: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : :
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


TüRkİyE'nİn ''EN'' SüPer FoRuM SiTeSi
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Sure Sure Diyanet Tefsiri

Aşağa gitmek 
4 posters
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki
YazarMesaj
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:41 am

MÜMTEHINE SÛRESİ

60


İndiği Yer :


Medine



İniş Sırası :


91



Âyet sayısı :


13



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada altmışıncı, İniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisa sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur.[1]



Adı


Sûre, 10. âyetinde "İmtihan edin, sınayın" anlamına gelen "imtehınû" fiili geçtiği için bu adı almıştır. "Mümtehıne", "imtihan eden" demektir. Bu okunuşa göre "imtihan eden sûre veya bu nitelikteki âyeti içeren sûre" anlamına gelir. "İm*tihan edilen kadın" mânasında olmak üzere "Mümtehane" şeklinde de okunmuş olup bir yoruma göre ilk âyette, diğer bir yoruma göre ise 10. âyette kendisine işa*ret edilen kadın kastedilmektedir. Bu okunuş belirli bir kadınla sınırlı olmaksızın "imtihan edilen kadınlar" anlamıyla da açıklanmıştır. [2]



Konusu


Allah'a ve müminlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bu tavırlarım ey*leme dönüştürmüş olanlarla dostluk kurulamayacağı, aralarında bazı duygusal bağlar bulunsa bile müslümanlann onlarla İlişkilerinde çok dikkatli olmaları ge*rektiği, ancak müslümanlara karşı fiilî bir husumet içinde olmayan gayri müslim-lerle iyi ilişkiler içinde olmaya bir engel bulunmadığı bildirilmekte; tevhid müca*delesinde Hz. İbrahim ve onun yolundan gidenlerin iyi bir örneklik teşkil ettiği ha*tırlatılmakta; Hudeybiye Barış Antlaşması sonrasında meydana gelen bazı geliş*meler ışığında inkarcı taraftan kaçıp gelen kadınların hukukunun korunmasıyla İlgili hükümlere, bu arada Kur'an nazarında kadının statüsüne ışık tutan bir biat uygulamasına yer verilmektedir. [3]

Meali


Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey iman edenler! Eğer be*nim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız, benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri kendilerine sevgi gös*tererek dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmektedirler; üstelik rabbiniz Allah'a iman ettiniz diye Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarı*yorlar. Ben sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bildiğim halde dost*luk sebebiyle onlara sır veriyorsunuz. İçinizden kim bunu yaparsa bilsin ki doğru yoldan sapmış demektir. 2. Onlar sizi bir yakalasalar size yine düşmanca davranırlar, elleriyle ve dilleriyle size kötülük etmeye çalışırlar ve isterler ki sizler de hep inkarcı olasınız. 3. Kıyamet gününde ne yakınlarınızın ne de çocuklarınızın size yararı olabilir; Allah aranızda hükmünü verir. Yapıp ettiklerinizi Allah tamamıyla görmektedir. [4]

Tefsiri


1-3. Bir sahâbînin, Mekke'deki yakınlarının güvenliklerini sağlamak ama*cıyla Hz, Peygamber'in verdiği gizli bir bilgiyi Mekke müşriklerine sızdırmaya teşebbüs etmesi olayı ışığında, müminler değerler sıralamasına riayet hususunda uyarılmakta, düşman tarafta kişinin en yakınları bulunsa bile onlarla, Allah'a ve Resulüne iman ve bağlılık ilkesiyle bağdaşmayan, emanete hıyanet niteliği taşı*yan ve müslümanların güvenliğini ihlâl eden ilişkiler kurulamayacağı hatırlatıl*maktadır.

İlk âyetin, sûrenin baş kısmının veya tamamının nüzul sebebi olarak nakledi*len olay özetle şöyledir: Hz. Peygamber Mekke'ye sefer için hazırlık yaparken he*defini gizli tutmuş, sadece sahabeden belirli kişilere bir sır olarak bunu söylemiş- ti. Konuya ilişkin rivayetler ışığında, bunun Hudeybiye Barış Antlaşması'yla so*nuçlanan umre amaçlı sefer veya Mekke'nin fethi için yapılan sefer hazırlığı oldu*ğu yönünde farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Dolayısıyla, birinci ihtimale göre olay hicrî 6., ikinci ihtimale göre 8. yılda meydana gelmiş olmalıdır. Bu hazırlık sürerken azatlı bir câriye olan Sâre adlı bir kadın Mekke'den Medine'ye gelip maddî yardım için Resûlullah'a baş vurdu. Hz. Peygamber ona müslüman olarak mı yoksa sadece göçmen olarak mı geldiğini sordu. O, böyle bir sebeple değil, azatlısı olduğu ailenin Medine'ye hicretinden sonra ihtiyaç içine düşmesinden do*layı geldiğini ve maddî yardıma muhtaç olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Resû-lullah onun azatlısı olduğu Abdülmuttalip Oğullarını yardıma teşvik etti. Hz. Pey*gamber'in kendisine Mekke fethi hazırlığıyla ilgili bilgi verdiği sahâbîlerden Hâ-tıb b. Ebû Belte'a da bu kadına para ve giyecek yardımı yaptı, bu arada onunla Mekkeliler'e hitaben gizli bir mektup gönderdi. Kadın yola çıktıktan sonra Cebra*il (a.s.) durumu Hz. Peygamber'e bildirdi. Resûlullah hemen -aralarında Hz. Ali'nin de bulunduğu- bir grup sahâbîyi görevlendirip ona yetişmelerini ve mek*tubu alıp getirmelerini emretti (rivayetlerde diğer sahâbîlerin isimleri konusunda farklılıklar bulunmaktadır). Hz. Peygamber kadını -Mekke istikametinde Medi*ne'ye on iki mil mesafede bir yer olan- Ravza-i Hâh'a vardıklarında bir deve hev-deci içinde bulacaklarını bildirmişti. Atlarına binip süratle oraya ulaşan sahâbîler onu elleriyle koymuş gibi buldular. Kadın mektubu kolay bulunamayacak şekilde (bir rivayete göre saç bağının içine) saklamıştı. Önce direnmek istedi, fakat başka çaresinin olmadığını anlayınca mektubu sakladığı yerden çıkarıp verdi. Kadının getirilmesi veya cezalandırılması talimatı bulunmadığı için serbest bırakıldı. Mek*tup kendisine ulaşınca Hz. Peygamber Hâtıb'ı sorguladı. O, bunun imanındaki bir zaafla ilgili olmadığını ısrarla belirtip gerekçesini şöyle açıkladı: Yanınızdaki mu*hacirlerin Kureyşliler'le akrabalığı bulunduğu için Mekke'deki yakınları ve mal*lan korunmaktadır. Ben ise aslen Kureyşli değilim; onun için ben de yakınlarımın himayesini sağlamak üzere onlara bir jest yapmak istedim. Resûlullah "İşin doğ*rusunu apaçık söyledi" buyurdu. Geçekten Hâtıb'ın annesi, oğullan ve kardeşleri Mekke'de bulunuyorlardı ve mektubun içeriği de bir münafıklık unsuru taşımıyor, aksine Resûlullah'a olan güçlü inancını ifade ediyordu. Bir rivayete göre mektup*ta şöyle bir ifade vardı: "Bilin ki Allah'ın Peygamberi (s .a.) sel gibi akacak gece misali bir orduyla size doğru gelmeye hazırlanıyor. Allah'a yemin ederim ki o yal*nız başına da gelecek olsa Allah onu size karşı muzaffer kılacaktır; çünkü Allah ona olan vaadini mutlaka yerine getirir." Bununla birlikte önemli bir sının böyle bir yolla düşmana haber verilmesi müslümana yaraşmayan bir davranış, büyük bir cnr ve aıirınh irli NitpVim Hâtıh'ın ervahı iizerinp. H/ Ömer nnnn idamını teklif etti. Ama Hz. Peygamber onun Bedir savaşına katılanlardan olduğunu ve Yüce Al*lah'ın onlarla İlgili müjdelerini hatırlatıp buna müsaade etmedi. Ardından bu âyet veya âyetler nazil oldu. Bu olay üzerine inen kısmın nereye kadar olduğu hususun*da farklı rivayetler vardır. [5]

Resûl-i Ekrem'in o günkü şartlarda, anılan kadına müslüman olarak mı yok*sa göçmen olarak mı geldiğini sorması, her iki şıkka "hayır" cevabını verip sade*ce ihtiyaç sebebiyle geldiğini belirtmesi üzerine hiçbir olumsuz tepki göstermeme*si ve tam aksine kadına yardım edilmesini teşvik etmesi onun rahmet peygamberi olduğunu ve insanî erdemler konusundaki üstünlüğünü gösterdiği gibi, inanç öz*gürlüğüyle ilgili tavrını ortaya koyması açısından da önemlidir. Gördüğü bu İnsa*nî muameleye hıyanetle karşılık verip müslümanlar aleyhine casusluk yapan bu kadının yakalanıp getirilmesini istememesi ve onu cezalandırma yönüne gitmeme*si ise, Mekke müşrikleriyle ilişkilerde hassas bir dönemden geçiliyor olmasına, böyle haklı bir cezalandırmanın bile kötüye kullanılabileceği ihtimalini dikkate al*mış bulunmasına bağlanabilir.

1. âyetin "Eğer benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız" diye tercüme edilen kısmı metinde "sizi yurdunuzdan çıkarıyor*lar" cümlesinden sonra yer almakla beraber anlam itibariyle baş tarafla ilgili oldu*ğu için[6] mealde de öne alınmıştır. Çıkarma eyleminin şimdi*ki zaman kullanılarak anılması, bazı müfessirlerce, ne büyük bir kötülük yaptıkla*rını gözler önüne getirme, canlı bîr tasvir yapma amacıyla izah edilmiştir. Burada "benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseler" ifadesi kullanılarak, müslümanlarm husumet düşüncesini ve davranışını yönlendiren âmilin kişisel kin ve garez duygularının olmaması gerektiği, ancak Allah için, kamunun yaran bu*lunması durumunda düşmanlık edilebileceği yönünde bir uyan yapılmıştır. Böyle*ce gerek sevgi gerekse nefret konusunda temel kriter "hak" kavramı olmaktadır. [7]Nitekim âyetin devamında burada söz konusu edilen kimse*lerin düşman olarak nitelenme gerekçesi, Hz. Peygamber'! ve Allah'a inanmaları sebebiyle müminleri yurtlarından çıkmaya mecbur etmeleri şeklinde açıklanmış; 8-9. âyetlerde de müslümanlara savaş açıp onlara haksız baskılar uygulamayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmanın ve hakkaniyete göre hareket etmenin yasaklanmadığı belirtilerek, Kur'an'ın müslüman olmayanlan mutlak düşman ilan etme ve onlarla iyi İlişkiler kurmaktan sakındırma gibi bir amacının bulunmadığı*na açıklık getirilmiştir.

Gramer açısından değişik ihtimaller bulunduğundan, âyetin "kendilerine sev*gi göstererek" diye çevrilen bsmı için farklı tercümeler vermek mümkündür. Me*selâ mealde olduğu üzere veya "sevgi sebebiyle kendilerine haber uçurarak" şek*linde ana cümleye bağlanabileceği gibi, ara cümle olarak düşünüp "ki onlara sev*gi gösteriyorsunuz" ya da yeni bir cümle kabul edip "Siz onlara sevgi gösteriyor*sunuz" yahut "Sevginizden ötürü onlara haber uçuruyorsunuz" gibi mânalar veri*lebilir. [8] Yine "Onlar size gelen gerçeği inkâr etmektedir" anlamındaki cümlenin öncesine ve sonrasına bağlanma*sı değişik şekillerde olabilmektedir. Âyetin devamında dostluk (yahut özel sevgi bağlan) sebebiyle düşmanlara sır veren müslümanlar eleştirilirken "sır" kökünden gelen bir fiil kullanıldığı halde Yüce Allah'ın gizlenenleri de bildiği belirtilirken "hafi" kökünden türetilmiş bir fiil kullanılması şöyle bir anlam inceliği taşımakta*dır: Sır, herkese açılmayan gizlilikleri ifade eder, hafî ise gönülde gizleneni de kapsar; Allah Teâlâ yalnız belli kimselerle paylaşılan sırlan değil, gönüllerde sak*lananları da bilmektedir. [9]

2. âyette, bir yandan bağnaz münkirlerin sadece güç ve maddî üstünlüğü esas alan, hak ve ahlâkî değer tanımaz tavırları eleştirilirken bir yandan da müsluman*lara düşmana karşı bir üstünlük elde ettiklerinde nasıl davranmaları gerektiği hu*susunda dolaylı olarak bir uyan yapılmaktadır. Gerçekten insanlık tarihi, özellik*le inanç motifinin ağır bastığı savaşlarda galibiyet elde eden tarafın hasım tarafa vahşet olarak nitelenebilecek muameleler yapmasının örnekleriyle doludur. Buna karşılık müslümanlann benzeri konumda olduklan zaman esirlere işkence, küfür, hakaret, taciz ve tecavüz gibi tavır ve eylemlerden uzak durmaya özen gösterme alışkanlığı kazanmış olmalarıyla, bu ve benzeri âyetler ile Hz. Peygamber'in ör*nek uygulamaları ışığında oluşan İslâmî öğretiler arasında sıkı bir ilişki vardır. İs*lâm muhitinde erken dönemlerde, savaş hukukunun insanî esaslarının belirlenme*si esprisine ağırlık veren "siyer" isimli bir ilmî disiplinin ve bu çerçevede geniş bir literatürün ortaya çıkması da bu zihniyet ve tatbikatın teoriye yansıyan belgeleri olarak düşünülebilir. Malazgirt zaferini takiben Alparslan'ın esir düşen Bizans İm*paratoru Romen Diyojen'e yaptığı insanî muamele bu konuda meşhur bir örnek olduğu gibi, Alparslan'ın esir statüsünde bir komutanı huzuruna kabul edip onun*la tartışırken yaralanması sonucu hayatını kaybetmiş olması da bu açıdan oldukça ilginçtir. Öte yandan âyette, gücü elinde bulunduran tarafın diğer tarafa inanç ko*nusunda baskı yapma arzu ve eğiliminin kınanmış olması da bu konuda Önemli bir mesaj içermektedir. [10] Lafzan "Onlar sizi bir yakalasalar" an*lamına gelen ifade bu bağlamda "size karşı bir zafer kazansalar, sizi ele geçirse-ler" mânasmdadır. [11] İlk âyette yer alan buyruğun gönüllerde yer tutmasını sağlamak üzere, 3. âyette bu dünyadaki yakınlığın davranışlarımızı yönlendirecek yegâne ölçü olama*yacağına ve kıyamet günü herkesin kendi davranışlarıyla baş başa kalması sahne*sinin daima göz önünde bulundurulması gereğine dikkat çekilmektedir. [12]



Meali


4. İbrahim'de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır; onlar ka*vimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah'ı bırakıp da taptık*larınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bi*zim aramızda, siz bir tek Allah'a îman edinceye kadar sürüp gidecek bir düş*manlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İbrahim'in, babasına "Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim, ama Allah'tan sana gelecek*lere karşı yapabileceğim bir şey de yoktur" demesi başka. Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır. 5. Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için bîr sınama konusu yapma. Bizi bağışla ey rabbimiz! Çünkü kudret ve hikmet sahibi olan sensin. 6. İçinizden Allah'ın lütfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar için onlarda hiç şüphe yok ki güzel bir ör*neklik vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah bir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde lâyıktır. [13]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:42 am

Tefsiri


4-6. "Güzel bir örneklik" diye tercüme ettiğimiz- "üsve hasene" tamlaması, günümüz davranış bilimleri incelemelerinde, özellikle liderde bulunması gereken nitelikler konusunda önemli bir yere sahip olan "davranış modeli" veya "numune, ömek kişilik" kavramını çağrıştırmaktadır. Bu tamlama Ahzâb sûresinin 21. âye*tinde Hz. Peygamber hakkında kullanılmış ve müminlerin onu örnek almaları is- tenmişti. Burada 4. ve 6. âyetlerde aynı kavram, insanlık tarihinde tevhid mücade*lesinin öncü isimlerinden olan Hz. İbrahim ve ona uyanlar hakkında kullanılarak, şirk ve inkâr batağına saplanıp kalma olgusunun yeni olmadığına dikkat çekilmek*te ve bu gibi kimselerle ilişkiler konusunda yararlanılacak önemli bir tecrübeye gönderme yapılmaktadır. [14]

4. âyetin "ona uyanlar" diye tercüme edilen kısmı için "Hz. İbrahim'e iman edip ona uyan müminler" ve "Hz. İbrahim'in döneminde ve ona yakın zamanda yaşayıp ona tâbi olan peygamberler" şeklinde yorumlar yapılmıştır. İbn Atıyye Hz. İbrahim'le birlikte Nemrud'a karşı mücadele veren bir grubun varlığının bi*linmediği gerekçesiyle ikinci yorumu daha kuvvetli bulur. [15]

Hz. İbrahim ve ona uyanların davranışı ömek gösterildiğine göre aynı âyette geçen "Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sürüp gi*decek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır" anlamındaki sert ifadeyi -başka âyetler, özellikle bu sûrenin 7-9. âyetleri ve Resûlullah'ın tatbikatı ışığında-düşmanlık ilân etme, bunu alevlendirme ve nefreti kalıcı kılma amacıyla İzah et*mek mümkün değildir. Hz. İbrahim ve tabileri, İnkarcılara onların yolundan uzak olduklarını ve bu tavrın sorumluluğunu paylaşmayacaklarını bildirirken kullandık*ları bu ifadeyle, gerçeği açık yüreklilikle ve bütün çıplaklığıyla ortaya koymayı, bu konuda ödün vermeyeceklerini vurgulamayı, özellikle yeni iman etmiş olup ba*zı tereddütler yaşayanların maneviyatını yükseltmeyi amaçlamış olabilirler.

