur'an'ın amacından sapılarak- yaygınlaşınca fıkıhçılar bunun meşruiyetini, zayıf temellere dayandırmışlardır. Bu delilleri tenkit etmeden açıklayan İbn Âşûr, "bedelsiz" mâ*nasında olmak üzere "karşılıksız" diye tercüme ettiğimiz "mennen" kelimesinin mânasına köleleştirmenin de girdiğini, çünkü öldürmemenin bir lütuf olduğunu ifade etmektedir (XXVI, 81). Bu delillendirmenin zayıf yönü, esiri öldürmenin ca*iz olduğunu veri olarak almasıdır. Halbuki bunun tartışmalı olduğunu yukarıda ifade etmiş bulunuyoruz. Ayrıca bir kimseyi köleleştirmeyi "lütuf saymak" için kelimeyi ve kavramı iyice zorlamak gerekir. Bizim anladığımıza göre Kur'an'ın hedefi, insanları köleleştirmek, kölelik için meşru kaynak icat etmek değil,bir sos*yal krize yol açmadan zaman içinde köleliğe son vermektir (Bu konuda farklı gö*rüşler için bk. Kurtubî, XVI, 219 vd.).
Savaşla ilgili talimatın bağlandığı gerekçe, İslâm'ın savaş ve barış hakkında*ki temel düşüncesini anlamak bakımından oldukça önemlidir: "Ta ki savaş ağırlık*larım indirsin (sona ersin)." Kur'an, haksız yere cana kıymayı sona erdirmek için öldürenin canına kıyılmasını (kısas) istiyor; aynı şekilde yeryüzünde savaşın sona ermesi; barış, hak ve din özgürlüpnün hakim olabilmesi için de zalim düşmanla savaşılmasını ve onların savaş güçlerinin çökertilmesini emrediyor.
5-6. Bir önceki âyetin sonu, iki farklı okumaya dayalı olarak iki şekilde an*laşılmıştır. "Allah yolunda savaşanlar" mânasındakİ okuma ve anlayışı benimse*yenlere göre 5. ve 6. âyetlerde zikredilen ilâhî lütuflar dünya hayatında söz konu*sudur; Allah onlara doğru yolu gösterecek (hidayet verecek) ve durumlarını düzel*tecektir. Bizim tercüme ettiğimiz okumaya göre ise Allah yolunda öldürülenlere doğru yol gösterilmekte ve durumları ıslah edilmektedir. Bunu "cennette yerlerini göstermek ve günahlarını bağışlayarak cennete girecek hale getirmek, huzur ve sü- kûna kavuşturmak" şeklinde yorumlamak mümkün olmakla beraber bu yorumda lafızlar zorlanmaktadır. Bizim tercih ettiğimiz anlayışta âyet, "öldürülmeden ön*ceki oluşu" İfade etmektedir; yani Allah yolunda öldürülenler daha Önce, onların şehit olacaklarını bilen Allah'ın lütfü ile bu kıvama gelmekte, öldükten sonra da Allah'ın dünyada İken kitabında anlatarak tanıttığı veya oraya girdikten sonra ta*nıtacağı cennete girmektedirler.
7. Allah'ın yardıma ihtiyacı bulunmadığı kesin olduğuna göre "Allah'a yar*dım", mecazî olarak "O'nun dinine, peygamberine" yardım demektir. Bu âyet bir ilâhî sünnete (imtihan ve sa'y olarak anılan âdete, kanuna) ışık tutmaktadır: Allah dünya hayatını imtihan için takdir buyurduğundan yardımını da kulun kendisine düşeni yerine getirmiş olmasına, sözlü dua yanında amel ve çabalarıyla fiilî duası*nı da yapmış bulunmasına bağlamıştır. Kul iyiliğe doğru bir adım atarsa Allah, yardım ve ödül olarak bin adım atmaktadır.
8-12. Nefsânî arzularına göre yaşamak İsteyen, özgürlüklerinin din ve ahlâk tarafından da olsa kısıtlanmasına rıza göstermeyenler, bu sınırlan getiren, insanı disiplin altına almayı, eğitmeyi ve kâmil kılmayı hedefleyen dine ve dini anlatan ilâhî kitaba, Peygamber'e karşı nefret duyarlar. Bu nefret onların hidayet kayna*ğından yararlanmalarını engeller; sonuç ise boşa geçirilmiş, fâniye harcanmış, ebedî mutluluk kazancı bakımından iflas ile bitmiş bir hayattır. 13. Seni dışan çıkaran şehrinden daha güçlü nice şehri helak ettik; on*lara yardım edecek kimse de yoktu. 14. Rabbinden gelmiş kesin bir kanıta da*yanan kimse, kötü işi kendine güzel gösterilen ve arzularının peşinde giden kimse gibi olur mu hiç! 15. Rabbine itaatsizlikten sakınanlara vaad edilen cennetin temsili şudur: İçinde doğal nitelikleri bozulmamış su ırmakları, tadı bozulmamış süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları bulunan bir bahçedir. Onlar için ayrıca orada her meyveden nercirttiir. üstelik rablerinden bir de bağışlama lütfü. Şimdi bunlar, ateşte devamlı kalan, bağırsaklarını parçalayan kaynar su içirilen kimseler gibi otur mu hiç! 16. İçlerinden sana kulak verenler de var. Nihayet senin huzu*rundan ayrılınca, bilgi sahiplerine, "Biraz önce ne söyledi?" diye sorarlar. İş*te Allah bunların kalplerini mühürlemiştir, arzularının peşine takılıp gitmek*tedirler. 17. Doğru yolu bulanlara gelince Allah onların bu yolda devam et*melerini sağlar ve kendilerine takva şuurunu bahşeder. 18. Onlar (yola gel*mek için) kıyamet vaktinin ansızın gelivermesini mi bekliyorlar! Halbuki onun alametleri geldi. O gelip çatınca akıllanın başlarına devşirmeleri neye yarar! 19. Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. Kendi günahın için, erkek ka*dın müminler için Allah'tan af dile. Ne yapacağınızı ve yerinizin neresi olaca*ğım Allah bilir.
Tefsiri
13. Kurtubî'nin sahih olduğunu açıklayarak naklettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'yi terketmek mecburiyetinde bırakılınca, Sevr mağarası*na geldiğinde geriye dönüp Mekke'ye bakarak hüzünlenmiş ve "Ey Mekke! Sen Allah'ın en çok sevdiği, benim de en çok sevdiğim bir şehirsin. Eğer senin müş*riklerden oluşan halkın beni çıkarmamış olsalardı seni asla terketmezdim" demiş, bunun üzerine onu ve ümmetini teselli İçin bu âyet inmiştir (XVI, 226). Mekke müşriklerinin de akıbeti Allah'ın dediği gibi olmuş, ileri gelenleri yok edilmişler, güvendikleri güçleri onlara fayda vermemiş, acı sonu engelleyememiştir.
14-15. Hz. Peygamber ve diğer müminler Mekke'den Medine'ye göç ederken her şeylerini kaybetmiş, zarara uğramış, şirk ve İnkârda ısrar eden müşrikler ise ka*zanmış gibi görünüyorlardı. Bu görüntünün geçici ve aldatıcı olduğu, biri dünyaya diğeri âhirete ait ikî önemli değer üzerinden yapılan bir mukayese ile anlatılıyor. Dünyada müminlerin değerli kazanımlan kesin iman ve bilgidir; bu iman ve bilgi*nin aydınlattığı bir hayat yolunda ilerlemeleridir. Buna karşılık müşriklerin İnanç*ları kanıtsız, bilgileri temelsizdir; gece karanlığında el yordamıyla yol bulmaya ça-hşmaktadırlar. Müminlerin âhiretteki değerli kazançları, âyette misal verilerek an*latılan cennettir, Allah tarafından bağışlanmaktır, O'nun rızasının tecellisini yaşa*maktır. İnkarcıların âhirette elde ettikleri şey İse acılarla dolu cehennemdir. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:33 am | |
| - Cennetin doğrudan kendisini anlatmak, onu dünya hayatına ait kelimeler ve kavramlarla tanıtmak, insan zihninin yapısı bakımından mümkün değildir. Orası ayn bir âlem, ayrı bir varlık boyutu, farklı bir mahiyetler bütünüdür. Ama yine de insanları imrendirmek ve Özendirmek için bir şekilde anlatılması gerekir. Kur'anuı âhiret hallerini anlatmak için seçtiği anlatım yolu, İnsanların en azından kendi ya*şadıkları, algıladıkları dünya hallerinden örnekler vererek onların âhiret hakkında kıyaslama yoluyla bir fikre varmalarını sağlamak, bunun için mecazlar kullanmak ve misaller vermektir. Âyette verilen misaller sonuçta cennet hayatının, çeşitli zevklerle dolu, insanın mutluluk içinde yüzeceği bir hayat olduğu noktasına vanr.
16-17. Burada mukayese münafıklar ile müminler arasındadır. Münafıklar Hz. Peygamber'in yanında ve yakınında bulunuyor ve onu dinliyorlardı, ama kalp*lerinde iman bulunmadığı için bu beraberlik ve ondan duydukları şeyler kendile*rini rahatsız ediyor, yeri geldikçe alay ederek, olmadık sorular sorarak, problem*ler çıkararak rahatlamaya çalışıyorlardı. Hem dinleyip hem de başkalarına "O şim*di ne dedi!" diye soru sormak, bir yandan dinlediklerini alaya almak, bir yandan da söyleyeni önemsememektir. Bu tavır ve davranışın sonu kalbin kararması, zih*nin şartJanması, doğruyu arama ve bulma kabiliyetinin körleşmesidir. Müminler ise Peygamberlerini dinleyerek onun açıklamalarından yararlanmakta, akıllarım düzgün çalıştırmakta, doğru yolda ilerlemeye devam ederken davranışlarında Al*lah'a itaati merkeze almaktadırlar.
18. Hz. Peygamber'in şahsiyeti, ahlâkı, tebliğ ettiği Kur'an'daki ikna edici deliller ve kıyamet alametleri, aklını iyi kullanan kimselerin imana gelmeleri için yeterli etkenler ve delillerdir. Ancak inkâra saplanıp kalanlar bir türlü iman etme*mekte, âdeta kıyameti beklemektedirler. Kıyamet kopunca iman etmenin de, ibret almanın da faydası yoktur, o zaman artık İmtihan bitmiş, cevaplar açıklanmış ol*maktadır.
Kıyamet alâmetleri, kıyametin yaklaştığını gösteren olaylar ve oluşlardır. İman konularını içeren kaynaklarda, ilgili rivayetlere dayanılarak bu alâmetlerin küçükleri ve büyükleri hakkında geniş bilgiler verilmiştir. Burada "geldiği bildiri*len alâmetler"in neler olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Muhammed aleyhisselâm son peygamber, İslâm da son dindir. Şu halde gelmiş bulunan en önemli ve objektif alâmetler bunlardır. Peygamberimiz bir hadislerinde, orta ve işaret parmaklarını birleştirerek "Benim gönderilmem ile kıyamet birbirine şu iki parmak kadar yakındır" buyurmuşlardır (Buhârî, "Talâk", 25; Müslim, "Cum'a", 43; "Fiten", 135). Tabii buradaki yakınlık izafî bir yakınlıktır, dünyanın ve İnsan*lığın ömrünün son dilimidir. Bu dilim bütüne nispetle küçüktür, ama kendisi bizim ölçülerimize göre önemli ölçüde uzun ve büyük olabilir. Cibril hadisi diye bilinen hadisin sonunda Peygamberimize "Kıyamet ne zaman kopacak" diye sorulduğun*da onu bilmediğini ifade etmiş, alâmet olarak şunları zikretmiştir: Savaşların art*ması, köleliğin yayılması, ayağın baş olması, kırsal bölge insanlarının kent haya*tının lüksüne kapılmaları ve bu konuda yarışa girmeleri (Müslim, "îman", 1,5,7)
19. Peygamberimizin şahsında insanlara dinin özü olan tevhid kelimesi bir daha hatırlatılmakta ve herkes, kıyamet gelip çatmadan günahlardan tövbe etme*ye, Allah'tan af dilemeye davet edilmektedir. Bunu da geciktirmeden yapmak ge*rekir; çünkü biraz sonra ne yapacağını ve nerede olacağını hiçbir kimse bilemez.
Peygamberler masumdurlar; ümmetlerine örnek olacakları için Allah onları günah işlemekten korumuştur, hatalarını da zamanında tashih ederek kalıcı olma*sını engellemiştir. İslâm inancının önemli bir ilkesi olan ismet (peygamberlerin masumluğu), Hz. Peygamber'in günah işlediğini kabul etmemizi engellemektedir. Bu sebeple âyette geçen "Günahının... bağışlanmasını dile" cümlesini bu inanç esası çerçevesinde anlamlandırmak gerekmektedir. Yapılan yorumlar şöyledir: 1. Sözün muhatabı Hz. Peygamber olmakla beraber asıl hedefi ümmettir. 2. Hz. Pey*gamber tevazu gereği kendi hata ve günahından bahseder ve devamlı Allah'tan af diler olduğu için bu güzel davranışa uygun bir ifade kullanılmıştır. 3. Hz. Peygam*ber İçin günah olan veya onun günah saydığı şey, sıradan insanlar için tabii ve mu*bah olan davranışlardır. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur: "Kalbimin perdelen*diği oluyor ve ben günde yüz defa Allah'tan af ve mağfiret diliyorum" (Müslim, "Zikr", 41) Burada "perdelenme" diye çevirdiğimiz kelime, "Allah'ı anma ve ha*tırda tutma konusundaki kesiklik" olarak açıklanmıştır. Yani Hz. Peygamber her an Allah şuuru içinde yaşamaktadır, bu şuurda anlık kesintileri günah sayıp onla*ra da tövbe etmektedir. 4. Tabâtabâî Mîzân isimli tefsirinde (XVIII, 258, 274) farklı bir yorum yapmış, burada geçen "zenb" kelimesinin günah değil, suç mâna*sında olduğunu, Mekke müşrikleri nezdinde Hz. Peygamber ve müminler suçlu ve Ölüme mahkûm olduklarından bu durumun ortadan kalkması ve onlara karşı ke*sin bir zafer için rabbine dua etmesi istendiğini ileri sürmüş, bu sûreden sonra ge*lecek olan Fetih suresinin başında açıklanan "fetihle zenb'in ortadan kaldırılması" arasındaki sebep-sonuç ilişkisini de delil olarak kullanmıştır.
Hz. Peygamber'in, bütün müminler için Allah'tan af dilemesinin istenmesi, onun şefaat yetkisinin bir delili olarak da değerlendirilmiştir. Meali
20. İman edenler "Keşke bir sûre inse!" derler. Açık ve kesin hükümlü bir sûre indiğinde ve içinde savaştan söz edildiğinde, kalplerinde çürüklük bulunanların sana, ölüm korkusu yüzünden baygınlık geçirmiş kimseler gibi baktığını görürsün; zaten o da başlarına geldi gelecek! 21. Güzel olan itaat*tir, makbul sözdür. Durum (savaş emri) kesinlik kazanınca Allah'a karşı sa*dâkat gösterselerdi onlar için hayırlı olacaktı. 22. İktidara gelmiş olsanız he*men yeryüzünde kötülük çıkaracak ve yakınlık bağlanın parça parça edecek değil misiniz! 23. İşte bunları Allah lanetlemiş, kulaklarım sağu-, gözlerini kör etmiştir. 24. Kur'an'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var! 25. Doğru yol kendileri için apaçık hale geldikten sonra ona arka dönenlere şeytan bunu güzel göstermiş ve kendilerine yanlış yolda iler-leme cesareti vermiştir. 26. Bu da onların, Allah'ın gönderdiği vahiyden hoş*lanmayanlara, "Bazı hususlarda sizin dediklerinizi yapacağız" demeleri yü*zünden olmuştur. Allah onların gizlediklerini bilir. 27. Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak onların canlarını alırken durumları nasıl olacak baka*lım! 28. Bunun da sebebi, Allah'ı öfkelendiren şeylerin peşine düşmeleri ve O'nun hoşnut olacağı şeylerden nefret etmeleridir. Bu yüzden Allah da onla*rın yaptıklarını boşa çıkarmıştır. 29. Yoksa kalplerinde çürüklük bulunanlar, içlerindeki kini Allah'ın asla açığa çıkarmayacağını mı hesapladılar! 30. İs*tersek şüphesiz onları sana gösteririz de yüzlerindeki işaretlerden kendileri*ni tanırsın. Kuşkusuz konuşma tarzlarından sen onları bileceksin. Allah bü*tün yaptıklarınızı bilir. 31. Sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri, zor*luklara göğüs gerenleri ortaya çıkaralım ve sizinle ilgili haberleri de açıklığa kavuşturalım. 32. Yolun doğrusu kendilerince apaçık anlaşıldığı halde inkâr*da ısrar edenler, Allah yoluna engel koyanlar ve Resûl'e muhalefet bayrağı açanlar asla Allah'a bir zarar veremeyeceklerdir; bu, yaptıklarını da sonuç*suz kılacaktır.
Tefsiri
20-21. Müminler cihadın şeref ve ecrine nail olmak, düşmanları yenerek mü*minlerin güvenlik: içinde hayatlarını sürdürmelerini sağlamak, müslüman olma*yanlara da din hürriyeti getirmek için içtenlikle savaşa izin verilmesini, hatta ciha*dın farz kılınmasını isterler. Münafıklar da bu isteğe katılmış gibi görünürler. An*cak cihadı farz kılan âyetler gelince münafıkların gerçek yüzleri ortaya çıkar, kor*kularından bayılmışçasına bakışları donuklasın Ama korkunun ecele faydası yok*tur, korktuklarının başlarına gelmesi mukadderdir. Bazı tefsirciler 20. âyetin sonu ile 21. âyetin başını birbirine bağlamış ve oluşan cümleye şu mânayı vermişlerdir: "Onlara yaraşan itaattir, makbul sözdür." Münafıklar görünüşte itaat etmekte ve yadırganmayacak, şüphe çekmeyecek sözler söylemektedirler. İş uygulamaya ge*lince göründükleri gibi olsalar, söylediklerini yapsalar şüphesiz bu onlar için ha*yırlı olacaktır.
22-23. Bizim "iktidara gelmiş olsanız..." şeklinde çevirmeyi tercih ettiğimiz kısmı, "küfre döndüğünüzde" şeklinde çevirmek de mümkündür. Her iki mânaya göre de imandan ve ilâhî irşattan mahrum olanların sosyal, siyasî ve ahlâkî faali*yetlerde başarılı olamayacaklarına, imkânları kötüye kullanacaklarına, tabii ve sosyal düzeni bozacaklarına işaret edilmektedir.
24. Kalp kelimesi Kur'an'da "akıl ve sağduyu" mânalarında da kullanılmak*tadır. Kur'an insanlara doğru yolu gösteriyor, ancak ondan yararlanabilmek için peşin hükümlerden, kökleşmiş İnançlardan, dengeyi bozan kir ve nefret gibi duy*gulardan kurtularak Kur'an'ı okumak, dinlemek ve üzerinde düşünmek gerekiyor. Kalplerinin üzerinde kilitler bulunan kimselerden maksat, şartiannuşlık ve peşin hükümler yüzünden akıllarını doğru kullanamaz hale gelmiş olanlardır.
25-26. Burada sözü edilen münafıklar, önce iman etmiş iken sonra eski hal*lerine dönenlerdir. Bunlar ve genellikler münafıklar vahiyden ve onun getirdiği İs*lâm'dan hoşnut değillerdi. Bu yüzden İslâm düşmanlarıyla işbirliği yapıyor, bazı konularda onlara yardım ediyorlardı (Haşr 59/11); bütün bunların manevî sebebi de şeytana uymaları, bâtılı hak, çirkini güzel, kötüyü iyi görmeleri idi.
27-28. Kulun vazifesi Allah'ın razı olduğuna razı olmak, O'nun istemediği hal ve davranıştan uzak durmaktır. Açık ve gizli kâfirler ise tam bunun tersini yap*makta, âdeta Allah'a karşı bir muhalefet bayrağı açmaktadırlar. Bu tavır ve ame*lin dünyadaki sonucu başarısızlık, ölüm anından başlamak üzere âhiretteki sonucu ise rezillik ve azaptır.
29-30, İslâm'ın açık düşmanları duygularını açıkça ortaya koyuyor, gizli düş*manları, yani münafıklar İse durumlarını gizlemeye çalışıyorlardı. Allah bunlaruı kalplerindeki kin ve düşmanlığı birçok vesile ile ortaya çıkardı, zaman içinde pek çoğunun foyası meydana çıktı. Davranışlarını kontrol ederek duygularını gizle*yenlerin ise listesi verilmedi, herkes tarafından kolayca tanınmaları için yüzlerine bir nişan konmadı. Fakat Hz. Peygamber ile birkaç yakım Allah'ın yardımı ile on*ları hem simalarından hem de konuşma tarzlarından anlar ve tanırlardı.
"Haberlerin açıklığa kavuşturulmasından maksat, gerçek olup olmadık*larını ortaya çıkarmaktır. Cihad en önemli imtihan aracıdır. Bu imtihanı geçirme*den kendileri hakkında çeşitli haberler yayılan, kanaatler edinilen kimselerin ger* çekten böyle olup olmadıktan cihad sayesinde anlaşılmakta, ortaya çıkmaktadır.
Münafıklardan sonra, sûrenin başında konu edinilen "açık kâfirler ve düş*manlar" yeniden ele alınmakta, onların bütün çabalarının boşa gideceği, Allah'a, Resulüne ve O'nun dinine bir zarar veremeyecekleri bir daha ifade edilmektedir.
MeaS
33. Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resûl'e itaat edin ve yaptıkları*nızı boşa çıkarmayın. 34. İnkâr eden, Allah yoluna engel koyan, sonra da in*kâr halinde ötenler yok mu, işte onları Allah asla bağıramayacaktır. 35. Siz üstün durumda iken gevşeklik gösterip barış çağrısı yapmayın! Allah sizinle*dir, amellerinizin karşılığını asla eksiltnıeyecektir. 36. Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir. Siz iman eder ve Allah'a itaatsizlikten sakınırsanız O da hak ettiğiniz karşılığı verecek, sizden servetinizi de istemeyecektir. 37. Onu sizden istese ve stkışbrsaydı cimrilik ederdiniz de böylece Allah gizli zaafları*nız dışan çıkarmış olurdu. 38. (Ey müminler!) İşte siz Allah yolunda harcama yapmaya çağırılıyonunuz, fakat içinizden bir kısmı cimrilik yapıyor. Halbu*ki cimrilik yapan ancak kendine karşı cimrilik yapmış olur; zira Allah zen*gindir, siz ise yoksulsunuz. Eğer hak çağrısına sırtınızı dönerseniz Allah sizin yerinize başka bir topluluk getirir; artık onlar sizin gibi olmazlar.
Tefsiri
33. Allah ve Resulüne İtaat emredildikten sonra "yaptıklarınızı boşa giderme-yirT" buyurulduğu için bu ikisi arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurulabilir. Buna göre Allah ve Resulüne itaat etmeyenlerin iyi sanarak yapıp ettiklerinin boşa gide*ceği, onlara özellikle ebedî hayatta bir fayda sağlamayacağı anlaşılmaktadır. Son cümle bağımsız olarak alınır ve yorumlanırsa mâna "Başa kakarak veya iyilikleri silip süpüren kötülükler yaparak amellerinizi heder etmeyin" şeklinde olur.