5. âyetteki "Bizi, inkâr edenler için bir sınama konusu yapma" şeklinde çev*rilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: "Onları bize galip getirme" veya "Bizi doğrudan yahut onlar vasıtasıyla cezaya çarptırma ki 'Bunların iddiası doğru olsaydı güvendikleri Allah onları desteksiz bırakmazdı yahut bu muameleye maruz kalmazlardı' şeklinde düşünmesinler ve bu yüzden kendilerinin hakikat üzere ol*duklarını sanmasınlar. Bizi böyle bir sınamaya, bir imtihana vesile kılma"[16] Bir yoruma göre burada Allah Teâlâ'dan, mü*minlere karşı inkarcıların imkânlarım genişletmemesi istenmektedir. Çünkü inkar*cıların müminlerden daha fazla imkânlara sahip olmaları da müminler için sıkıntı, dolayısıyla bir imtihan sebebi olacaktır. [17]



Meali


7, Belki de Allah sizinle onlardan düşmanınız olan kimseler arasında bir dostluk meydana getirecektir. Allah kadirdir. Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahihidir. 8. Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurt*larınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde obuanızı ve onlara adaletli dav*ranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. 9. Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanı*za yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olur*sa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir. [18]



Tefsiri


7-9. Sûrenin başında Allah'a ve O'na inananlara düşmanlık edenlerle dostluk kurmanın yasaklanmasındaki amaca ve bu hükmün kapsamına açıklık getirilmek*tedir. 7. âyette açıkça ifade edildiği üzere bu yasağın asıl maksadı, aydınlanmanın ve her türlü hayırlı girişimin önünü kesen kör taassup ortamının, inanç ve fikirle*rin delilleri üzerinde hür biçimde düşünmeye imkân verecek bir ortama dönüştü*rülmesi, böylece 1. âyette işaret edildiği şekilde manevî baskı sebebiyle veya çı*kar sağlama düşüncesiyle sergilenen sevgi gösterilerine ihtiyaç kalmaması, gerçek ve riyasız sevgiye erişilebilmesidir. 8 ve 9. âyetlerde bu yasağın yani 1. âyetteki anlamıyla "düşman" kavramının kapsamı belirlenirken de, İslâmiyet'i kabul etme*me değil, din konusunda müslümanlarla savaşma, onları yurtlarından çıkarma ve*ya çıkarılmalarına yardımcı olma kriterleri esas alınmıştır. 7. âyetin başında yer alan "umulur ki, belki de" gibi mânalara gelen "asâ" yardımcı fiilini Cenâb-ı Al*lah kendisi hakkında kullandığında O'nun tarafından yapılmış bir vaadi ifade eder[19] Nitekim Mekke'nin fethiyle birlikte putperestlerin baskılan sona ermiş, barış ortamının tesisiyle birlikte insanlar akın akın Allah'ın dinine yö*nelmişler ve rahmet peygamberinin engin sevgi ve hoşgörüsünü yakından tanıma fırsatı elde etmişlerdir. [20] Bu âyetlerin nüzul sebebi olarak zikredilen olaylar dolayısıyla bazı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, -8. âyetin tef*siri sırasında Taberi'nin belirttiği üzere- burada verilmek istenen mesaj belirli olaylarla sınırlı değildir, âyette yer alan olumsuz nitelikler kapsamına girmedikçe hangi dine mensup ve hangi etnik kökenden olursa olsun uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurulabilir, bu hükümle il*gili nesih iddialarının da dayanağı yoktur. [21]

Bu âyetlerde Kur'an'm, uluslararası ilişkilerde hemen herkesin makul ve ik*na edici bulacağı bir temel düstur getirdiği görülmektedir. Şöyle ki, aslolan barış halidir ve dostâne ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için şu iki şarta titizlikle uyul*ması gerekir: a) İyi niyetli olma ve bunun ilişkilere yansıtılması, b) Bu alanda ya*pılacak düzenleme ve uygulamalarda, aynı şekilde herhangi bir ihtilâf çıkması du*rumunda adalet ve hakkaniyetin esas alınması. İstisnaî olan hasmâne ilişkiler içi*ne girmenin gerekçesi ise karşı tarafın din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yöne*lik savaş ilân etmesi ve ülke güvenliğini tehdit eden fiili davranış ortaya koyması şeklinde Özetlenmiştir. Dikkat edilirse Kur'an'm bu konuda ortaya koyduğu esas*lar müslümanlara imtiyaz tanıyan veya sübjektif değerlere bağlı İlke ve kurallar ol*mayıp objektif niteliktedir.

Elmalılı'ya göre, 9. âyette yer alan "çıkarılmanıza yardım etmiş" kaydı 8. âyette bulunmamakla beraber, delâlet yoluyla bu nitelikte olanların da 8. âyet kap*samında düşünülmesi gerekir; S. âyette bu kaydın açık bir şekilde yer almaması, düşmana müzahir (yardımcı) olanlarla ilişkiyi kesmekte acele etmemek, önce onla*rı bu tutumdan vazgeçirmeyi sağlayacak siyasî girişimlere imkân bırakmak gerek*tiği yönünde bir anlam inceliği taşır [22]Elmalılf nın İkinci yorumu dikkate değer olmakla birlikte, kanaatimizce 8. âyet dostâne ilişkileri sürdürebil*meyle ilgili genel bir hüküm içermekte, 9. âyet ise dostluk ve dayanışma (İttifak) ilişkisi kurulması konusunda sınırlama getirmekte, kendileriyle ittifak yapılacak olanların düşmana müzahir olmamasının da şart olduğu belirtilmektedir. Öte yan*dan 8. âyette "savaşmayan, yurtlarınızdan çıkarmayan" şeklinde geniş zaman fiille*ri kullanıldığı halde 9. âyette "savaşmış, yurtlarınızdan çıkarmış, çıkarılmanıza yar*dım etmiş" şeklinde geçmiş zaman kullanılması da dikkat çekici olup, buradan ha*reketle yasak hükmünün fiilen bu yollan denemiş olanlarla ilgili olduğu sonucuna ulaşılabilir. [23]



Meali


10, Ey iman edenler! Mümin kadınlar göç ederek size geldiklerinde -on*ların imanlarını Allah daha iyi bilmekle beraber- siz onları sınayınız. Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iade etmeyiniz. Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar. Onlara harcadıklarını (mehir-leri) geri veriniz. (Bu kadınların) kendilerine mehirlerini ödediğiniz takdirde onlarla evlenmenizde sakınca yoktur. Kâfir kadınları nikâhınız altında tut*mayınız. Siz harcadığınızı isteyiniz, onlar da harcadıklarım istesinler. Al*lah'm hükmü işte budur. Aranızda hükmünü böyle veriyor. Allah hakkıyla bilmektedir, hüküm ve hikmet sahibidir. 11- Şayet eşlerinizden biri kâfirlere kaçar, böylece (tazminat ödemek için) sıra size gelmiş olursa, eşleri gitmiş olanlara harcadıklarına denk bir şey veriniz. İnandığınız Allah'a karşı gel*mekten sakınınız. [24]



Tefsiri


10-11. Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber ile Kureyşliler (Mekke müşrikleri) arasında yapılan Hudeybiye Barış Antlaşması 'nın 5. maddesinde şu hüküm yer alı*yordu: "Velisinin izni olmadan Kureyş'ten Muhammed'e geleni o kendilerine ia*de edecek, Muhammed'in beraberindekilerden Kureyş'e geleni ise onlar kendisi*ne iade etmeyecektir"[25]

Müslümanlara oldukça ağır gelen bu şarta Hz, Peygamber titizlikle riayet ediyordu. Fakat iki kadının Mekke'den kaçıp Resûlullah'a sığınması, yeni bir problem ortaya çıkarmıştı. Zira antlaşmada sadece erkek göçmenler konuşulup hükme bağlanmıştı. Bu âyetler kadın göçmenlerin -belli bir sınamadan sonra- ka*bul edilmesi ve inkarcı tarafa iade edilmemesi hükmünü getirdi. Hz. Peygamber kadınların antlaşma kapsamında olmadıklarını hatırlatarak bu hükmü uygulayınca Kureyşliler bir itirazda bulunmadılar. [26] Bu durum da antlaşmaya aykırılık bulunmadığını gös*teriyordu. Kaldı ki Resûlüllah'm aşağıda açıklanacak tatbikatı göz önüne alındı- ğında, getirilen bu düzenlemeyle, müslümanların güvenliğini sağlamak kadar ah*de vefa prensibine tam olarak uyulduğunun açık biçimde hissettirilmesinin de amaçlandığı anlaşılmaktadır. Zira bu, inançları dolayısıyla karşı karşıya gelmiş iki topluluğun on seneliğine barış ilân etmesi temeline dayalı bir antlaşmaydı; kadın*ları kapsamıyor gerekçesine dayanılarak hangi sâİkle gelmiş olurlarsa olsunlar bü*tün göçmen kadınların kabul edilmesi ve iade edilmemesi antlaşmanın ruhuna ay*kırılık iddialarını harekete geçirebilirdi.

Göçmen olarak gelen kadınların karşı tarafça istense dahi iade edilmemesi uygulamasının haklılık taşıması ve antlaşmaya gölge düşürmemesi için kendilerin*den açık bir beyan alınması ve bu kararlarının inançla İlgili bir tercihe dayandığın*dan emin olunması gerekirdi. Öte yandan bir inceleme yapmadan mutlak bir göç*men kabul uygulaması müslümanlar açısından önemli sakıncaları beraberinde ge*tirebilirdi. Casusluk yapmak, müminler arasına nifak sokmak, bu toplumda gayri ahlâkî davranışları yaymak gibi yıkıcı amaçlarla gelmeleri ihtimal dışı değildi ve bunun doğuracağı tehlike açıktı. Hatta, iman sâikİyîe değil de sırf kocasıyla ge*çimsizlik içinde olma veya daha müreffeh bir hayat sürme gibi kişisel sebeplerle gelmiş olmaları halinde bile bu, o günün şartlarında müslüman toplum için önem-İİ sorunlara yol açabilirdi. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber muhacir olarak gelen kadınlara kocasından nefret ettiği, başka yere göçmek istediği veya dünyevî bir arzuya erişmek istediği İçin değil sırf Allah ve Peygamber sevgisi uğ*runa geldiğine dair yemin ettiriyordu. Bazı rivayetlerde bu sınama keüme-i şehâ-det getirmelerini istemekten ibaretti. Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre ise Resûlul-lah onları 12. âyetteki şartlan içeren bir sözleşmeyle sınıyordu[27] 10. âyet, dikkate değer anlam incelikleri taşıyan bir ifadeyle, bu konu*yu şöyle düzenliyordu: Göçmen kadınların geliş maksatları hakkında bir İnceleme yapılmalıdır, ama bu inceleme gerçekten iman edip etmediklerine ilişkin kesin bir tespit anlamında değildir, çünkü bunu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır. Onların mümin olduklarına kanaat getirmek (zann-ı galip) yeterlidir. Âyette Allah Teâlâ hakkında onların "iman"larım bilmekten, müslümanlar hakkında ise onların "mümin" ol*duklarını bilmekten söz edilmiş olması bu noktaya açıklık getirmektedir. 12. âyet*te değinilen sözleşme bu hükmün devamı olarak düşünüldüğünde anılan kadınla*rın burada belirtildiği şekilde daha ayrıntılı bir beyan ve taahhütte bulunmaları ön*görülmüş demektir; fakat bu da gerçek iman araştırması anlamı taşımamaktadır. 10. âyetin başında, muhacir olarak gelen kadınların "mümin kadınlar" şeklinde ni*telenmesi İse ilk beyanlarından iman ettiklerinin anlaşıldığını ve aksi yönde bir işaret taşımadıklarını yahut yakında sınanarak bu durumlarının anlaşılacağını be-lirtmektedir. [28] Gelen kadınların mümin olduklarına kanaat getirmek şu açıdan da ayrı bir önem taşıyordu: Mekke'de kalan ve açıkça yahut gizli biçimde İslâmiyet'i kabul etmiş bulunan bir müslüman erkek, şirk inancını korumak isteyen karısını mevcut kurallara göre kolayca boşayabilirdi Bu durum*daki müslüman kadın için ise aynı imkân bulunmadığından, iman ettiğine kani olunan bir kadının müşriklere iadesi onu gayri meşru bir ilişkiye itmek gibi bir so*nucu beraberinde getirmiş olacaktı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:42 am

HAŞR SÛRESİ

59


İndiği Yer :


Medine



İniş Sırası :


101



Âyet sayısı :


24



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada elli dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz birinci sûredir. Beyyine sûresinden sonra, Nûr sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur. Derve-ze, sûrenin iniş sırası hakkında şöyle bir tespit yapmaktadır: Tefsir ve siyer müel*liflerinin bu sûrede sözü edilen yahudİ kabilesinin Benî Nadîr olduğu ve bu toplu*luğun 1-4. âyetlerde değinilen Medine'den çıkarılması olayının Uhud savaşından beş ay kadar sonra meydana geldiği hususunda görüş birliği içinde oldukları dik*kate alınırsa, bunu Uhud savaşından söz eden Al-i İmrân sûresinden sonraki sıra*ya yerleştirmek uygun olur. Sûrelerin iniş sırasına dair rivayetlerde, Hudeybiye barış antlaşmasıyla İlgili bazı olaylara işaret eden Mümtehıne sûresi İle bu sûrenin adının karıştırılmış olması muhtemeldir, dolayısıyla belirtilen sıralamada bu iki sûrenin yer değiştirmesi gerekir.[1]



Âdı


2. âyetinde geçen ve Nadîroğullan'nm Medine'den sürülmelerinden söz edi*lirken kullanılan "haşr" kelimesi sûreye ad olmuştur (kelimenin bu bağlamdaki an*lamına ilişkin yorumlar yerinde açıklanacaktır). "Benî Nadîr sûresi" diye de anıl*mıştır. [2] "Teşbih" ifadesiyle başladığı için "Müsebbihât" di*ye bilinen sûrelerin İkincisidir.[3]



Konusu


Özellikle sûrenin ilk âyeti ile son üç âyetinde, bütün varlıkların Allah'ı eksik*liklerden tenzih ettiği, O'nun birliği, yüceliği, ilminin sınırsızlığı, rahmet ve şefka*tinin enginliği, irade ve gücünün mutlaklığı, eşsiz yaratıcı olduğu belirtilerek kalp*lere tevhid inancının, Allah sevgisi ve saygısının yerleştirilmesi hedeflenmektedir. 2-10. âyetlerde antlaşmalarını bozan bir yahudi kabilesinin başına gelen sürgün fe- lâketi örnek gösterilip bundan ibret alınması istenmekte ve müslümanlara toplum olarak elde edilen imkânların paylaştırılması konusunda yol gösterilip ideal mümin tipiyle ilgili tasvirler yapılmaktadır. 11-17. âyetlerde müslüman göründükleri halde ahitlerini bozan Ehl-i kitap'la gizli İlişkiler kurarak türlü entrikalar çeviren müna*fıkların ve yandaşlarının bazı zaaflarına değinilerek müslümanlar hem bu tür dav*ranışlardan sakındırılmakta hem de kendilerine moral verilmektedir. Müteakip âyetlerde her insanın yapması gereken nefis muhasebesinin ve ebedî hayat için ha*zırlıklı olunmasının önemine ve sonuçlarına dikkat çekilmekte; Kur'an'a muhatap olmanın ne büyük şeref olduğunu ama aynı zamanda ne büyük sorumluluk getirdi*ğini hatırlatan bir örnek verilmektedir. [4]



Fazileti


Sabah ve akşam üç defa (besmeleden önce) "E'ûzü bülâhiVsemî'ıl-'alîmi mine'ş-şeytâni'r-racîm" dedikten sonra Haşr sûresinin son üç âyetini okuyanlar için büyük müjdeler içeren hadisin sıhhat derecesiyle ilgili eleştiriler bulunmakla beraber özellikle sabah namazlarından sonra bu üç âyetin okunması gelenek hali*ne gelmiştir. [5]



Meali


Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Göklerde bulunanlar da yer*de bulunanlar da Allah'ı teşbih etmektedir. O azizdir, hakimdir. 2. Ehl-i ki-tap'tan inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarına ihtimal vermemiştiniz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'a karşı koruyacağım sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden geliverdi; yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elle*riyle hem de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. O halde ibret alın, ey akıl sa*hipleri! 3. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, onları bu dünyada yine mutlaka cezalandıracaktı. Âhirette ise onları cehennem azabı beklemek*tedir. 4. Bu, onların Allah ve Resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Al*lah'a karşı cephe alırsa bilmeli ki Allah cezalandırmada çok çetindir. 5. Her*hangi bir hurma ağacım kesmeniz de, kökleri üzerinde ayakta bırakmanız da Allah'ın izniyledir ve yoldan çıkmışların burunlarını sürtmesi içindir. 6. Al*lah'ın onlardan (alıp) Resulüne (fey! olarak) verdikleri için siz at veya deve koşturmuş değilsiniz. Ama Allah elçilerini dilediği kimselere üstün kılar. Al*lah her şeye kadirdir. 7. Allah'ın (başka) beldeler halkından (alıp) Resulüne (fey' olarak) verdikleri, Allah'a, Peygamber'e, yakınlara, yetimlere, yoksulla*ra ve yolda kalmışlara aittir; içinizden sadece zenginler arasında dönüp dola- şan bir servet olmasın diye böyledir. Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah'a karşı saygısızlık etmekten sakı*nın. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok çetindir. 8. (Bu mallar) Allah'ın lü*tuf ve rızasının peşine düşerek Allah'a ve Resulüne yardım ederlerken yurt*larından ve mallarından uzaklaştırılmış olan yoksul muhacirlerin hakkıdır. İşte onlar dosdoğru kimselerdir. 9. Onlardan Önce bu yurda yerleşmiş ve gö*nülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara veri*lenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bi*le onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır. 10. Bunların ardından gelenler de "Ey rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağış*la; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırak*ma. Rabbimiz! Kuşkusuz sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin," [6]



Tefsiri

1. Teşbih terimi kısaca, bir yandan "şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Te-âlâ'nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koyma*ları" diğer yandan da "evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O'nun hükümranlığını itiraf etmeleri" anlamına gelir. [7]



2-5. Hicret'ten kısa bir süre sonra Hz. Peygamber Medine'ye yakın bir ma*hallede oturan Nadîroğulları ile bir tarafsızlık antlaşması yapmıştı. Uhud savaşına kadar Nadîroğulları bu antlaşmaya uydular. Hatta müslümanlann Bedir zaferine sevindiklerini ve Tevrat'ta anılan âhir zaman peygamberinin Hz. Muhammed (s.a.) olduğuna kanaat getirdiklerini söylemeye başladılar; ama Uhud savaşının müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine fikir değiştirdiler ve antlaşmayı boz*dular. Reisleri Kâ'b b. Eşref, yanma bazı adamlarını alarak gizlice Mekke'ye gi*dip müşriklerin reisi Ebû Süfyân ile bir İttifak antlaşması yaptı. Bu ihaneti haber alan Hz. Peygamber, onları hiç beklemedikleri bir anda kuşatma altına aldı. Bir ri*vayete göre Hz. Peygamber bir diyet konusunu görüşmek üzere Nadîroğulları'na gittiğinde onların kendisini güler yüzle karşılayıp o arada hakkında suikast düzen-lemeye kalkmaları (ki bunu kendisi fark ettiği gibi vahiyle de teyit edilmişti) bar*dağı taşıran damla olmuştu. Her halû kârda âyetlerden kolayca anlaşıldığı üzere Yüce Allah müslümanlar için yakın bir tehlike oluşturan bu topluluğun bulundu*ğu yerden uzaklaştırılmasını mukadder kılmış, müslümanlann da tahmin etmediği biçimde kıskıvrak yakalanmalarını sağlamıştı. Nadîroğullan ise, muhkem kalele- evi altı kaleleri vardı), evlerinin yapılarının çok sağlam olmasına ve münafık- lann reisi Abdullah b. Übey b. Selûl ile Mekke müşriklerinden ve diğer yahudi ka*bilelerinden gelecek yardımlara güveniyorlardı, Ama hiçbir yerden yardım gelme*di, Allah onların yüreklerine korku düşürdü ve müslümanlann bu kuşatması kar*şısında çaresiz kalıp yurtlarını terk etmeye razı oldular. Silahları dışındaki eşyala*rım yanlarına almalarına müsaade edildi, 600 deve yüküyle kuzey yönünde yola çıktılar; Hayber, Hîre ve Şam bölgesindeki (Suriye'deki) bazı şehir ve kasabalara yerleştiler. [8]

"İlk sürgünde" diye çevrilen "li-evveli'1-haşr" ifadesindeki "haşr" kelimesi "toplanma ve bir yere doğru toplu olarak sevk etme" demektir; kelimenin bu bağ*lamda neyi ifade ettiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar içinde, da*ha makul görüneni, Nadîroğullan'mn veya Hz. Peygamber'in ashabının savaş için toplanmalarının kastedildiği yorumlarıdır. Bu yaklaşıma göre, savaş için toplan*manın hemen başında sonuç alındığına işaret edilmiş olur. Yahudilerin Arap yarı*madasından çıkarılmak üzere toplanmalarının kastedildiği yorumuna göre ise haşr kelimesini "sürgün" anlamıyla karşılamak ve bu kısma "ilk sürgünde" mânasını vermek uygun olmaktadır. Öte yandan bazı müellifler, bu kelimeyle kıyamet gü*nündeki

Olayla ilgili bazı rivayetlere göre Nadîroğullan, müslümanlann yararlanma*ması için veya kendi yanlarında götürmek üzere kapı ve eşik gibi unsurlarla evle*rin iç kısımlarından bazı parçalan söküyorlardı. 2. âyetin "evlerini hem kendi el*leriyle ... harap ediyorlardı" diye çevrilen kısmıyla bu durumun kastedilmiş olma*sı muhtemeldir. Burada geçen fiilin "bir şeyi âtıl ve metruk hale getirmek" anlamı[9] esas alındığında ise bu ifadeyi "evlerini... ıssız ve terkedilmiş bir hale getiriyorlardı" şeklinde açıklamak mümkündür. Bu sonucun meydana gel*mesinde hem kendilerinin hem müminlerin katkısından söz edilmesini "müslü-maniar dışarıdan kendileri içeriden" şeklinde açıklayan, bunu kısmen veya tama*men mecazî ifade olarak değerlendiren yorumlar da yapılmıştır. [10]

2. âyetin son cümlesinde "ibret alın" diye çevrilen fiilin kökünde "bir yerden bir yere veya bir durumdan bir duruma geçme" anlamı bulunmaktadır. Esasen kı*yas işlemi de, hükmü bilinen bir olay ile yeni bir olay arasında gerekçe birliği açı*sından kurulan fikrî bağ (illet) sebebiyle bilinen hükmü yeni olaya geçirmekten ibaret olduğu için, genellikle fıkıh usulünde kıyasın muteber bir delil (hüküm çı*karma metodu) olduğunun Kur'an'daki dayanakları arasında bu âyete yer verilir.

Bunun izahı kısaca şöyledir: Yüce Allah, bir hıyanet olayını ve buna bağlanan hükmü (verilen cezayı) açık bir örnek olarak göstermiş, sonra akıl ve muhakeme sahiplerini düşünmeye ve yeni olaylara zihnî geçişler yapmaya yani benzer du*rumların benzer sonucu hak edeceğini dikkate almaya çağırmıştır. Bu olayda Na-dîroğullan'nın asıl mahkûm edilen davranışı, ahdi bozma ve antlaşma yaptıkları müslümanlan arkadan vurma çabası içine girmeleridir. Bunun yanı sıra, mevcut durumlarına (kalelerinin ve evlerinin sağlamlığına) ve iki yüzlü davrandıkları de*falarca görülmüş olan münafıkların vaadlerine güvenip hiçbir hazırlık yapmama*ları yani rehavete kapılmaları da burada dolaylı olarak eleştirilip akıl sahibi herkes ve özellikle müminler bundan ders çıkarmaya davet edilmiştir. Râzî, inkarcılık ve hıyanet yapanların hep burada belirtilen sonuçla karşılaşmadıkları, buna mukabil Hz. Peygamber ve ashabının -bu durumda olmadıkları halde- birçok mihnete ma*ruz kaldıkları gerekçesine dayanılarak kıyas delili için yapılan istidlalin yanlışlığı ileri sürülecek olursa şöyle cevap verilebileceğini belirtir: Asıl sonuç ve hüküm, bu davranış içinde olanların mutlaka cezayı hak edecekleri hususudur; bunun dün*yada veya âhirette olması, dünyadakinin de şu veya bu şekilde gerçekleşmesi esas sonucu etkilemez. [11]

âyete göre Allah Teâlâ (müslümalann savaşa girip kayıp vermemeleri gi*bi) bazı hikmetlerle bu yahudi topluluğunun sürgün edilmesi sonucunu mukadder kılmıştır. Şayet bunu yapmasaydı onlar belirtilen hıyanetleri sebebiyle zaten baş*ka cezalara çarptırılacaklardı, ama her hâlû kârda âhiretteki azaptan da kurtulacak değillerdir.

âyette yer alan "Allah ve Resulüne karşı gelme, cephe alma" ifadeleriyle daha çok yukarıda izah edilen ihanet ve suikasta İşaret edildiği belirtilir. Öncelik*li amaç bu olsa da, siyer kaynaklarındaki bilgiler bu topluluk mensuplarının Hz. Peygamber ve arkadaşlarına karşı zaman zaman çirkin davranışlar ortaya koyduk*larını, özellikle Kâ'b b. Eşrefin Resûlullah'ı ve müslümanlan şiirlerinde ağır bi*çimde hicvederek küçük düşürmeye çalıştığını gösterdiğinden, bu ifadeyi daha ge*nel yorumlamak, onların bu kapsamdaki bütün eylemlerine ve tavırlarına yapılmış bir gönderme olarak düşünmek uygun olur. [12]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:43 am

âyette müslumanların kuşatma sırasında bazı hurma ağaçlarını kestikleri fakat bunun meşruiyet temelinden yoksun olmadığı belirtilmektedir. Savaş sırasın*da tabiat varlıklarının korunmasını; sivillerin, kendilerini ibadete vermiş din adamlarının, kadın, çocuk ve yaşlıların öldürülmemesini ilke haline getirme konu*sunda insanlık tarihinde öncü konumunda bulunan müslünıanların bizzat rahmet peygamberi Hz. Muhammed'in yönetiminde gerçekleştirilen bir kuşatmada ağaç-lan özel bir haklılık gerekçesi olmadan hoyratça kesmeleri düşünülemez. Hatta bir rivayete göre bü âyet, yahudiler tarafından, getirdiği vahiyde böyle bir buyruk mu bulunduğu yönünde Resûl-i Ekrem'e yöneltilmiş hayret ve hicivle karışık bir soru üzerine inmiştir. Askerî strateji açısından gerekli görülmesi üzerine Hz. Peygam-ber'in onayı, dolayısıyla Allah'ın müsaadesiyle gerçekleşen ağaç kesme olayına değinilen bu âyette, bir yandan müslümanlann bu sınırlı eyleminin töhmet altında tutulamayacağı belirtilirken, diğer yandan da Kur'an'ın -kuşatma şartlan altında da olsa- birkaç ağacın kesilmesine bile kayıtsız kalmadığına ve çevrenin korunma*sına büyük önem verdiğine dikkat çekilmiş olmaktadır. Hatta "kökleri üzerinde ayakta bırakmanız" ifadesİndekİ tasvirin, onlann doğal durumundaki güzelliğe işaret eden edebî bir üslûp olduğu da söylenmiştir. Bu olayla ilgili rivayetlerde yakma eyleminden söz edilmesi ağaçlara zarar verilmesini anlatan mecazî bir ifa*de olabileceği gibi kesilen ağaçlar yemek pişirme veya geceleyin ısınma amacıy*la yakılmış da olabilir. Bazı âlimlerin bu âyete dayanarak savaş sırasında zafer açı*sından gerekliliği anlaşıldığında düşman yurdundaki ağaçların yalatabileceği so*nucuna ulaşmalarını da yukandaki izah çerçevesinde değerlendirmek uygun olur. [13]



6-10. İlk iki âyette geçen "efâ'e" fiili sözlükte "geri döndürmek, şeklini de*ğiştirmek" anlamlarına gelir. Burada İslâm hukuk terminolojisinde fey' olarak ad*landırılan maddî değerler kastedilmektedir. Terim olarak fey', gayn müslimlerden alınan haraç, cizye, ticarî mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Ga*nimet de dahil olmak üzere gayn müslimlerden alınan her türlü malın bu kapsam*da olduğunu düşünenler bulunmakla beraber yaygın görüşe göre ganimet fey'in kapsamı dışındadır. Kelimenin sözlük anlamıyla terim anlamı arasındaki bağ hak*kında farklı izahlar yapılmıştır.

6 ve 7. âyetlerin aynı konuyu mu yoksa ayn konulan mı düzenlediği nokta*sında önemli bir görüş aynlığı bulunmaktadır. Âlimlerin birçoğuna göre bu âyet*ler ayn durumlan düzenlemektedir: 6. âyette savaş olmaksızın ele geçirilen mallar söz konusudur; bunlar Hz. Peygamber'e ait olup başkalarına pay aynlmamıştır. Nadîroğullan'nın yerlerinden çıkanlmasıyla elde edilen mallar bu türe örnektir. 7. âyet ve devamı ise savaş sonucunda ele geçen -menkuller dışındaki- mallarla ilgi*lidir. Savaş sonucunda elde edilen menkul malların (ganimetlerin) hükmü Enfâl sûresinde açıklanmıştır. Bu anlayışa göre savaş sonucu elde edilen araziler, bunla-nn gelirleri, gayn müslimlerden alınan haraç ve cizye vergileri fey' kabul edilir ve 7-10. âyetler esas alınarak işleme tâbi tutulur. Bu âyetlerde söz konusu edilen hak sahipleri, 7. âyette sayılanlar, 8 ve 9. âyetlerde anılan Muhacirim (Mekke'den Medine'ye göç eden müslümanlar) ve Ensâr (muhacirleri bağırlarına basan Medi*ne müstümanlan) ile -10. âyette belirtildiği üzere- onları takip eden müslümanlar yani sonradan gelen bütün ümmettir. Yaygın kanaate göre Hz. Ömer bu anlayışa sahip bulunuyordu; Taberî'nin tercihi de bu yöndedir. Buna karşılık İmam Şâfıî ve onun görüşünü benimseyenler, bu iki âyeti birlikte değerlendirip 7. âyeti önce*ki âyetin açıklaması olarak kabul ederler; onlar burada sadece, savaş yoluyla elde edilmeyen malların ve hükmünün söz konusu olduğu kanaatindedirler. Bu anlayı*şın en önemli pratik sonucu, savaş yoluyla elde edilen arazilerin de ganimet hük*münde sayılması ve beşte dördünün savaşa katılanlar arasında dağıtılmasıdır. Öte yandan, yine bu anlayışa göre barış yoluyla elde edilen mallar (fey'), ganimette ol*duğu gibi beşe bölünüp ganimetin beşte birinin dağıtıldığı zümreye dağıtılır, kalan beşte dört yalnız Hz. Peygamber'in hakkı olup o bunu Allah'ın kendisine göster*diği yerlere harcar. Burada beşte birin (humus) ayrılmasından söz edilmemekle be*raber, ganimetin beşte birinin sarf yerleriyle fey'in dağıtılacağı kimselerin aynı ol*ması ve bu malların aynı kaynaktan yani gayrı müslimlerden elde edilmesi Şafiî'yi böyle bir kanaate yöneltmiştir.

Hz. Ömer döneminde Irak topraklarının fethedilmesi üzerine Sevâd arazisi*nin hangi statüye tâbi tutulacağına ilişkin olarak sahabe arasında cereyan eden tar*tışmalar ve bunun ardından ortaya çıkan uygulama örneği hukuk doktrinlerinin bu konudaki tercihlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Sevâd (Irak) topraklarının fethe-dilmesini takiben gaziler başkomutan Sa'd b. Ebû Vakkâs'a başvurup bu toprak*ların da diğer ganimet malları gibi kendilerine dağıtılmasını İstemişler o da bu ta*lebi halife Hz. Ömer'e iletmişti. Ömer konuyu sahabe ile geniş biçimde tartıştık*tan sonra menkul malların (ganimet statüsünde olmak üzere) müslüman askerler arasında dağıtılmasına, arazi ve akarsuların ise -bu sûrenin 7-10. âyetlerine daya*narak- müslümanlann yararına vakıf (fey' mevkûfe) olmak üzere sahiplerinin elin*de bırakılmasına ve bunlardan elde edilecek haraç vergisinin müslümanlann atıy-yelerine dahil edilmesine (devlet hazinesine irat kaydedilmesine) karar vermiş ve bu yönde uygulama yapması için Sa'd b. Ebû Vakkâs'a yazılı talimat göndermiş*tir. Bu uygulamayı diğer deliller ışığında değerlendiren hukuk doktrinleri birbirin*den farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Bunlardan Hanefî mezhebine göre savaş yoluy*la elde edilen taşınmazlarda devlet başkanının geniş bir takdir yetkisi bulunmak*tadır: Devlet başkanı duruma ve şartlara göre uygun görürse, Enfâl 8/41 âyetinin hükümleri doğrultusunda -beşte birini ayırdıktan sonra- toprağı gazilere taksim eder, bu durumda arazi öşür toprağı olur; bunu uygun görmezse Hz. Ömer'in Se- vâd topraklan hakkında yaptığı gibi yerli halkın elinde bırakır ve karşılığında ha*raç vergisi yükler, bu takdirde arazi haraç toprağı olur. İmam Mâlik'e göre savaş yoluyla ele geçirilen arazi esas itibariyle dağıtılmaz; bu topraklar bütün müslü-manlar için ortak bir vakıftır. Geliri ümmetin yararına sarf edilir. Ancak ümmetin menfaati taksimi gerektiriyorsa devlet başkanı bu tür toprakların taksimine de ka*rar verilebilir. Şâfiîler'e göre ise savaş yoluyla alınan topraklar ganimet hükümle*rine tâbi olup devlet beşte bir hisse alır ve kalanı savaşanlara dağıtılır. Hz. Ömer'in uygulamasına gelince, İmam Şafiî -Hz. Peygamber dönemindeki bir Örnekten de yararlanarak- bunun savaşa katılanların rızası alınarak yapıldığını savunur. Hanbe-lîler'İn bu konudaki yaklaşımı hakkında Şafiî ve Mâlikiler'in görüşünü paylaşan iki farklı rivayet bulunmaktadır. Toprak hukukuyla ilgili doktrin görüşleri yukarı*da Özetlendiği şekilde olmakla beraber uygulamada arazi daima fey' hükümlerine tâbi kılınarak ganimet hukuku dışında tutulmuş, dolayısıyla, savaşanlara dağıtıl*ması cihetine gidilmemiştir. [14]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:44 am

Hz. Ömer, 7. âyetin "içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet olmasın diye böyledir" şeklinde çevrilen kısmını, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde tedavül edip kalmaması, sos*yal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılması gereğini vurgulayan bir ifade olarak anladığı için, pek çok sahâbî tarafından savunulan -ve şeklî bir ba*kışla haklı gibi görünen- Irak arazisinin taksim edilmesi yönündeki görüşe katıl*mamış, özellikle âyetin bu kısmını delil göstererek ve taksim halinde ortaya çıka*bilecek sorunlara dikkat çekerek onları bu arazilerin kamu gelirlerini arttıran bir kaynak haline getirilmesi hususunda ikna etmiştir. Bu tartışmalar sırasında Hz. Ömer'in, sosyal politikayla ilgili temel düşünceye atıf yapan ifadeler kullandığı da görülmektedir.

"Resûl"ün çoğulu olan 6. âyetteteki rusül (elçiler) kelimesi genellikle "pey*gamberler" şeklinde anlaşılmış ve burada Hz. Muhammed'in kastedildiği yorumu yapılmıştır. Birçok âyette Allah'ın melekleri de müminlerin muzaffer olması için görevlendirdiği, yine meleklerin "elçiler" olarak nitelendirildiği dikkate alındığın*da, burada onların da bu kelimenin kapsamında düşünülmesi mümkündür. 7. âyet*teki "Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçı*nın" şeklinde çevrilen cümle, bağlamı dikkate alınarak fey' ve ganimet gibi şeyle*rin dağıtımında Hz. Peygamber'in kullandığı takdir yetkisine saygılı olunması ge*rektiği şeklinde açıklandığı gibi, kapsamlı bir ifade olması sebebiyle genellikle, Hz. Peygamber'in sünnetinin miislümanlar açısından bağlayıcı bir kaynak olduğu*nun Kur'an'daki dayanakları arasında da zikredilir.

8. âyetle öncesi arasındaki anlam bağı konusunda değişik görüşler bulunmak*la birlikte bunlar daha çok gramer açısından yapılmış izahlar niteliğindedir. Deva*mındaki iki âyetle birlikte değerlendirildiğinde burada Muhâcirûn'un, eşsiz iman tezahürleri ve unutulmaz özverili davranışlarıyla İslâm tebliğinde tuttuğu özel ve seçkin yere, dolayısıyla bütün zamanlarda yaşayan müminlerin onları sevgi ve saygıyla anmalarının bir vefa borcu olduğuna, hayatta oldukları sürece de -müslü-manların elde ettikleri maddî İmkânlar paylaştırırken- bu gruptaki yoksulların ön*celikli olarak düşünülmesi gerektiğine dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Yine tas*vir üslûbunun hakim olduğu 9. âyette, Hz. Peygamber'e ve onunla birlikte Medi*ne'ye hicret eden Muhâcirler'e kucak açmış, bütün imkânlarını onlarla paylaşmak*tan mutluluk duymuş hatta onları kendilerine tercih etmiş bulunan Ensâr övülmek-te, onların da daima sevgi ve saygıyla yâd edilmesi gereken bu örnek nesle ait fo*toğrafın en önemli ikinci karesini oluşturdukları hatırlatılmış olmaktadır. Ensâr'in bu örnek kişiliğinden söz edilirken "ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler" ifadesi kullanıldığından, İslâm ahlâkçıları burada geçen fiilden ha*reketle, cömertlik erdeminin özel bir türü olarak "(başkasını) kendisine tercih et*me" anlamına gelen îsâr terimini geliştirmişlerdir. 10. âyette ise, didaktik bir üs*lûp kullanılarak bir yandan sonraki müslüman nesillerin nasıl davranmaları gerek*tiği açıklanmakta, onların da ben merkezli değil özgeci bir düşünce ve davranış bi*çimine sahip olmaları özendirilmekte, diğer yandan da dolaylı olarak her dönem*deki müminlerin daha sonra gelecek nesillerin kendilerini hayırla yâd etmelerini sağlayacak tarzda hareket etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Nitekim Hz. Ömer -yukarıda açıklandığı üzere- Irak topraklarının fethini takiben bunlann ganimet hükmünde sayılıp gaziler arasında dağıtılması talebine karşı direnirken, ashab ile yaptığı tartışmalarda özellikle bu âyetlerden etkilenerek hep "sonraki nesiller" te*masına vurgu yapmış; başlangıçta işin bu yönüne dikkat etmemiş olan sahâbîler de Resûlullah'ın mektebinde yetişmiş olmanın kendilerine sağladığı formasyon sayesinde çok geçmeden bu argümanla ikna olmuşlardır. Bu da, toplum olarak Öv*güye layık, iyi müslüman düzeyine erişebilmek için, sahip olunan imkânları hoy*ratça kullanmama, gelecek nesilleri ağır yük ve borç altına sokacak, kısaca kendi*lerini kötülükle anmalarına yol açacak davranışlardan kaçınma sorumluluğunun bilincini taşımak gerektiğini ortaya koymaktadır.