35. Savaş ve barış konusundaki açıklamalar daha önce geçen İlgili âyetlerin tefsirinde yapılmıştı. Burada müminler barış istemekten menedilmiyorlar, ancak üstün durumda iken (veya mümin olmak üstün ve şerefli olmayı da ihtiva ettiği için) zaaf ve gevşeklik gösterip düşmandan önce barış İstemeleri uygun bulunmu*yor, böyle bir davranışın müminleri, "barış, adalet ve din özgürlüğün hâkim oldu*ğu bir dünya düzenini sağlama" amaçlarına ulaştırmayacağına işaret ediliyor.
36-37. Allah müminlerden itaat istiyor, âhiret saadetinden ibaret olan büyük ödülü de müminlerin servetlerine değil, itaatlerine, mümine yaraşan hayat tarzına veriyor. İslâm fıtrat dini olduğuna göre onun teklifleri de fıtrata uygun olacaktır. İnsan tabiatında mal sevgisi, servete bağlılık ve onu koruma arzusu vardır. Bu duygu ve arzulara rağmen müminlerden, âhiret saadeti ve Allah rızası için kesin olarak, hağlayıcı bir buyrukla servetlerinin tamamı istenseydi bu emri yerine ge*tirmede zorlanırlardı, itaatsizlikler otur, beşerî zaaflar kendini gösterirdi. Böyle yapılmadı, farz olan harcamalar ve vergiler dışında kalan ibadet maksatlı harcama*lar (sadakalar, bağışlar) kişilerin tercihine bırakıldı. Bununla beraber dini, ırkı, bölgesi farklı da olsa bütün insan]arın yaşama hakkı bulunduğu, bu hakkın gerçek*leşebilmesi için de her İnsanın yaşamak için muhtaç bulunduğu şeyleri elde etmiş olması gerektiği için cebrî ödemelerin (zekat, fitre, kefaret vb.) temel ihtiyaçtan karşılamaması halinde müsliimanlarm, ihtiyaç fazlası mallarından yine ödeme yapmaları -zarûreten- farz olur, "Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı" mealindeki âyet (Zâriyât 51/19) ile bir seferde Peygambe*rimizin, çeşitli mallan ve ihtiyaç maddelerini tek tek zikrederek "Fazlası olan, İhtiyacı olana versin" deyince sahabenin bu sözden, "ihtiyaç devam ettikçe fazlada haklarının bulunmadığı" sonucunu çıkarmalan da bu zaruret hükmünü desteklemektedir (Müslim, "Lukata", 18). | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:34 am | |
| 46
Ahkaf Suresi
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
66
Âyet sayısı :
35
Nüzulü
Sûre Mekke'de Câsiye'den sonra, Zâriyât'tan önce gönderilmiştir. İbn Âşûr'un tespitine göre (XXIV, 6) bu sûre, peygamberlik geldikten iki yıl sonra vahyedilmiştir.[1]
Adı
Meşhur adı Ahkaf tır. "Kum tepeleri" mânasına gelen bu ketime yalnızca bu sûrenin 21. âyetinde geçtiği için ismi de Ahkaf olmuştur. [2]
Konusu
Hâ-mîm ile başlayan diğer sûreler gibi bunun da başında Kur'ân-ı Kerîm'e dikkat çekilmekte: bu kitabı, sonsuz güç ve hikmet sahibi Allah'ın vahyettiği kesin ve açık bir ifadeyle açıklanmaktadır. Araya diğer konular girmekle beraber sûre boyunca bu temanın işlenmesine devam edilmekte, daha önce de ilâhî kitapların geldiği, bunları tebliğ eden peygamberlere karşı, son peygambere yapılan şeylerin yapıldığı bildirilmekte, çeşitli kanıtlar ortaya konarak Kur'an'm Allah kelâmı olduğu ispat edilmektedir. Sûrenin bu ana konusu dışında şu hususlara da temas edilmektedir:
1.Tek yaratanın Allah olduğu ve O'nun her şeyi bir hikmetle yarattığı.
2.İman etmeyi kolaylaştıran deliller, akıl yürütme şekilleri.
3.İman ve istikametin meyvesi.
4.İnsanın ameli yani yapıp ettikleri, eserleri ile derecesi arasındaki paralellik.
5.Aile fertlerinin karşılıklı hak ve ödevleri.
6.Âd kavmi ile peygamberleri arasında geçenlerin ibret için hatırlatılması,
7.Cinlerin Kur'an'ı dinlemeleri ve imana davet edilmeleri.
8. Başta yaratan ve insana can veren Allah'ın, ölenleri diriltmeye de kadir olduğunun, diriltmeyi takip eden zamanda inkarcıların başlarına geleceklerin hatırlatılması. [3]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2. Kitabın indirili-şi, sonsuz güç ve hikmet sahibi Allah'tandır. 3. Gökleri, yeri ve ikisi arasın-dakileri şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. Ama inkâr edenler kendilerine karşı yapılan uyarıdan yüz çevirmektedirler. [4]
Tefsiri
2-3. Allah gökleri, yeri ve bu ikisi arasında veya dışında ne varsa onları iş olsun diye değil, belli hikmetler, mâkul amaçlar çerçevesinde yaratmıştır, ayrıca yarattıklarına bu dünya hayatını ebedî kılmamış, belli bir süre sonra her şeyi yok edip başka bir âlemde yeniden var etmeyi, ölenleri diriltmeyi murat buyurmuştur. İnsan için yaratılış hikmetinin başında imtihan gelmektedir. İmtihanda başarılı olabilmek için âdeta bir cevap kitabı olarak Kur'an vahyedilmiş, onda insanların akıllarım doğru işletmeleri, iradelerini iyi kullanmaları, doğru yoldan sapmamaları için gerekli bilgiler verilmiş, etkili bir üslûpla uyanlar yapılmıştır. Özgürlük içinde aklını İyi kullanarak iman edenler kitaptan yararlanmışlara da inkârda ısrar edenler ona ve uyarılarına kulak asmamış, böyle bir tebliğ yapılmamış gibi davranmışlardır. [5]
Meali
4. Onlara şöyle de: "Allah'ı bırakıp da kendilerinden medet umduğunuz tanrıları bir düşündünüz mü? Yerden hangi parçayı yarattılar bana gösterin? Yoksa göklerde onların ortaklığı mı var? Eğer iddianız gerçek ise bana, bundan önce inmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin." 5. Allah'ı bırakıp da, yakarmasından habersiz olduğundan kıyamete kadar kendisine cevap veremeyecek olan şeylere ibadet ve dua eden kimseden daha şaşkın kim vardır! 6. Kıyamet sonrası insanlar toplanınca taptıkları şeyler kendilerine düşman olacak ve ibadetlerini de inkâr edeceklerdir. [6]
Tefsiri
4. Müşrikler putların yeryüzünde, insan ve eşya üzerinde bazı etkilerinin bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inancın temelsiz olduğunu ispat için Kur'an'ın kullandığı mantık şudur: Birinin bir şey üzerinde değiştirici etkisinin bulunabilmesi için onun yaratılış ve oluşuna katkıda bulunmuş olma ön şartı vardır; putlar neyi yarattılar ki, onun üzerinde etkileri bulunsun!
İnsanlar göklerde olup biteni göremedikleri için, putların göklerde de bir etkilerinin bulunmadığı ifade edilirken "varsa gösterin" denilmemiş, yalnızca "etkilerinin olmadığı" düşündürücü bir soru şeklinde ortaya konmuştur.
Bir iddia ya akıl ve ilim delili ile yahut da sağlam rivayetlerle (nakil delili ile) ispat edilir. Müşriklerden önce akıl delili istenmiş, arkasından da sağlam bir yazılı veya yazısız rivayet talebi ile yetinilmiştİr. Ancak her iki talep de iddia sahipleri tarafından karşılanamamıştır. [7]
5-6. Yakarma işiten, gören, bilen, isteneni verme gücü bulunan varlığa yapılırsa anlamlı olur. Putlar bunlardan mahrumdur, yalvaranların farkında bile değildir, kıyamete kadar da cevap veremeyeceklerdir. Bütün bunlara rağmen putlara yalvarıp yakaranların şaşkınlıkları apaçık ortadadır. Kıyamet gününde Allah, kendinden başka tapma konusu edinilen varlıklarla onlara tapanları bir araya getirecek, taraflar birbirinden nefret edecekler, tapılanlar Allah'a sığınarak kendilerini savunacak ve gerçekte müşriklerin kendilerine tapmadıklarını da açıklayacaklardır.[8]
Meali
7. Gerçek kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler, onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, "Bu açık bir sihirdir" dediler. 8. Yoksa "O'nu Allah adına uyduruyor" mu diyorlar? Şöyle de: "Onu uydurmuş olsaydım, Allah'a karşı beni korumaya asla gücünüz yetmezdi. İçine gömüldüğünüz iftira batağını O daha iyi bilmektedir. Sizinle benim aramda şahit olarak O yeter. Çokça bağışlayan, rahmetini esirgemeyen O'dur. 9. Ben peygamberler arasında benzeri olmayan biri değilim, bana ve size ne yapılacağım da bilemem, ancak bana vahyedilene uyarım. Ben yalnızca açık bir uyarıcıyım." 10. Siz inkâr ederken İsrâiloğulların'dan bir tanığın onun benzerine tanık olduğunu ifade ettiği, bunun üzerine siz büyüklenirken onun iman ettiği kitap ya gerçekten Allah katından gelmişse! Hiç düşündünüz mü? Şüphe yok ki Allah, hakka karşı cephe alanları doğru yola iletmez. 11. İnkâr edenler inananlara şöyle dediler: "Eğer bu iyi bir şey olsaydı bizi bırakıp da onlara gelmezdi!" Onunla doğru yolu bulamadıktan için "Bu eski bir yalandır" demeye devam edeceklerdir. 12. Oysa bundan önce de bir rehber ve rahmet olarak Musa'nın kitabı gelmişti. Bu ise önceki kitapları onaylayan, haksızları uyarmak için ve iyi yolda olanlara müjde olarak Arap diliyle gelmiş bir kitaptır. [9] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:39 am | |
| Tefsiri
7-8. Kur'an'a muhatap olanlar onun olağanüstü bîr metin olduğunu gördüler ve anladılar. Ancak içinde bulundukları ve yararlandıkları konum sebebiyle gerçeği inkâr ettiler, olağanüstülüğü ise sihir diyerek geçiştirmeye çalıştılar. Eğer sihir iddiası doğru olsaydı Hz. Peygamber'in Kur'an'ı kendisi uydurup Allah'a aitmiş gibi göstermesi gerekirdi. Bu durumda nelerin olacağı konusuyla İlgili âyette yer alan açıklama, yalancı peygamberleri bekleyen acı akıbeti de haber vermektedir, [10]
9. Peygamberliğin başlıca özellikleri sıralanıyor: a) Bütün peygamberler temel özellikler bakımından birbirine benzerler. Daha önce bir peygamberi tanımış ve ona İnanmış olanların sonra gelen hak peygambere inanmasında güçlük olmamalıdır, b) Peygamberler de dahil oimak üzere Allah'tan başka hiçbir varlık -istisnaî durumlarda Allah bildirmedikçe- saybı bilmez: gelecekte olacaklar da gayba dahildir, nitekim Hz. Peygamber bunu bilmediğini açıkça ifade etmektedir, c) Peygamberlerin özel bilgi kaynaklan vahiydir. Vahiy diğer inananlar gibi peygamberler için de bağlayıcıdır; ona uymak, uygun davranmak mecburiyeti vardır, d) Allah'tan emir alarak insanları dînî hayatları bakımından uyarma, dünyada yaptıklarının âhirette nasıl karşılık bulacağını bildirme görevi peygamberlere aittir, onlardan başka -bu mânada- uyarıcı yoktur, âlimler ve eğitimciler bu görevi peygambere tabi olarak yerine getirirler.
"b" maddesinde ifade edilen husus tefsirciler arasında tartışılmıştır. Bazıları, "Onun bilmediği dünyada olacaklardır, âhirette kimlerin başına nelerin geleceğini bilir" demişlerdir. Bize göre bu bilgi de şahıs şahıs değil, geneldir, iman ve amellerin sonuçlarıyla ilgilidir. Dünyada olsun âhirette olsun onun bildiği münferit, özel, belli olaylar ve olacaklar, istisnaî olarak ve belli hikmetler çerçevesinde Allah'ın bildirmesi, vahyetmesiyle bilinmiştir. Buhârî'nin aktardığı şu bitgi de bu anlayışı açıkça desteklemektedir: Medine'ye hicret eden müminler, oranın yerlilerine misafir edilmeleri İçin dağıtılmış, Osman b. Maz'ûn isimli sahâbî de misafir kaldığı evde hastalanmış ve âhirete göçmüştü. Cenaze kefenlenmiş halde iken Hz. Peygamber eve gelmiş, evin hanımı ona ölü hakkındaki kanaat ve duygularını şöyle ifade etmişti: "Allah'ın rahmeti üzerine olsun ey Osman! Sana tanıklık ederim ki Allah'ın ikram ve ihsanına nail oldun." Peygamberimiz hanıma, "Ona Allah'ın ihsanda bulunduğunu nereden biliyorsun?" diye sorunca kadın kendine geldi, "Bilmiyorum ey Allah'ın Resulü" dedi. Peygamberimiz de şöyle buyurdu: "O, rabbinden gelen şüphe götürmez gerçekle karşı karşıyadır, ben onun için hayır umuyorum. Yemin ederim ki ben Allah'ın elçisi olduğum halde hakkımda ne yapılacağını bitmiyorum." Kadın da ekledi: "Vallahi ben de bundan sonra hiçbir kimseyi ('Onun günahı yoktur, makamı cennettir' diyerek) tezkiye etmem. [11]
10-12. Sûrenin ana konusu Kur'an'ın Allah kelâmı, Muhammed aleyhisselâ-mın da gerçek peygamber olduğunu ispat etmektir. Bu maksatla sıralanan deliller ve ikna edici tartışma çerçevesinde bu âyetlerde şunlara yer verilmiş olmaktadır:
a) Kur'an'a ve Peygamber'e iman edenler bulunduğuna göre inkarcıların bunda ısrar etmek yerine bir de "Ya gerçek ise, Allah'tan gelmiş ise biz ona inanmamakla neleri kaybetmiş olacağız" diye düşünmelerinin akıl kân olduğu.
b) Kur'an'ın Allah'tan geldiği ve Peygamber'İn doğru söylediği konusunda tanıklık eden, bununla da kalmayıp ona inanan bazı yahudilerin tanıklıklarının dikkate alınması gerektiği. Bu şahidin kim olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmış, rivayetlere yer verilmiştir. Bu cümleden olarak "Şahit Hz. Musa'dır, Tevrat'ta Hz. Peygamber'İn geleceğini bildirmiştir"; "Yahudi iken müslüman olan Abdullah b. Selâm'dır"; "Mekke müşriklerinin ticaret için gittikleri Medine'de ve başka yerlerde karşılaştıkları bazı yahudilerdir" diyenler olmuştur. Birinci ihtimal oldukça zayıftır; çünkü bu şahitlik Mekkeliler için İkna edici olmaz. İkinci ihtimal bazı sağlam rivayetlere dayanmakla beraber sûrenin Mekke'de inmiş olması bu yorumu zayıflatmaktadır. Bunu savunanlara göre sûrenin bütünü Mekke'de inmiş olmakla beraber bu âyet daha sonra Medine'de gelmiş ve sûredeki yerine konmuştur. [12] Bize göre ikinci ve üçüncü ihtimaller birbiri ile çelişmediği için kabul edilebilir niteliktedir.
c) İnkârda ısrar eden Arap müşriklerinin, servet ve saltanatlarına güvenerek Allah'tan gelecek her iyi ve güzel şeyin öncelikle kendilerine gelmesi gerektiği konusundaki değerlendirrrielerinin yanlış olduğu; insanların Allah katındaki değerlerinin servet ve saltanata değil, imana, ahlâka ve iyiliklere bağlı olduğu.
d) Araplar'ın yakınlarında olan ve temas halinde bulundukları yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'ı ölçü olarak almalarının uygun olacağı. Hz. Mûsâ ve Tevrat ile Hz. Muhammed ve Kur'an arasında önemli benzerlikler vardır, fark dilde ve şekildedir; içerik ve amaç benzerliği, kaynak birliğinin ve gerçekliğin önemli bir delilidir. [13]
Meali
13. "Rabbimiz Allah'tır" diyen sonra da devamlı bu söze uygun yaşayanlara ne bir korku vardır ne de onlar üzüntü çekeceklerdir. 14. İşte bunlar, yaptıklarının karşılığı olarak içinde devamlı kalmak üzere cennetliklerdir.[14]
Tefsiri
13-14. İman ve amel dinin iki direğidir, bunlara sahip olanların ebedî kalmak üzere cennete girecekleri çeşitli vesilelerle ifade buyurulmuştur. Burada ameli temsil eden istikamet kelimesi, Allah rızasını kazandıran davranışlar mânasındaki amel-i sâlihin itidal ve devam üzere olması demektir. İşte bu mânada istikamete sahip olanlar, davranışlarıyla imanlarına sadık kaldıklarını da ortaya koymuş olmaktadırlar. [15]
Meali
15. İnsana, ana ve babasına iyi davranmasını emrettik. Anası onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek doğurdu. Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır. Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince şöyle yakarın "Rabbim! Bana ve ana babama lütfettiğin nimete şükretmeye, razı olacağın işleri yapmaya beni muvaffak kıl. Benden gelecek nesli hayırlı eyle, pişmanlıkla dönüp senin kapına başvurmaktayım ve ben şüphesiz sana boyun eğenlerdenim!" 16. İşte cennetlikler arasında bunların da yaptıklarının güzelini kabul ederiz, kötülüklerini de görmezlikten geliriz. Bu kendilerine yapılagelen gerçek vaattir. 17-18. Ana babasına, "Yeter be! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken beni yeniden dirilip çıkmakla mı tehdit ediyorsunuz!" diyen kimseye ana babası, Allah'tan yardım dileyerek, "Yazıklar olsun sana! İnadı bırak da imana gel. Kuşkusuz Allah'ın vaadi gerçektir." Demekteler. O ise "Bu eskilerin masallarından başka bir şey değil"cevabım vermektedir 18. İşte kendilerinden önce gelip giden insan ve cin toplulukları üe birlikte bunlar hakkında Allah'ın azap sözü gerçekleşmiştir. Onlar gerçekten kaybedenlerden olmuşlardır. 19. Her birinin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah herkesin yaptığının karşılığını haksızlığa uğratılmak -sızın tastamam vermek için böyle yapmıştır. 20. İnkâr edenler ateşin başına getirilince, "Size ait iyi ve güzel şeyleri dünya hayatınızda tükettiniz ve onlardan yararlandınız, şimdi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamanıza ve yoldan çıkmanıza karşılık olarak aşağılayıcı cezayı çekeceksiniz!" denilecektir. [16]
Tefsiri
15-16, Peygamberlere inananlar ve onların yolundan gidenler İle inkâr, isyan ve onlara eziyet edenlerin durumu, ana babalar ile çocukları arasındaki ilişkiyi ha tırlatıyor. Bu sebeple 15-20. âyetlerde o konuya geçilmiş; "ana babaların nice eziyetler çekerek dünyaya getirip büyüttükleri, kendilerine ümit bağladıkları çocuklarının da birbirine benzemediği, kimileri itaat edip iyi davranırken bazılarının da hayırsız çıktığı hatırlatılmış, hem Peygamber (s.a.) hem de müminler teselli edilmiştir.
Bakara sûresinin 233. âyetinde, tam emzirme süresinin iki yıl olduğu ifade edilmişti. Burada İse rahimde taşıma müddeti ile emzirme süresi toplamının otuz ay olduğu zikredilmektedir. Otuz aydan iki yıl çıkarılınca geriye altı ay kalır; bundan da asgarî hamilelik süresinin altı ay olacağı sonucuna ulaşılır. Hz. Osman halife iken, evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bîr kadına zina cezası istenmiş, halife de bunu uygulamaya meyletmişti. Ancak Hz. Ali yukarıdaki hesap ve yoruma dayanarak, altı ay içinde çocuk doğurmanın mümkün olduğunu, kadına zina isnadının delilinin bulunmadığını savundu ve kadın berat etti. [17]
17-18. Ana babaların çocuk eğitimi, çocuğun kimlik ve kişilik kazanması konusunda önemli rolleri ve etkileri vardır. İstisnaları bulunmakla beraber ebeveyn, çocuklarının da kendileri gibi inanmalarını isterler, bunun İçin çaba gösterirler. 17. âyet bu genel çerçeve içinde inanan ebeveyn ile inkâr eden bir evlat arasındaki tartışmayı tasvir ediyor. Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman, önce inanmaz iken sonra inanmış ve iyi bir insan olmuştur, Zeccâc gibi bazı tefsirciler âyetin bu olay üzerine geldiğini ileri sürmüşlerse de -burada Örnek verilen evlat ve benzerlerinin cehennemlik oldukları âyette ifade edildiği için- bu yorum haklı olarak genellikle kabul görmemiştir. Muâviye'nin Medine valiliğine getirdiği Mervân b. el-Hakem, onun emri gereğince halkı Yezîd'in veliahtlığı için biat etmeye zorluyordu. Abdurrahman, "Bu Herakliyüs usulüdür, siz bunu mu getiriyorsunuz?" diyerek biate itiraz etti. Mervân, açıklamakta olduğumuz âyeti kastederek, "İşte bu âyet senin için gönderildi" dedi ve Abdurrahman'ın tutuklanmasını emretti. Abdurrahman kardeşi Hz. Âişe'nin evine sığınarak kurtuldu. Hz. Âişe, Mervân'ın hakaret ve iddiasını redderek, "Bizim hakkımızda gelen âyet bu değil, benim beratımla ilgili olan âyettir" dedi. [18]
İleride, 29-33. âyetlerde cinlerin de Kur'an'ı dinledikleri, bir kısmının ona inandığı açıklanacaktır. 18. âyette hem bir gerçeği bildirmek hem de cinlerle ilgili bilgi edinmeye teşvik için "inkâr eden insanlarla beraber cinlerin de cezalarını çekecekleri" zikredilmektedir. [19]
19. İyiler de kötüler de tek dereceli değildir; iyiliğin ve kötülüğün hem nicelik hem de niteliğine göre sahipleri derecelendirilmiş, ceza ve ödülleri de bu derecelere göre verilmiştir ve verilecektir. Böylece hiçbir kimsenin zerre kadar hakkı zayi edilmemiş, her şey karşılığım bulmuştur. [20]
20. Dünyada kendilerine servet, yetki ve iktidar verilenler bunların hakkım verir, kendilerinin olduğu kadar başkalarının da iyilik ve mutluluğu için gayret gösterirlerse şüphesiz büyük mükâfatlara nail olacaklardır. Aksini yapar, bu nimetleri, insanların peşinde koştuğu güzellikleri bencilce kullanır, hakka ve hukuka riayet etmez, ebedî hayata da gerekli payı ayırmazlarsa âhirete elleri boş olarak giderler. Bütün güzellikler ve imkânlar dünyada ve dünya için harcanmış, kullanılmış ve tüketilmiştir. Burada dünya yoksulları zengin olurken onlar yoksul hale gelmişlerdir; dünyada ezilenler, zulme uğrayanlar güçlü hale gelirken zalimler güçsüz ve zelil bir duruma düşmüşlerdir. Meleklerin onlara ifade ettikleri işte bu gerçektir. [21]
Meali
21. Âd kavminin kardeşini (Hûd) hatırlat. Hani o, kum tepelerinin arasında kavmini -ondan önce ve sonra da bu kabilden uyarılar olmuştur- şöyle uyarmıştı: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size gelecek büyük bir günün azabından gerçekten korkuyorum!". 22. "Sen bizi ilâhlarımızdan uzaklaştırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan tehdidim hemen gerçekleş-tir!" dediler. 23.0 da, "Bu bilgi ancak Allah kalındadır; size bildirmek üzere gönderildiğim mesajı ulaştırıyorum, fakat sizi cehalette direnen bir topluluk olarak görüyorum"^cevabını verdi. 24-25. Felaketi vadilerine yönelmiş, ufku kaplayan bir bulut olarak görünce "İşte bize yağmur getirecek bir bulut" dediler. Hayır, o hemen gelmesini istediğiniz ceza; içinde acılı azap bulunan, rabbinin emri ile her şeyi silip süpüren bir rüzgar! Sonunda sadece evlerinin kalıntılarının görüldüğü bir hale geldiler. Günaha batıp kalmış bîr topluluğu işte böyle cezalandırırız. 26. Onlara, size vermediğimiz yerler ve imkânlar verdik; kendilerim kulak, göz ve kalplerle donattık. Onlara kulakları da gözleri de kalpleri de hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alaya aldıkları şeyler kendilerim kuşatıverdi! 27. Çevrenizdeki nice şehirleri helak ettik, belki dönerler diye uyarıcı işaretler de vermiştik. 28. Allah'tan başka, O'na yaklaştırsın diye edindikleri tanrılar kendilerine yardım etselerdi ya! Aksine onları bırakıp kayboldular. Bunlar kendi düzmecelerinden ve sürdüregeldikleri asılsız iddialardan ibarettir. [22] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:39 am | |
| Tefsiri
21-28. İnancın en önemli üç unsuru tevhid, nübüvvet ve âhirettir. Bütün hak dinlerde bu üç unsur üzerinde önemle durulmuş, insanların bir tek Allah'a iman ve kulluk etmeleri, gönderdiği peygamberin yolundan gitmeleri ve öldükten sonra dirileceklerine, hesap vereceklerine inanarak yaşamaları istenmiştir. Bu sûrenin de temel konuları arasında bunlar vardır. Hz. Peygamber'in muhatabı olan Arap müşrikleri bu üç inanç unsuru karşısında direndikçe hem onları ikna etmek hem de Peygamber'İ ve müminleri rahatlatmak için aynı şekilde davranan geçmiş ümmetlerden örnekler verilmiş, onlann peygamberleriyle tartışmalan, iîeri sürdükleri deliller, peygamberlerin mukabil davranışları ve ortaya koydukları kanıtlar anlatılmıştır, Burada açık örnek Âd kavmi ile "onların kardeşi" şeklinde ifade edilen Hûd (a.s.), kapalı örnek ise 27. âyette zikredilen, o bölgede yaşamış diğer kavimler, ümmetler ve peygamberlerdir. Hz. Nuh'tan sonra kendilerine peygamber gönderilen ilk Arap topluluğu Âd olduğu için burada açık örnek olarak onlar seçilmiştir.