Barış veya savaş yoluyla elde edilen maddî imkânların paylaştırılması bağla*mında yer aldığı için tefsirlerde buradan çıkacak hukukî sonuçlara ilişkin açıkla- malara geniş bir yer verilmiş olmakla beraber, dikkatle incelendiğinde bu üç âyet*te, ideal mümin tipi ve karakteriyle ilgili tasvirlerin ve eğİtici-öğretici uyanların hakim olduğu görülür, Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

a) Bütün hayırlı ey*lemlerde, başarılı olmak için kendi gücüne değil Allah'ın lütuf ve inayetine olan inancı öne çıkarmak, bir başka anlatımla kişisel tercih ve yeteneklerini kusursuz kabul etme değil, özündeki imanı hayata geçirme ve onun kurtarıcılığına güvenme anlamında almak.

b) Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı amaç edinmek, bütün dav*ranışlarını bu ilkeye göre anlamlandırmak.

c) Allah'a ve Resulüne yardım yani Al*lah'ın buyruk ve yasaklarını tebliğ uğruna gerektiğinde en değerli dünyevî arzu ve çıkarlarını feda edebilmek.

d) Dürüstlükten ödün vermemek, söze sadakat göster*mek.

e) Darda olan mümin kardeşine kucak açmak; ama imkânlarını onunla pay*laşırken ve onun için özveride bulunurken bunun sevgi temeline dayalı kalmasına özen göstermek, yani içindeki şeytanî dürtülere karşı mücadele vererek davranış*larının içtenliğini korumak, yapmacıklıktan ve gösterişten uzak durmaya çalış*mak; f) Beşerî zaaflara karşı daima Allah'ın yardımına ve korumasına sığınmak.

g) Allah'ın şefkat ve merhametinin herkesi kuşatacak enginlikte olduğuna yürek*ten inanmak, kendisi için olduğu kadar mümin kardeşleri İçin de O'nun bağışla*masını dilemek, başkalarının kusurunu gördüğünde kendisinin de bir beşer oldu*ğunu ve benzer kusurlar işleyebileceğini hatırlamak. [15]

9. âyetin "onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden İnanmış olanlar" mealindeki kısmında geçen "tebevve'e" fiilinin "bir yeri mekân tutmak, edinmek, oraya yerleşmek" anlamları yanında "hazırlamak, hazırlanmak" mânaları da var*dır. Genellikle âyet bu fiilin ilk anlamına göre yorumlanmakta, bu durumda ibare*nin lafzı karşılığı "onlardan önce bu yurda ve İmana yerleşmiş olanlar" şeklinde olmaktadır. "İmana yerleşme" denemeyeceği için de iman kelimesinden önce me*tinde yer almayan başka bir fiilin bulunduğu kabul edilerek bu kısma "içtenlikle iman edenler" tarzında mâna verilmektedir. [16]Mealde bu yakla*şım esas alınmıştır. İbn Atıyye ise "dâr" ile "iman" kelimeleri arasındaki "ve" bağ*lacının "beraberlik" anlamında düşünülebileceği kanaatindedir. İbn Âşûr -fazla ta*raftan olmamakla beraber- en iyi yorumun bu olduğunu söyler; Elmalılı da, böy*lece metinde yer almayan bazı lafızlar var saymaya gerek kalmayacağını belirte*rek bu yorumu güzel bulu. [17] Bizce de bu yaklaşım yerinde olmakla birlikte, bu takdirde anı*lan fiilinin "hazırlama" mânasını esas alıp âyetin belirtilen kısmını "onlardan ön*ce imanla bu yurdu hazırlamış olanlar" şeklînde çevirmek uygun olur; zira "onlar- dan önce bu yurtla imanı birlikte edinmiş olanlar" veya "onlardan Önce imanla bu yurda yerleşmiş olanlar" tarzında bir mâna vakıaya uymaz, Ensâr'ın o yurdu iman*dan çok önce edindikleri realitesine ters düşer.

Yine bu âyette geçen şuh kelimesi ve "şuhhu nefsih" tanılaması değişik mâ*nalarla açıklanmıştır. Birçok müfessire göre bu kelime "cimrilik huyunun ileri de*recesi" veya "cimri olmanın yanı sıra başkalarının elindeki imkânları da kıskan*ma" anlamına gelir. Biz özellikle Zemahşerî'nİn açıklamasından yararlanarak âye*tin ilgili kısmını "Kİm nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa" diye çevirdik. Birçok müfessire göre de bu kısım "Allah'ın yasakladıklarından uzak durma, ha*ram yememe, buyruklarını yerine getirme ve helalden yaralanma konusunda nef*sine yenilmeyen, kişisel ihtiraslarına karşı direnebilen" anlamına gelmektedir. Râ-zî, bunu "cimriliğe iten halet-i ruhiye" diye açıklar ki buna göre âyetin bu kısmı*nı "Kim cimrilik duygusundan korunursa" şeklinde tercüme etmek mümkündür. [18]

10. âyette Muhâcirûn ve Ensâi dışındaki sahabîlerin kastedildiği yorumu da yapılmış olmakla beraber âlimlerin çoğunluğuna göre maksat, Tâbiûn ve onların ardından kıyamete kadar gelecek bütün müslüman nesillerdir. Yine bu âyetin "Kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma" di*ye çevrilen kısmında geçen "ğıl" kelimesi daha çok "kin" anlamıyla karşılanmış olmakla beraber "kötü inanç, kanaat" mânasına da gelmektedir. [19] Öte yandan bu âyetteki örnek ifade, ebediyet âlemine intikal etmiş mümin*ler için hayır dualarda bulunma ve onların bağışlanmasını dilemenin meşru ve gü*zel bir davranış olduğunu canlı biçimde ortaya koymaktadır. [20]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:46 am

MÜCADELE SURESİ

58


İndiği Yer :


Medine



İniş Sırası :


105



Âyet sayısı:


22



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada elli sekizinci, iniş sırasına göre yüz beşinci sûredir. Mtinâfİkûn sûresinden sonra, Hucurât sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur. Sadece 7. âyetinin Mekke'de indiğine dair bir rivayet vardır.[1]



Adı


Sûre adının "Mücâdele" veya "Mücâdile" şeklinde iki okunuşu vardır. Birincisi, "tartışma yapmak, çekişmek" demektir; ikincisi ise "tartışan kadın" mânasına gelir. Sûre bu adı ilk âyetinde geçen ve aynı kökten türetilmiş olan fiilden almıştır. İlk iki kelimesiyle "Kad Semi'a" sûresi diye de anılır.[2]



Konusu


Câhiliye döneminde kadın açısından büyük haksızlıklara yol açan bir boşama türü olan "zıhar"m yanlış bir telakkiye dayandığı ortaya konmakta; gizli görüşme ve topluluk içinde birkaç kişinin baş başa verip fısıltıyla konuşması, selâmlama, toplantılarda uyulması gereken nezaket kuralları ve Resûlullah'la özel görüşmelerin belirli âdap çerçevesinde yürütülmesi konularında uyanlar yapılmakta; münafıkların bazı karakteristik özelliklerine değinilmekte, müminlerin -en yakınları bile olsalar- Allah ve Resulüne düşmanlık edenlerle ilişkilerinde daha dikkatli davranmaları istenmektedir. [3]


Meali

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir,

İçinizden karılarına zıhar yapanların karıları asla onların anaları değildir. Onların anaları sadece, kendilerini doğuran kadınlardır. Gerçek şu ki, onlar çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.

Karılarına zıhar yapıp da sonra dediklerinden dönenlerin, onlarla temas etmeden önce bir köle azat etmeleri gerekir. Size öğütlenen işte budur. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır. 4. Buna imkân bulamayan, temastan önce peş peşe iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış Fakiri doyurur. Bu, Allah'a ve Resulüne imanınızı göstermeniz içindir. İşte bunlar Allah'ın koyduğu kurallarıdır. Kâfirleri elem veren bir azap beklemektedir. [4]



Tefsiri


1-4. Bu âyetlerde, Câhiliye dönemi âdetine göre eşlerin, tekrar birleşmelerine imkân vermeyecek biçimde ayrılmaları sonucunu doğuran ve kadına zarar veren bir boşuma türü olan zıhar uygulaması âyetlerin inmesinden kısa bir süre önce meydana gelen bir olayla ilintilendirilerek yerilmiş ve bu konuda yeni bir düzenleme getirilmiştir. Bir erkek karısından kesin olarak ayrılmak istediği zaman ona "Sen bana anamın sırtı gibisin" der ve artık karısı ona yasak sayılırdı. İşte bu sözde, annesinin mahrem bir yerini belirtmek üzere "sırt" anlamına gelen "zahr" kelimesi kullanıldığından, hukukî sonucu olan bu işleme de belirtilen kelimeden türetilerek "zıhâr, zıhâr yapma" deniyordu. Câhiliye toplumunda erkekle karısı ve*ya onun akrabaları arasında bir husumet ortaya çıktığında zıhâr yeminine baş vurulurdu, bu o topluma özgü yemin türlerinden biriydi[5] İbn Âşûr bu konuda şöyle bir açıklama yapar: Öyle sanıyorum ki bu tarz boşama, yahudilerle sıkı sosyal ilişkiler içinde bulunan Yesrib (Medine) çevresindeki Araplar'in âdetiydi ve bunu eşlerini kendi- lerine kesin biçimde yasaklama ifadesi olarak kullanırlarken yahudi geleneğinden etkilenmişlerdi. Zira yahudilerde kadına arkadan yaklaşmak yasaktı; böylece bu anlayış ("arka" anlamına gelen "zahr" kelimesi) ile erkeğin en yakın mahremi olan "anne" unsuru bir araya getirilerek mübalağalı ve kesin bir ayrılık formülü oluşturuldu. Yine sanıyorum ki zıhar sözünü ilk söyleyen kişiyi buna yönelten âmil, öfke dolu bir halde bulunması ve bir küfıir ifadesi kullanmak istemesi olmalıdır; nitekim âyette bu söz "çirkin ve asılsız" olarak nitelenmiştir. Bu usul Mekke, Tihâ-me, Necid gibi bölgelerde bilinen bir Arap âdeti değildi; bu bölge insanlarının sözlerinde buna dair bir ize rastlamadım. Kur'an'da sadece, Medine döneminde inen iki sûrede (Ahzâb ve Mücâdele) zikredilmesi de bu tespiti doğrular niteliktedir. [6]

Âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen olay özetle şöyledir: Ensâr'dan Evs b. Sâmİt bir sebeple kızıp hanımı Havle (veya Huveyle) bint Sa'lebe'ye zıhâr yapmıştı ("Sırtın anamın sırtıdır" demişti). Çok geçmeden söylediğine pişman oldu ve evliliğe dönüş yapmak İstedi. Bu, müsluman toplumun karşılaştığı ilk zıhar uygulamasıydı. Kadın geleneğe göre yasak olan bu ilişkiyi bu halde sürdürmeyi kabul etmedi. Sonunda duruma bir çare bulması için Resûlullah'a baş vurdu. Gençliğini kocası uğruna tükettiğini, ona çocuklar verdiğini ama şimdi yaşlanınca kapı dışarı edildiğini dertti dertli anlattı. Hz. Peygamber bu konuda ilâhî bir bildirim almadığını ve bilinen hükümden (haramlık) başka bir çözüm söyleyemeyeceğim belirtti. Kadın durumun çok vahim olduğunu tekrar tekrar ifade ettiyse de farklı bir cevap alamadı. Daha sonra kadın Allah'a yalvarmaya ve halinden yakınmaya başladı. "Allah'ım! Çok yalnızım. Bu ayrılık bana çok acı verecek. Küçük çocuklarım var; onları babalarına bıraksam perişan olurlar, kendime alsam aç kalırlar. Halimi sana arz ediyorum, beni bu sıkıntıdan kurtar; Resulünün dilinden bir vahiy inzal buyur!" diye dua ediyordu. Kısa bir süre sonra bu âyetler indi. Hz. Peygamber onu müjdeledi ve âyetleri okudu. Ardından kocasını çağırtıp onun durumunu öğrendi; köle azat edemeyeceğini, iki ay peş peşe oruç tutamayacağını ve altmış fakiri doyuracak kadar malî imkânının da bulunmadığını anlayınca ona bir miktar yardımda bulundu ve bereketlenmesi için dua etti. Olaya tanık olan Hz. Âişe "Bütün sesleri işiten Allah ne kadar yüce! O kadın durumunu anlatırken ve Allah'a yalvarırken öylesine yavaş ve fısıltıyla konuşuyordu ki dediklerinin bir kısmını işkemiyor-dum" diyerek adetâ İlk âyetin "Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir" mealindeki kısmını tefsir etmiş oluyordu[7]

İlk âyet Hz. Peygamber'in tatbikatında kadının toplumsal konumuyla ügilİ önemli bir bilgi içermektedir: Kadın kuşkusuz içinde bulunduğu toplumun bir ferdidir ve o esnada mevcut kurallardan ve şartlardan bağımsız bir statüye sahip olması düşünülemez; ama asıl önemli olan, mensup olduğu dinin kendisine bakışını nasıl algıladığıdır. Âyetten açıkça anlaşıldığı üzere kadın, o güne kadar Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in uygulamalarından "herkese problemini en yetkili merciler önünde uygun şekilde seslendirebİlmesi ve hakkını arayabilmesi imkânının tanınması gerektiği" ilkesini çıkarabilmiş ve bunun teoride kalmayıp yaşanan bir gerçek olduğunu da görmüştür. Nitekim Havle'nin bu konudaki anlayışı Kur'an tarafından özel biçimde onaylanmış olduğundan Hz. Ömer ona hep ayrı bir saygı duymuş ve halifeliği döneminde etrafındakiler] şaşırtacak derecede onunla ilgilenmiştir. 2. âyette zıhâr sözlerinin yakışıksız ve asılsız olduğu belirtilmesine rağmen âyetin sonunda Allah Teâlâ'nın bağışlayıcıiığının hatırlatıldığına dikkat edilirse, Kur'an'm üslûbunun eğitim konusuna da ışık tutan önemli incelikler taşıdığı kolayca anlaşılır.

Verilmek istenen mesaj açısından bu âyetlerden çıkan anlamları iki ayrı şıkta ele almak uygun olur:

a) Zıhar konusuna ilişkin değerlendirmeye ve hükmün bildirilmesine geçilmeden önce sûreye "... kadının sözünü Allah işitmiştir" tarzında pekiştirilmiş bir ifadeyle başlanması, Kur'an'ın üzerinde önemle durduğu adalet ilkesinin uygulamaya taşınabilmesi için, öncelikle zayıfların seslerini duyurmalarına imkân sağlanması ve onların haklarının korunması gereğine özel bir vurgu anlamı içerir. Bu vurgu muhatapların zihnini, belirli bir olay veya konuyla sınırlı olmayan ilkesel bir düşünceye yöneltmekte; bu tür durumlara kayıtsız kahnmaması ve adalet ölçüleri içinde mutlaka bir çözüm bulunması zaruretini ihtar etmektedir. Bu mesajın tabiî bir sonucu, bir kesimin veya cinsin (örnek ol ayda kadının) zayıf düşmüş ve horlanır hale gelmiş olması toplumsal bir realite olsa bile, bu realite başlı başına bir değer hükmü olarak kabul edilip onaylanamaz.

b) Konuyla ilgili düzenlemeden ise şu anlaşılmaktadır: Zıhar uygulamasında esas alman düşüncenin sakatlığı ortaya konup ona karşı bir tavır alınmış, fakat buna yönelten âmiller varlığını korudukça bu yola başvurabilecekler için konunun tabiatına uygun bir yaptırımın konması tercih edilmiştir. Bu yaptırım da, birincisi o zamana kadar geleneğin sağladığı sonucu tanımama, diğeri bu yolu deneyenleri caydırıcı ama aynı zamanda toplumdaki zayıfların yüzünü güldürücü bir yükümlülük getirme şeklinde olmak üzere iki yönlüdür.

İslâm âlimleri zıhann dinî hükmünü "haram" şeklinde belirledikleri, yani bir müslümanın zıhar yapmasının dinen yasak olduğu sonucuna ulaştıkları halde[8] muhtemelen Kur'an'da ve sünnette yer alması sebebiyle bu konunun teorisi üzerinde geniş biçimde ve -ortadan kalkması değil adetâ geliştirilmesi için çaba harcandığı İzlenimi veren- yeni ayrıntılar üreterek durmuşlardır. Öyle ki ilmihal veya fıkıh kitaplarından, bu uygulamanın İslâm tarihi boyunca bütün müslüman toplumlarda yaygın olarak süregeldiği hatta Kur'an'da hükmü bulunduğuna göre bir ölçüde varlığını koruması gerektiği gibi bir kanaat edinilmektedir. Oysa bu konuya temas edilen yerlerde Kur'an ve sünnetin mesajına ağırlık verilip Kur'an tarafından ağır bir dille eleştirilen bu tür yanlış düşünce ve eylemlerden uzak durulması gerektiğinin hatırlatılması daha uygun olurdu. Zira böyle bir uygulama yok olup gitse de, bu düzenleme Kur1 an'in bir toplumu nereden alıp kısa bir sürede nereye yükselttiğini gösteren canlı bir örnek olarak her zaman misyonunu ifa edecek ve bu âyetlerdeki mesaj pek çok konuda müslümanlann yolunu aydınlatacaktır.

Fıkth kitaplarındaki ayrıntılara girilmeden, âyetlerin getirdiği hükümler etrafındaki belli başlı yorumlar şöyle özetlenebilir:

1) Zıhar esnasında söylenen sözlerin bir gerçekliği olmadığı gibi, bunların şer'an geçerliliği de yoktur; bir başka anlatımla, bu yakışıksız sözlerle aile hukuku açısından dinî veya hukukî bir sonuç meydana getirme amacı Kur'an nazarında bir değer taşımamaktadır.