"Âd'ın kardeşi"nden maksat o kavimden gelen, soy olarak o kavme mensup bulunan kimsedir ki burada Hûd peygamber kastedilmektedir. [23]
26. İnsanlara verilen duyu organları ve akıl yoluyla elde edilen bilgilerin duyu üstü konular bakımından yorumlanması, değerlendirilmesi ve bunlardan sonuçlar çıkarılması hususunda inancın belirleyici bir etkisi vardır. İnanmayanlar, kendilerinde ve çevrelerinde gördükleri iman işaretlerini, insanı Allah'ın varlık ve birliğine götüren bilgileri, inananlara göre farklı yorumladıkları için inkârlarında ısrar etmekte, bu bakımdan duyu organları ve akıllan, ebedî kurtuluş]an açısından bir işe yaramamaktadır. [24]
Meali
29. Bir zamanlar cin topluluğundan bir gurubu, Kurân'ı dinlemek üzere sana doğru yönlendirmiştik. Yanına geldiklerinde "Susup dinleyin!" dediler, okuma sona erince de uyarıcılar olarak kendi topluluklarına döndüler.
"Ey halkımız, dediler, "Biz Musa'dan sonra indirilmiş, kendinden öncekileri onaylayan, gerçeğe ve doğru yola kılavuzluk eden bir kitap dinledik.
Ey halkımız! Allah'ın davetçisine uyun ve ona iman edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi acılı azaptan korusun." [25]
Tefsiri
29-31. Cinlerin Hz. Peygamberi dinlemeleri ve ona iman ederek kendi topluluklarını da uyarmak üzere harekete geçmeleri, inkârda direnen müşriklerin ibret ve örnek almalan amacına yöneliktir. [26]
Peygamberimizin Kur'an'ı dinlemek üzere cinleri davet edip etmediği, bu sırada cinleri görüp görmediği konusunda farklı rivayetler vardır. [27] İbn Kesîr (VII, 272-275), her iki iddianın da sağlam rivayetleri bulunduğunu göz önüne alarak şöyle bir yorum yapmıştır: Hz. Peygamber İle cinlerin bir araya gelmeleri birden fazla olmuş, birincisinde onlar dinlemiş, o görmemiş, diğerlerinde ise Peygamberimiz davet etmiş, onları görmüş ve konuşmuş, en azından bir görüşmede İbn Mes'âd da bulunmuş, fakat uzakta durduğu için konuşulanları işitmemistir. [28] 29. âyet, Allah'ın yönlendirmesi ile dinleme arzusunun cinlerden geldiğini ifade etmektedir. Yine bu âyetler grubu, cinlerin de inançları ve dinleri bulunduğuna, inanç ve amellerine göre karşılık göreceklerine delalet etmektedir.
Tevrat ile Kur'an arasında Zebur ve İncil de gelmiş olduğu halde cinlerin bunlardan söz etmemeleri, *Tevrat'm iman, ibadet ve muamelât hükümlerini tam olarak İhtiva etmesi bakımından diğerlerinden farklı ve onların da atıf kaynağı olmasına dayanmaktadır. Bazı tefsirciler cinlerin bu ifadelerinden hareket ederek onların da çeşitli dinlere mensup bulundukları, burada sözü geçen cinlerin yahudi oldukları sonucunu çıkarmışlardır. [29]
Meali
32. Allah'ın çağırıcısına kulak vermeyenler yeryüzünde O'nu âciz bırakamayacak, O'na karşı bir yar ve yardımcı da bulamayacaklardır; bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler. 33. Onlar düşünmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratma konusunda acze düşmeyen Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi! Şüphe yok ki O her şeye kadirdir, 34. İnkâr edenler ateşe getirilince "Bu gerçek değil miymiş?" denilecek, "Rabbimiz hakkı için öyle" diyecekler, Allah da "İnkâr etmiş obuanız sebebiyle azabı çekin!" buyuracaktır. [30]
Tefsiri
32-34. Sûre Allah ve âhiret inancına davet, insanları bu inanca götüren delilleri açıklama konularını baştan itibaren işlemişti. Sonunda yine âhirete iman konusuna geçilmekte, kıyas yoluyla bunun mümkün, hatta ilk yaratmadan daha kolay olduğu ispat edilmektedir. [31]
Meali
35. Azim ve kararlılık sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar için de acele etme. Başlarına geleceği vaktiyle söylenen şeyleri gördüklerinde sanki gündüzün kısa bir süresini yaşamış gibi olacaklar. Tebliğ konusu işte budur; hiç günaha sapanlardan başkası helak edilir rai? [32]
Tefsiri
35. Hz. Peygamber ve ashabının, müşriklerin inkâr ve zulümleri karşısında bunalarak bir an önce iman etmelerini, İnanmayanların da cezalarım çekmelerini istedikleri olmuştur; Allah Teâlâ zamanın izafîliğini vecîz bir şekilde ifade buyurarak müminleri teselli etmekte, bir ömür boyu gecikiyor zannedilen mükâfat ve cezanm, -ezel-ebed çizgisinde bu ömür bir güne bile denk düşmediği için- hiç de gecikmediğini açıklamaktadır.
"Azim ve kararlılık sahibi (ülü'1-azîm) peygamberler" kaydı, bazı tefsircüer tarafından, "peygamberler azim sahibi olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılır" şeklinde bir anlayışa dayanak kılınmıştır. Bu tefsircüer, peygamberlerin hayat hikayelerine, mücadelelerine ve Kur'an'da zikredilme yer ve şekillerine bakarak ülüi-azim peygamberlere ait "Nuh, İbrahim, Mûsâ, İsâ, Muhammed'' gibi listeler de vermişlerdir. Yorumlarına bizim de katıldığımız diğer tefsircüer ise buradaki ifadeden böyle bir anlam çıkarmamış, "Bütün peygamberler azim ve kararlılık sahibidir, Hz. Muhammed de onlar gibi azimli ve sabırlı olmaya çağırılmış, bir mânada Allah tarafından ona da bu nitelikler bahşedilmiştir" demişlerdir. [33] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:40 am | |
| 45
Câsiye Sûresi
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
65
Âyet sayısı :
37
Nüzulü
Mekke'de, Duhân ile Ahkaf sûrelerinin arasında, 65. sûre olarak nazil olmuştur.[1]
Adı
Hâ-mîm ile başlayan yedi sûreden biri olup meşhur adı, "diz çöken, dizlerinin üstüne çöküp kalan" anlamında Câsiye'dir. Kelime sûrenin 28. âyetinde geçmekte, kıyamet sonrasında, mahşer yerinde bekleyen insanların heyecan ve korkularını dile getirmektedir. Varlık ve yokluğu zamana bağlayan bir bâtıl inancın merkez düşüncesini ifade eden dehr kelimesi, Hâmîm'ler içinde yalnız bu surede (24. âyet) zikredildiği için Dehr, yalnız bu sûrenin 18. âyetinde geçtiği için Şeriat da sûreye isim olarak verilmiştir. [2]
Konusu
1. Kur'an'in Allah katından geldiği.
2. Evrendeki varlıkların ve işleyiş kurallarının Allah'ın varlık, birlik, kudret ve hikmetine delil olduğu.
3. Evrendeki birçok nimetin Allah tarafından insanların istifadesine sunulmuş olduğu.
4. Kur'an'ı dinlememenin, onun talimatına uymamanın acı sonuçları.
5. İnanmayanların cezalandırılmasının Allah'a bırakılması.
6. İsrailoğulları örneğinden hareketle Allah'ın nimetlerle ve din kurallarıyla kullarını denediği, imtihanı kaybedenlerin dünya ve âhirette zarara uğrayacakları.
7. İnananlar ile inanmayanların Allah nezdinde aynı değerde olmadıkları,
8. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenleri yeniden düşünmeye sevkeden deliller.
9. Bunca nimetin ve kemalin sahibi olan Allah'a hamdü sena. [3]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2. Kitabın indirilmesi izzet ve hikmet sahibi Allah'tandır. [4]
Tefsiri
1. Sûre başlarındaki bu harflere hurûf-ı mukattaa denir.[5]
2. Müşrikler Kur'an'm, yıllardır aralarında yaşayan Hz. Muhammed'itı eseri olmadığını biliyor fakat bunun kaynağına ulaşamadıkları ve Allah'tan olabileceğini de akıllan almadığı için başka bir İnsan veya cin tarafından öğretilmiş olduğunu ileri sürüyorlardı. Âdette kitap yerine Allah'tan indirilmiş olduğuna vurgu yapılması İşte bu anlayışa dayanmakta, onu yıkmayı hedeflemektedir. [6]
Meali
3. Göklerde ve yerde inananlar için önemli işaretler vardır. 4. Sizin yaratılışınızda ve yeryüzüne yaydığı diğer kımıldayan canlılarda bilenler için deliller mevcuttur. 5. Gece ile gündüzün yer değiştirmesinde, Allah'ın gökten indirdiği rızıkta (yağmurda) -ki, onunla Öldükten sonra yere yemden hayat vermektedir- rüzgârları çeşitli yönlerden estirmesinde düşünenler için alınacak dersler vardır. [7]
Tefsiri
3-5. Evrendeki varlıklar ve bunların düzeni, işleyişi, fonksiyonları, aklını ve bilgisini kullanarak sonuç çıkaranlar ve bu sonuca inananlar için çok şey ifade etmekte, âdeta okumakla bitmez bir kâinat kitabı oluşturmaktadır.
Canlıların rızkı olan hemen her şey ile yağmur arasındaki sebep-sonuç vb. tabii ilişkilerden dolayı âyette yağmura "rızık" denilmiştir. [8]
Meali
6. İşte şunlar, sana gerçekten okuduğumuz âyetlerdir. Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra (buna değil de) hangi habere inanacaklar! 7-8. Kendisine Allah'ın âyetleri okunurken işitip de sonra işitmemiş gibi büyüklenerek inkârda ısrar eden her bir günahkâr iftiracıya yazıklar olsun! Bu sebeple göreceği azabı ona bildir, 9. Âyetlerimiz hakkında bir parça bilgi sahibi olunca hemen onu alay konusu yapmakta. İşte bu gibiler için alçaltın bir azap vardır, 10. Önlerinde cehennem! Ne dünyada elde ettiklerinden ne de Allah'ı bırakıp sırtlarını dayadıkları dostlardan kendilerine bir fayda erişir. Onların nasibi büyük bir azaptır. 11. Bu (Kur'an) bir doğru yol rehberidir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenler için ise en şiddetlisinden elem verici bir azap vardır. [9]
Tefsiri
6-11, Evren kitabı, okumasını bilenleri Allah'a inanmaya ve onun nimetlerine şükretmeye götürdüğü gibi vahyedilen kitap Kur'ân-ı Kerîm de, ona kulak verenleri, gönderene ve tebliğ edene bakarak âyetlerini ciddiye alıp üzerinde düşünenleri, ondan bir hayat rehberi olarak layıkıyla istifade edenleri, dünyada düzgün bir hayat sürme, Allah'ın rızasını elde etme ve ebedî hayatta sonsuza kadar mutlu olma imkânlarına kavuşturur. Bu kitabın kıymetini bilmeyenler, mâkul bir delile dayanmadıkları halde kurulu düzenin kendilerine sağladığı itibar ve menfaatler kaybolmasın diye onu inkâra yönelenler ise dünyada refah içinde yaşasalar bile ebedî âlemde perişan olacaklar, akla hayale sığmaz cezalar göreceklerdir. [10]
Meali
12. Buyruğu ile içinde gemiler yüzsün, lütfettiği nimetleri elde edesiniz ve belki şükredersiniz diye denizi istifadenize veren Allah'tır. 13. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır. [11]
Tefsiri
12-13. Yine kâinat kitabına dönülmekte, deniz, kara ve göklere dikkat çekilerek hem bunların yaratanı bulduran bir gözle okunmasına hem de buralardan insanlara sunulan nimetler sebebiyle Allah'a şükredümesine yönlendirme yapılmaktadır. Araya yerleştirilen 6-11. âyetlerde Kur'an'a dikkat çekilmesi, onun öneminin ve niteliklerinin açıklanması, dolaylı olarak "doğru düşünme, nimetlerden hakkıyla yararlanma ve onları lütfeden Allah'a şükretme vazifelerini yerine getirmek için" insanların, Kur'an'm rehberliğine muhtaç olduklarının altını çizme amacına yöneliktir. Mümin hem aklını ve duyu organlarını kullanarak kâinat kitabım okuyacak, hem de Kur'an'ı okuyarak İlâhî irşattan istifade edecektir; bu takdirde iki kanat elde edilmiş olacak, tek kanatla ulaşılması mümkün olmayan bilgi ufuklarına, aşkın hedeflere ulaşılacaktır. [12]
Meali
14. İman edenlere söyle de Allah'ın (yargı) günlerine inanmayanları bağışlasınlar (onlara dokunmasınlar). Çünkü O bir topluluğu, yaptıklarıyla bunu hak edecekleri için cezalandıracaktır. 15. İyi işler yapan kendisi için yapmıştır, kötülük yapanın da kötülüğü kendinedir; sonra rabbinize döndürüleceksiniz. [13]
Tefsiri
14-15. Âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak birkaç rivayet vardır, bunların ortak noktası, Kur'an'ın, kendisine inanmayanlarla ilgili açıklamalarını kabul etmeyen, dolayısıyla âhirette çekecekleri cezayı da inkâr eden kâfirlerin çeşitli vesilelerle Hz. Peygamber'e (s.a.) ve müslümanlara yaptıkları hakaretlere sahabenin fiilen cevap verme ve cezalandırma teşebbüsleridir. [14] Asıl mücadele konusu daha önemli olduğu için müminler, böyle önemsiz şeylerle meşgul olmaktan, güçlerini bunlar için harcamaktan menedilmişler, teselli olarak da"Kimsenin yaptığının yanına kalmayacağı, Allah'ın hak edenleri gerektiği gibi cezalandıracağı" bildirilmiştir.
"Cezalandıracaktır" kısmını "günler"e bağlayarak âyete, "...Allah'ın, bir topluluğu yaptıkları yüzünden cezalandırmak için tahsis ettiği günlerine inanmayanları bağışlasınlar" şeklinde meal vermek de mümkündür. Bu takdirde din özgürlüğü vurgulanmış, dünyada inanmayanlara basb yapılamayacağı, onların cezalarının âhirette Allah tarafından verileceği ifade edilmiş olmaktadır. [15]
Meali
16. Biz, şüphesiz İsrâiloğulları'na da kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları güzel şeylerle rızıklandırdık ve kendilerini diğer topluluklardan üstün kıldık. 17. Onlara bu işle ilgili açık deliller de verdik. Kendilerine bu bilgiler geldikten sonra sadece hak tanımazlık yüzünden aralarında görüş ayrılığına düştüler. Kuşkusuz rabbin kıyamet gününde, aralarında ihtilafa düştükleri konularda hükmünü verecektir, İS. Sonra seni de ilâhî emre dayalı bir din yoluna koyduk. Onu izle, bilmeyenlerin arzularına uyma! 19. Şüphesiz onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda sağlayamazlar ve kuşkusuz haktan sapanlar birbirlerinin dostları ve koruyucularıdır, Allah da kendisini sayanların koruyucu dostudur. 20. Bu kitap, insanların akimi aydınlatan ışık, inananlar için bir kılavuz, bir rahmettir. [16] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:40 am | |
| Tefsiri
16. Asıl konu Hz. Peygamber'e vahyedilen İslâm dininin önemini, hem onun hem de ümmetinin dine uygun yaşamalarının gerekliliğini açıklamaktır. Ancak konuyu canlandırmak ve geçmiş tecrübelerden İbret alınmasını sağlamak üzere İsrâiloğulları'na bir atıf yapılması uygun görülmüştür.
Allah İsrâiloğutlan'na verdiği üç büyük nimeti ve bu sayede onları nasıl dünyanın en üstün topluluğu haline getirdiğini hatırlatıyor. Bu nimetler kitap (Tevrat),peygamberlik (bu kavimden gelen birçok peygamber) ve hükümdür. Hüküm kelimesi Kur'an'da, "hikmet, yargı ve yönetim gücü" mânalarında kullanılmaktadır. İsrâiloğulları parlak dönemlerinde bu güçlere sahip olmuşlar, hâkim oldukları bölgenin avantajlarından yararlanarak her çeşit dünya nimetinden de istifade etmişlerdir. Duhân sûresinde de (44/32) İsrâiloğulları'nın, bütün diğer topluluklardan üstün kılındığı zikredilmiştir. Bu üstünlüğü mutlak olarak anlayan tefsircilere göre ölçü peygamberliktir; çünkü en fazla peygamber onların içinden çıkmıştır. Üstünlüğü göreceli ve kayıtlı olarak anlayanlara göre onların bu nitelikleri parlak dönemlerinde yaşadıkları çağ ve bölge ile sınırlıdır. [17]
17. Din gelmeden, ilâhî irşada mazhar olamadan insanlar arasında görüş ayrılığı yalnızca haksız taleplere, hak tecavüzlerine değil, hakkın ne olduğu konusundaki bilgisizliğe de dayanır. Din geldikten ve bununla ilgili birçok açıklama yapılıp deliller ortaya konduktan sonra görüş ayrılıkları artık bilgisizliğe değil amel-sizliğe, yani nefsânî arzulara uyarak haktan sapmaya dayanmaktadır. Sözde dindarlar, ilahî emirleri açıkça çiğnemekte zorlanacakları için meşrulaştırma mekanizmasına başvurur, dolambaçlı yollardan haksızlıklarını haklı göstermeye çalışır, hatta giderek buna kendileri de inanırlar. Bu taktik dünyada işe yararsa da âhiret-te iş görmeyecek, orada Allah yanılmaz hâkim olarak hakkı ve haklıyı açıklayacak, herkes hak ettiğini elde edecektir.[18]
18-19. Din ve şeriat ilk defa Hz. Muhammed'e gelmiş değildir, daha önce gelip geçmiş binlerce peygamber vasıtasıyla Allah özü aynı, detay lan farklı dinler göndermiş, bîr yoruma göre aynı olan Öze din (hatta İslâm), farklı olan detaylara, amelî hükümlere, kulluk şekillerine sosyal ve hukukî düzenlemelere de şeriat denilmiştir. Son Peygamber'e ve ondan sonra gelecek olan bütün insanlara gönderilen İslâm dini ve şeriatı, bütün diğer dinleri vahyeden Allah'tan gelmiştir. Ona yalnızca diğer insanlar değil Peygamber de uymak zorundadır. Günlük dilde şeriat kelimesi, yalnızca vahyedilen dini değil, bundan ictihad yoluyla çıkarılmış hükümleri ve âlimler tarafından yapılan yorumları da ifade etmektedir. Peygamber gibi masum olmayan, İctihad ve yorumlarının isabetsiz olma ihtimali de bulunan âlimlerin ictihadlan, hükmü kesin okn vahiy gibi bağlayıcı değildir; bunlar başka âlimler tarafından reddedilebilir, yerlerine yenileri konabilir.
Dinine uygun yaşayanların dostu ve koruyucusu Allah'tır. Hak dinden sapanlar da aralarında dostluk ve dayanışma birlikleri kurarlar; ancak hak dine uyulmaması halinde elde edilecek hiçbir menfaat, kazanç veya edinilecek dostlar kişiyi, Allah'ın cezasından kurtarmaya yetmez ve yaramaz. [19]
20. Özü ve esası Allah'ın vahyi olan din bütün insanlar için bir ışıktır, onlan akıllarını doğru kullanarak imana, ibadete ve güzel ahlâka yönelmeye davet eder. Peşin hükümleri bırakıp vahyin ana konulan üzerinde yeniden düşünerek, kitabın sunduğu delilleri aklın önünde bir ışık gibi kullanarak iman edenler için ise o bir doğru yol kılavuzu ve bir rahmet (ferahlık, mutluluk, bereket ve şefkat) kaynağıdır. [20]
Meali
21. Yoksa kötülüğe gömülüp kalanlar, hayatlarını ve ölümlerini, eşit olarak iman edip güzel davrananlarınla gibi mi yapacağımızı zannediyorlar? Hükümleri ne kadar yanlış! 22. Halbuki Allah gökleri ve yeri ciddi amaçlarla ve hiçbiri haksızlığa uğramaksmn herkesin hak ettiğine göre karşılık görmesi için yarattı. 23. Tanrısını arzusundan ibaret kılan, Allah'ın -bilgisine rağmen (sapmayı tercih ettiği için)- kendisini saptırdığı, kulağmı ve kalbini mühürledi-ği, gözüne de perde çektiği kimseyi bir tasavvur et. Allah'tan sonra onu kim yola getirecek! Düşünmüyor musunuz? 24. Bir de şöyle demekteler: "Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi öldüren ise zamandan başkası değildir." Halbuki onların bu konuda bir bilgileri yoktur, zannetmekten başka bir şey yaptıkları yok. 25. Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğunda, "Doğru söylüyorsanız atalarımızı geri getirin" demekten başka bir delil ileri süremiyorlar. 26. Onlara şöyle de: "Allah sizi hayata getirecek, sonra öldürecek, sonra gerçekleşeceği kesin bulunan kıyamet sürecinde sizi bir araya getirecek!" Bunda kuşku yok ama insanların çoğu bilmez. [21]
Tefsiri
21-22. Din ve şeriat vahyetmekten maksat insanların buna uyması, dünyada Allah'ın rızasına uygun bir hayat sürmesi, ebedî hayatta da bunun meyvesini de-rip mutlu olmasıdır. Din, sınanacak kişinin eline verilmiş bir testi gibidir; onu dolduran ile yolda kıran veya boş getirenin aynı sonucu alması abestir, adalet ve hakkaniyete aykırıdır. Dünya hayatında iman ve itaat edenlerle etmeyenlerin birbirine benzemeyen dünya görüşleri ve hayat tarzlarına sahip oldukları açıkça görülmektedir. İslâmî bir topluluk içinde inkarcılar ile amelsizler, birçok bakımdan iman, güze! ahlâk ve davranış sahiplerinden farklı bir değerlendirmeye tâbi tutulmaktadırlar. Ahirette de herkes dünyadaki inanç, kanaat, beklenti ve çabasına göre karşılık görecek, ebedî nimetleri inkâr edenler ondan mahrum kalacak, ilâhî uyan ve tehditleri umursamayanlar bunların gerçekleştiğine şahit olacak, inanç ve amel yokluğunun sonucuna katlanacaklardır. [22]
23. Âyet "tanrısını arzusundan ibaret kılan" diye başlamakta, bundan sonra Allah'ın yaptıkları kişinin bu tercihine bina edilmektedir. Yani Allah iyi olmak İsteyeni zorla inkâra ve kötülüğe itmemekte, kul bunu tercih ettiği için O da kural ve imtihan gereği belirtilen olumsuz durumları yapmakta, yaratmakta, olmasına izin ve imkan vermektedir.
"Bilgisine rağmen" kaydı, hayatını dinî kayıt ve sınırların dışında yaşayan, Allah'ın rızasına değil, nefsinin arzusuna uyan birçok kimsenin yaptıklarını, Allah nzasına aykırı olduğunu bile bile yaptıklarını ifade etmektedir. Doğruyu ve iyiyi bilmek ona uygun davranmak için yeterli olmamakta, sağlam imana ve uygun eğitime ihtiyaç bulunmaktadır. Bu imandan ve eğitimden yoksun bulunan, zevklerine saplanıp gününü gün eden kimseleri yola getirmek zordur. Âyet bu zorluğa işaret etmekte, ancak kapıyı da açık tutmaktadır. Kul ister ve yönelirse, kulunun sabıkası ne olursa olsun Allah onu bağışlar ve doğru yola getirir. [23]
24. "Ölürüz, yaşarız" cümlesinde önce ölüm sonra dirilme, hayata gelme zikredildiği için bazı tefsirciler bununla, Câhiliye Araplan'nın tenasüh (ruh göçü, reenkanıasyon) inancına işaret edildiğini İleri sürmüşlerdir. İlk bakışta bu mâna ihtimal dışı görülmemekle beraber Araplar'ın böyle bir inanca sahip oldukları yönünde tarihî bir bilgi bulunmamaktadır. Şu halde bu âyette maksat, putperestlerin âhirete, öldükten sonra başka bir âlemde dirilmeye inanmadıklarını, onların bir kısım olumsuz davranışlarına bu inançsızlığın kaynaklık ettiğini açıklamaktır. Başka âyetlerde "ölür diriliriz" sözlerinden sonra "öldükten sonra diriltilecek değiliz" demeleri, maksatlarının tenasühe İnandıklarını göstermek değil, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. [24]
25-26. İnsanlara verilmiş bulunan bilgi vasıtaları ile fizik ötesi âlemi bilmek mümkün değildir; öldükten sonra dirilme ve âhiret de bu âleme dahildir. İnkarcıların bu konudaki iddiaları, bilmedikleri ve bilemeyecekleri bir konuda tahmin yürütmekten ibarettir. Bu sebeple mantık dışı önermelere başvurmakta, olmayacak taleplerde bulunmaktadırlar. "Atalarımızı geri getirin" teklifi de bu kabildendir; çünkü dinin iddiası onları geri getirmek değil, diğer âlemde diriltmek ve bir araya getirmektir, bu da olacaktır. Bu dünyada gidenlerin geri getirilmesi ilâhî programa uygun bulunmamaktadır. [25]
Meali
27. Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnızca Allah'ındır, Kıyamet vakti geldiğinde; hakkı bırakıp batıla sarılanlar işte o gün zarar edeceklerdir. 28. Bütün toplulukları diz çöküp boyun eğmiş olarak göreceksin. Her topluluk kendine ait defterin başına çağrılacak, o gün yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz. 29. "Bu, size gerçeği söylemekte olan kitabımizdır, biz bütün yaptıklarınızı kaydetmekte idik" denilecek. 30. İman edip güzel işler yapanları sorarsan Allah onları rahmet deryasına daldıracak. İşte apaçık başarı budur. 31. Hakkı inkâr edenlere gelince şöyle denilecek: "Âyetlerim size okunur değil miydi? Ama siz kibre kapıldınız ve günaha batmış bir topluluk oldunuz." 32. "Allah'ın vaadi gerçektir, kıyamet konusunda da bir kuşkuya yer yoktur" denildikçe, "Kıyamet nedir bilmiyoruz, biz bu konuda zannetmenin ötesinde bir şey yapamayız, kesin bir bilgiye sahip değiliz" dediniz. 33. (İlâhî vaad gerçekleşince) yaptıklarının ne kadar kötü şeyler olduğunu açıkça gördüler, alaya aldıkları gerçek onları kuşatıverdi. 34-35. Kendilerine şöyle denildi: "Siz bu günle yüz yüze geleceğinizi nasıl unuttunuzsa bugün de biz sizi unutuyoruz. Meskeniniz de ateştir ve size yardım edecek kimseler yoktur. Bu azap, âyetlerimizi alay konusu yapmış obuanız ve dünya hayatının sizi aldatmış olması yüzündendir." O gün artık oradan çıkarılmazlar, mazeretleri de kabul edilmez. 36. Göklerin rabbi, yerin rabbi, bütün âlemlerin rabbi olan Allah'a, yalnız O'na hamdolsun! 37. Göklerde ve yerde ululuk O'na aittir. O sonsuz güç, sınırsız hikmet sahibidir. [26]
Tefsiri
27-29. Öldükten sonra dirilmeyi, dünyada yapıp ettiklerinden hesaba çekilmeyi inkâr eden, bu konuları anlatan âyetleri alaya alars müşriklere, yanlış yollarında devam ettikleri takdirde nelerle karşılaşacakları daha detaylı olarak açıklanmak suretiyle imana gelmeleri teşvik edilmektedir.
Dünyada topluluklar (kavimler, kabileler, ümmetler, milletler...) sosyal gruplar olarak aynimiş, her grup da kendi içinde alt bölünmelere tabi tutulmuş, insanlık tarihinde birçok yer ve zamanda bu gruplar ayrı defterlere kaydedilmiş, burada grubun her ferdi için de bir hane açılmıştır. Âyetlerden anlaşıldığına göre âhîret hesabı bakımından da hem gruplara birer defter tahsis edilmiş, hem de her bir ferdin yapıp ettikleri kayda geçirilmiştir. [27]
32. İnsanoğlu madde ötesi ve gayb âlemi konusunda gerçeğin bilgisini kendini aşan ve gerçekliğinde kuşku bulunmayan bir kaynaktan almak durumundadır. Bu kaynak Allah'tır, bildirme yolu da vahiydir, peygamberlerin tebliğidir. Akıl, vahyi tebliğ eden peygamberin gerçek peygamber olup olmadığını tespit konusunda sonuna kadar işletilecek, bu konuda güven ve inanç oluştuktan sonra artık onun bildirdiklerine kesin olarak inanılacaktır. Dinin mantığı bu olduğu halde müşrikler ters yoldan hareket ederek kıyameti, dirilmeyi, hesabı vb. iman konularını akıtla-nyla kavramaya çalışmakta, bu yoldan bir bilgi edinemeyince de inkâra kalkışmaktadırlar. Kendilerine kıyamet konusunda kuşkuya düşmenin yeri olmadığı hatırlatıldıkça onlar bu ters mantıktan yola çıkarak, "Biz bu kıyamet dediğiniz şeyi bilmiyoruz, zannın ötesinde bir kesin bilgiye sahip değiliz" diyorlar, bu ifadeleriyle akıllan sıra biraz da alay ediyorlardı. Artık onlara yapılacak şey, inat ve ısrar ederlerse nelerle karşılaşacaklarının hatırlatılması idi, âyetler de bunu yapmaktadır. [28]
34. "Bugün de biz sizi unutuyoruz" sözü, gerçek mânasında değil, mecazî olarak "unutulmuşçasına sizi burada devamlı azaba terkederiz" demektir. [29]
36-37. Sûreyi okuyan, içinde anlatılardan idrak eden bir mümin tabii olarak Allah'ın büyüklüğünü hatırlayacak, O'nun ululuk ve kemali yanında kendisinin de içinde bulunduğu hal ve mazhar olduğu nimetler sebebiyle O'na hamdedecektir. Sûre bu hamdın tâlim ve telkin edilmesiyle son bulmaktadır. [30] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:41 am | |
| 44
Duhân Sûresi
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
64
Âyet sayısı :
59
Nüzulü
Mekke'de, Zuhruf dan sonra, Câsiye'den önce nazil olmuştur.[1]
Adı
Gâfir'den Ahkaf a kadar yedi sûre Hâ-mîm harfleri ile başlamaktadır. Bu yedi sureye ülkemizde "Hâmîmler" denir, ancak her birinin, bazen "Hâ-mîm" ile birlikte de söylenen özel adlan vardır. Nitekim bu sûrenin adı "duman" mânasındakİ Duhân'dır. Duhân kelimesi 41 sıra numaralı Fussılet sûresinin 11. âyetinde de geçmiş, fakat buradaki yeri daha önemli olduğu için sûre bu isimle anılmıştır. [2]
Konusu
Aynı harflerle başlayan sûrelerin konulan arasında da önemli ölçüde bir ortaklığın bulunduğu dikkat çekmektedir. Hâ-mîm harfleriyle başlayan Duhân sûresi de bundan önceki Hâmîmler gibi, ana konu olarak Kur'an'ın gerçek Allah kelamı olduğuna ve insanlar için önemine dikkat çekmektedir. Bu münasebetle şu konulara da yer verilmiştir:
1. Kur'an'ın nazil olduğu gecenin önemi ve değeri.
2. Kur'an'ı gönderen Allah'ın birliği ve büyüklüğü.
3. Firavun ve kavmi ile Tübba' gibi geçmiş kavimlerin peygamberlere karşıtakındıkları tavır ve peygamberlerin tevhid mücadelesi.
4. Peygamberlere inanmayanları dünyada ve âhirette bekleyen akıbet, kıyamet, yeniden dirilme, cennet ve cehennem. [3]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2. Aydınlatan kitaba yemin olsun! 3. Biz onu mübarek bir gecede indirdik; biz daima uyarmaktayız. 4-7. O gecede bizim katımızdan bir emirle hüküm ve hikmet konusu olan bütün işler ayrılır. Rabbinden, eğer gerçekten biliyorsanız göklerin, yerin ve bunlar arasında olan her şeyin rabbinden bir rahmet olarak biz devamlı göndermekteyiz. O her şeyi işitmekte ve bilmektedir. 8.0'ndan başka tanrı yoktur, hayat verir ve öldürür. Sizin rabbinizdir, önceden gelip geçmiş ecdadınızın da rabbidir. 9. Gerçek bu iken onlar kararsızlık içinde oyalanıp duruyorlar. [4]
Tefsiri
1-3. Üzerine yemin edilen şey değerli, önemli ve bazen kutsaldır, Burada yemin eden Allah, üzerine yemin edilen de Kur'an'dır; maksat bu kitabın ne kadar önemli ve değerli olduğunu bildirmektir.
Mübarek, "uğurlu, hayırlı, bereketli, değerli" demektir. Allah'ın, yarattığı mekanlar ve zamanlardan bir kısmına, bazı önemli işlerin ve ibadetlerin yapılacağı yer ve zaman olma özelliği vermesi, o yerde ve zamanda bulunan, üzerine düşeni yapan kullarına bu yüzden sevaplar, ödüller verip çeşitli lütuflarda bulunması normaldir, bunlarda yadırganacak bir taraf yoktur. Ülkemizde kandil geceleri diye bilinen geceler, ramazan günleri ve geceleri, arefe günü, Mekke'deki Mescid-i Haram, Medine'deki Mescid-i Nebî, Kudüs'deki Mescid-i Aksa, Kabe'nin üzerinde bulunduğu toprak parçası bu zaman ve mekanların başlıca örnekleridir. Diğer kutsal kitapların da içinde indiğine dair rivayetler bulunan[5] ramazan ayında[6] bazı rivayetlere göre bu ayın son on günü içinde [7] Kur'an nazil olmaya başlamıştır. "Onu indirdik" sözünden "tamamını indirdik" mânası anlaşılabileceği gibi "indirmeye başladık" mânası da çıkar. Kur'an'ın yaklaşık 23 yıl içinde parça parça geldiği tarihi bir gerçek olduğuna göre ikinci mânayı tercih etmek gerekecektir. Kur'an'ın tamamının bir kadir gecesinde, Allah katından (levh-i mahfuzdan), Cebrail'in de içinde bulunduğu melekût âlemine indirildiği, sonra Hz. Peygamber'e 23 yılda parça parça gönderildiği şeklinde bir açıklama varsa da bunun, vahye dayalı sağlam bir dayanağı yoktur. Kur'an'in indirildiği, bütün hikmetli işlerin icra için görevlilere tebliğ edildiği gecenin, şaban ayı ortasına rastlayan ve sonraları Berat gecesi diye anılan gece olduğuna dair rivayetler de sağlam değildir. [8]
4-6. Bu âyetlerde "bütün İşler"in o gecede ayrıldığından söz edilmiş olmakla beraber özellikle Kur'an'ın o gecede ayrıldığı açıklanmaktadır; yani "o gece bütün hikmetli işlerin ayrıldığı bir gecedir; Kur'an da İşte o gecede ayrılmıştır" denilmektedir. "Ayrılma" kelimesinin öncesinde ve sonrasında "indirme" ve "gönderme" zîkredildiğine göre, kelimenin buradaki mânası da açıklanmış olmaktadır. Allah'ın emriyle veya bir başka yoruma göre Allah'ın emri (işi) olarak ayrılan gönderilen indirilen şey Kur'an'dır. Ayırmaktan maksat indirmek, Cebrail ve Peygamber aracılığı ile İnsanlara göndermektir. "İndirme ve gönderme" yanında "ayırma ve ayrılma" kelimesinin de kullanılması, ister Kur'an olsun, ister hükmü verilmiş, zamanı gelmiş diğer hikmetli işler olsun hepsinin, bir bütün içinden ayrılarak kuvveden fiile, kaderden kazaya, takdirden tekvine, bilgi ve tasandan gerçekleştirme ve yaratmaya geçirildiğini anlatma amacına yöneliktir. Nitekim İsrâ sûresinde (17/106) Kur'an'ın bütününden ayrılan parçaların yeri ve zamanı geldikçe Hz. Peygamber'e gönderilmesi aynı kelime ile "ayırdık" denilerek ifade edilmiştir.
Yukarıda meali verilen ve açıklanan altı âyette Kur'an'la ilgili olarak şu önemli nitelik ve özellikler, âdeta altları çizilerek açıklanmıştır: 1. Kur'an, Allah'ın üzerine yemin edeceği kadar önemli bir kitaptır; 2. Onu Allah göndermiştir; 3. Şerefi ve Önemine layık bir mübarek gecede göndermeye başlamıştır; 4. Allah insanlık tarihi boyunca peygamberler ve kitaplar göndererek kullarına doğru yolu göstermiş, onları uyarmıştır. Kur'an da bu seriden bir rehber, bir ir şad ve uyarı kitabıdır; 5. Bütün bu nitelikleriyle o Allah'ın bir rahmetidir; kullarına olan sevgi ve merhametinin bir eseridir. [9]
7-9. Müşrikler, putlara aracı olarak tapınmakla beraber hepsinin üstünde sonsuz kudret sahibi bir Allah'ın varlığına da inanıyorlardı. Bu âyetlerde onlara, kafalarını çalıştırarak gerçeğin bilgisine ulaşmaları, Allah'tan başka bir rabbin, ibadet edilecek bir tanrının bulunmadığına inanmaları telkin edilmektedir. [10]
Meali
10-11, Göğün bütün insanları kuşatan belirgin bir dumana bürüneceği günü bekle. Bu acı veren bir azaptır. 12. "Rabbimiz, üzerimizden azabı kaldır, bizler artık inanmaktayız" (diyecekler). 13-14. Kendilerine apaçık bir elçi geldiği, sonra ondan yüz çevirerek "Bu, kendisine bazı şeyler öğretilmiş biri, bir deli!" dedikleri halde onlar mı bundan ibret alıp akıllarını başlarına toplayacaklar! 15. Biz azabı biraz hafifleteceğiz, kuşkusuz siz de hemen eski halinize döneceksiniz. 16. Amansız bir şekilde yakaladığımız gün yaptıklarının cezasını hakkıyla vereceğiz.[11]
Tefsiri
10-16. Allah Teâlâ peygamberlerini mucizelerle desteklemekte, böylece hem onların yüklerini hafifletmekte hem de insanların iman etmelerini kolaylaştırmaktadır. Bu mucizeler bazen ihtiyaçların karşılanması, bazen de âsilerin, zalimlerin, inkarcılıkta direnenlerin cezalandırılması şeklinde olmaktadır.
Duhân (duman) mucizesi, olup bitmiş bir olay mıdır yoksa kıyamet yaklaştığında gerçekleşecek bir alâmet midir? Bu somya iki farklı cevap verilmiştir. "Henüz olmadı" diyenlere göre duman olayı, kıyamet yaklaştığında vuku bulacak, bu uyarıya rağmen insanlar inkârdan vazgeçmeyecekler, arkasından kıyamet kopacak ve herkes ettiğini bulacaktır. "Duman olayı Hz. Peygamber hayatta iken gerçekleşti" diyenlere göre ise "duman"dan maksat, açlık yüzünden meydana gelen görme bozukluğudur, "amansız bir şekilde yakaladığımız" diye tercüme ettiğimiz "batsa" ise Bedir savaşıdır. Buhârî, kitabının tefsir bölümünde bu yorumu, sahabe rivayetlerine dayanarak şöyle açmaktadır: Hz. Peygamber, müşrikler çağrısına karşı direnince Allah'a yalvararak, Hz. Yûsuf'un kavmine yaptığı gibi bunlara da bir kıtlık vermesini istedi. Duası kabul edildi, kıtlık geldi, yiyecek içecek bir şey kalmadı. İnsanlar derilere ve kemiklere varıncaya kadar ne buldularsa yediler. Açlıktan öylesine zayıfladılar ki sonunda görme bozukluğuna yakalandılar, baktıklarında kendilerini kuşatmış bir duman görüyorlardı. Hz. Peygamber'e başvurarak bu azabın kaldırılması için dua etmesini, artık inandıklarını söylediler. O İse "Azap kalkınca yine eski halinize dönersiniz" buyurdu. Nitekim duası üzerine azap kaldırıldı, onlar da derhal eski inkarcılıklarına döndüler. Allah bu dönekliğin, inkâr ve zulümde ısrar etmenin cezasını Bedir savaşında verdi. Kur'an'da geçen şu beş olay bu dünyada gerçekleşmiştir: Lizâm cezası[12] Rûm'un yenilmesi [13] ayın yarılması[14] bu sûrede geçen duhân ve batsa.[15] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:41 am | |
| Meâli
17-21. Onlardan önce Firavun'tın kavmini de imtihan ettik ve onlara, şunu söyleyen değerli bir elçi geldi: "Allah'ın kulları! Bana istediğimi verin, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'a başkaldırmayın. Kuşkusuz size, söylediklerimi kanıtlayacak açık bir delil sunacağım. Beni taşa tutmanıza karşı Allah'a sığınırım. Eğer bana inanmazsanız bari yolumdan çekilin. 22. Sonuç alamayınca rabbine, "Bunlar günaha batmış bir topluluk!" diye arzıhal etti. 23-24. Rabbi şöyle buyurdu: "Kullarımı gece harekete geçir; kuşkusuz peşinize düşülecektir. Denizde açılan yolu olduğu gibi bırak, onlar boğulmaya mahkûm bir ordudur. 25-27. Geride nice bahçeler, su kaynaklan, ekili ürünler ve iyi bir konum, vaktiyle içinde yüzdükleri refah bıraktılar! 28. İşte böyle oldu. Biz de bunları başka bir topluluğa miras olarak verdik. 29. Onlar için ne gök ağladı ne de yer. Kendilerine aman da verilmedi. 30-31. Gerçekten İsrâiloğulları'nı aşağılayıcı bir azaptan, Firavun'un işkencesinden kurtarmış olduk. O haddi aşan, ululuk taslayan birisiydi. 32-33. Bunları, bilerek çağdaşları olan topluluklara tercih ettik ve onlara, kendileri için apaçık imtihan içeren mucizeler verdik. [16]
Tefsiri
17-33. Hz. Peygamber ve müminlerin karşısında Arap müşrikler olduğu gibi burada zikredilen tarihî örnekte de Hz. Mûsâ ve ona İman eden İsrâiloğullan karşısında Firavun ve adanılan vardı. Firavun ve adamları inkârda direnip yapılacak başka bir şey de kalmayınca Allah, İsrâiloğullan'na vaad ettiği mucizelerden birini lütfetti, Hz. Musa'ya, inananları alıp gece yolculuğa çıkmasını emretti. Kenan diyarına gitmek için Kızıldeniz'i geçmek gerekiyordu. Allah onlara denizden bir yol açtı, selametle geçtiler, arkadan gelen Firavun ve askerleri ise denizde açılan o yolun yeniden su ile dolması sebebiyle boğuldular. Mısır'da büyük bir refah, sayısız nimetler içinde yaşıyorlardı, batıl bir dâva uğruna bütün bu nimetleri, daha da önemlisi canlarını kaybettiler. [17] Dün köle olarak kullandıkları ve durmadan aşağılayıp işkence ettikleri İsrâiloğullan bu nimetlerin vârisi oldu. Tabii bu lütuflar da şartlı idi, İsrâiloğullan Hz. Musa'ya iman ettikleri için bu nimetler, aynı çağda ve çevrede yaşayan başka topluluklara değil, kendilerine verilmişti; şart ise Allah'a itaat etmek, peygamberin yolundan gitmekti.