2) Bununla birlikte, eşler arasındaki sevgi ve saygıyı zedeleyen böyle bir beyanın yol açtığı tahribatı onarmak ve evliliği sürdürme iradesindeki kararlılığı açık biçimde ortaya koymak üzere, zıhar yapanın kefaret ödemesi gerekir. Kefaret, "belli konularda dinen yapılması gerekeni yapmama veya yapılmaması gerekeni yapma sebebiyle, Allah'tan kusurunun bağışlanmasını dileyerek malî veya bedenî bir bedel ödemek" anlamına gelir. Bu, ceza özelliği de bulunan bir tür ibadettir; dolayısıyla, bir gayri müslim zıhâr yaptığında kefaret ödemesi gerekmez. 2. âyette "içinizden" kaydının bulunması da hitabın müslümanlara yönelik olduğunu göstermektedir. Hanefî, Mâliki ve Zeydiyye mezheplerinde benimsenen hüküm budur. Şâfıî, Hanbelî ve Caferîler'e göre ise gayri müslimin zıhanna da hüküm bağlanır; o da oruç dışındaki kefaret yollarını uygular; 3. âyetteki ifade genel olup 2. âyetteki kayıt bu genelliği sınırlamaya yeterli değildir. İkinci görüşün izahında daha çok başka deliller ön plana çıkmış görünse de bunun temelinde, toplumdaki
yoksulların lehine bir yorum yapma anlayışının bulunduğu söylenebilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:47 am

3) 3. âyetin "Kanlarına zıhar yapıp da sonra dediklerinden dönenler" diye çevrilen kısmı lafzan "... yine dediklerine dönenler" mânasına gelmektedir. Bu ifade hakkında değişik yorumlar yapılmış olmakla birlikte sözün bağlamı ve Resûlullah'ın tatbikatı, burada, zıhar sözünü söyledikten sonra bundan pişmanlık duyup normal olarak evlilik hayatını sürdürmek isteyenlerin kastedildiğini göstermektedir. 8. âyette aynı ifade kalıbından "menedildikleri işe dönenler yani bunu yine yapanlar" mânasının açıkça anlaşılması, buna da "dediklerini yine yapanlar yani tekrar zıharda bulunanlar" anlamı verilebileceğini düşündürmekle beraber, âyetlerin iniş sebebi olan olaym cereyan tarzı bu yoruma imkân vermemektedir. Zira bu âyetler inince Hz. Peygamber kendisiyle tartışan kadının kocasına hemen kefaret hükmünü uygulatmış, kefaret hükmünü zıhârı tekrar etme durumuna bağlamamıştır.

Taraflardan birinin ölümü veya evliliğe dönüş yapılmaması halinde kefaret gerekmez; fakat eşler boşanıp tekrar evlenecek olurlarsa -o arada kadın başkasıyla evlenip ayrılmış bile olsa- âlimlerin çoğunluğuna göre yine kefaret gerekir, çünkü âyette temastan önce kefaret şart koşulmuştur. Bazı âlimlere göre kefaret söylenen çirkin sözün yani zıhâr ifadesini kullanmanın hükmü olduğu için ölüm ve ayrılık halinde dahi kefaret gerekir.

4) Zıhâr kefareti, şu üç yoldan biriyle ve imkân bulunduğu sürece âyette belirtilen şu sıraya riayet edilerek yerine getirilir:

a) Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak.

b) Kesintisiz iki ay oruç tutmak.

c) Altmış fakiri doyurmak. Başka bazı kefaretlerden farklı olarak burada kölenin mümin olması da şart koşulmamıştır. Atâ, İbrahim en-Neha'î, Ebû Sevr, Süfyân es-Sevrî gibi müctehitlere, Ahmed b. Hanbel'den bir rivayete, yine Hanefî ve Zahiri mezheplerine göre hüküm budur. Hanefîler dışındaki üç mezhepte İse, buradaki mutlak ifade Nisa 4/92'deki kayıtlı ifadeye göre yorumlanarak kölenin mümin olması şartı aranmıştır. Öte yandan, bu kefaret ile bir müslümanı hata İle öldürme kefareti arasındaki paralellik sebebiyle belirtilen çirkin ve asılsız sözün evlilik birliğinin temelindeki düşünceyi öldürme gibi kabul edildiği ve Allah katında bu beraberliğe yeniden can kazandırabilmenin ancak bu yolla olacağı anlamı çıkarılabilir. [9]

5) Zıhar kefaretinin, cinsel temastan önce yerine getirilmiş olması gerekir. İlk iki şıkka gücü yetmeyen yani yoksulları doyurma şıkkını uygulayacak kişi bakımından da hüküm budur. Ancak bazı âlimler âyette üçüncü şıktan söz edilirken "temastan önce" kaydının tekrarlanmamış olması sebebiyle bu durumda kefaret
yerine getirilmeden cinsel temasın caiz olduğu kanaatindedirler, Şayet kefaret ödenmeden cinsel temas yapılmışsa, -nikâh bağı sona ermiş olmadığından- bu, gayri meşru bir ilişki sayılmaz; ama kişi -âdet gören hanımıyla temasta bulunma gibi- Allah'ın yasakladığı bir işi yapmış, günaha girmiş olur. Bu durumda tövbe etmesi ve kefaretini ödemesi gerekir; âlimlerin çoğunluğuna göre tek kefaret yeterlidir. Bazılarına göre bu ful kefareti düşürür yani kefaretle de telâfi edilemez bir günah haline gelir, bazılarına göre ise ikinci bir kefaret gerekir.

6) Zıharın evlilik bağını sona erdirme etkisi Kur'an tarafından onaylanmamış, sadece kefaret gerektiren bir yemin gibi kabul edilmiştir. Buna göre zıhar yapan erkek evliliğe son vermek istiyorsa normal boşama usulünü izlemek durumundadır. Hem bu yola baş vurmama hem evlilik hayatına dönmeme, kadını zarara sokan ve zıhann Câhiliye dönemindeki sonuçlarım doğuran bir tutum olacağından bu da Kur'an'in getirdiği hükümle bağdaşmaz. Böyle bir durumda zihara, belli bir süre içinde kan koca hayatına dönülmemesi halinde evliliğin sona ermesi sonucunu doğuran Özel yemin ("günümüz hukuk terimiyle bir tür "ayrılık") hükmü uygulanır [10]Nitekim bu âyetin nüzulünden sonra zıhar lafzının îlâ hükümleri kastedilerek kullanıldığım gösteren örnekler bulunmaktadır. [11]

4. âyetin "Bu, Allah'a ve Resulüne imanınızı göstermeniz içindir" diye çevrilen kısmı lafzan "Bu, Allah'a ve Resulüne iman etmeniz içindir veya iman etmenizden dolayıdır" anlamına gelmektedir. Bazı müfessirler bu mânayı esas alarak "Allah'ın bunu emrettiğini tasdik etmeniz için" tarzında açıklamalar yapmışlarsa da, "Allah ve Resulünün buyruklarına uyup o çirkin ve yalan söze bir daha dönmeyeceğinizi ortaya koymanız için" veya "Allah ve Resulüne imanınızın gereğini yerine getirmeniz için" şeklindeki yorum bağlama daha uygun düşmektedir. "Bu" işaret zamiriyle kefarette -imkân durumuna göre- seçenekler tanınması kolaylığının kastedildiği yorumu da yapılmıştır. [12]

Daha Önce inmiş bulunan Ahzâb sûresinin 4-5. âyetlerinde "Allah bir kişi*nin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek haram olsun dediğiniz esterinizi analarınız kılmamıştır... Bunlar sizin kendi iddianızdır, hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O gösterir" buyurularak zıhâr uygulaması eleştirilmiş, bu konuda yeni bir hüküm tesis etmeden Önce bu davranışın fikrî temeli çürütülmüştür. Ahzâb süresindeki bu âyetlerin daha sonra indiği görüşü esas alınacak olursa, buradaki İfadeleri Mücâdele sûresinde getirilen hükmü pekiştirme anlamında yorumlamak uygun olur. [13]



Meali

5. Allah'a ve Resulüne karşı gelenler, daha öncekilerin aşağılandığı gibi aşağılanacaklardır. Biz apaçık âyetler indirimsizdir. Ve (buna göre) kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır. 6. O gün Allah onların hepsini dirilte*cek ve yapıp ettiklerini kendilerine haber verecektir. Allah bunları bir bir saymış, onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye tanıktır. [14]



Tefsiri


5-6. "Allah ve Resulüne karşı gelenler" ifadesi bu tavır içinde bulunan her*kesi kapsamakla beraber, burada Hz. Peygamber'İn mesajını rahat bir şekilde teb*liğ etmesini engellemeye ve onu çarpıtmaya çalışan, Peygamber'e ve müsluman*lara karşı komplolar hazırlayan münafıklara (veya 8. âyetin tefsirinde açıklanaca*ğı üzere hem münafıklara hem de işbirliği yaptıkları yahudilere) yöneltilmiş Özel bir uyan bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim sûrenin bundan sonraki âyetlerinde ağırlıklı olarak bu konu üzerinde durulacaktır. [15]



Meali


7. Farkında değil misin, Allah göklerde ve yerde olanları hep bilmekte*dir! Gizli gizli konuşan üç kişi yoktur ki dördüncüleri O olmasın; beş kişi yoktur ki altıncıları O olmasın. Bundan az veya çok olsunlar re nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka Allah onların yanındadır; nihayet kıyamet gü*nü onlara yapıp ettiklerini haber verecektir. Çünkü Allah her şeyi bilmekte*dir. 8. Gizli konuşmaktan menedilen o kimseleri görmüyor musun, yine dö*nüp yasaklandıkları şeyi yapıyorlar; günah işleme, düşmanlık etme ve Pey-gamber'e karşı gelme hususunda fısıldaşıyorlar. Sana geldiklerinde de Al*lah'ın seni selâmlamadığı bir biçimde selâm veriyorlar. Üstelik birbirlerine, "Allah bizi bu söylediklerimizden dolayı cezalandırsa ya!" diyorlar. Onların harcı cehennem; işte oraya girecekler; ne kötü bir sondur o! 9. Ey iman eden*ler! Aranızda gizli konuştuğunuz zaman, günah işleme, düşmanlık etme ve Peygamberce karşı gelme hususunda fısıldaşnıaymız; iyilik ve takva hakkın*da konuşunuz ve huzurunda toplanacağınız Allah'a saygısızlık etmekten sa*kınınız. 10. (O tür) gizli konuşmalar ancak şeytandandır. Bu müminleri üz*mek içindir. Oysa o, Allah'ın izni olmadıkça onlara hiç bir zarar veremez. Müminler ancak ve ancak Allah'a güvenip dayansınlar. 11. Ey iman edenler! Size, bulunduğunuz toplantılarda "Yer açın" dendiğinde yer açın ki Allah da size genişlik versin. "Davranıp kalkın" dendiğinde de kalkın ki Allah içiniz*den (gerçekten) iman etmiş olanları ve ilim verilenleri yüksek derecelere çı*karsın. Yapıp ettiklerinizden Allah tamamen haberdardır. 12. Ey iman eden*ler! Peygamberce özel görüşme yapmak istediğiniz zaman, bu görüşmeniz*den önce bir sadaka verin. Sizin için en iyi ve en nezih davranış budur. Şayet bulamazsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. 13. Özel görüşme yapmadan önce sadaka verecek olmanızdan dolayı endişeye mi ka- pildiniz? Madem bunu yapmadınız ve Allah da sizi bağışladı, o halde namazı özenle kılın, zekâtı verin, AUah'a ve Resulüne itaat edin. Allah yapıp ettikle*rinizden tamamen haberdardır. [16]



Tefsiri


7. Bu ve devamındaki âyetlerde, Resûlullah dönemindeki bazı olaylar ışığın*da İslâm'ın bir kısım temel inanç ve ahlâk ilkeleri işlenmekte, müslümanların bu ilkelere uygun muaşeret kuralları oluşturmaları için örnek verilmekte; toplumsal huzur, bireyler arası sevgi ve saygının korunup geliştirilmesi açısından önem taşı*yan bu kurallara uymanın kişilerin Allah katındaki derecelerini de yükselteceği be*lirtilmektedir.

Bu âyetlerde işlenen konulardan ilki, birkaç kişinin bir araya gelip gizli gö*rüşmeler yapması ve başkalarının bulunduğu ortamlarda fısıltıyla konuşmalarıdır. Âyetlerde bu tutum ve eylemden necvâ mastar ismi ve aynı kökten türetilen fiil*ler kullanılarak söz edilmiştir. İnsanların böyle bir yöntem izlemelerinin genellik*le başkalarında tecessüs hatta tedirginlik meydana getirmesi tabiîdir ve bu yüzden birçok dostlukların zedelendiği yahut husumetlerin doğduğu bilinmektedir. Bu gerçek karşısında Kur'ân-1 Kerîm değişik vesilelerle, gizli görüşmeler yapmaktan ve fısıltıyla konuşmaktan olumsuz biçimde söz etmiş, fakat bunu haklı kılan se*bepleri istisna etmiş ve bütün durumları kapsayan kesin bir yasak koymamıştır. [17]

Sûrenin İlk âyetinde Allah Teâlâ'nın, kendisine zıhar yapılan kadınla Resû*lllah arasında geçen konuşmayı işittiği ve 6. âyette inkarcıların yapıp ettiklerini bir bir kendilerine haber vereceği, çünkü O'nun her şeye tanık olduğu belirtilmiş*ti. Sûrenin bu bölümünün mukaddimesi mahiyetindeki 7. âyette de, -gizli konu*şanların sayılarıyla ilgili örnekler verilerek somut bir tasavvura da imkân sağlan*mak suretiyle- Yüce Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiği, bu şekilde konuşanların sayısı ne olursa olsun, seslerini ne kadar alçaltmış olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O'nun bunlardan haberdar olduğu ve kıyamet günü kendilerine bunları hatırlatacağı bildirilmekte, böylece İslâm inançlarının esaslarından olan "Allah'ın ilmine sınır bulunmadığına iman etme" ilkesine vurgu yapılmaktadır. [18] Zemahşerî, Rebî'a b. Amr ve kardeşi Habîb b. Amr ile Safvân b. Ümeyye arasında geçen bir konuşmayı bu âyetin İniş sebebi olarak zikretmektedir. [19] İbn Âşûr ise bun*ların ashabdan sayıldıklarım, halbuki âyetin münafıklar ve yahudiler veya sadece münafıklar hakkında olduğunu, muhtemelen bu olayı anlatan râvînin Fussilet 41/22 âyetiyle bu âyetin iniş sebeplerini karıştırarak aktardığını belirtir. [20]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:47 am

8. Her an müşriklerden bir saldın gelmesi ve onlarla sıcak çatışmaya girilme*si ihtimalinin bulunduğu bir dönemde inen bu âyetin öncelikli konusu ve hedefi*nin, İman etmiş gibi göründükleri İçin müslüman muamelesi gören münafıkların ve yapılan sözleşme gereği Medine şehir devletinin vatandaşı olan yahudilerin ba*zı yanlış tavır ve hareketleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira tarihî bilgiler, Medi*ne'deki münafıkların o sıralarda yahudilerle gizli bir ittifak içinde olduklarını gös*termektedir; 14. âyette de bu hususa özel olarak değinilecektir. Hendek savaşından sonra Medine'de yahudi kalmamış olması, bu âyetin belirtilen savaştan önceki bir tarihte yani sûrenin bütününe ait sıralamadaki yerine göre daha önceki bir zaman*da inmiş olduğunu düşündürmektedir. Bununla beraber, burada yahudilerin daha önceki tutumlarına bir gönderme yapılmış bulunması yahut söz konusu ifade ve tutumların sadece münafıklara ait olması da muhtemeldir.

Münafıklar ve/veya yahudiler kendi aralarında toplanıp Hz. Peygamber ve müslüman] ar aleyhine entrikalar çeviriyor, bu arada yanlarına bir mümin yaklaştı*ğında kaş göz işaretleriyle onu tedirgin ediyorlardı. Resûlullah'a bu durumun İnti*kal ettirilmesi üzerine böyle davranmamaları uyarısı yapıldı. İşte yaygın yoruma göre âyetin ilk cümlesinde onların belirtilen yasağa riayet etmediklerinden söz edilmekte ve bu gayri ahlâkî tutum kınanmaktadır.

Âyetin devamında bu kimselerin Resul-i Ekrem'i selâmlama biçimleri eleş*tirilmekte fakat ne dedikleri açıklanmamaktadır. Tefsirlerde âyetin bu kısmını İzah sadedinde genellikle, bazı yahudilerin Hz. Peygamber'e "es-Selâm'ü aleyk" yeri*ne "es-Sâm'ü aleyk" diyerek selâm vermeleri olayına değinilir. [21] Allah'ın selâmladığı şekil olan "es-Se*lâm'ü aleyk", "Esenlik üzerine olsun" anlamına gelirken, küçük bir telaffuz oyu*nuyla söylenen "es-Sâm'ü aleyk", "Başına ölüm gelsin" veya "İçine (dininden) bıkkınlık gelsin" demek oluyordu. Hz. Âişe bunu fark edince onlara lânetleyici İfadelerle karşılık vermiş, Hz. Peygamber ise Hz. Âişe'yi teskin etmiş ve yumuşak söz söylemesini istemişti. O "Ama ey Allah'ın Resulü, onların ne dediğini duyma*dın mı!" deyince Hz. Peygamber "Benim de onlara 'Ve aleyküm' dediğimi duy*madın mı?" cevabını verdi. Böylece Resûlullah onların selâmını hakimane bir şe-kitde "O dediğiniz sizin üzerinize olsun" anlamına gelen bir ifadeyle söyledikleri*ni kendilerine iade etmiş oluyordu[22]İbn Âşûr ise bir gurup yahudi ile Hz. Peygamber arasında geçen mezkur olayın bu âyetle ilgisi olmadığı, burada münafıkların "es-Selâm'ü aleyk" yerine Câhiliye âdetine göre söylenen selâm ifadelerini sürdürmekte ısrar etmelerine veya yahudi-lerden öğrendikleri bazı kinayeli sözleri[23] söylemele*rine işaret edildiği kanaatindedir. [24] İbn Abbas'tan nakledilen bir ifa*dede bu âyetin tamamının münafıklar hakkında olduğunun ve onların arasında da yahudi karakteri taşıyanlar bulunduğunun belirtilmesi[25] bu kanaati destekleyici niteliktedir.