29. âyette geçen "Ne gök ağladı ne de yer" ifadesi mecazîdir; kendilerini bir şey zanneden, başkalarını aşağılayan, kendilerinin içinde bulunmadığı bir dünya tasavvur edemeyen Firavun ve yandaşlarının hiç de önemli kimseler olmadığı anlatılmaktadır. [18]
Meali
34-36. Onlar, kesin bir dil ile şunu söylüyorlar: "Bu iş bizim ilk (ve son olarak) ölüp gitmemizden ibarettir, biz artık yeniden diriltilecek değiliz. Siz doğru söylüyorsanız (ölmüş) babalarımızı geri getirin!" 37. Bunlar mı güçlü, Tübba'ın kavmi ve ondan öncekiler mi? Onların tamamını helak ettik; çünkü onlar günaha gömülmüşlerdi. 38-39. Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri oynayıp eğlenmek için yaratmadık. Bunları hakikat ve hikmet çerçevesinde yarattık, fakat çoğu bunu bilmez. 40. Yargı günü hepsinin belirlenmiş günüdür. 41-42. O gün hiçbir dostun dostuna bir faydası dokunmaz, onlar başka yerden de bir yardım görmezler, ancak Allah'ın rahmetine mazhar olanlar müstesna. Allah izzet ve rahmet sahibidir. 43-46. Zakkum ağacı günahkârın yiyeceğidir. O, karınlarda, fokurdayan su misali kaynayan bir tortu gibidir. 47-50. (Görevlilere şöyle denir) "O günahkârı yakalayıp cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başının üstünden kaynar su dökme cezasını uygulayın!" Ve kendisine, "Tat bakalım; zira sen güçlü ve değerlisin! Bütün bunlar sizin şüphe ile karşıladığınız şeylerdir!" deyin. 51-53. Allah'a itaatsizlikten sakınanlara gelince, kuşkusuz bunlar, güvenli bir yerdedirler; dostlarla karşı karşıya ipekli ve sırmalı elbiseler giymiş olarak cennetlerde ve su kaynaklarının başındadırlar. 54. Ayrıca onları beyaz tenli, ceylan gözlü eşlerle birleştireceğiz. 55. Orada güven içinde her meyveden isteyebilecekler. 56-57. İlk ölümlerinden başka bir ölüm tatmayacaklar. Rabbin, onları bir lütuf olarak cehennem azabından da koruyacak. İşte büyük kazanç budur! 58. Anlayıp düşünsünler diye Kur'an'ı senin dilinde kolaylaştırdık. 59, Kuşkusuz onlar bekliyorlar, sen de bekle! [19]
Tefsiri
34-39. Kur'an burada, tarihe bir atıf yaptıktan sonra Hz. Peygamber'in inkarcı muhataplarına yöneliyor, dünya hayatını kötü etkileme bakımından en önemli inkâr konusu olan "öldükten sonra yeniden dirilme" İnancını ele alıyor, bu inancın ispatı için iki önemli delil kullanıyor: 1. Yine tarihten, kendilerine Tübba' denilen Yemen'in güçlü hükümdarlarından ve bunlara tâbi olan halktan söz ederek onca güçlerine, şevket ve şanlarına rağmen nasıl bunlar helak olup gittilerse Arap müştiklerinin de Öyle helak olacakları, bu dünyada ebedî kalamayacakları; 2, Yere, göklere ve bunların arasında içinde bulunanlara bakıldığında bunların bir yaratıcısının bulunmasının zaruri olduğu sonucuna varılacağı, bu yaratıcının hayatı, yalnızca geçici dünya hayatından ibaret kılmış olmasının anlamsız olacağı, bu takdirde birçok olay ve olgunun yerine oturmayacağı, düşüldüğünde birçok şeyin bambaşka bir âleme ve hayata bırakılmış olduğunun anlaşılacağı. [20]
40-57. Dünyanın fâni, insanların ölümlü oldukları açıklanınca yeniden dirilişi takip edecek zaman içinde nelerin olacağı, insanların dünyada yapıp ettiklerine göre ebedî hayatta nelerle karşılaşacakları, kötüleri bekleyen cehennemin nasıl bir yer olduğu, oraya girenlerin çekecekleri ceza, iyiler İçin hazırlanmış olan cennetin tasviri, buraya girme bahtiyarlığına erecek olanların nail olacakları çeşitli nimetler; insanların dünyadaki idrakleri, hayalleri, arzulan ve korkularından yola çıkılarak, bu kavramlar kullanılarak anlatılmaktadır.
"Yargı günü"nden maksat kıyameti takip edecek olan sorgulama ve yargılamanın yapılacağı zamandır. Bu muhakeme sonunda iyiler ve kötüler, suçlular ve masumlar, zalimler ve mazlumlar, cennetlikler ve cehennemlikler birbirinden ayrılacak, herkes dünyada yaptıklarının karşılığını elde edecektir.
43. âyetteki "zakkum ağacı" cehennemde bulunan ve azap için kullanılan bir ağaçtır. [21]
49. âyette geçen "Sen güçlü ve değerlisin" sözü, dünyada güçlerine güvenen, kendilerini değerli ve önemli bilen, böyle kabul ettiren, bu sayede kendilerine kimsenin dokunamayacağım zanneden kimselerin âhiretteki acizlik ve çaresizliklerini, alaycı bir üslûpla dile getirmektedir.
56. âyette "İlk ölümlerinden başka bir ölüm tatmayacaklar" buyuruluyor. Mü'nün (Gâfır) sûresinde (40/11) İse iki kere öldürme ve iki kere diriltme olacağı ifade edilmişti. "İlk ölümleri" ifadesinden, her ikisi de gelip geçtiği ve "önce-ki" niteliğini aldığı için "dünyada ve berzahta vuku bulan iki ölüm" kastedilmiş olabilir. Bu ihtimali de geçerli görmekle beraber bize daha güçlü gelen ihtimal, dünya hayatının sonundaki ölümün kastedilmiş olmasıdır. Çünkü burada dünya ile âhiret, geçici ile ebedî, sonunda ölüm bulunan hayat ile bulunmayan hayat karşılaştırılmaktadır. Hangi ihtimal geçerli olursa olsun insanların defalarca ölüp dirileceklerini değil, dünya hayatı sonunda bir kere öleceklerini ifade eden âyet, reen-karnasyon inancını da reddetmiş olmaktadır. [22]
58-59. Sûre Kur'an'm önemine dikkat çekerek başlamış, yeri geldikçe onun müstesna niteliklerine temas etmişti. Son âyetlerinde yine aynı temayı işlemekte, İnsanların anlamak ve üzerinde düşünmek için Kur'an'a yönelmelerini tavsiye etmektedir. Onu anlamak kolaydır, Hz, Peygamber'in kavmiyle konuşup anlaştığı dilde vahyedilmiştir, İçinde hedef kitlenin anlamakta güçlük çekecekleri çetrefil ifade ve kavramlar yoktur.
Kur'an tebliğ edildikten sonra ona inananlar da inanmayanlar da bekleyecekler, bildirdiği şeylerin dünyada ve âhirette bir bir gerçekleştiğini göreceklerdir. [23] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:41 am | |
| 43
Zuhruf Sûresi
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
63
Âyet sayısı :
89
Nüzulü
Sûre Mekke'de, geliş sırası bakımından Şûrâ'dan sonra, Duhân'dan önce vah-yedilmiştir. 45. âyetin Hz. Peygamber'in miracında Kudüs'te Mcscid-i Aksâ'da nazil olduğuna dair bir rivayet varsa da bu, sûrenin Mekkî niteliğini değiştirmez; çünkü tefsirciler hicretten önce nazil olan bütün sûrelere Mekkî demektedirler.[1]
Adı
Sözlükte "süs" mânasına gelen, süslenmede vazgeçilmez bir araç olduğu için altın mânasında da kullanılan zuhruf kelimesi (35, âyet) Kur'an'da, bu sûreden başka yerlerde de geçmektedir.[2] Bu süreye isim olmasının sebebi, sûrenin amaç ve konularından biri olan "dünya ve âhi-ret güzelliklerinin karşılaştırılması, ebedî güzelliğin tercih edilmesine yönlendirme" bağlamında kullanılmış olmasıdır[3]
Konusu
Asıl konu Kur'ân-t Kerîm'in mucize olma niteliğinden yola çıkarak Hz. Peygamber'in gerçek peygamber, tebliğ ettiği dinin de hak din olduğunu kanıtlamaktır. Bu ana konu çevresinde münasebet düştükçe şirkin çelişkilerle dolu bir inanç biçimi olduğuna, daha önce gelip geçmiş milletlerin hak din karşısındaki tavırlarına göre aldıkları sonuca, dünya ve âhiret nimetlerinin mukayesesine, ebedî olanın geçici olana tercih edilmesi gereğine işaret edilmiş, dikkat çekilmiştir. [4]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2. Aydınlatan kitaba yemin olsun ki, 3. Onu anlayıp düşünesiniz diye Arapça okunan söz kıldık. 4. Kuşkusuz o, katımızdaki ana kitaptadır; çok yücedir, hikmetle doludur. 5. Siz kıymet bilmez bir topluluksunuz diye biz de sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim? [5]
Tefsiri
1. "Ayrılmış, tek başına harfler" mânasındaki "hurûf-ı mukattaa" hakkında, ikinci sûrenin başında gerekli bilgi verilmiştir. Burada alfabeden iki harfin zikredilerek sûreye giriş yapılmasının şöyle bir özel hikmetinden söz edilebilir: Kur'an Arapça'dır, sizin konuştuğunuz Arapça nasıl hâ, mîm gibi harflerden oluşuyorsa bu da o harflerden oluşturulmuştur. Onu anlamanız ve üzerinde düşünerek, aynı harflerden benzerini yapmayı deneyerek eşsizliğini kabul etmeniz için hiçbir engel yoktur. [6]
2-3. Kuran'la İlgili gerçekleri bildirmek üzere söze başlanırken yine Kur'an'a yemin edilmesi, onun eşsizliğini, önemini ve ilâhî kaynaklı olduğunu anlamak İçin kendisinden başka bir şahide ve delile ihtiyaç bulunmadığına işaret etmektedir.
Kur'an yazıldığı için bir kitaptır; fakat onun okunması, yazılmasına bağlı değildir. Kur'an nazil olduğu günden beri yalnızca yazı bilenler tarafından değil, okuyup yazma bilmeyenler tarafından da ezberlenmiş ve okunmuştur; o yazılsın yazılmasın daima "okunan" bir kitaptır. [7]
4. Kur'an levh-i mahfuz denilen "korunmuş bir kaynak"tan gelmiştir; o yücedir ve hikmetlerle doludur. Levh-i mahfuz terkibine "Allah'ın ilmi" mânâsım verenler de olmuştur. Buna göre mâna şöyle olur: Kur'an Allah'ın yüce ve hikmetlerle dolu ilminden gelmiştir, onun vahiy yoluyla bir yansımasıdır. [8]
5. İnsanlar her zaman ellerinde bulunanın kıymetini bilmeyebilirler; bu yüzden değerli şeyleri saçıp savururlar, onlardan gerektiği gibi İstifade edemezler. Kur'an da çok değerli bir nimettir; İnsanlar onun kıymetini bilmeseler, ondan uzak dursalar bile Peygamber'in ve ümmetin vazifeleri onunla insanları uyarmaktır; Kur'an'ın değerini, vazgeçilemezliğini onlara anlatmaktır. [9]
Meali
6. Sizden önce gelip geçenlere de nice peygamberler gönderdik. 7. Kendilerine gönderilen her peygamber ile alay edip durdular. 8. Bunlardan daha zorba olanları da silip süpürdük. Gelip geçenlerin örnek hikayeleri (Kur'an'da) daha önce de anlatılmıştır. [10]
Tefsiri
6-8. Bundan sonraki âyetlerde putperestliğin anlamsızlığı ve çelişkileri, bir Allah'tan başka tanrı olmadığı, Peygamber'in söylediklerinin doğru olduğu konulan, müşriklerle tartışma üslubu içinde verilecektir. Hz. Peygamber onlarla tartışırken üzülmesin, kendine kusur bulmasın ve gönül rahatlığı içinde tebliğ görevini yerine getirsin diye geçmiş ümmetler ile peygamberleri arasındaki benzer ilişkiler hatırlatılmaktadır.
"Gelip geçenlerin örnek hikâyeleri (Kur'an'da) daha önce de anlatılmıştır" diye tercüme ettiğimiz kısmı, "Öncekilerden nice benzerleri tarihe karışmıştır" şeklinde çevirmek de mümkündür. [11]
Meâli
9. Kendilerine "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan tereddüt etmeden "Onları sonsuz güç ve ilim sahibi yarattı" diyeceklerdir, 10. Yeri sizin için döşek kılan, gideceğiniz yere şaşmadan varasınız diye orada size yollar yaratan O'dur. 11. Gökten Ölçülü olarak su indiren de O'dur. Bnnunla ölü bir beldeye yeniden hayat veririz. İşte siz de böyle diriltilip çıkarılacaksınız. 12. Bütün çiftleri yaratan, bineceğiniz gemileri ve hayvanları var eden de O'dur. 13-14. Var etti ki, sırtlarına binesiniz, üzerine yerleştiğinizde rabbini-zin nimetini hatırlayasınız ve şöyle diyesiniz: "Bunu bize boyun eğdiren Allah noksanlardan münezzehtir, yoksa biz buna güç yetiremezdik! Ve biz kuşkusuz rabbimize geri döneceğiz." 15. Kullarını O'nun bir parçası kıldılar. İnsan apaçık bir nankör'. 16. Yoksa O, yarattıkları arasından kızları kendine ayırdı da oğlan çocukları için sizi mi tercih etti! 17. Onlardan birine, Rahman'a layık gördüğünün (kız çocuğunun) müjdesi verilince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur. 18. "Mücadelede başarısız olarak ömrünü süslenmekle geçirecek olan kız çocuğu mu!" diye öfkeyle sorar. 19. Rahmân'ın kullan olan melekleri dişi bildiler. Yoksa yaratılışlarına tanık mı oldular! Tanıklıkları kaydedilecek ve bundan sorguya çekileceklerdir. 20. "Rahman dfleseydi biz onlara ibadet etmezdik" dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, yalnızca tahminde bulunuyorlar. 21. Yoksa bundan (Kur'an'dan) önce kendilerine bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar? 22. Hayır hayır! Onların dedikleri şundan ibarettir: "Biz babalarımızı bir inanç üzerinde bulduk, elbette biz onların izlerinden giderek doğru yolu buluruz." [12]
Tefsiri
9. Hz. Peygamber'in muhatabı olan müşrik. Araplar taptıkları puttan, bütün nitelikleri bakımından Allah'a eş ve eşit tutmuyorlardı; meselâ yaratma fiilinin Allah'a mahsus olduğunu, bu kâinatı ancak büyük bir güce ve bilgiye sahip bir varlığın yaratabileceğini biliyor ve itiraf ediyorlardı. Onlara göre putların işi iyiliği elde etmek, kötülüklerden korunmak için kendileri ile Allah arasında aracı olmak ve onları Allah'a yaklaştırmaktı; putlara bunun için tapmıyorlardı. [13]
10. Bu âyetten itibaren müşriklerin düşüncelerindeki çelişkilere, inançlann- dakİ temelsizliğe dikkat çekilmekte ve dolayh olarak kendileri tevhide davet edilmektedir.
Yerin döşek kılınmasından maksat üzerinde yürümeye, çalışmaya ve istirahat etmeye; yani yaşamaya uygun bir şekilde olmasıdır. Yollann yaratılmasına iki
mana verilmiştir: a) Dünyanın bir yerinden diğer yerine ulaşmayı mümkün kılacak vadilerin, düzlüklerin, geçitlerin yani üzerinde yürümeye ve yol açmaya müsait arazinin yaratılması. Bu yorum, "yollar" diye çevirdiğimiz "sübül" kelimesinin birinci mânasını esas almaktadır, b) Kelimenin ikinci (vesîle, çare) mânasına göre yaratılan yollardan maksat, insanların çeşitli İhtiyaçlarını giderecek imkânların yaratılmasıdır. [14]
13. Hayvanlardan binme, yük taşıma, bekçilik, tarla ve harman sürme gibi işlerde yararlanabilmek için onların ehlileşme kabiliyetlerinin olması şarttır. Eğer yüce yaratıcı hayvanlara bu kabiliyeti vermeseydi zikredilen hizmetlerinden istifade etmek mümkün olmazdı.. [15]
15-18. Müşrik Araplar kız çocuklarını istemedikleri, onları doğru dürüst insan saymadıkları, savaşa dayanıklı olmadıkları ve ömürlerini güzel görünmek için süslenmekle geçirdikleri gerekçesiyle onları hor gördükleri halde hem meleklerin hem de Allah'a ortak kıldıkları putların dişi olduklarına inanır, ayrıca bu dişi putları Allah'ın kızları olarak kabul ederlerdi. Çocuk ana babanın vücudundan bir parça gibidir; yapı olarak onların özelliklerine sahiptir. Eğer putlar Allah'ın kızları ise ya bunların eksik ve değersiz olmamaları gerekirdi, yahut da -eksik, değersiz iseler- Allah'ın çocuğu (parçası) olamazlardı. Burada işte bu çelişkiye dikkat çekilmektedir. [16]
19. "Rahman'm kullan" tamlamasındaki kullan kelimesinin metindeki karşılığı, kul mânasındaki "abd"in çoğulu olan "ibâd"dır. Kelime, "yanında, katında" mânasındaki "inde" şeklinde de okunmuştur. Buna göre meleklerin Tanrı katında olmaları onların şeref, mevki ve Allah'a olan yakınlıklarını ifade etmektedir.
"Yaratılışlarına tanık mı oldular" cümlesi bilgi teorisi bakımından oldukça önemlidir. Kur'an'ın bilgi anlayışına göre madde âlemine ait varlıkların bilgisi tanıklık (gözlem ve deney) ile elde edilir. Melekler ise madde âlemine dahil olmayan varlıklardır, insanlar onlar hakkında gözleme dayalı bilgi sahibi olamazlar. Bilmek İçin geriye kalan yol vahiydir; ya ona inanılacaktır yahut da karanlıkta taş atarcasına isabetsiz sözler söylenmiş, aslı olmayan şeylere inanılmış olacaktır. [17]
20-22. Akıl ve duyu organları yoluyla bilinmesi mümkün olmayan bir varlık alanı da Allah'ın zâtı ve sıfatlarıdır. Allah'ın dilemesinin (meşîetinin) nasıl işlediğini ancak Allah bilir ve bildirir. O'ndan alınan bir bilgiye (vahye, kitaba) dayanmadan "O isteseydi biz putlara tapmazdık, şöyle veya böyle yapardık" demek, bilmeden konuşmaya örnek olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.
22. âyetin ortaya koyduğu gerçek evrenseldir; tarihte ve günümüzde inanç ve kanaatlerin büyük bir kısmı taklide dayanır. Burada taklınen maksat, kanıt aramadan, aklını işletmeden, şüphe ve test etmeden bir otoritenin söylediklerini kabul etmek ve ona İnanmaktır. Müşrik Araplar da Mlah, din, putlar ve melekler gibi konulardaki bilgilerim vahiy, aku, gazlan gibi muteber bilgi kaynaklarına değil, taklide dayandırıyorlardı. [18]
Meali
23. Aynı şekilde senden önce de hiçbir topluluğa bir uyarıcı göndermedik ki, topluluğun refah içinde yüzen kesimi şöyle demiş olmasınlar: "Biz atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk ve biz onların izlerinden gitmekteyiz." 24. Peygamber, "Sîze, atalarınızı üzerinde bulduğunuz yoldan daha doğrusunu getirsem de mi?" diye sordu. Onlar da "Biz sizin getirdiğiniz mesajı inkâr ediyoruz" cevabını verdiler. 25. Onlara hak ettikleri cezayı verdik; gerçeği yalan sayanların sonlarının nasıl olduğuna bir bak! 26-27. Bir zaman İbrahim babasına ve topluluğuna şöyle demişti: "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım, ancak beni yaratan başkadır (O'na ibadet ederim). O bana doğru yolu gösterecektir." 28. Bunu, peşinden gelecekler arasında devam edecek bir söz olarak dile getirdi. Umulur İd buna dönerler. [19]
Tefsiri
23-28. Peygamberi inkâr etmek, onun tebliğini engellemeye çalışmak yalnızca son Peygamber'İn maruz kaldığı bir tepki değildir; hak dinden uzaklaşmış, şirki bir kültür mirası olarak içselleştirmiş bütün topluluklar peygamberlerine karşı bu tepkiyi göstermişlerdir. Bunun tipik bir örneği de Peygamberimizin hem soyundan geldiği hem de onun nesilden nesile miras bıraktığı tevhit bayrağının en kâmil mânada taşıyıcısı olduğu Hz. İbrahim ve kavmidir.