Aynı âyetin "Üstelik birbirlerine 'Allah bizi bu söylediklerimizden dolayı ce-zalandırsa ya!' diyorlar" diye çevrilen kısmını "Üstelik içlerinden veya baş başa kaldıklarında ... diyorlar" şeklinde tercüme etmek de mümkündür. İnkarcıların ve sapkın düşünce sahiplerinin Allah'ın cezalandırmasını beşerî düzleme indirgeye*rek bu tarz bir argüman geliştirmeleri, örneğine sık rastlanan bir durumdur. Kur'an'da ve hadislerde Allah Teâlâ'nın kendisine ortaklar konulduğunu gördüğü, duyduğu, bildiği halde, insanlardan farklı olarak hemen cezalandırma cihetine git*mediği, her konuda olduğu üzere bu konuda da kendi hikmetine göre ve dilediği zaman hükmünü icra ettiği ve imtihan sebebiyle genellikle kullarına fırsat tanıyıp nihâî hükmünü âhirete ertelediği belirtilmiş; hemen dünyada cezalandırılmama durumuna aldanarak "Nasıl olsa herkesin yaptığı yanına kalıyor" gibi bir yanılgı*ya düşmemek gerektiği uyarısı yapılmıştır. [26]



9. Bu âyetten ve konuya ilişkin diğer âyet ve hadislerden, gizli görüşme ve konuşma yapmanın özündeki kötülük sebebiyle değil, konuşulan konuların kötü olmasına veya bu tür gizliliklerin çevredeki insanlarda kuşku ve tedirginlik uyan*dırmasına bağlı olarak yasaklanmış bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu âyette ve Nisa 4/114'te konuşulan konuların iyi olması veya iyilik amacı taşıması halin*de günah teşkil etmediği açıkça ifade edildiği gibi, bir hadiste "Üç kişi olduğunuz*da, iki kişi üçüncüden ayrı olarak fısıldanmasın; çünkü bu onu üzer"[27] buyurularak gizli konuşmaların yasaklanmasının başkaları üzerinde olumsuz etkiler meydana getirebileceği gerekçesine bağlı olduğu belirtilmiştir. Hatta bu noktadan hareketle İslâm âlimleri, iki kişinin yanlarındaki üçüncü kişinin bildiği bir dille konuşabilecekleri halde onu bırakıp başka bir dille konuşmalarını da kıyas yoluyla bu yasak kapsamında düşünmüşlerdir. "Günah işleme, düşman*lık etme ve Peygamber'e karşı gelme hususunda fısıldaşmak" zaten müminlere ya*raşmayan bir davranış olduğu için âyetteki hitabın bu kısmıyla münafıkların tutu*muna işaret edildiği, "İyilik ve takva hakkında konuşun" kısmıyla da müminlere doğru davranışın öğretildiği yorumu yapılmıştır. Bu izah, "Ey iman edenler!" hi*tabının samimi müminlere yönelik olduğu anlayışına göredir. Bazı müfessirler ise bu hitabın iman etmiş göründükleri için mümin statüsünde kabul edilen münafık- lara yönelik olduğu kanaatindedir. [28] Öte yandan, 7. âyette vurgulanan "hiçbir şeyin Allah'ın bilgisi dışında kala*mayacağına inanma" ilkesi, burada başka bir iman esası olan "bütün insanların öl*dükten sonra diriltilip Yüce Allah'ın huzurunda toplanacaklarına inanma" ilkesiy*le pekiştirilmekte ve herkesin o gün verilecek hesabın sorumluluğu içinde hareket etmesi istenmektedir. [29]



10, Yasaklanan gizli konuşmaların insanı günaha teşvik etme işini üstlenmiş olan şeytandan kaynaklandığı ve müminleri üzme amacı taşıdığı belirtilmekte; ar*dından da hiçbir şeyin Allah'ın irade ve gücünü aşamayacağı, dolayısıyla yürek*ten inanmış olanların hep Allah'a güvenip dayanmaları gerektiği hatırlatılarak sa*mimi müminlere moral verilmektedir. [30]



11, Bu âyetin inişiyle ilgili olarak tefsirlerde genellikle Resûlullah'ın toplan*tılarında ona yakın olma arzusuyla ilgili olaylara yer verilir. Bunlardan biri şöyle*dir: Bir gün Suffe diye bilinen yerde Hz. Peygamber ashabıyla sohbet ederken ye*ni gelenler ayakta kalmışlardı. Bunlar arasında Resûlullah'ın kendilerine özel de*ğer verdiği Bedir savaşına katılmış müslümanlar da vardı. Resûlullah bilhassa on*lara yer açılması için yakınındakilere işaret etti. Yerinden kalkması gerekenlerin yüz ifadelerinden bu durumdan hoşnut olmadıkları belli oldu. Münafıklar da bunu fırsat bilip Hz. Peygamber'in adaletli davranmadığı ve bazı kişileri kayırdığı yo*lunda şayia çıkardılar. Konuya açıklık getirmek ve bir uyarıda bulunmak üzere bu âyet nazil oldu. Âyetin tefsiri sırasında, anılan olayın yanı sıra, toplu halde bulu*nulan yerlerde uyulması gereken muaşeret kurallarıyla ilgili Resûlullah ve sahabe dönemi tatbikatından Örnekler de verilir. Aynca âyette "ilim verilenler"den söz edildiği için İslâm'da ilmin yeri ve önemiyle ilgili geniş açıklamalar yapılır. [31] Bu gibi olaylar âyetin anlaşılmasına ışık tutmakla beraber âyetin mesajının bütün müslümanlara yönelik ve bütün zamanlan kapsayıcı nitelikte olduğu açıktır. Önceki âyetlerden gerekli çıkanım yaparak Allah'ın ilminin kuşatıcılığına ve herkesin bîr gün O'nun huzuruna çıkarılıp hesap vereceğine yürekten İnanan, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in üzerinde önemle durduğu ahlâk ilkelerine riayet eden, dolayısıyla başkalarına zarar verici davranışlardan olabildiğince uzak durmaya çalışan mü*minler, 11. âyette bu ilkelerden hareketle müslümana yaraşır sosyal davranış ku*ralları geliştirmeye yönlendirilmekte; gösterilen örnek (gerektiğinde yer açma ve yerini başkasına verme örneği) ışığında, yalnız zarar vermekten kaçınma değil ay*nı zamanda gönül alma ve toplumsal kaynaşmayı sağlama amaçlı, terbiye ve incelik örneği görgü kurallarına riayet etmeleri özendirilmektedir. Hatta Râzî'nin be- lirttiği üzere bu âyetin, kullara iyilik ve kolaylık kapılarını olabildiğince açık tutmaya çalışanlara Allah'ın da dünya ve âhiret iyiliklerini bol bol ihsan edeceği anlamı taşıdığı söylenebilir. Zemahşerî'ye göre "Allah da size genişlik versin" İfadesi, -mekân genişliği, bol rızık, gönül ferahlığı, kabir rahatlığı, cennete girme mutluluğu gibi- insanların arzuladıkları her türlü genişliği kapsamaktadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:48 am

HADÎD SÛRESİ

57


İndiği Yer :


Medine



İniş Sırası :


94



Âyet sayısı:

29



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada elli yedinci, iniş sırasına göre doksan dördüncü sûre*dir. Zilzâl sûresinden sonra, Muhammed sûresinden önce nazil olmuş ve genellik*le Medine'de inen sûreler araşma yerleştirilmiştir. İbn Âşûr bunun, Mekkî mi Me*denî mi olduğu hususu en tartışmalı sûre olduğunu ifade eder. Fakat hemen bütün âlimler hem Mekkî hem Medenî âyetler ihtiva ettiğini kabul ederler.[1]



Adı


25. âyetindeki "demir" anlamına gelen "hadîd" kelimesi sûreye ad olmuştur.[2]



Konusu

Allah Teâlâ'nın bazı sıfatlarına, evrendeki mutlak egemenliğine dikkat çeki*lerek başlayan sûrede, iman ve infakın önemi üzerinde durulmakta, âhirette mü*minler münafıklardan ve kâfirlerden ayrılıp kurtuluşa ererlerken diğerlerinin içine düşeceği acı durum tasvir edilmekte, dünya hayatının âhiret inancından bağımsız olması halinde anlamını yitireceği, buna karşılık insanın iyi bir kul olabilmek için hıristiyan rahiplerinin yaptığı gibi dünyayı tamamen terk etmesi gerekmediği hu*susu İşlenmektedir. [3]



Fazileti ve Özelliği


"Teşbih" ifadesiyle başladıkları için "Müsebbihât" diye anılan beş sûrenin il*kidir (diğerleri Haşr, Saf, Cum'a ve Tegabün sûreleridir). Bu ve devamındaki dört sûrenin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber yatmadan Önce Müsebbihât'ı okur ve bunlarda bin âyetten faziletli bir âyetin bu*lunduğunu söylerdi[4]



Meali

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Göklerde ve yerde bulunan*lar Allah'ı teşbih etmektedir. O azizdir, hakimdir. 2. Göklerin ve yerin hü*kümranlığı yalnız O'nundur. Hem hayat verir hem öldürür. O'nun her şeye gücü yeter. 3.0, evvel ve âhir, zahir ve bâtındır. O her şeyi bilir. 4. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva eden O'dur. O, toprağa giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir. 5. Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O'nundur ve bütün işler ancak Allah'a döndürü*lür. 6. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. O kalplerde olanı çok iyi bilir. [5]



Tefsiri


1-6. Evrendeki bütün varlıkların Allah'ı teşbih ettiklerinin belirtilmesini ta*kiben, O'nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu teşbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O'nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gü*cünün yetmeyeceği İş yoktur; O, evvel ve âhir, zahir ve bâtındır, ilmi her şeyi ku*şatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nazırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O'nundur ki onların ve oralarda bulunanların akıbetine hükmedecek olan da yal*nız O'dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O'na varır. Kulların içinde yaşadığı zama- nın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O'nun kudretinin eseridir, do*layısıyla O'ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bu*lunanları dahi bilmektedir. "Teşbih", kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların İradî olarak Allah Teâlâ'nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorun*lu olarak boyun eğip O'nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir. [6]

3. âyette zikredilen "evvel, âhir, zahir, bâtın" isimleri Hz. Peygamber'in, Al*lah'ın doksan dokuz isminin sayıldığı "esmâ-i hüsnâ" İle ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: "Allahım! Sen evvelsin, sen*den önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zahirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur..." [7] Bunların anlamlan kısaca şöyledir:

a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının baş*langıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdir.

b) Âhir: Allah Teâlâ bakî*dir, ebedîdir, varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O'na ulaşmak üzere vardır, c) Zahir: Allah Teâlâ'nın varlığı ve varlığının kanıtlan, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir.

d) Bâ*tın: O'nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O'nu göre*mez, akıllar O'nu idrak edemez, muhayyileler O'nu kuşatamaz. O ise bütün gizli*likleri bilir, her şeye nüfuz eder. [8] Âyeti "O Evvcl'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır" veya "O Evvel, Âhir, Zâhİr ve Bâtın'dır" şeklinde de çevir*mek mümkündür; mealde, "ve" bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî'nin yaptığı açıklama[9] esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasın*daki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabet*li bulmaz. [10]



Meali


7. Allah'a ve Resulüne iman ediniz; O'nun size emanet olarak verdikle*rinden başkaları için de harcayınız. İçinizden iman edip böyle harcamada bu*lunanlara büyük mükâfaat vardır. 8. Peygamber rabbinize iman etmeniz için çağrıda bulunup dururken, O da sizden kesin söz almışken ne diye iman et*mezsiniz; inanmaya açıksanız! 9. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Kuşkusuz Allah size karşı çok şef*katli, çok merhametlidir. 10. Göklerin ve yerin tamamı zaten Allah'a kalacak olduğu halde ne diye hâlâ Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz! İçinizden fetihten önce harcayan ve savaşanlar ötekilerle bir değildir. Onların derece*si, daha sonra harcayan ve savaşanlardan üstündür. Bununla birlikte Allah her birine en güzel olanı vaad etmiştir. Allah yaptıklarınızdan tamamen ha*berdardır. 11. Kim Allah'a güzel bir borç verirse Allah da bunu fazlasıyla öder. Ayrıca ona pek değerli bir ödül de vardır. [11]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:48 am

Tefsiri


7. Buradaki hitapla İlgili farklı açıklamalar yapılmış olmakla beraber, hitabın gene) olduğu dikkate alındığında, henüz iman etmemiş muhatapların inanmaya ça*ğırıldığı, müminlerin ise İmanlarını pekiştirmelerinin istendiği söylenebilir. [12] "Allah'a iman" buyruğunun hemen ardından gelen ikî unsur âyetin asıl mesajının şu iki noktada odaklandığını göstermektedir:

a) Yukarıda sıfatlarından söz edilen Allah'a İmanla birlikte O'nun Resulüne de inanmak şarttır.

b) İnfak ya-ni kişinin sahip olduğu imkânları paylaşmaya, başkaları için ve özellikle Allah ve Resulünün hoşnut olacağı biçimde harcamalar yapmaya razı olması bu imanın ge*reklerindendir.

Harcamaya (infak) ilişkin buyrukta kullanılan ifade, dünyada elde ettiğimiz imkânların asıl sahibini hatırlatan ve bulunduğumuz konumun bilincinde olmamız gerektiğine dikkat çeken bir incelik taşımaktadır. Hak tasniflerinde "mülkiyet", eş*ya üzerindeki en güçlü hak olarak nitelenir; zira mâlik, mülkiyetinde bulunan eş*yayı kullanma, semerelerinden yararlanma ve gerektiğinde onu tüketme yahut baş*kalarına temlik etme hususunda -istisnaî bazı sınırlamalar bir yana- mutlak bir yet*kiye sahiptir. Fakat bu, insanların birbiriyle ilişkileri açısından böyledir. Mülkün asıl sahibinin insanı ve bütün evreni yaratan olduğu dikkate alındığında ise başka insanlara nispetle mâlik konumunda olan kişi, Yüce Allah'a nispetle emanetçi ko*numundadır. Şu var ki bu, -"vedia"da olduğu gibi- kendisine bırakılan şeyi koru*makla yükümlü olmaktan ibaret bir emanetçilik değildir; kişi kendisine verilen im*kânları belli ölçüler içinde kullanmakla da görevlidir. Âyette bu durumu anlatmak üzere kullanılan "müstahleffn" kelimesi, hem Allah tarafından bu imkânları kul*lanmaya yetkilendirilmiş olma hem de mal, mülk ve başaklarına aktarılabilir biri*kimlerin önceki nesillerden devralınmış olması manasıyla açıklanmıştır. [13] İnfakın konusu olarak ilk hatıra gelen şey servet olmakla beraber bu*nu, başkalarıyla paylaşılabilecek her türlü imkân olarak düşünmek gerekir. Mese*lâ insanın sahip olduğu bilgi birikimi de bu kapsamdadır. [14]



8-9. Bu âyetler önceki âyetin iman unsuruyla, 10. âyet de infak unsuruyla il*gili açılımı gibidir. Burada, bütün şartlar hazır olduğu halde hâlâ iman etmeyenler kınanmakta, iman etmenin gerekçeleri özetlenmektedir.

Ağırlıklı yoruma göre 8. âyette geçen ve "kesin söz" diye tercüme edilen "mîsâk", bu bağlamda "Allah'a verilmiş olan söz" demektir. Ancak bunun mahi*yeti hakkında farklı iki yorum bulunmaktadır. Birinci yoruma göre maksat, "bezm-i elest" diye terimleşmiş olan farklı bir âlemde Allah Teâlâ'nın insanlara kendileri hakkında şuur verip kendi zatını da rab olarak tanıttıktan sonra onlardan kulluk sözü almış olmasıdır. [15] İkinci yorum ise şöyledir: Cenâb-ı Al*lah insanlara akıl nimeti ve düşünme yeteneği bahşetmiş, önlerine imana götüren açık deliller koymuştur. Şu halde peygamberin çağrısı ve bildirdikleri (nakil) ile akıl arasındaki uyumun açıkça görülmesi İmanın gerekliliği yargısına ulaştıracak kesin bir kanıt yani "mîsâk" oluşturmaktadır. Râzî, şu gerekçeyle birinci yorumu zayıf bulur: Yüce Allah mîsak almış olmayı, insanların iman etmemeleri için hiç*bir mazeret kalmadığını belirtmek üzere zikretmiştir. Halbuki o âlemdeki sözleş*me ancak peygamberin bildırmesiyle bilinebilir. Şu halde önce onun sözünün doğ*ruluğunun yani peygamberliğinin kabul edilmiş olması gerekir, dolayısıyla bu ge*rekçe peygamberi tasdik etmeyi gerektiren bir delil olarak kullanılamaz; ikinci yo*rumda sözü edilen kanıtlar ise herkes için açıktır. [16] Ancak ezel*de verilen sözün dünya hayatında İnsanlarda din duygusu ve maneviyat ihtiyacı olarak var olduğu ve kendini hissettirdiği de dikkate alınmalıdır. Öte yandan 8. âyette geçen "söz almıştı" fiilinin öznesinin Hz. Peygamber olduğu ve burada Hu-deybiye barış antlaşması öncesinde Resûiullah'ın 1500 kadar sahâbîden aldığı bağlılık sözüne atıfta bulunulduğu kanaatini taşıyanlar da vardır . [17]

8. âyetin sonundaki "inanmaya açıksanız" şeklinde çevirdiğimiz ifade deği*şik şekillerde açıklanmıştır: a) Şayet iman edecekseniz şu an buna en uygun za*mandır; çünkü Peygamber size peşpeşe deliller getirmekte ve sizi, doğruluğu siz*ce de anlaşılmış bulunan bildirim, delil ve mîsaka uymaya çağırmaktadır. [18] b) Delile dayalı bir çağrıyı kabul etmeye açıksanız, "Kanıt gösteril*sin inanalım" diyorsanız, aklî ve naklî deliller öylesine açık ve örtüşmüş durumda ki artık bunlardan daha güçlü kanıt olmaz. [19] c) Burada cümlenin bir öğesi gizlenmiştir ve imanın sonucuna dikkat çekilmek is*tenmektedir. Asıl mâna şudur: "Şayet İman ederseniz, yani başladığınız gibi de*vam eder, bu imanınızı sürdürürseniz değerinizi korursunuz ve en yüce mertebe*leri hak edersiniz. [20]



10. İnsanların bu dünyada sahip oldukları servet ve diğer imkânların asıl mâ*liki ve kişilerin gerçek konumlan hakkında 7. âyette yapılan hatırlatmayı takiben burada bir de bütün bu imkânların akıbeti hakkında bir uyan yapılmakta, "Mal sa*hibi mülk sahibi! Hani bunun ilk sahibi?" mısralarında özetlenen gerçeğe dikkat çekilmektedir. İnsan ister uzun süre yaşama emeli ve hayatını refah içinde geçir*me düşüncesiyle isterse mirasçılarına çok şey bırakma hevesiyle ne kadar servet biriktirirse biriktirsin, bir gün asıl mâlik olan Yüce Allah'ın imtihan sebebiyle kul*larına bu servet üzerinde tanıdığı yetkiler sona erecektir. "Göklerin ve yerin mira*sının Allah'a ait" yani "tamamının zaten O'na kalacak olduğu"nun belirtilmesi iş*te bu anlamdadır. Daha sonra "Ne diye hâlâ Allah yolunda harcama yapmıyorsu*nuz!" buyurularak soru şeklinde bir uyarıya yer verilmesi, belirtilen gerçeği göz önüne alan müminin infak konusunda daha duyarlı davranmasının kaçınılmaz ola*cağına vurgu yapma anlamı taşımaktadır. [21]

Âyette geçen "fetih" kelimesiyle Mekke fethinin kastedildiği kanaati yaygın*dır. Bununla birlikte bazı müfessirler Hudeybiye barış antlaşmasının da fetih anla*mı taşıdığını ve burada bu antlaşmanın kastedildiğini belirtirler. [22] Zor dönemlerde özveride bulunma*nın ve güçlüklere katlanmanın normal zamanlara nazaran daha değerli olduğuna ilişkin bir örneğe yer verildikten sonra Allah Teâlâ'nın, kendi yolunda Makta bu*lunma ve canını feda etmeyi göze alma noktasında buluşan her iki gruba da güzel ödüller vaad ettiği belirtilmektedir. Böylece belirli bir döneme yetişememiş olan*ların bu sebeple hayıflanmalarına gerek olmadığı; bütün zamanlarda, İyi niyetle çaba harcayıp özveride bulunacaklara tanınmış fırsatlar bulunduğu, bununla bir*likte istisnaî özellikler taşıyan gayret ve fedakârlıklara müstesna bir mevki tanın*masının normal karşılanması gerektiği bildirilmiş olmaktadır. Derveze bu âyetin Hz. Ebû Bekir hakkında indiği yönündeki rivayete değindikten sonra şöyle der [23] Bu kümedeki âyetlerin ruhundan ve bağlamından edindiğimiz izle*nim, anılan âyetin bir kişi hakkında değil, Tevbe 9/100. âyetinde "es-sâbikûne'l-evvelûn" diye nitelendirilen ilk tabaka Muhacirim ve Ensâr hakkında olduğudur. Ona göre âyetin iniş vesilesi de İslâmiyet'e yeni girmiş, özellikle görevlerini yeri*ne getirme ve özveride bulunma hususunda tereddütlü ve gevşek davranan kimse*lerin uyarılmasına ihtiyaç duyuimasıdır. Nitekim onların bu gibi tutumlarına baş*ka bir çok âyette değinilmiştir. [24]



11. "Allah'a güzel bir borç verme" ifadesi mecazî olup İslâmî literatürde âyetteki terkip esas alınarak "karz-ı hasen "şeklinde terimleştirilmiştir. [25]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:48 am

Meali


12.0 gün mümin erkeklerin re mümin kadınların nurlarının önlerinden ve sağ yanlarından yetişip yollarını aydınlattığını görürsün. "Bugün size müjde var; altlarından ırmaklar akan cennetlerde ebedî kalacaksınız" (de*nir). İşte asıl büyük murat] budur. 13. O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere şöyle diyecekler: "Bizi bekleyin de yetişip nurunuz*dan bir parça alalım." Şöyle denecek: "Geriye dönün de başka bir nur ara*yın!" Ve hemen aralarına kapısı da olan bir duvar çekilir; duvarın iç tarafın*da rahmet, kendilerine bakan dış tarafında ise azap vardır. 14, Münafıklar onlara, "Sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. Onlar, "Evet öyley*di, derler, ama siz başınıza belâyı kendiniz açtınız, fırsat kolladınız, hep şüp*he içinde oldunuz ve Allah'ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik ku*runtularınız sizi oyaladı; bundan Ötürü o aldatma ustası da Allah hakkında sizi kandırıp durdu. 15. Bugün artık ne sizden ne de açıkça inkâr edenlerden bir fidye kabul edilir. Yaracağınız yer ateştir. Size yarasan odur. Ne kötü bir gidiş! 16. İman edenlerin Allah'ı ve inen gerçeği anmaktan dolayı kalplerinin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi! Onlar daha önce kendilerine kitap verilmiş ve üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu yoldan çıkmışlardır. 17. Bilin ki Allah ölümün*den sonra toprağa yeniden hayat verir. Şüphesiz biz, düşünesiniz diye delil*leri bir bir açıklamışızdır. 18. Karşılıksız yardımda bulunan erkeklere, kar*şılıksız yardımda bulunan kadınlara ve Allah'a güzel bir ödünç verenlere bu fazlasıyla ödenecektir. Ayrıca onlara pek değerli bir ödül de vardır. 19. Al*lah'a ve peygamberlerine (böyle) iman edenler var ya, işte onlar rableri ka*tında sıddıklar ve şehitler gibidirler. Mükâfatları ve nurları onları beklemek*tedir, inkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler. [26]



Tefsiri


12-15. Ahiret hayatına ait önemli bir sahneye yer verilen bu âyetleri, kalaba-lık bir insan kitlesinin, etrafı uçurumlar ve tehlikelerle dolu bir ortamda, ama ka*ranlıklar içinde yol almaya çalıştıklarını göz önüne getirerek anlamak daha kolay olacaktır. Bu şartlar altında Önleri ve yanlan özel olarak aydınlatılmış grup hızla ve kolayca yol alabilmekte ve esenliğe kavuşmakta; daha önemlisi kendilerine kurtuluşa erdikleri ve ebedî mutluluğu hak ettikleri müjdesi verilmektedir. İşte bunlar kadınıyla erkeğiyle müminlerdir. Arkalarında ise böyle bir aydınlıktan mahrum, onlara yetişmeye, ışıklarından yararlanmaya çalışan kadınlı erkekli mü*nafıklar topluluğu bulunmakta ve onlara kendilerini beklemeleri veya ışıklarından yararlandırmaları için yalvarmaktadırlar. Ama onlara söylenecek olan şudur: Ge*riye dönün ve kendinize başka ışık arayın! Bu esnada iki kesim arasına -kapısı olan fakat aşılamaz- bir duvar konmuştur. Muhtemelen müminler kapıdan girecekler, münafıklar dışarıda kalacaklar; içerisi rahmet ve nimetle dolu olacak ama dış tara*fında azap bulunacaktır. Münafıkların kullanabilecekleri tek argüman kalmıştır: "Dünyada sizinle beraber değil miydik?" diye sormak. Alacakları cevabın baş kıs*mı olumludur: "Evet." Gerçekten, münafıklar İçlerindeki inkarcılığı ve müminle*re besledikleri husumeti gizledikleri için zahiren müslüman muamelesi görmüşler, hatta mescitte beraberce namaz bile kılmışlardı. Ne var ki artık her şeyin içyüzü, hakikati ortaya çıkmış ve onların dünyada iken ne yaptığı ayan beyan anlaşılmış*tır; bu sebeple müminlerin cevabı şöyle devam edecektir: "Ama siz başınıza belâ*yı kendiniz açtınız, fırsat kolladınız, hep şüphe içinde oldunuz ve Allah'ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik kuruntularınız sizi oyaladı; bundan ötürü o aldatma ustası da Allah hakkında sizi kandırıp durdu."

âyette geçen nûr kelimesi "hidayet" ve "içinde bulundukları hoşnutluk hali" manasıyla da açıklanmıştır; fakat genel kanaate göre maksat gerçek anlamda "ışık ve aydınlık" demektir. "Sağ yanlarından" ifadesi bazı müfessirlerce "bütün yönlerinden" mânasında anlaşılmıştır. Bazılarınca bu ifadeyle Araplar'da sağ tara*fın uğurlu ve değerli sayılması telakkisi arasında bağ kurulmuştur. Diğer bir yoru*ma göre burada, amel defterlerinin sağ yanlarından verilmesine işaret vardır. [27]

âyette "Bizi bekleyin de yetişip nurunuzdan bir parça alalım" diye çevri*len cümle "Bize bakın da nurunuzdan bir parça alalım" şeklinde de anlaşılmıştır. Bu âyetteki "Geriye dönün de başka bir nur arayın!" anlamına gelen sözü melek*lerin veya müminlerin söyleyeceği yorumlan yapılmıştır. Bu sözde asıl amaç on*ları azarlamaktır. "Geriye" denirken "nurun elde edilmesine vesile olan amellerin işlendiği dünya" veya "nur taksim edilen yer" ya da -istihza yollu- "arkalanndaki
karanlık" kastedilmiş olabilir; fakat ilk ihtimal daha kuvvetli görünmektedir. Yine bu âyette geçen ve "duvar" diye çevrilen "sûr" kelimesi "a'râf, münafıkların mü*minlerden talepte bulunmalarına mani olacak engel, cennet ile cehennem arasında bir set" mânalanyla açıklanmıştır. [28]



16. İniş zamanı ve sebebiyle ilgili rivayetler birbiriyle uyumlu olmadığı için âyetin daha çok bunlarla irtibat kurulmaksızın yorumlanması tercih edilmektedir. Bir yoruma göre bu, iman etmiş görünen münafıklar hakkında inmiş olmalıdır. Bu görüşü ileri sürenler muhtemelen müminin kalbinin hususuz olamayacağını ve Al*lah Teâlâ'nın böyle bir sözü ancak gerçek mânada mümin olmayanlar hakkında söylemiş olabileceğini düşünmektedirler. Fakat yaygın kanaat âyetin müminler hakkında olduğu yönündedir. Bu istikâmetteki yorumları da şöyle özetlemek mümkündür:

a) Müminlerden bir grup, bazı konularda mümine yaraşır bir duyar*lılık içinde davranmamış ve bu sebeple uyarılmış olabilir.

b) Bazı müminler iman şuuruyla hareket etme hususunda büyük mesafe katetmİşken zamanla bu özellik*lerinde zayıflama görülmesi üzerine eski hallerine dönmeleri özendirilmiş olabilir.

c) Âyetlerin ilk muhatapları olan sahâbîler iyi birer nıüslüman olma ve imanın sı*caklığını kalbinin derinliklerinde hissetme konusunda geriledikleri için kınanmış olmayıp, onlara kemale doğru ilerlerken daha üstün bir mertebeye yaklaştıkları hatırlatılmış ve kendilerini bu seviyeye hazırlamaları için teşvikte bulunulmuş olabi*lir. Nitekim âyetin devamında, iman neşesi ve heyecanını kazanmanın yanı sıra ona korumanın ve sönmesini önlemenin de çok önemli olması dolayısıyla, bir kı*sım Ehl-İ kitab'ın yaşadığı olumsuz tecrübeye dikkat çekilmektedir.

Mealde "Allah'ı anma" mânası verilen kısım "Allah'ın Kur'an'daki öğütleri, Allah'ın onlara yaptığı uyanlar" gibi mânalarla da açıklanmıştır. "İnen gerçek" di*ye çevrilen kısım genellikle "Kur'ân-ı Kerîm" şeklinde anlaşılmıştır. Her ikisiyle Kur'ân-ı Kerîm'in kastedildiği görüşü de bulunmaktadır ki buna göre burada Kur'an'ın önemine yapılmış bir vurgu söz konusudur. Mealde Ehl-i kitapla ilgili kısım, bazı müfessirlerin kanaatine uygun olarak ve "Onlara şunu bildir:" anlamın*daki bir mâna takdir edilerek tercüme edilmiştir. Çoğu müfessir ise bunu âyetin başındaki ifadeye şu şekilde bağlamıştır: "İman edenlerin Allah'ı ve inen gerçeği anmaktan dolayı kalplerinin heyecanla ürpermelerinin ve daha önce kendilerine kitap verilmiş, üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi ol*mamalarının zamanı gelmedi mi!" Bu ifadede "uzun zaman geçmesi"yle "kalple*rinin katılaşması" arasında şöyle bağlar kurulmuştur

a) Peygamberleriyle kendi aralarındaki süre uzadı.

b) Dünyaya düşkünlük gösterdiler, Allah'ın buyrukların-dan yüz çevirdiler.

c) Sonu gelmez hülyalar peşine düştüler.

d) Daha önceki pey*gamberler ile Hz. Muhammed arasındaki süre uzadı, böylece kalpleri katılaştı. [29]



17.Kur'an'da değişik vesilelerle değinilen -cansız hale gelmesini takiben- toprağa yeniden hayat verilmesi örneğine, kalp diriliğinin birey ve toplum olarak insanın hayatiyet ölçüsü olduğuna dikkat çekilmesinden sonra yer verilmesi ol*dukça manidardır. Böyle bir bağlamda, yakın planda gözlemlenebİlen bir realite kanıt gösterilerek Allah Teâlâ'nın ölüye bile can verme kudretinin hatırlatılması, şöyle bir mesaj içermektedir: Bazı sebeplerle kalplerin kararmış, yüreklerin katı*laşmış ve imanın küllenmiş olmasından ötürü ümit kesilmemelidir; zira Allah in*sanı hem birey hem de toplum düzeyinde kendisini yenileyebilecek bir varlık olarak yaratmıştır. Yeter ki o, zihnini kendisine gösterilen deliller üzerinde düşünme*ye, gönlünü de bunlardan çıkacak sonuçlan kabullenmeye açık tutsun; gaflet ba*taklığında kaybolup gitmek üzereyken küçücük bir dikenin batmasını bile vesile edinip silkinebilsin, insan olma sorumluluğunun ve yüce yaratıcısı karşısındaki konumunun bilinci içinde kalbinde bir ürperti duyabilsin. [30]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:49 am

VAKI'A SÛRESİ

56


İndiği Yer :


Mekke



İniş Sırası :


46



Âyet sayısı :



96



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada elli altıncı, iniş sırasına göre kırk altıncı sûredir. Tâ-hâ sûresinden sonra, Şu'arâ sûresinden önce Mekke'de nazil olmuştur. Sadece 81-82. âyetlerinin Medine'de indiği rivayet edilmiştir; fakat bunların önceki ve son*raki âyetlerle konu ve üslûp açısından bir bütün oluşturması bu rivayetin gerçekli*ğinde tereddüt uyandırmaktadır.[1] İbn Atıyye de bu sûredeki ba*zı âyetlerin Medine'de veya bir sefer sırasında indiğine dair rivayetlerin sağlam ol*madığını belirtir. [2]



Adı


İlk âyetindeki "olay, hâdise" anlamına gelen ve kıyamet gününü ifade etmek üzere kullanılan "vâkı'a" kelimesi sûreye ad olmuştur.[3]



Konusu

Kıyamet gününün gerçekliğinde asla kuşku duyulmaması gerektiği uyarısıy*la başlayan sûrede geniş biçimde cennet ve cehennem tasvirleri yapılmakta; Allah Teâlâ'nın kudretinin kanıtlarından örnekler verilmekte, Kur'an'ın Allah katından indirilmiş bulunduğuna ve bunun insanlar için büyük bir nimet olduğuna dikkat çekilmektedir.

Mushaf sırasına göre bundan önce yer alan Rahman süresiyle bu sûre arasın*da konu birliği açısından şöyle bağlar kurulmuştur:

a) Önceki sûre Allah Teâlâ'nın celâl ve ikram (azamet ve kerem) sahibi olduğu belirtilerek sona ermiş, bu sûrede onun bu sıfatlarının tecellileri açıklanmıştır.

b) Önceki sûrede Allah'ın nimetleri hatırlatılıp bunları yalan sayma tavrı ısrarla kınanmış, bu sûrede de kıyametin kopmasıyla artık bu gerçeğin inkâr edilemeyeceği bildirilip orada verilecek karşılık*lardan söz edilmiş ve iş işten geçmeden bu gerçeğe uygun davrarulması uyarısı ya- pılmıştır.

c) Önceki sûrede yükümlüler inkarcılar ve müminler şeklinde iki ana gruba ayrıldıktan sonra müminlere de derecelerine göre farklı nimetler (cennetler) verileceği bildirilmiş, bu sûrede de buna paralel üçlü bir tasnif yapılmıştır.

d) Ön*ceki sûrede göğün yani masından söz edilerek kıyamet tasvirine başlanmış, bu sû*rede yerin sarsılması ve dağların toz duman olması haline değinilerek bu anlatım sürdürülmüştür. [4]



Meali


Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla,.. 1. Büyük olay gerçekleştiği za*man; 2. Artık onu yalan sayacak kimse kalmayacaktır. 3,0, alçaltır, yüksel*tir. 4. Yer şiddetle sarsıldığı; 5-6. Dağlar parçalanıp toz duman haline geldi*ği; 7. Sizler de üç guruba ayrıldığınız zaman: 8. Biri, hakkın ve erdemin ya*nında olanlardır; ne mutlu o hakkın ve erdemin yanında olanlara! 9. Diğeri bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlardır; ne kadar bedbahttır o bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlar! 10. Bir diğeri ise önde olanlar; o önde olanlar; 11-12. İşte onlar nimetlerle dolu cennetlerde (Allah'a) en yakın olanlardır. 13. Çoğu önce gelip geçmişlerden; 14. Birazı da sonrakilerdendir. 15-16. Kar*şılıklı olarak mücevherlerle işlenmiş tahtlar üstüne oturup kurulmuşlardır. 17-18. Çevrelerinde kaynaktan doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle sonsuza dek hizmet sunacak gençler dolaşır. 19. Bundan dolayı ne baş ağrısı*na tutulurlar ne de sarhoş olurlar. 20. Beğendikleri meyvelerle, 21. Ve canla*rının çektiği kuş etleriyle. 22. Güzel gözlü huriler; 23. Saktı inciler misali. 24. Yaptıklarının karşılığı olarak. 25. Orada ne boş bir söz işitirler ne de gü*naha sokacak bir şey. 26. Sadece şu söz: ''Size esenlikler, size mutluluklar!" 27. Hakkın ve erdemin yanında olanlara gelince, ne mutlu o hakkın ve erde*min yanında olanlara! 28-29. Onlar dalbastı kiraz ve meyve yüklü muz ağaç*lan arasında, 30. Kesintisiz gölgeler altında; 31. Çağlayanların kenarında; 32-33. Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan bol meyveler arasında; 34. Ka*bartılmış döşekler üzerinde. 35. Şüphesiz biz onları (eşlerini) yepyeni bir ya*ratılışla yaratmışızdır. 36-37. Onları bakire, eşlerine sevgiyle bağlı ve yaşıt kılmışızdır. 38. Bütün bunlar, hakkın ve erdemin yanında olanlar içindir. 39. Onların bir kısmı öncekilerdendir; 40. Bir kısmı da sonrakilerdendir. [5]



Tefsiri


1-10, Kıyamet sahneleriyle ilgili çarpıcı bir tasvire yer verildikten sonra, âhi-rette insanların üç gruba ayrılacakları belirtilmektedir. Bu gruplardan ilki, 8. âyet*te "ashâbu'l-meymene", 27, 38,90 ve 91. âyetlerde "ashâbu'l-yemîn" olarak ad*landırılmış olup, Kur'an'daki başka açıklamalardan anlaşıldığına göre bu, "amel defteri sağ tarafından verilenler" demektir. [6] İkinci grup 9. âyette "ashâbü'l-meş'eme" ve 41. âyette "ashâbü'ş-şimâl" olarak adlandırılmış, ayrıca 51 ve 92. âyetlerde "yoldan sapmış inkarcılar" diye anılmıştır. Bunlar amel defteri sol tarafından veya arka tarafından verilenlerdir. [7] Üçüncü grup ise 10. âyette "es-sâbikûne's-sâbi-kûn" (önde olanlar, o önde olanlar), 11 ve 88. âyetlerde "mukarrebûn" (Allah'a en yakın olanlar) şeklinde nitelenmiştir; bunların, amel defteri sağından verilenlerin önde gelen, mertebesi yüksek olan kesimi oldukları anlaşılmaktadır. Birinci grup için kullanılan "ashâbu'l-meymene" tamlamasındaki meymene kelimesi "uğur, bereket", "ashâbü'l-meş'eme" tamlamastndaki meş'eme kelimesi "uğursuzluk" anlamına gelmekle beraber esasen bunlar da Araplarda hayrın sağdan ve şerrin sol taraftan geldiği tetakkisiyle bağlantılıdır. Yine, Arapça'da bu mâna ile ilişkili ola*rak söz konusu tabirlerden birincisi değerli ve yüksek mevkideki İnsanları, ikinci*si de düşük mertebede bulunanları ifade etmek üzere kullanılır. Bazı müfessirler Hadîd 57/12 ve Tahrîm 66/8 âyetlerine dayanarak burada birinci gruptakilerin sağ yanlarının Allah'ın nuruyla aydınlanacağına işaret bulunduğu yorumunu yapmış*lardır. [8] Bu bilgiler dikkate alınarak, -bağlama göre farklı tercümeler yapılabilirse de- "ashâbü'l- mey mene" ve "ashâ-bü'1-yemîn" tamlamaları için "Allah'ın hoşnut olduğu tavırları benimseyen, O'nun katında değerli kimseler" anlamını yansıtacak bir tercüme yapılması uygun olur. Bu sebeple, belirtilen âyetlerin meallerinde bu deyimler "hakkın ve erdemin yanında olanlar" şeklinde çevrilmiştir. Aynı anlayışla, "ashâbü'l-meş'eme" ve "ashâbü'ş-şimâP deyimleri de ilgili âyetlerde "bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlar" şeklinde karşılanmıştır.