28. âyeti, Allah'ı özne yaparak "Allah tevhid ilkesini İbrahim'in soyundan gelenler içinde devam ettirdi" şeklinde anlayanlar da olmuştur. Hz. İbrahim'in nesline vasiyetinden söz eden âyet bizim mealdeki tercihimizi teyit etmektedir. [20] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:42 am | |
| Meali
29. Bunları ve atalarını ise gerçeğin bilgisi (Kur'an) ve aydınlatıcı elçi gelinceye kadar dünya nimetlerinden yararlandırıp yaşattım. 30. Gerçeğin bilgisi gelince, "Bu bir büyü, biz bunu kabul etmiyoruz" dediler. 31. "Bu Kur'an, şu iki şehirden büyük bir kişiye indirilseydi ya!" diye de eklediler. 32. Rabbinin rahmetini paylaştırmak onlara mı düşmüş! Dünya hayatında onların geçimliklerini biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. [21]
Tefsiri
29-32. Hz. İbrahim ve ümmeti örnek gösterilerek peygamberlerin yürüttüğü tevhit mücadelesi hatırlatılmıştı. Tarih boyunca bu mücadele karşısında İki tavır oluştu: İman ve inkâr. Allah dünyada murat buyurduğu imtihanı gerçekleştirmek için her iki tavır erbabına da dünya nimetlerini lütfetti, onlara yaşama imkânı verdi, nesiller birbirini takip etti ve nihayet sıra Hz. Muhammed ve ümmetine geldi. O, ilâhî mesajı kavmine tebliğ edince inanmayanlar, kendi değerler kültürüne uygun bir tepki gösterdiler. Onlara göre değerli olan soy sop, zenginlik, iktidar, sosyal itibar gibi maddî, dünya ile ilgili ve tabii olarak geçici şeylerdi; insanları ancak bu değerler büyük kılardı. Peygamberlik değerli bir şey idiyse Muhammed'e değil, kendilerine göre Mekke ve TâiFin büyüklerinden birine gelmeliydi. Bu mantığa Kur'an'in verdiği cevap aynı zamanda İslâm'ın hedeflediği sosyal ve ahlâkî değişimin nirengi noktalarına ışık tutmaktadır: Allah maddî, dünyada geçerli olan ve orada kalan nimeti, imtihan gereği herkese verir; peygamberlik gibi, Allah nezdinde değerli ve bu yüzden rahmet olan manevî nimetini ise herkese değil, üstün meziyetleri sebebiyle seçtiğine verir ve bu rahmet (nimet) onların değer verdiği asaletten, servetten, iktidardan çok daha iyidir, hayırlıdır, insanlar için kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. [22]
Meali
33-35. Eğer insanlar tek tip bir topluluk haline gelecek olmasaydı Rahman 'ı inkâr edenlerin evlerine (her biri) gümüşten tavan, yukarı çıkmak için kullanacakları merdivenler, evleri için kapılar, üzerlerinde yaslanıp istirahat edecekleri koltuklar yapar, altınla da süslerdik. Ama bunların hepsi dünya hayatına ait geçici faydalardan ibarettir, âhiret ise rabbinin katında takva sahiplerine mahsustur. 36. Allah'ın mesajını görmezden gelen kimseye bir şeytan tahsis ederiz; artık bu onun arkadaşıdır. 37. Kendilerini doğru yolda zannederken bu şeytanlar onları yoldan saptırıp dururlar. 38. Sonunda o kişi bize gelince -şeytana hitaben- "Keşke seninle aramız doğu ile batı kadar uzak olsaydı!" der; ne kötü bir arkadaş! 39. Zulmederek hak ettiğiniz için çekmekte olduğunuz azapta ortak olmanız bugün size bir fayda sağlamayacaktır. 40. Sen sağıra duyurmak veya köre yahut apaçık sapkınlık içinde bulunan kimseye yol göstermek mi istiyorsun! 41-42. Ya seni alıp götüreceğiz, onlara da hak ettikleri cezayı vereceğiz yahut kendilerine yapacağımızı söylediğimiz şeyi sana göstereceğiz; onlara hangisini yapmak istesek yapabiliriz! 43. Artık sana vahyolunan kitaba sımsıkı sarıl; şüphesiz sen dosdoğru yolun üzerindesin. 44.0 kitap sana ve kavmine bir hatırlatmadır; yakında sorgulanacaksınız. [23]
Tefsiri
33-35. Allah Teâlâ insanlar için yaratıp düzenlediği dünya hayatında kabiliyet, servet, düşünce ve inanç bakımından hepsi birbirine benzeyen, aynı özellikleri taşıyan insanların olmasını değil, toplu hayatı oluşturmak ve devam ettirmek, hür irade ile seçim yapmaya imkân vermek ve böylece imtihan maksadını gerçekleştirmek için gerekli bulunan farklılığı murat buyurmuştur. O'nun katında geçici dünya nimetlerinin değeri yoktur, bunlara sahip olmak da Allah sevgisinin kanıtı değildir; pek çok hikmet çerçevesinde Allah sevdiklerini ve sevmediklerini zengin de kılar yoksul da; kimi zaman birilerini iktidara getirir, kimi zaman diğerlerini. O'nun sevdiklerine tahsis ettiği nimetler burada değil, ebedî âlemdedir. Müşrikler büyüklüğü, Allah'ın rahmetine mazhar olma şansını asalet ve servete bağlamakla yanılıyorlar. Eğer Allah'ın yukarıda özetlenen "dünya düzeni" muradı olmasaydı, inansın inanmasın bütün insanları servette ve refahta eşit kılardı; bu takdirde kâfirlere servet ve iktidar verirse bütün insanlar küfrü, müminlere servet ve iktidar verirse bütün insanlar imanı seçmeye yönelirlerdi. Halbuki Allah böyle dolaylı yoldan da olsa insan iradesine müdahale etmek istemiyor, onların serbest seçimleri ile farklı olmalarını istiyor. [24]
36-38. İnsanın iç dünyasında daima bir ikilik, çelişkili eğilim ve çekim vardır. Bunların iyi olan, yani Allah rızasına çeken kısmı, insan fıtratına yüklenmiş bulunan din duygusundan, ezelî sözleşmeden, ilâhî ruhtan ve melekten gelir. İnsan gördüğü eğitimin de yardımıyla iradesini kullanarak kendini bu çekime bıraktığı (İslâm'ın anlamı da budur), ResûTün mesajını rehber edindiği sürece nefsin ilâhî ruha dönük yönü gelişir, bunun rengi bütünü kaplar. Kötüye, aşağı varlık tabakalarına çeken güce teslim olduğu, ilâhî mesaja kulaklarını tıkadığı sürece de artık onun danışmanı kendine mahsus şeytandır. Şeytanın işi, meleğinkinin tersine insanı Allah'tan uzaklaştırmak, beşerî arzuların tutsağı haline getirmektir. Böyle bir ömür geçirip ölen insan rabbinin huzuruna çıkarıldığında yaptıklarının ve seçiminin ne kadar yanlış olduğunu anlayacak, fakat İş işten geçmiş olacaktır. [25]
39. Dünyada arkadaşların acılara ortak olmaları bazen acılan hafifletir. Ancak âhirette herkesin hak ettiği cezayı çekmesi murat edildiği için şeytan türünden arkadaşların aynı cezayı çekmesi, çekilen cezaya bu mânada ortak olmaları, çekenlerin acılarını azaltmayacak, onlara bir fayda vermeyecektir. [26]
40-44. Şartlanmışlık sebebiyle doğruyu dinleme, görme ve doğru düşünme kabiliyetlerini kaybetmiş kimselere laf anlatmak imkânsız gibidir. Bu gerçekten hareketle Hz. Peygamber'in ve onun tebliğ sünnetini yerine getiren ümmetin, "Neden bizi dinlemiyor ve anlamıyorlar?" veya "Bunca zulme ve sapkın inançlarda ısrara rağmen niçin bunlara hak ettikleri ceza verilmiyor?" sorularıyla bunalmama-lan, aksine sabretmeleri, işi Allah'a bırakmaları gerekmektedir. Allah, Hz. Peygamber'e müşriklerin akıbetini gösterse de (nitekim bir kısmını Medine döneminde göstermiştir) göstermese de gerekeni yapacak, herkese hak ettiğini verecektir; çünkü O'nıra kudreti karsısında duracak bir suç yoktur. [27]
Meali
45. Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor bakalım, "Rah-mân'dan başka tapılacak ilâhlar belirlemiş miyiz?" 46. Musa'yı, mucizelerimizle destekleyerek Firavun ve çevresine gönderdik. (Onlara) "Ben âlemlerin rabbinin elçisiyim" dedi. 47. Onlara mucizelerimizi gösterince bunlara gülü-verdiler. 48. Oysa kendilerine gösterdiğimiz her mucize bir diğerinden daha büyüktü. Belki yanlış yoldan dönerler diye kendilerini felâketlerle sarstık. 49. Bunun üzerine şöyle dediler: "Ey büyücü! Rabbinin seninle sözleşmesine uygun olarak bize dua et, artık biz doğru yola döneceğiz" 50. (Dua sebebiyle) onların başmdan felaketi uzaklaştıraıca bir de bakıyorsun sözlerinden dönüve-riyorlar. 51-53. Firavun kavmine seslenerek şöyle dedi: "Ey milletim! Mısır'ın mülkiyeti benim değil mi? Şu ırmaklar ayaklarımın altında akmıyor mu? Bunları görmüyor musunuz? Ayrıca ben bu değersiz, neredeyse söylediğini anlatmaktan âciz adamdan daha iyi dep miyim? (O bir kral peygamber ise) kendisine altın bilezikler îndirilse yahut dizi dizi melekler onunla birlikte gelseler ya!" 54. Firavun bu konuşmalarla halkının aklını çeldi, hemen ona boyun eğdiler; onlar yoldan çıkmış bir topluluk idî. 55. Bizi öfkelendirince onlara hak ettikleri cezayı verdik ve hepsini suya gömdük. 56. Onları, arkadan gelecek diğerlerinin geçmişi ve ibretlik örneği kıldık. [28]
Tefsiri
45-56. Hz. Peygamber'in daveti ve tevhid mücadelesi anlatılırken yeri geldikçe geçmiş tecrübelere temas edilmektedir. Buradaki örnek Hz. Mûsâ ile Mısır'ın tann kralı Firavun ve tebaası arasında geçen olaylar, tartışmalar ve alınan ibretlik sonuçlardır.
Bu âyetlerde iki nokta dikkat çekmektedir: 1. İnkarcıların bilinçlerinin derinliklerinde bir Allah inancı vardır, çeşitli telkinler ve dünyanın çekici menfaatleri bu temel duyguyu köreltmiş veya üstünü küllerle örtmüştür. Allah yine rahmetinin eseri olarak inkarcıları bazı felaketlerle uyarınca bu temel duygu ve inanç açığa çıkmakta, ona sığınılmakta, sıkıntı geçince yine inkâra dönülmektedir. 2. Tevhid inancı bütün peygamberlerin ortak tebliğleri ve inanç ilkeleridir. Kendilerine kitap gönderilmiş topluluklara sorulduğunda veya eski kitapların kalıntıları okunduğunda anlaşılmaktadır ki, Allah hiçbir zaman kendisi dışında bir varlığa kulluk edilmesine izin vermemiştir. Hz. Musa'nın mücadelesi de bunun bir kanıtıdır.
54. âyette "halkının aklını çeldi" şeklinde çevirdiğimiz cümle, yöneten ve yönetilen ilişkisi bakımından çok önemlidir. Kelimenin aslı, Türkçe'de de kullanılan "istihfaf kökündendİr. Bu kelime Arapça'da "acele ettirdi, aldattı, bilgisizliklerinden yararlandı, onları bilgisizlikleri ve güçsüzlükleri yüzünden hafife aldı, istediği gibi yönlendirdi" mânalarını ifade etmektedir. Totaliter yönetimlerde yöneticilerin istemediği şey, halkın bilgilenmesi, doğruyu öğrenmesi, örgütlenerek hakkını talep edecek kadar güçlenmesidir. Firavun da aynı yola başvurmuş, Hz. Mû-sâ'mn gerçeğe ve tevhide yönelik davetini sabote etmiş, halkın sağlıklı düşünmesini engellemiş, geleneklerden ve gözler önündeki alâyişten yararlanarak toplumu âdeta büyülemiş ve saltanatını devam ettirmenin yolunu bulmuştur. Ancak, şairin dediği gibi, "Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!" [29]
Meali
57. Meryem'in oğlu misal olarak zikredilince senin kavmin bundan dolayı hemen yaygarayı basıyorlar. 58. "Bizim tanrılarımız mı iyi yoksa o mu?" diyorlar. Bu karşılaştırmayı sırf sana karşı çıkmış olmak için yapıyorlar. Onlar gerçekten inatçı bir muhalefet! 59. îsâ, kendisine lütuflarda bulunduğumuz ve İsrâiloğulları'rça ilâhî kudretin örneği kıldığımız bir kuldur ancak. 60. İsteseydik sizin yerinize, topraklarınızda nesilleri birbirini izleyecek melekler yaratırdık. 61. Biliniz ki o kıyamete ait bir bilgidir. Sakın ondan şüphe etmeyiniz ve bana tabi olunuz. Bu dosdoğru yoldur. 62. Şeytan sizi sakın doğru yoldan engellemesin, o sizin apaçık düşmanınızdır. 63-64. îsâ sağlam kanıtlarla geldiğinde şöyle dedi: "Size hikmeti getirdim ve anlaşmazlığa düştüğünüz bazı konuları açıklamaya geldim. Allah'a itaatsizlikten sakınınız ve bana uyunuz. Kuşkusuz Allah benim de rabbimdir, sizin de rabbinizdir. Şu halde O'na kulluk ediniz; işte bu dosdoğru yoldur". 65. Guruplar aralarında anlaşmazlığa düştüler. Haksızlığa sapanların, acılı bir günün azabından çekecekleri var! 66. Bütün yaptıkları, kendileri farkında bile olmadan kıyametin ansızın kopmasını beklemekten ibaret! [30] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:42 am | |
| Tefsiri
57-59. Sûrenin 45. âyetinde peygamberler tarihine atıf yapılarak hiçbir devirde Allah'ın, putlara tapılmasına izin vermediği ifade edilmişti. Yine Mekke'de nazil olan Meryem sûresinde[31] Hz. Meryem ve oğlu îsâ'dan bahsedilmişti. Çevrelerindeki hıristiyanlann inanç ve ibadetlerinden haberdar olan müşrikler, tevhİd inancına peygamberlerden şahit ve kanıt getirildiğini işitince, kendilerine göre iyi bir açık yakaladıklarını zannederek gürültü kopardılar; Kur'an'm açıklamalarına bakarak kendi yanlışlarım düzeltecek yerde, hıristiyanlann yanlışını alarak Kur'an'a karşı çıktılar; "Onlar îsâ'ya tapıyordu biz de putlarımıza tapıyoruz, hem bizimkiler ondan daha iyi" dediler.58. âyetteki "o mu" sorusunda geçen zamirin Hz. Peygamber'e ait olduğunu, müşriklerin mukayeseyi tanrıları ile Hz. îsâ arasında değil, Peygamberimiz arasında yaptıklarını söyleyen tefsirciler de vardır. Hangi yorum alınırsa alınsın tartışmada karşı tarafın delilleri çürük öncüllere dayanmakta, farklı şeyler birbirine benzetilmekte, sırf tartışmayı kazanabilmek için mantık hileleri yapılmaktadır. Hasılı laf anlamaz, inatçı müşriklerden oluşan bir muhalefet söz konusudur. [32]
60. Allah'ın İsteseydi insanların yerine yaratacak olduğu meleklerden maksat ya gerçek mânada meleklerdir yahut da melekleşmiş insanlardır. Birinci mânaya göre hedeflenen sonuç şudur: Yeryüzünde İnsanların yanında da melekler vardır, siz bunlara tapıyorsunuz. Halbuki Allah yeryüzünde insan yerine sırf melek yaratabilirdi ve bunlar da tanrı olmaz, İsâ gibi yine O'nun kullan olurlardı. İkinci mânaya göre de müşriklere şöyle bir cevap verilmiş olmaktadır: Allah dileseydi yeryüzünü hiç günah İşlemez insanlarla donatırdı. Fakat O, bunu değil, yeryüzünü iradeleriyle günah da sevap da işleyecek, iyi de kötü de yapacak, böylece bir imtihan geçirecek insanlara emanet etmeyi tercih etmiştir. [33]
61-62. "O, kıyamete ait bir bilgidir" cümlesi ile müşriklere kıyamet hatırlatılmakta, dünyada düzenlerini bozmamak için saplandıkları putperestliğin âhirette başlarına neler getireceğine dikkat çekilmektedir. "Kıyamete ait bilgi"nİn ne olduğu konusunda "Kur'an, âhir zaman Peygamberi, Hz. îsâ'mn tekrar dünyaya gelmesi" şeklinde farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı tefsirciler, bu âyetten biraz önce Hz. İsa'dan söz edildiği için "o" zamirinin Hz. îsâ'ya işaret ettiği yorumunu yapmışlardır. Halbuki îsâ'dan bahseden âyetler bittikten sonra başka bir konuya, 40-44. âyetlerde zikredilen "son Peygamber'e tabi olmanın gerekliliği" konusuna geçilmiştir. Zaten diğer peygamberlerin örnek olarak zikredilmesi de ana konu (son Peygamber'e inanma ve onu izleme konusu) ile ilgilidir. Aynca bu âyetler gelirken henüz Hz. îsâ gelmiş olmadığına göre âyetin müşrikler için bir şey ifade etmesi, "kıyamet bilgisi veya alâmeti "nin, görüp anlayabilecekleri bir şey olmasına bağlıdır; bu da îsâ değil, Kur'an'dır, kendisinin son peygamber olduğunu söyleyen hâtemü'l-enbiyâdır (s.a.). Müşriklere düşen görev, akıllarını başlarına devşirmeleri, şeytana değil, kıyametten önce gelen son Peygamber'e kulak vermeleri ve böylece doğru yolu bulmalarıdır. [34]
63-66. Hz. îsâ'nın getirdiği hikmet, beşer aklına yol gösterecek ve yalnızca akılla bilinemez konulan aydınlatacak, ihtilafa düştükleri alanlarda son sözü söyleyecek olan vahiydir. Vahiy bu fonksiyonu yerine getirmiş fakat gerek yahudiler ve gerekse daha sonra hıristiyanlar yine de ihtilafa düşmüşler, çeşitli mezheplere ayrılmışlardır. Bunun sebebi zulümdür. Burada zulmün anlamı, şeytana uyarak ve geçici dünya menfaatlerine öncelik vererek vahyin kıymetini bilmemek, peygambere kulak asmamak, bu büyük rahmet ve nimetten istifade etmemektir. Tabii bu zulmün sonu da cehennemdir, ebedî saadet fırsatının zayi edilmesidir. Peygamberlerin olağanüstü gayretlerine rağmen yola gelmeyen inkarcıların gerçeği kabul edebilmeleri için kıyametin kopması gerekmektedir, onlar ancak bunu gördükten sonra inanacaklardır. Fakat kıyamet birden kopacağı, kendilerini inançsız ve hazırlıksız yakalayacağı için bu bilgi ve kabulün bir faydası olmayacaktır. [35]
Meali
67. Allah'a itaatsizlikten sakınanlar dışında, dostlar bile o gün birbirinin düşmanıdır. 68-69. Ey kullarım, âyetlerimize iman edenler ve emirlerimize boyun eğenler! O gün size korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceksiniz. 70. Siz ve eşleriniz, muhteşem bir şekilde karşılanıp ağırlanmak üzere cennete girin. 71. Orada altın tepsiler ve bardaklar cennetliklerin çevrelerinde dolaştırılacaktır. Orada canların istediği, gözlerin zevk aldığı her şey vardır ve siz orada sonsuza kadar kabasınız. 72. İşte bu, yapıp ettiklerinizle girmeyi hak ettiğiniz cennettir. 73. Orada sizin için çeşitli meyveler vardır, onlardan afiyetle yersiniz. 74-75. Günaha batıp kalmış olanlar kuşkusuz, kendileri için hiç hafifletilmemek üzere cehennem azabında devamlı kabadırlar, ümitsizlik içinde susarak! 76. Biz onlara haksızlık etmedik, kendilerine haksızlık edenler onlardır. 77. "Ey Mâlik, rabbin bizim işimizi bitirsin!" diyecekler; o da "Burada kabasınız" cevabım verecektir. 78. Şüphesiz size gerçeği bildirmiştik, fakat çoğunuz o gerçeği kabul etmek istemediniz. [36]
Tefsiri
67. İnsana, ebedî hayatta mutlu olma imkânını hazırlamayan bir dünya hayatı amacına ulaşmamıştır. Bu hayatta yaşanan güzellikler fânidir, dünya hayaü ile birlikte sona erer; dostluklar da hayatın amacına hizmet etmemişse, ömrün zayi edilmesine katkıda bulunmuş olur, İşte böyle bir dostluk ilişkisi yaşayanlar âhiret-te birbirlerini gördükleri, hatırladıkları zaman düşmanca duygular yaşayacak, birbirlerinden nefret edecekler. Çünkü burada karşılaşılan korkunç sonuçta bu dostlukların da etkisi ve katkısı olduğu ortaya çıkmıştır. [37]
68-73. İslâm bütün insanlığa hitap eden bir din olmakla beraber onun ilk muhataptan, sudan, yeşillikten, gölge ve serinlikten, çeşitli yiyecek ve giyeceklerden oldukça mahrum bulunan Araplar'dır. Bu sebeple Allah Teâlâ onların ve bütün insanlığın iyiliğine olan bu dinîn benimsenmesi, emirlerinin İstekle, hatta heyecanla yerine getirilmesi için Araplar'ın mahrum bulundukları, hasretini çektikleri nimetleri zikrederek, bunların cennetliklere bolca sunulacağını hatırlatarak teşvik yöntemini kullanmıştır. [38] Hz. Peygamber de, ata ve deveye düşkün olanların, "Cennette at var mı, deve var mı?" şeklindeki sorularına, 71. âyete dayanarak "Evet" cevabını vermiştir. [39] Ancak bütün bu nimetlerin, dünyadakilerin aynı olmadığı, isim ve nitelik benzerlikleri bulunmakla beraber âhiret hayatının ve orada olanların mahiyet bakımından dünyadakilerden farklı bulunduğu, ilgili âyet ve hadislerin ortaya koyduğu bir gerçektir.
"Gözlerin zevk aldığı şey" cennetin göze hitap eden nimetleri olabilir. Ancak bazı tefsirciler bunu, "Allah'ın cemalini seyretmek" şeklinde yorumlamışlardır, biz de bu yorumu tercih ediyoruz; çünkü diğer nimetler yeterince sıralanmış ve açıklanmıştır, cennetin en büyük iki nimeti "cemal seyri" ile Allah'ın cennetlik kullarından razı olduğunu ilan ettiği "ndvân" aşamasıdır. Bu manevî nimetlerin ihmal edilmiş, sükut geçilmiş olması teşvik amacı ile bağdaşmayacağı için "gözlerin zevk aldığı, başka bir deyişle bakmaya doyamadığı şey"i bu yönde anlamak daha uygundur. [40]
74-77. Zıtlann yan yana getirilmesi ve bu şekilde karşılaştırma yapılması her birinin farkını daha açık ve canlı bir şekilde ortaya çıkarır. Bu sebeple cennetliklerin mazhar olacakları nimetler açıklandıktan hemen sonra cehennemliklerin durumu tasvir edilmiştir. Herkes cehenneme ateşini dünyadan götürür. Allah hiçbir kuluna zulmetmez. İnsana hem bazı ödevler yüklemek hem de bunları yapacak güç ve imkân vermemek zulümdür. Şu halde Allah kullarına bu imkânı ve gücü vermiştir. Ancak İnkarcı ve günahkâr kullar ellerindeki imkânı kötüye kullanmış, kendilerine cehennemin yolunu yine kendileri açmışlardır.Gâfir sûresinde (40/49) cehennemliklerin, burada görevli meleklerden, "azaplarının hafifletilmesi için Allah'a aracı olup dua etmelerini istedikleri", ancak bu taleplerinin kabul görmediği zikredilmişti. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:43 am | |
| 42
Şûra Sûresi
indiği Yer :
Mekke
62
53
İniş Sırası : Âyet sayısı :
Nüzulü
Mushaftakİ sıralamada 42., İniş sırasına göre 62. sûredir. Mekke döneminde, Zuhruf sûresinden önce ve Fussilet sûresinden sonra nazil olmuştur. 23-24, 23-26, 27 ve 39-41. âyetlerinin Medine'de indiğine dair rivayetler de bulunmaktadır.[1] Fakat üslûp ve içerikleri bu âyetlerin de Mekke döneminde İndiği İzlenimini vermektedir. [2]
Adı
38. âyetinde geçen ve "danışma, istişare etme" anlamına gelen şûra kelimesi sûreye ad olmuştur. "Hâ-mîm-ayn-sîn-kaf sûresi" veya kısaca "Ayn-sîn-kaf sûresi" diye de anılır. Birçok mushaf ve tefsirde "Mü'min. sûresi" şeklinde geçer. [3] fakat muhtemelen, 40. sûre olan Gâfır sûresinin de diğer adı Mü'min olduğu için bu isimle anılması yaygın değildir.[4]
Konulan
Sûreye hâkim olan ana fikir, Hz. Muhammed'e (s.a.) bildirilenlerin Allah tarafından vahyedilmekte olduğu, önceki peygamberlere bildirilenlerle ona vahyedi-lenlerin aynı kaynaktan geldiği, bu sebeple aralarında temel hükümler ve ilkeler açısından birlik bulunduğudur. Yer yer Yüce Allah'ın yaratma gücüne ve evrende yürürlükte olan yasalarına değinilen sûrede Allah'a şirk koşanların âhirette karşılaşacakları kötü akıbete ilişkin uyanlar yapılmakta, iman edip erdemli davranışlarda bulunanlara âhiretle ilgili müjdeler verilmekte, tebliğ görevinin ağırlığı ve müşriklerin inkarcılıkta direnmeleri karşısında bunalan ve herkesin doğru yola girmesi için çırpman Resûlullah'a -bu dünyada kendi gayret ve seçimlerine göre Allah Teâlâ'nın kimilerine hidayet nasip ederken kimilerini de sapkınlıklanyla baş başa bırakacağı bildirilerek- teselli verilmekte, bulunduğu doğru çizgiyi azimle sürdürmesi istenmekte, Allah'ın hoşnut olduğu müminlerin bireysel ve toplumsal davranış biçimlerinden bazılarına övgü üslûbu içinde işaret edilerek müsliimanlar güzel ahlâk sahibi ve örnek insan olmaya özendirilmektedir. Sûre, vahyin insan için taşıdığı hayatî öneme yapılan bir vurgu ile sona ermektedir. [5]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2. Ayn-sîn-kaf.
3.Azîz ve hakim olan Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahyediyor.
4.Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. O çok yücedir, çok uludur.
5.Gökler neredeyse yukarılarından çatlayacak. Melekler de rablerini hamdile teşbih ediyorlar ve yerdekilertn bağışlanmasını diliyorlar. İyi biliniz ki bağışlama ve merhameti sınırsız olan ancak Allah'tır. 6. Kendisinden başkasını dost ve koruyucu bilenleri Allah sürekli gözetlemektedir. Senin onlarla ilgili bir sorumluluğun yok. 7. İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur'an indirdik. Onların bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır. 8. Allah dileseydi onları elbette tek bir ümmet yapardı, fakat O kimi dilerse onu rahmetine kavuşturur; zalimlerin ise ne bir velisi ne de bir yardımcısı olacaktır. 9. Onlar Allah'tan başka veliler edindiler öyle mi! Halbuki asıl dost ve koruyucu Allah'tır. Ölüleri de O diriltecektir ve O'nun gücü here şeye yeter. [6]
Tefsiri
1-2. Bazı sûrelerin başında yer alan bu harfler, ayrı ayrı okunduğundan dolayı "hurûf-ı mukattaa" diye anılır[7]
3. Allah Teâlâ'nın gerek Hz. Muhammed'e (s.a.) gerekse daha önceki peygamberlere vahyediş tarzının bu sûrede açıklandığı gibi olduğu belirtilmektedir kî, bu açıklama 51. âyette gelecektir[8] Âyeti şöyle anlamak da mümkündür: Bu sûre öyle bir İçeriğe sahiptir kî Yüce Allah onun benzerini hem başka sûrelerde sana hem de senden önceki peygamberlere vahyetmİştİr. Bir başka ifadeyle, O bu anlamları Kur'an'da ve diğer ilâhî kitaplarda tekrar tekrar vurgulamıştır[9] Bu yorumlarda âyetin Resûl-i Ekrem'e gelen vahyin biçim ve / veya içerik olarak önceki vahiylerle benzerliğine dikkat çekmesi esas alınmıştır. "Vahyediyor" şeklinde şimdiki zaman fiili kullanılmasının da bu mânalara göre izahları yapılmıştır. Fakat fiilin şimdiki zaman olmasından hareketle, asıl konunun Resûlullah'a verilmekte olan vahiy olduğu ve bunun o sağ olduğu sürece devam edeceği bildirilerek müşriklerin vahyin kesileceği yönündeki beklentilerini kırmanın amaçlandığı, diğer peygamberlere verilenden ise dolaylı olarak bahsedildiği de söylenebilir. [10]
"Böyle" anlamına gelen işaret isminin değinmek istediği şey, sözün akışı içinde daha önce geçmediğinden buna "işte şu anda vahyedİldiği şekilde" mânası verilmektedir. Bu öğenin cümlenin başına konmasmdaki amaç, işaret edilen hususun önemine dikkat çekmek ve zihinleri bu konu üzerinde düşünmeye hazırlamaktır. İbn Âşûr başka bazı âyetlerde de örnekleri görülen bu üslûba Arap dilinde daha önce rastlanmadığım ve bunun Kur'an'ın orijinal özelliklerinden olduğunu belirtir (XXV, 27). [11]
5. Göklerin neredeyse çatlayacağına ilişkin ifade, "Yüce Allah'ın azametinden ötürü, Allah tarafından onlara yüklenen misyonun ağırlığından dolayı, oralarda sayısız denecek çoklukta meleklerin, gök cisimlerinin ve akıl erdirilemez yazgıların ve sırların bulunması sebebiyle, yer yüzünde şirk ve sosyal bozulmalar çoğaldığı için gökler neredeyse yukarılarından çatlayacak" gibi farklı mânalarla açıklanmıştır. Âyetin "yukarılarından" anlamına gelen kısmı bazı müfessirlerce, çatlamanın şiddetini belirten deyimsel bir anlatım olarak düşünülmüş, bazılarınca ise Rahman sûresinin 37. âyetinde kıyametten söz edilirken yer verilen göğün yarılması tasvirinde onun bir güle benzetilmesinden hareketle "üst tarafı" şeklinde anlaşılmıştır. Ayrıca buradaki zamir için farklı bir gönderme yapılarak "yerin yukanlarından" mânası da verilmiştir. [12] İnsanın evrende görebildiği ve göremediği her şeyin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğu halde başka varlıkları O'na ortak koşmanın, hele O'nun çocuk edindiğini ileri sürmenin ne büyük küstahlık olduğuna değinen başka bir âyette de neredeyse göklerin çatlayacağı ifadesi kullanılmıştır. [13]
Âyetin bu kısmını, "Melekler rablerini övgü ve tenzih ile anıp yerdekilerin de bağışlanmasını dilerken gökler (bu teşbihe katılmak için) neredeyse üst taraflarından parçalanırlar" şeklinde tercüme etmek de mümkündür; çünkü her şeyin kendine mahsus bir dille Allah'ı övgü ve tenzih ile andığı bildirilmiştir. [14]
6-9. İnkarcılıkta direnenlerin bu tutumlarının sonucuna katlanmak durumunda oldukları ve Yüce Allah'ın dünya hayatını böyle bir irade sınavı için var ettiği hatırlatılmakta, müşriklerin iman etmeleri ve kurtuluşa ermeleri için çırpındıkları halde tam sonuç alamayan Hz. Peygamber ve ona gönülden bağlanan müminler teselli edilmektedir.
6, 8 ve 9. âyetlerde geçen "velî" (çoğulu: evliya) kelimesi "dost, koruyucu, nâmı, destekçi, kendisine uyulan önder" gibi mânalara gelir. Kur'an'da sıkça kullanılan bu kelimeye bağlama göre bu ve benzeri mânalardan biri verilebilir[15]
7. âyette geçen ve "anakent, yerleşim yerlerinin merkezi" anlamlarına gelen "ümmülkurâ" tanılaması Kur'an'da Mekke şehrini ifade etmek için kullanılır[16] Âyetin "çevresindekiler" diye çevrilen kısmını Araplar'la sınırlandırarak yorumlayanlar olmuşsa da [17] birçok müfessir İslâm tebliğinin evrenselliğine dikkat çekerek burada bütün insanların kastedildiğini savunur[18]
Kur'ân-ı Kerîm'de farklı bağlamlarda, hem "insanlar başlangıçta tek bir ümmet idi" anlamına hem de 8. âyette olduğu gibi "Allah dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı" mânasına gelen ifadeler yer alır. [19] Burada âyet kümesinin genel amacı doğrultusunda, Resûlullah'a ve müminlere, insanların bir sınavdan geçmekte olduğu, hür iradeleriyle hareket ettikleri, bu sebeple de herkesin aynı çizgi üzerinde bulunmadığı bildirilmektedir. [20]
Meali
10. Ayrılığa düştüğünüz bütün konularda (doğru) hüküm Allah'a aittir. İşte o Allah benim rabbimdir; yalnız O'na güvenip dayanmışımdır ve daima O'na yönelirim. 11. Gökleri ve yeri yaratan O'dur. Size kendi türünüzden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu şekilde çoğalmanızı sağlamaktadır. O'na benzer hiçbir şey yoktur. O her şeyi işitir, her şeyi görür. 12. Göklerin ve yerin anahtarları Û'nundur. Rızkı dilediğine bol, dilediğine de ölçülü verir. Çünkü O her şeyi bilmektedir. [21] | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:43 am | |
| Tefsiri
10. Bu âyette kastedilen ayrılığın tarafları ve konulan hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre burada müminler ile İnkarcılar arasında gerek dinî gerekse dünyevî konularda ortaya çıkan inanç ve fikir ayrılıkları kastedilmek* te, bu ihtilâfların ancak Allah tarafından hükme bağlanacağı, kıyamet günü kimin haklı kimin haksız olduğunun net bir şekilde ortaya çıkarılacağı belirtilmektedir. [22] Sûrenin Mekke döneminde inmiş olması ve 7-8. âyetlerin içeriği bu anlayışı destekleyici niteliktedir. Nitekim Mukatil'den, Mekkelİler'in bir kısmının Kur'an'a inanıp bir kısmının onu inkâr etmesi üzerine bu âyetin indiği nakledilmiştir[23] Diğer bir yoruma göre burada bütün insanları kapsamına alan bir ifade bulunmaktadır ve dinî konularda insanlar arasında çıkan her türlü ayrılığın ancak Allah tarafından sonuca bağlanacağı, Yüce Allah'ın kıyamet günü hakkı bâtıldan açık biçimde ayırt edeceği anlatılmaktadır. [24] Zemahşerî bu âyette müminlere yönelik bir buyruk bulunduğu noktasında birleşen şu yorumlan da nakleder: a) Aranızda bir uyuşmazlık çıktığında Nisa 4/59 âyetinde belirtildiği gibi Resûlutlah'ın hakemliğine başvurunuz ve başkalarının hükmünü onunkine üstün tutmayınız, b) Bir âyetin yorumunda kapalılık bulunur ve ihtilafa düşerseniz, Allah'ın kitabındaki muhkem âyetlere ve Resûlullah'ın sünnetindeki açık ifadelere başvurunuz, c) Ruhun mahiyetinin ne olduğu gibi size yükümlülük getirmeyen ve künhüne vâkıf olamayacağınız konularda görüş ayrılığına düşerseniz "Bunu en iyi bilen Allah'tır" deyiniz. Daha sonra Zemahşerî bu âyetin, müctehitlerin şer'î konulardaki ihtilaflarına yönelik olup olmadığı sorusuna "Hayır, çünkü Resûlullah hayatta iken İctihad caiz değildir" cevabını verir (IH, 398). Öte yandan dinî meselelerin çözümünde kıyas metodunun kullanılmasına karşı çıkanların bu âyetten destek almaya çalıştıkları görülür. Fakat bağlamı ve indiği dönemin şartlan dikkate alınırsa bu âyetin, İslâm âlimlerinin gerek akaid gerekse fıkıh alanındaki görüş aynhklarıyla ilgisi bulunmadığı ve bu istidlalin zayıf olduğu ortaya çıkar[25] Kanaatimize göre -Râ-zî'yi takiben- âyetin asıl amacını şöyle özetlemek mümkündür: Yüce Allah nasıl Resulünü inkarcıları iman etmeye zorlamaktan menetmişse aynı şekilde müminlerin de onlarla çekişmelerini ve husumeti arttırmalarım yasaklamış, haklıların mükâfatının ve haksızların cezasının kendisi tarafından verileceğini bildirmiştir (XXVII, 149). Burada âyetin ilk cümlesi Hz. Peygamber'in sözü olarak kabul edilirse "İşte o Allah benim rabbimdir; yalnız O'na güvenip dayanmışımdır ve daima Ona yönelirim" anlamındaki sözler de bunun devamı olur; ilk cümle Cenâb-ı Allah'ın hitabı olarak katful edildiğinde ise devamında "Ey Muhammed! Şöyle de..." şeklinde bir hitap cümlesinin bulunduğu var sayılır. [26]
11-12. Gerek insanlarda gerekse hayvanlar âleminde açıkça görülen eşlilik olgusunu ve buna dayalı olarak işleyen üreme düzenini var edenin, daha da Önemlisi onlara mekân olan gökleri ve yeri yoktan yaratanın Yüce Allah olduğu dikkate alınırsa hiçbir varlığın O'na benzer olamayacağı kolayca anlaşılır. 11. âyetin asıl amacının da İslâm inancının en önemli noktalarından olan bu hususu pekiştirmek olduğu söylenebilir. Bunu belirtmek için Kur'an'ın kullandığı ifade öylesine vecizdir ki bunu çevirmedeki güçlük adetâ Allah Teâlâ'nın diğer varlıklardan farklılığının nasıllığını kavrayabilmenin de insan idrakinin çok üstünde olduğunu îma etmektedir.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur" diye çevrilen cümleyi lafza daha bağlı kalınarak "Hiçbir şey O'nun misli gibi değildir" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bu da göstermektedir ki benzerliği red ifadesinde dahi Cenâb-ı Allah'ın yüce zâtı ile başka varlıklar arasında bir karşılaştırma yapılması uygun görülmemiş, "benzeri, dengi" anlamına gelen "misi" kelimesine bir de "gibi" mânası taşıyan bir edat eklenmiştir (Bazı müfessirler burada Arap dilindeki mutat bir kullanımın söz konusu olduğunu, bazıları da "gibi" anlamındaki edatın benzerliğin bulunmadığı mânasını pekiştirdiğini belirtirler). Müfessirler bu ifadenin mâna incelikleri, Yüce Allah'ın kendi zâtına İzafe ettiği görme, işitme gibi bazı özellikleri insana lütfetmiş olmasıyla bu âyetteki anlamın bağdaştırılması gibi konular üzerinde geniş biçimde durmuşlardır. Özü itibariyle tenzih (Allah Teâlâ'nın her türlü noksanlıktan uzak oluşu ve yaratılmışlara benzemezliği) fikrine dayalı olan bu açıklamalar, âyetin Allah'a ortak koşma, O'na çocuk İzafe etme, bazı yaratılmışlarla Ulu Tanrı arasında benzerlikler kurma ve onlara ulûhiyyet izafe etme gibi sapkın inanç ve düşünceleri mahkûm ettiğini ortaya koymakta ve Yüce Allah'ın zât ve sıfatlarının beşerî tasavvurlara sığmayacağını vurgulamaktadır. [27]
"Hayvanlar" şeklinde çevrilen "en'âm" kelimesi bu bağlamda insanların yararlanmak üzere kendi hakimiyetleri altına alabildikleri hayvanları ifade etmektedir. İnsanların yakın çevrelerinde bulunmaları ve günlük hayatta onlarla iç içe olmaları yani gözlem kolaylığı bulunması sebebiyle bu gurubun örnek olarak seçildiği düşünülebilir. Bununla birlikte mealde sınırlayıcı bir niteleme yapılmamıştır. [28]
Meali
13, O, Nuh'a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrahim'e, Mû-sâ'ya ve îsâ'ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini ayakta tutasınız,o konuda tefrikaya düşmeyesiniz. Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi, Allah {dini tebliğ için) dilediğini seçer ve kendisine yöneleni doğruya iletir. 14. Onlar özellikle kendilerine dine dair bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden bölünüp parçalandılar. Rabbin tarafından belirli bir süre tanıma sözü verilmemiş olsaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Onlardan sonr.a kitaba vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içine düşmüşlerdir. 15. İşte bunun için sen çağrına devam et ve enıro-lunduğun gibi doğru çizgini sürdür. Onların arzularına uyma ve şöyle de: "Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim ve bana aranızda âdil davranmam emredildi. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Sizinle bizim aramızda ortak bir kanıt yok. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O'nadır." 16. O'nun çağrısı (birçok insan tarafından) kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışmaya kalkışanların delilleri rableri katında geçersizdir. Üzerlerine gazap çökmüştür ve onlar için çetin bir azap vardır. 17. Hak ve hakikat içerikli kitabı ve o sayede ölçü ve dengeyi gönderen Allah'tır. Nereden bileceksin, kıyamet vakti belki de çok yakın! 18. Ona inanmayanlar onun çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise gerçek olduğunu bilerek ondan kaygılanırlar. Şu iyi bilinmeli ki, kıyameti tartışanlar derin bir sapkınlık içindedirler. [29]
Tefsiri
13. Hemen bütün nıüfessirler burada din kelimesinin İlâhî dinlerin tamamını ifade eden geniş anlamıyla kullanıldığı kanaatindedirler. Bu dinlerdeki bütün hükümlerin diğerlerinde aynen korunmadığı ve önceki ilâhî dinlerde yer alan amelî hükümlerin hepsinin Hz. Muhammed'in ümmeti için teşrî kılınmadığı da bilinmektedir. Dolayısıyla burada geniş anlamıyla dinin bir kısmının kastedilmiş olması gerekir. Bu kısmın ise bütün ilâhî dinlerdeki müşterek hükümler olduğu açıktır. Başta kuşkusuz tevhid inancı gelmektedir. Aynı şekilde meleklere, vahiy olgusuna (ilâhî kitaplara), peygamberlik müessesesine ve âhiret hayatına inanmak da ortak akîde esaslanndandır. Bunlann yanı sıra temel ahlâk ilkeleri, -ayrıntılarında farklılıklar olsa da- namaz vecibesi ve belirli yakınlık derecesinde olanların evlenme yasağı gibi bazı amelî hükümler bütün peygamberlerin toplumlarına bildirdiği ve uyma çağrısı yaptığı hususlardır. Âyette kutlu peygamberler zincirinin dönüm noktası özelliği taşıyan halkalarına ismen yer verildiği görülmektedir: İnsanlık tarihinde önemli bir başlangıcı temsil eden Hz. Nuh, çok tanrıcı inançların her tarafı sardığı bir ortamda tek Tanrı inancının ihyası için görevlendirilen ve halen mevcut üç büyük ilâhî din mensuplarının atası olarak bilinen Hz. İbrahim ve bu üç dinin peygamberleri Hz. Mûsâ, Hz. îsâ ve Hz. Muhammed [30]Burada Resûl-i Ekrem kendisine hitap edilen olduğu için ismen değil, "sen" şeklinde muhatap olarak zikredilmiştir. Fakat onun peygamberlik görevini vurgulamak üzere, diğer peygamberlere bildirilenler için "vassâ" fiili kullanıldığı halde, ona bildirilenler için "evhâ" fiili kullanılmıştır. Başlangıcı temsilen Hz. Nûh zikredildikten hemen sonra vahiy zincirinin son halkası olması itibariyle Hz. Muhammed'e hitap edilmesi ve ona vah-yedilenden söz edilmesi de dikkat çekicidir, Âyetin "sana vahyettiklerimizi" anlamına gelen kısmı, bu âyetin İndiği zamana kadar Resûlullah'a vahyedilmiş olanlar veya mutlak olarak ona vahyedilenler şeklinde anlaşılabilir. Az önce açıklandığı üzere, burada bütün ilâhî dinlerin temel hükümlerindeki, özellikle inanç ve ahlâk ükelerindeki müşterekliğe değinilmekle beraber, âyetin devamında bunların da varlığını korumasının vazgeçilmez şartı olan bir ilkeye vurgu yapılmaktadır: "... ki o dini ayakta tutasınız, o konuda tefrikaya düşmeyesiniz." Âyetin bu kısmını "... ki bunlann özü, dine özen gösterme ve o konuda parça parça olmama gereğidir" şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Bazı müfessirler bu cümleyi anılan peygamberlere buyurulanlann yerini tutacak tarzda açıklamışlardır; bu anlayışa göre âyetin meali şöyle olur: "O, 'Dine özen gösterin ve o konuda parça parça olmayın' diye Nuh'a buyurduklarım, sana vahyettiklerimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve îsâ'ya buyurduklarımızı sizin için de din kıldı." Râzî, parçalanmama buyruğunu "çok tanrıcı inançlara saparak parçalanmayın" şeklinde açıklar. [31]
"Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi" anlamındaki cümle müfessirlerce daha çok Mekke putperestlerinin yeni din çağrısını içlerine sindire-memeleri olgusuyla açıklanır. Bunun sebebi olarak da Kur'an'm, Resûl-i Ekrem'in tebliği karşısında müşriklerin tavrına ilişkin verdiği bilgiler ışığında şu hususlar hatıra gelmektedir: Bu çağrının Hz. Muhammed gibi bir beşer tarafından, hele onların değer yargılarına göre toplumda üstün bir konuma (özellikle büyük bir servete) sahip olmayan mütevazı bir kişi vasıtasıyla yapılmış olması; Resûlul-lah'm bir anda toplu bir kutsal kitap getirmemesi, tebliğ işine melekler indirmek gibi olağan üstülükler içeren gösterilerle başlamaması; Kur'an'ın çok tanrı inancını mahkum edip insanları tevhit inancına yöneltmesi ve gönüllere âhiret bilincini yerleştirmesi, bunun ise müşrik ileri gelenlerinin şirke dayalı kurulu düzenlerini ve çıkarlarını tehdit etmesi.