1. âyette geçen vâki'a kelimesi "meydana gelen, vukuu kesin olan önemli hâ*dise" demektir. Kıyametin geleceğinde kuşku bulunmadığı için bu kelimeyle anıl*mıştır. Müfessirlerin bir kısmı, "büyük olay gerçekleştiği zaman" ifadesinin deva*mında "göreceksiniz neler olacak!" gibi bir mânanın bulunduğunu düşünmüşler*dir. Buna göre 2. âyete "Ki onun meydana geleceğini kimse yalan sayamaz" şek*linde mâna vermek uygun olur. Yine bu âyetteki "kâzibe" kelimesinin cümledeki görevini farklı değerlendirerek "onun oluşu asla yalan değildir" anlamı da verile*bilmektedir. [9]

Bazı müfessirlere göre 3. âyette söz konusu edilen "alçaltına ve yükseltme" kıyametle birlikte evrende meydana gelecek fiziki değişikliklerle ilgili olup mev*cut düzen ve dengenin altüst olacağı anlamındadır; bu yorum 5-6. âyetlerdeki tas*vire uygun düşmektedir. Diğer bir yaklaşıma göre alçaltına ve yükseltme insan un*suruyla ilgilidir. Bu da iki farklı yorum ortaya çıkarmaktadır: a) Kıyametin kop*ması âhirette inkarcıları cehennemin aşağılarına düşürecek ve müminleri cennetin yukarılarına yükseltecektir; b) Kıyametin kopması bu dünyada büyüklenen nice kimseleri ve toplumları alçaltacak, rezil rüsvâ edecek, horlanan veya tevazu gös*teren nicelerini de yüceltecektir. [10]



11-26. "Mukarrebûn" (Allah'a en yakın olanlar) diye nitelenen "es-sâbikû-ne's-sâbikûn" (önde olanlar, o önde olanlar) grubu ile, Allah ve Resûlü'ne İlk iman edenler, ilk muhacirler, iki kıbleye doğru da namaz kılmış sahâbîler şeklin*de belirli kimselerin kastedildiği yorumlan yapılmış olmakla beraber, İbn Atıyye esasen âyetin dünyada iken İyilik yapma ve kötülüklerden sakınma hususunda ön*cü konumunda olan ve âhiret mutluluğunda da en önde olmayı hak eden bütün in*sanları kapsadığını belirtir. [11]

13. âyette geçen ve "çoğu" diye tercüme edilen "sülle" kelimesi "az olsun çok olsun insan topluluğu"nu ifade eden bir kelimedir. Buna göre âyeti "bir kısmı öncekilerdendir" şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat sonrakilerden söz eden 14. âyette "birazı" dendiği için buna da "çoğu" anlamı verilmiştir. Burada Kur'an'ın muasırları ve sonrasını kapsayan bir tasniften söz edildiği kabul edilirse, "sâbi-kûrTdan çoğunun öncekilerden olduğunu izah kolaylaşır; zira bu grubun öncüleri sahâbe-i kİrâmdır. Bu tasnifin geçmiş ümmetleri de kapsadığı kabul edildiğinde ise, gelip geçmişlerden "sâbikûn"un çokluğu, bütün peygamberleri içine almasıy*la izah edilebilir. [12]

15-26. âyetlerde ve daha sonra da 28-37. âyetlerde cennet nimetiyle ödüllen*dirilecek ve onurlandırılacak kimseleri bekleyen hayata ilişkin canlı tasvirlere yer verilmektedir. 17. âyette, dünyadaki tasavvurlarımıza göre hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmekte; cennette dünyada olduğu gibi bir kısım insanların diğer*lerine hizmet vermesinin söz konusu olmayacağı, cennetle ödüllendirilen herkesin "hizmet edilen" konumunda bulunacağı, ikramları sunmak üzere -sonsuza dek genç kalacak- hizmetçiler tahsis edileceği bildirilmektedir. [13] 19. âyetteki cennet içkilerinin içenlere baş ağrısı vermeyeceğine dair ifade "toplantıları dağıtılmaz, ağızlarının tadını kaçıracak bir durumla karşılaşmazlar", aynı içkinin sarhoşluk vermeyeceğine dair İfade ise "iç*tikleri tükenmez" nıânalanyla da açıklanmıştır. [14]



27-40. Hakkın ve erdemin yanında olanları bekleyen âhiret nimetlerine iliş*kin bazı ayrıntılı bilgiler verilmektedir. 39-40. âyetlerde, 13-14. âyetlerdekinden farklı olarak hem öncekiler hem de sonrakiler için "bir çoğu" anlamı verilen "sül*le" kelimesi kullanılmıştır. 14. âyette sâbikûn'un "az" olmasının ifade edilmesi bir yandan bu mertebeye erişmenin zorluğunu belirtirken diğer yandan da iyi davra*nışlar İçin yarışmaya özendirme taşımaktadır. Burada ise sâbikûn'a göre bir alt de*recede bulunacak müminlerin hemen bütün nesillerde çoğunluğu teşkil edeceğine işaret edilmiş olup olayın tabiatına uygun olan da budur. [15]

28. âyette geçen ve "dalbastı kiraz" olarak çevrilen tamlama daha çok Ara*bistan kirazının dikensiz olanı manasıyla açıklanır. [16] 29. âyette geçen tamlama müfessirlerin çoğunluğunca "mey*ve yüklü muz ağaçlan" diye anlaşılmış olmakla beraber başka ağaç tasvirleri de yapılmıştır. [17] 34. âyet daha çok "Ka- bartılmış döşekler üzerinde (olacaklar)" diye anlaşılmıştır. Birçok, müfessir ise -müteakip âyetlerin ifadesi ile Hz. Peygamber'in cennet ehli kadınların genç ve ay*nı yaşta olacakları ve hep öyle kalacakları yönündeki açıklamalarım dikkate ala*rak- bunu "Ve mertebeleri yükseltilmiş eşleriyle birlikte olacaklar" şeklinde yo*rumlamıştır. [18]

35 ve 61. âyetler, âhiret hayatında insanların ve eşlerinin hangi biçimde ola*cağı hususunda önemli bir ilkeyi hatırlatmaktadır: Yüce Allah orada herkesi ora*ya mahsus bir biçimde yeniden yaratacak, -âyetin ifadesiyle- "inşâ" edecektir; bi*zim bu dünyadaki tasavvurlarımızla bunun mahiyetini bilmemiz, anlamamız mümkün değildir. Şu halde oraya ilişkin olarak verilen diğer bilgi ve ayrıntıları hep bu ilke ışığında düşünmek gerekir. Buna göre öyle anlaşılıyor ki, âyet ve ha*dislerde cennet hayatı anlatılırken gençlik, bakirelik, aynı yaşlarda olma gibi özel*liklerden söz edilmesindeki amaç mahiyet bilgisi vermek değil, oradaki nimetle*rin, dünya nimetleri gibi gelip geçici olmadığını, dolayısıyla insanların bunlardan mahrum kalıp tekrar elde edebilmek için özlem ve hasret hissetmeyecekleri yahut paylaşma kaygısı, kıskançlık ve birbirlerini çekememe gibi olumsuz durumların söz konusu olmayacağım belirtmek, bu hayatta gerçekleşmesi mümkün olmayan istek, özlem ve hayallerin, kısacası mükemmelliğin ve tam manasıyla mutluluğun ancak orada bulunabileceğini somut bir anlatıma kavuşturmaktır. [19]


Meali

41. Ama bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlar var ya, ne kadar bed*bahttır o bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlar! 42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler. 43-44. Serin ve rahatlatıcı olmayan, kapkara bir duman gölgesindedirler. 45. Çünkü daha önce onlar nazlarına tutsak olmuş- lardı. 46. O büyük günah üzerinde ısrar ediyorlardı. 47. Şöyle diyorlardı: ''Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz! 48. Üstelik gelip geçmiş atalarımız da mı!" 49. De ki: "Hem önce*kiler hem sonrakiler; 50. Bilinen bir günün belirlenmiş bir vaktinde mutlaka bir araya getirilecekler!" 51. Sonra siz ey yoldan sapmış inkarcılar! 52. Mut*laka zakkum ağacından yiyeceksiniz. 53. Karınlarınızı onunla dolduracaksı*nız. 54. Üstüne de o kaynar sudan içeceksiniz. 55. Hem de susamış develerin suya kanmaz içişleriyle. 56. İşte hesap günü onların ağırlanışı böyle olacak! [20]



Tefsiri


41-56. Bu defa, âhireti inkâr ederek dünya hayatım boşa geçirenlerin acı akı*beti ve içine düşecekleri vahim durumlar canlı bir anlatımla tasvir edilmektedir. [21]

âyetteki "mütrefîn" kelimesi -Kur'an'da aynı kökten gelen kelimelerin kullanımı da dikkate alınarak- genellikle "sahip olduğu imkânlardan Ötürü, refah içinde şımaran insanlar" mânasında anlaşılmıştır. Bu bağlamda kelimeyi "Allah'a şirk koşanlar" veya "kibirlenenler" şeklinde yorumlayan müfessirler de vardır. [22] Râzî'nîn dikkate değer açıklamasından da[23] yararlanarak bu konuda şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Amel defteri solundan verilecek cehennemlikler hep zenginlerden olmayacağına göre burada kötülenen şey, insanların nimetler içinde olması değildir; asıl eleştirilen tutum, müteakip âyette değinilen, günahta ve inkarcılıkta ısrar etmektir. Esasen yoksulluk ve zen*ginlik hem toplumsal şartlara hem de kişinin algılamasına göre izafîlik taşır ve he*men bütün insanlar -sahip oldukları imkânlar çerçevesinde- nimetin asıl sahibini görmezden geliyorsa "mütref" olarak nitelenebilir. Dolayısıyla, burada eleştirilen*ler, âhiret endişesi taşımayan, ahlâkî değerlere sırt çevirerek gününü gün eden, böylece nazlarının tutsağı haline gelen ve ebedî kurtuluşları için ellerindeki en bü*yük fırsat olan ömürlerini hoyratça tüketenlerdir. âyetin mealinde "hins" kelimesinin "günah" anlamı esas alınmıştır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre burada, cehennemliklerin Lokman 31/13'te en büyük günah olarak nitelenen şirk (Allah'a ortak koşma) üzerindeki inatçı tavırlarından söz edilmektedir. Bu kelimenin "yemini bozma" anlamından hareketle âyet, "On*lar o büyük yeminlerini bozmamakta ısrarcı davranıyorlardı" şeklinde de çevrile*bilir; bu takdirde Nahl 16/38'de belirtildiği üzere müşriklerin "Allah'ın ölen biri*ni diriltmeyeceğine dair en büyük yeminleri etmeleri"ne atıfta bulunulmuş olur[24]


Meali


57. Sizi biz yarattık; artık inansanıza! 58. Attığınız meniyi düşündünüz mü? 59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa biz iniyiz yaratan? 60-61. Aranız*da ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve bilemeyece*ğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemiz hususunda bizim önümüze asla ge*çilemez. 62. Hiç kuşkusuz ilk yaratılışınızı biliyorsunuz; düşünüp ibret alsa-nıza! 63. Ektiğiniz tohumu düşündünüz mü? 64. Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz miyiz bitiren? 65. Dileseydik onu kuru bir çöpe çevirirdik de şaşı*rır kalırdınız: 66. "Doğrusu çok zarara uğradık! 67. Daha doğrusu büsbütün mahrum kaldık" (derdiniz). 68. İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? 69. Onu bu*luttan siz mi indirdiniz yoksa biz miyiz indiren? 70. Dileseydik onu tuzlu ya*pardık. O halde şükretmeli değil misiniz! 71. Tutuşturmakta olduğunuz ate*şi düşündünüz mü? 72. Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa yaratan biz mi*yiz? 73. Biz onu çöl yolcularına re açlık çekenlere bir işaret ve nimet kıldık. 74. Öyleyse ulu Rabbinin ismini teşbih et. [25]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:49 am

Tefsiri


57-74. İnsanın kendi varlığı ve yakın çevresinde her gün yararlandığı imkân*lar üzerinde, bütün bu varlık ve oluşların hangi irade ve gücün eseri olduğu hak*kında düşünmeye çağıran çarpıcı sorularla Allah Teâlâ'nm irade ve yaratına gücü*ne, bunun da insana yüklediği kulluk görevine dikkat çekilmektedir. Burada özel*likle zikredilen, insanın yaratılışı, tuzlu deniz sularının yağmura, tatlı suya dönüş*türülmesi, ekinlerin ürün vermesi ve ateşin yararı konularına başka birçok âyette değişik vesilelerle geniş biçimde yer verilmiştir.

61 ve 62. âyetlerin bağlamı, öldükten sonra diriltilmeyi ve ilâhî huzurda mahkeme-i kübrâda yapılacak büyük yargılamayı İnkârla ilgili olduğu için meal*de "Aranızda ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve bileme*yeceğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemiz hususunda bizim önümüze asla geçilemez" şeklindeki mâna tercih edilmiştir. 61. âyetteki "emsal" kelimesi "misi" veya "mesel"in çoğulu olmasına göre farklı mânalara geldiği ve gramer açısından önceki âyete iki ayn şekilde bağlanabildiği için bu âyetlere şöyle mâna vermek de mümkündür: "Yerinize benzerlerinizi getirmek ve bilemeyeceğiniz bir şekilde si-zİ yeniden var etmek üzere aranızda ölümü biz takdir ettik." Bu anlayışa göre âyet*lerin yorumu da şöyle olmaktadır: Ölümü insan nesline son vermek için değil, ölenlerin yerine yeni nesiller var etmek üzere takdir ettik; ama haşir günü sizi ye*niden yaratmaya da kadiriz"[26] İbn Âşûr "Aranızda ölümü biz takdir ettik" cümlesinde "hakkınızda" değil, "aranızda" denerek, ölümün âde*ta herkesin sırası geldiğinde payını aldığı ortak bir şey olduğuna ve insanların ya*rarına bir realite olarak düzenlendiğine İşaret edildiğini belirtir. [27]

72. âyette geçen "ağaç" anlamındaki şecere kelimesi genellikle bedevi Arap-larca iyi bilinen ve birbirine sürtülmesiyle ateş çıkaran ağaç türü olarak anlaşılmış*tır[28] Buna göre 73. âyetteki "mukvîn" kelimesinin de sözfük anlamıyla "çöl yolcuları ve açlık çekenler" diye çevrilmesi uygun olmak*tadır. Belirtilen kişiler açısından ateşin ve ona kaynaklık eden ağacın -gerek ye*mek pişirip açlığı giderme gerekse satıp maişet temin etmede- sağladığı yarar açıktır. Fakat âyetin lafzî anlamı bu olsa da, burada ateşin, sürtünme yoluyla mey*dana gelen yanma olayının, hatta daha geniş bir yorumla ışığın insan hayatındaki önemine, yine ateşin kontrol edilebilir hale gelmesinin medeniyetin oluşmasında*ki rolüne dikkat çeken bir örneklendirme yapıldığı söylenebilir. Buradaki "tezki*re" kelimesine, bağlam ve sözün akışı dikkate alınarak mealde "işaret" anlamı ve*rilmiştir, Mücâhid'İn yorumu da bu yöndedir. Birçok müfessir ise belirtilen keli*meyi "ibret" mânasında anlamış ve bu ifadede, ateşin cehennem azabını hatırlatı-ci yönüne işaret bulunduğunu belirtmiştir. [29] Bağlam göz önüne alındığında bu ifadenin öncelikle Allah'ın insanlara verdi*ği nimetler üzerinde düşünüp sonuçlar çıkarma ve özellikle O'nun insanları öldük*ten sonra diriltmeye kadir olduğu yargısına ulaşma[30]manasıyla anlaşılması uygun olur. Esed ise burada insana "Allah'ın göklerin ve yerin nuru olduğu"nun hatırlatıldığı yorumunu yapar[31]

74. âyetteki "azîm" kelimesi genellikle "rab" kelimesinin sıfatı kabul edildi- ği için mealde "Öyleyse ulu rabbinin adını teşbih et" anlamı tercih edilmiştir; fa*kat bunu "isim" kelimesinin sıfaü olarak da düşünmek mümkündür; buna göre meal şöyle olur: "Öyleyse rabbini yüce ismiyle teşbih et"[32]



Meali


75-77. Bakın! Yıldızların yerlerine yemin ederim, -ki bilseniz, bu gerçek*ten pek büyük bir yemindir- kuşkusuz o değeri çok yüce Kur'an'dır. 78. Ko*runmuş bir kitaptadır. 79. Ona ancak temizlenenler dokunabilir. 80.0, âlem*lerin rabbinden indirilmiştir. 81. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz! 82. Size verilen rızka yalanlamayla mı karşılık veriyorsunuz! 83. Ama can bo*ğaza gelip dayandığında; 84. İşte o zaman siz bakar durursunuz. 85. Biz ona sizden yakınız, fakat göremezsiniz. 86. Madem ki kimsenin hâkimiyeti altın*da değilmişsiniz; 87. Haydi onu (hayatı) geri döndürUn, sözünüzde doğruysa-mz! 88. Şayet o, Allah'a yakın olanlardan ise; 89. Ona huzur, güzel nasip ve nimetlerle dolu cennet vardır. 90-91. Eğer o hakkın ve erdemin yanında olan*lardan ise, (ona şöyle denir "Selâm sana ey hakkın ve erdemin yanında ol*muş kişi!" 92. Ama yoldan sapmış inkarcılardan ise; 93-94. Onu da kaynar sudan bir ziyafet ve atılacağı cehennem ateşi beklemektedir! 95. Şüphesiz bu kesin gerçeğin ta kendisidir. 96. Öyleyse ulu rabbinin ismini teşbih et. [33]


Tefsiri


75-80. İlk âyette "yıldızların yerleri" diye çevrilen tamlama müfessirlerce da- ha çok "yıldızların doğduğu veya battığı yerler, dolaştığı menziller yani yörünge*ler" ve özellikle "kıyamet sırasında yıldızların düşeceği yerler" mânalanyla açık*lanmıştır. Bazı ilk dönem müfessirlerinden, burada "Kur'an'ın parça parça indiri-lişi veya indirilmiş kısımlan"nın veya "Kur'an'ın muhkem âyetleri"nin yahut "Kur'an'ın başı ve sonu arasındaki uyumun, tutartılığı"nın kastedildiği yorumlan nakledilmiştir. [34] Râzî, maksadın "Kur'an'ın girdiği kalp*ler" olabileceği yorumunu da zikreder. [35] Öte yandan, bu tamlamanın sözlükte "yıldızların düştüğü yerler" anlamına gelmesi, günümüzdeki bazı Kur'an araştırmacılarını burada astrofizik uzmanlarının "kara delik" tabir ettikleri "büyük kütleli yıldızların ömürlerini tüketmeleri sonucu meydana gelen farazi gök cisim-leri"ne veya "yıldız kökenli olmayıp yıldızlar arası uzaydaki gaz kütlesinin sıkış*tırılmasının yol açtığı oluşumlar"a işaret