"Allah (dini tebliğ için) dilediğini seçer" şeklinde çevrilen cümlede "ona" anlamına gelen ve meale yansıtılamayan bir zamir bulunmaktadır. Bu cümleyi bazı müfessirler "Allah, seçilmeye layık olanları seçip, kendisine yaklaştırır, onları nez-dine celbeder, toplar" şeklinde açıklamışlardır. [32] Bazıları İse -belirtilen zamir ile "din"in veya "Hz. Peygamber'in yaptığı çağn"nın kastedildiğini düşünerek- "laydık olanları hak din için seçer" yorumunu yapmışlardır. [33]
14. Dinde parçalanmaların yeterli İlâhî bildirim yapılmamış olmasından ileri geldiği iddiasını reddeden bu içerikteki âyetlerde, bölünmenin asıl sebebinin bilgisizlik değil, kişisel çıkarlara düşkünlük ve çekememezlik duygulan olduğuna dikkat çekilmektedir[34] "Rabbin tarafından belirli bir süre tanıma sözü verilmemiş olsaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi" buyurularak, suçlu, günahkâr, haksız insanların gidişatına niçin ilâhî bir müdahale yapılmadığı yönünde daima hatırdan geçen bir soruya cevap verilmekte, Yüce Allah'ın bütün insanları kapsayan hesaba çekme ve buna göre mükâfat yahut ceza verme işini âhirete bırakmayı dilediği için bunun böyle olduğu bildirilmektedir. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:43 am | |
| Müfessirler arasında "kitaba vâris kılınanlar" ile, Hz. Muhammed zamanındaki yahudi ve Hıristiyanların kastedildiği kanaati hâkimdir; bu görüşte olanların bir kısmı, burada onların kendi kutsal metinleri hakkında dahi şüphe İçinde olduklarına, bir kısmı da Kur'an ve Hz. Muhammed hakkında kuşkular ortaya koyduklarına işaret edildiğini belirtirler[35]Bu cümlede maksadın Araplar olduğu ve onların Kur'an veya hüküm (mahşer) günü hakkındaki şüphelerine değinildiği yorumunu yapanlar da olmuştur. [36] fakat Râzî sözün akışının buna müsait olmadığını belirtir (XXVII, 158). Bize göre "onlardan sonra" ifadesini, bir kısmının isimleri önceki âyette zikredilen "peygamberlerden sonra" şeklinde anlamak daha isabetlidir; sonra gelenler peygamberlerin bıraktığı kitaplar üzerinde şüpheye düşmüşlerdir. [37]
15. ResûMlah'a çağrışma devam etmesi emredilirken, neye çağrıda bulunacağı hususu cümlenin açık bir öğesi halinde belirtilmediği için bu konuda bağlama göre değişik yorumlar yapılmıştır; bazı müfessirlerce bu, "aslî haliyle Hanîf-lik inancına çağır" şeklinde yorumlanmıştır. [38]
"Emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür" şeklinde tercüme ettiğimiz cümlede kullanılan emir fiilin maştan olan istikamet, İslâmî terminolojide "inanç, niyet, düşünce ve davranışta doğruluk ve dürüstlüğü; Allah'a yönelme ve O'mm buyruklarına uygun davranma hususunda devamlı ve tutarlı olmayı" ifade eder. Hz. Peygamber Hûd sûresinin kendisini çok etkilediğini ifade etmiş ve -bir rivayete göre- bu etkinin gerekçesini orada da geçen bu buyruğun getirdiği ağır sorumlulukla açıklamıştır. [39] Grek kaynaklı felsefe kültürünün gelişmeye başladığı dönemlerden itibaren İslâm ahlâk kültüründe benimsenen "Fazilet iki aşırılığın ortasıdır" şeklindeki anlayışın da etkisiyle İslâmî literatürde istikamet kavramı için daha çok itidal sahibi olma, aşırılıklardan kaçınma anlamının merkeze alındığı açıklamalar yapıldığı görülmektedir. [40]
Önceki iki âyette şu noktalara dikkat çekilmişti: İlâhî mesajların özündeki birliğe rağmen bu bildirimlerin muhatapları kişisel arzularını öne çıkarıp bölünmeyi yeğlediler; ama Yüce Allah haklı ve haksız ayınmıyla ilgili nihâî hükmünü mahşer günü açıklamayı murad ettiğinden, farklı tercihlere imkân veren ve bir sınav ortamı olan bu dünyada farklı yönlerde yolculuklar sürüp gitmektedir. Bu âyette de son peygamber Hz. Muhammed'in şahsında onun Allah'ın elçisi olduğuna yürekten inananlara şöyle hitap edilmektedir: Vahyin aydınlık yoluna yapılacak çağrı da durmadan devam etmeli, doğru çizgiden sapmayı özendiren etkenlere karşı güçlü bir irade smavı verilmelidir; ayrılıkları tartışmak değil, açık hakikatler üzerindeki birlik hareket noktası olmalıdır; her halu kârda adalet ilkesinden şaşıl-mamahdır. Farklı kişi veya tarafların farklı tutum ve uygulamaları, olması gerekeni gösteremez; bu ayrılıklar yolunuzu aydınlatamaz, onları herkesin kendi yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla bag başa kalacağı güne havale etmek en uygun yoldur. Bütün insanların bir araya geleceği mahşer gününe doğru yol almaktayken yine herkese ışık tutacak açık ve öncelikli hakikatler ise şunlardır: Hepimizin rabbi birdir, Allah'tan başka mâbud tanımamalıyız; bütün hak peygamberlerin getirdikleri O'nun mesajlarıdır. [41]
16. Herkesin rabbinin bir olduğu kabul edildikten sonra, Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarının mahiyeti üzerinde yapılacak tartışmalar anlamsız kalacaktır. Çünkü bu konunun insan idrakini aştığı açıktır. 11. âyette geçen "O'na benzer hiçbir şey yoktur" cümlesi de bu konuya son noktayı koyan veciz bir uyandır. Dolayısıyla, bu tür tartışmalarla gerek kendilerini lâyıkı veçhile Allah'a kulluk etmekten mahrum bırakan gerekse başkalarının zihinlerini örselemeye çalışan kimselerin hesap gününde Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir mazeret yoktur, dünyada iken kanıt saydıkları ama aslında kendilerini oyalayan gerekçeler O'nun katında hiçbir değer taşımayacaktır.
Ayetin, put vb. varlıkları da tanrı gibi görmekle beraber evrenin tek yaratıcısının Allah olduğunu kabul eden müşriklerin yanı sıra, tek tann inancına sahip olduğu halde Allah'ın zât ve sıfatları hakkında saçma tartışmalara dalan yahudilerî ve bütün insanların rabbinin bir olduğuna inandıkları halde tann kavramını parçalayan ve peygamberlerine ulûhiyyet izafe edecek kadar ileri giden hrristiyanlan da kapsadığı söylenebilir. Fakat tefsirlerde genellikle, bazı yahudilerin Resûhıllah'a iman eden kişileri bu inançtan caydırmak için çaba harcadıkları, kendi peygamberlerinin ve kitaplarının daha önce olduğu argümanından yararlanarak demagoji yaptıkları yönündeki bir rivayet esas alınmaktadır. Âyetin "O'nun çağrısı" şeklinde çevirdiğimiz "lehû" kısmındaki zamirin genellikle "Allah" lafzının yerini tuttuğu düşünülmüş ve "yani O'nun dini veya peygamberi" kabul edildikten sonra açıklaması yapılmıştır. [42] Derveze bu hususu izah ederken, Mekke döneminde Hz. Peygamber'in çağrısına icabet edenlerin, önceki dinleri, etnik kökenleri ve sosyal tabakaları bakımından hemen hemen insanlığın bütün kesimlerini temsil edecek çeşitlilikte olduğu tarzında bir yorum yapar. [43] Belirtilen tespitin isabet derecesi bir yana, bu yaklaşım benimsendiğinde âyete "O'nun dinine hemen her kesimden icabet edenler bulunduğuna göre, Allah hakkında tartışmaya kalkacakların delilleri rableri katında geçersizdir" şeklinde bir mâna verilmiş olmaktadır. Her iki tarafta aklî muhakemesi güçlü ve bilgili kişiler bulunduğu dikkate alındığında, bu yorumun pek makul olmadığı söylenebilir. Burada amaç Allah hakkındaki tartışmanın geçersizliğini her kesimden O'nun çağrısına uyanların bulunmasına bağlamak değil, Hz, Muhammed'in peygamberliğini kabul edenlerin bulunmasını takiben artık ona tâbi olanlarla olmayanlar arasında Allah hakkında bir tartışmanın gereksizliğini belirtmek ve müslümanlan bu konuda uyarmaktadır. Nitekim 15. âyette "Sizinle bizim aramızda ortak bir kanıt yok" diye çevirdiğimiz cümle bu anlayışı teyit etmektedir. Farklı inanç grupları arasında verilecek nihaî hükme İlişkin bir âyetin tefsiri sırasında bu husus açıklanmıştır. [44]
17. "Kitab" kelimesiyle peygamberlere indirilen İlâhî mesajlar bütününün[45] veya Kur'ân-ı Kerîm'in[46] kastedildiği yorumlan yapılmıştır; Hadîd sûresinin 25. âyeti birinci yorumu teyit etmektedir.
"Ölçü ve denge" diye tercüme edilen kelimenin âyetteki karşılığı mîzân'dır. Bu kelime birçok âyette "tartı" anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda İse müfes-sirlerin çoğunluğu tarafından "adalet" mânasında anlaşılmıştır. Bazı müfessirler bu kelime için "ilâhî kitaplarda insanın yapması gerekenlerle ilgili olarak açıklananlar yani davranış ölçüleri", bazıları da "kulluk çağrısına uymanın ödüllendirilmesi ve Allah'a başkaldırmanın cezalandırılması" yorumunu yapmışlardır. [47] Âyetin bağlamı ve konuya ilişkin başka âyetler ışığında bu kelime "ölçü, denge, denge kanunu, iyiyi kötüden doğruyu eğriden ayırt etme yeteneği, davranışları değerlendirme kriteri, adalet duygusu" gibi mânalarla da açıklanabilir. Adaleti gerçekleştirme, düzgün biçimde ölçmek ve değerlendirmekle mümkün olduğuna göre, bunu sağlamak için maddî varlıklarda tartı âletine, manevî konularda İse akıl ve ruhun belli donanımlarına, varlık ve olaylar arasında gerekli dengeyi kuracak muhakeme gücüne ihtiyaç vardır.[48]
Yüce Allah'ın kitabı indirmesi, ölçü ve dengeyi var etmesinden bahsedilme-sinin âyetin sonundaki şu cümleye fikrî hazırlık amacı taşıdığı anlaşılmaktadır: "Kıyamet vakti belki de çok yakın!" Buna göre âyetin anlamı şu olmaktadır: Evreni yaratan, İlâhî bildirimlerde bulunan, ölçü ve dengeyi var eden yüce yaratıcının böylesine bir düzeni gayesiz, boş yere kurmuş olması düşünülemez; bilinmeli ki bu dünyada yapılıp edilenlerin ölçülüp değerlendirileceği ve sonuçlarının görüleceği bir gün mutlaka gelecektir. Birçok âyet bu yorumu desteklemektedir. Zemahşerî ise âyetin başı ve sonu arasındaki bağı şöyle açıklar: Kıyamet hesap günü ve adaletin icrası İçin tartıların işletilmesi demektir; şu halde âyette âdeta "Allah size, hesaba çekileceğiniz, amellerinizin tartılıp herkese hak ettiğinin verileceği gün gelmeden önce adalet ve eşitlikle muamele etmenizi ve dinlerin gereklerine uymanızı buyurdu" denmektedir (III, 401). "Nereden bileceksin" anlamındaki ifade muayyen bir kişiye hitap olmayıp âyetin bütün muhataplarını kıyamet gerçeği üzerinde düşünmeye çağırmaktadır. [49]
Meali
19. Allah kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandinr. Güçlü ve üstün olan da O'dur. 20. Kim âhiret kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz. 21. Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah'ın izin vermediği kuralları bunlar için dîn mi yapıyorlar? Nihaî hükümle ilgili söz olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Ama o zalimler için can yakıcı bir azap var! 22. Zalimlerin yaptıklarından ötürü korkuya kapıldıklarını göreceksin; ama bu mutlaka başlarına gelecek, iman edip iyi işler yapanlar ise cennet bahçelerinde olacaklar. Onlar için rableri katında istedikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur. 23. Allah'ın iman edip iyi işler yapan kullarına verdiği müjde işte bu. De ki: "Sizden yakınlığa sevgi duymanızdan başka bir karşılık istemiyorum." Kim çaba harcayıp bir iyiliği gerçekleştirirse bu konuda ona daha büyük güzellikler bahşederiz. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve iyiliği asla karşılıksız bırakmaz. 24. Yoksa onlar, "Allah hakkında bir yalan uydurdu" mu diyorlar? Halbuki Allah dikse senin kalbini de mühürler, Allah bâtıh siler ve gerçeği sözleriyle ortaya çıkarır. Şüphesiz O kalplerde olanı çok iyi bilmektedir. 25. Kullarının tövbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O'dur.
İman edip iyi işler yapanların dualarını kabul buyuran ve kendi lütfündan onlara fazlasını veren de O'dur. İnkarcılar için ise çetin bir azap vardır.
Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir. 28. İnsanlar bütün ümitlerini yitirdikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O'dur. Gerçek dost ve koruyucu, her türlü hamde layık olan O'dur. 29. | |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri 2007-11-01, 10:44 am | |
| 41
Fussilet Sûresi
İndiği Yer :
Mekke
İniş Sırası :
61
Âyet Sayısı :
54
Nüzulü
Mushaftaki sıralamada kırkbirinci, iniş sırasına göre altmışbirinci sûredir. Mü'min(Gâfir) sûresinden sonra, Şûra sûresinden önce Mekke'de inmiştir. "Hâ mîm" harfleriyle başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ikincisidir.[1]
Adı
Sûrenin adı, Kur'an'm, âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir kitap olduğunu belirten 3. âyet İle 44. âyette geçmektedir. Başındaki "hâ mîm" harfleri ve 37. âyetindeki secde buyruğu dolayısıyla Buhârî ve Tirmizî'nin hadis mecmualarında sûrenin adı "Hâ mîm es-secde" olarak kaydedilmiştir. Kısaca Secde Sûresi olarak anıldığı gibi 10. âyetteki "akvât" ve 12. âyetteki "mesâbîh" kelimeleriyle ve daha başka isimlerle de anılmaktadır. [2]
Konusu
Kur'an'm, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiş bir kitap olduğunu belirten açıklamayla başlayan
sûrede, Mü'min sûresinde olduğu gîbi büyük ölçüde iman konulan işlenmiş ve bu bakımdan Mekke putperestlerinin durumu; Peygamber, Kur'an ve İslâm karşısındaki inkarcı, inatçı ve baskıcı tutumları, özellikle Kur'an karşısındaki peşin hükümleri ve onun sesini boğma gayretleri, nihayet bütün bu davranışlarıyla nasıl bir akıbeti hak ettikleri üzerinde durulmuş; yer yer geçmişteki bazı kavimlerin, kendi dinleri ve peygamberleri karşısındaki haksız tavırlanyla bu yüzden başlarına gelen felâketlere dair uyancı mahiyette kısa bilgiler verilmiştir. Sûrenin özellikle 30-36. âyetlerinde Kur'an'm, Allah'a iman temeline dayanan, daima dürüst olunmasını, insanlar arasında sıcak dostluğa, banş ve uzlaşmaya dayalı ilişkiler kurulmasını amaçlayan ahlâk öğretisi özetlenmiştir. [3]
Fazileti
İbn Âşûr'un Beyhakî'den naklettiğine göre (XXIV, 227) Hz. Peygamber'in Tebâreke (Mülk) ve Hâ mîm es-secde (Fussilet) sûrelerini okumadan uykuya yatmadığı rivayet edilmiştir. [4]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... İ. Hâ-mîm. 2. Bu, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiştir; 3-Bilen bir topluluk için âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır. 4. Müjdeleyin ve uyarıcı olarak indirilmiştir ama çokları yüz çevirdi, artık onu işitmezler. 5. Dediler ki: "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık var; seninle bizim aramızda bir perde bulunmaktadır. Sen yapacağım yap, biz de yapıyoruz!" 6. De ki: "Ben de sadece sizin gibi bir beşerim; bana tanrınızın tek tanrı olduğu vahyedihniştir, doğru O'na yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin. Allah'a ortak koşanların vay haline! 7. Ki onlar mallarından muhtaçları yararlandırmazlar; onlar âhireti de inkâr ederler. 8. İman edip erdemli işler yapanlara gelince, onlar için eksilmeyen bir mükâfat vardır." [5]
Tefsiri
1. Bazı sûrelerin başında gelen bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" denir.[6]
2-4. "İndîrilen"den maksat Kur'ân-ı Kerîm veya özellikle bu sûredir. Muhataplara bu hatırlatmanın yapılmasının sebebi, okunanın İlâhî kelâm olduğunu bilerek onu lâyık olduğu şekilde derin bir saygıyla dinlemeleri gerektiğini onlara hissettirmektir. Ayrıca bu ifade, bilhassa Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini kabul etmeyen, onu Hz. Muhammed'in yakıştırdığını ileri süren inkarcılara cevap teşkil etmektedir. Bu cevapta Kur'an'in başlıca şu özelliklerine dikkat çekildiği görülüyor:
Kur'an, Allah katından indirilmiştir, ilâhî vahiydir; onun Hz. Muhammed'in kendi sözü olduğu İddiası tamamen asılsızdır.Kur'an, Allah'ın Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisidir, dolayısıyla insanlık için bir rahmet ve lütuftur. O bir "kitap"tır, yani sadece söylenip geçen bir söz değil, aynı zamanda yazıya geçirilerek korunması gereken ve korunan ölümsüz bir belgedir.
"Âyetleri açık açık ortaya konmuştur." Râzî, bu kısmı açıklarken özetle şöyle der: Kur'an'ın âyetleri değişik konulara ayrılmıştır, farklı anlamlar taşımak tadır. Şöyle ki: Bazı âyetler Allah'ın zâtını tanıtmakta, sıfatlarını açıklamakta; ilim ve kudretinin, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğini; göklerin, yerin ve yıldızla rın yaratıljşuıdaki, geceyle gündüzün birbirini izlemesindeki sırları; bitkiler, hay vanlar ve insanlardaki hayranlık verici özellikleri anlatmaktadır. Bazı âyetler, ruhlara ve bedenlere ait yükümlülükler hakkında bilgi vermekte; bazıları âhiretle ilgili vaad ve uyan, sevap veceza konularında, cennet ve cehennem ehlinin derecele hakkında açıklamalar İçermektedir. Bazı âyetlerde öğüt ve uyarılar, bazılarında ahlâk güzelliğine ve ruh terbiyesine dair konular işlenir; bazıları da eski topluluk ların tarihlerinden söz eder. Kısacası, insafla düşünen herkes kabul eder ki insan lığın elinde, çeşitli bilgilerin ve birbirinden çok farklı konuların yer aldığı Kur'an'ın benzeri başka bir kutsal kitap yoktur (XXVII, 94).
Kur'an'ın dili Arapça'dır; bunun da asıl sebebi, İslâm Peygamberi'nin Arap asıllı, hitap ettiği ilk topluluğun da Araplar oluşudur. Nitekim "İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (gerçekleri) açık açık anlatsın"[7] buyurulmuştur [8]
Kur'an, özünde kusursuz bir ilâhî hakikat, rahmet ve rehber olmakla birlikte ondan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olmak, samimi bir niyetle hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunmak gerekir. 4. âyette belirtildiği gibi "çokları" yani inkarcılar. [9] peşin bir hükümle Kur'an'a sırt çevirdikleri, onu dinlemedikleri, açıklama ve uyanlarını dikkate almadıkları için Kur'an'dan nasiplerini alamazlar; hatta "Kur'an zâlimlerin (İnancı, niyeti ve ahlâkı bozuk olanların) ancak hüsranını arttırır"[10]
Kur'an müjdeci ve uyarıcıdır; sadece bilgi vermez, sadece görev de yüklemez; aynı zamanda hakikati arayan, hak olana inanmaya ve hakka göre yaşamaya niyeti olanlara, aradığını bulduğunda da ona sımsıkı sarılanlara güzel bir akıbet, mutluluklarla dolu ebedî bir hayat müjdeler; bâtıla sapanları; İnkâr, haksızlık ve ahlâksızlık peşinde olanları da acı bir akıbetle ve ağır cezalara çarptırılmakla tehdit edip uyarır.
Bazı tefsirlerde 3. âyetteki "bilen bir topluluk" İfadesiyle Arapça bilen i)k Kur'an muhataplarının kastedildiği belirtilir. [11] Ancak bu İfadenin, "dinleyip anlamasını bilen, Kur'an'dan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olması yanında dürüstçe hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunan topluluk" şeklinde anlaşılması Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ve üslup tarzına daha uygun düşmektedir.[12]
5. İbn Âşûr'un da işaret ettiği gibi (XXIV, 233) Araplar kalp kelimesini akıl anlamında kullanırlardı; Kur'ân-ı Kerîm'de de bu kelime ve çoğulu (kulûb) genellikle akıl anlamında kullanılmıştır.
Hz. Peygamber Mekke putperestlerine Kur'an'ı tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inanmak, sadece O'na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor; fakat muhataplarının çoğu, âyette belirtilen küstahça ifadelerle bu daveti reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçtir. Zira onlar, "Davetini, bize tebliğ ettiklerini düşündük taşındık, ama inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz" demiyorlardı. Aksine, tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söylüyorlardı. Şu halde onlar, gerçeği arayan samimi bir insanın iyi niyetli tavnyla kendilerine okunan Kur'an'a kulak verip dinlemeye, anlamları üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Râzî'ye göre sûrenin asıl amacı,bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir (XXVII, 133).
Özetle, ilk âyetlerde ifade buyurduğu üzere Kur'an Allah'ın Rahman ve Ra-hîm isimlerinin tecellisi olarak ilâhî rahmetin insanlar üzerine doğuşudur; onun "âyetleri Arapça bir okunuşla (Arapça olarak) ayrıntısıyla açıklanmıştır." Fakat ondan gerektiği gibi yararlanmak için bunu istemek, dolayısıyla ona samimiyetle kulak vermek ve tebliğleri üzerinde akıl yoluyla değerlendirme yapmak gerekir. Bu, anlamanın ve inanmanın vazgeçilmez şartıdır. Mekke putperestleri ve Kur'an'a karşı tavır alan bütün inkarcıların temel yanlışı İse bu şarta uymamalarıdır.
"Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" şeklinde çevirdiğimiz cümle iki şekilde açıklanmaktadır: a) Sen kendi dinînin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize göre yaşayacağız; b) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız. [13] Bize göre ikinci yorum Mekke putperestlerinin karakterlerine daha uygun görünmektedir. [14]
6-7. Yukarıdaki tutumu sergileyenleri Kur'an'in gerçeklerine inandırıp gereğince davranmalarını sağlamak için yapılacak bir şey olmadığına işaret edilmekte; Kur'an'ın Allah kelâmı, dolayısıyla Hz. Muhammed'in de peygamber olduğunu kesinlikle reddeden putperest Arapîar'a cevap verilmektedir. Buna göre -yukarıdaki âyetler de dikkate alındığında- Resûlullah'ın onlara şu gerçeği bildirmesi istenmektedir: İnanıp kabul etmenin temel şartı, kulağıyla dinleyip aklıyla değerlendirmektir; bu olmadan İnanma gerçekleşmez, İnanmayana Peygamber'in dahi yapabileceği bir şey kalmaz. Çünkü Peygamber bir beşer olup inanmayanları zorla inandıracak bir güce sahip değildir, böyle bir görevi de yoktur. Ona sadece vahiy gelmekte, doğrular ve yanlışlar, iyilikler ve kötülükler hakkında bilgiler verilmekte; muhataplarını Allah'a yönelmeye ve kötülükleri için O'ndan bağış dilemeye davet etmektir; insanların bunları kabul veya reddetmeleri ise kendi isteklerine ve gereken şartlan yerine getirmelerine bağlıdır. Son noktada hidayeti nasip etmek de ondan mahrum bırakmak da Allah'a aittir. İbn Âşûr'a göre burada, "Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" diyerek Resûlullah'a meydan okuyan putperestlere karşı, "Ben sîze karşı ne yapabilirim; ben Allah'ın bir elçisiyim, sizin hesabınızı görecek olan ise Allah'tır" şeklinde dolaylı bir uyarı, ayrıca "İnsandan peygamber mi olurmuş!" şeklindeki itirazlarına da bir cevap vardır (XXIV, 236-237).
Şevkânî'ye göre 6. âyet, Peygamber'in söylediklerine karşı akıllarının örtülü, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen inkarcılara, "Bana vahiy gelmesi dışında ben de sizden biriyim; sizden farklı bir türden gelmiyorum (dolayısıyla farklı bir dil konuşmuyorum) ki söylediklerime karşı akıllarınız örtülü, kulaklarınız tıkalı olsun, beni aramızda anlamanızı engelleyen perdeler bulunsun. Sizi akla sığmayan şeylere çağırmıyorum, sadece tevhide davet ediyorum" şeklinde bir cevap anlamı taşımaktadır (IV, 579). | |
| | | | Sure Sure Diyanet Tefsiri | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |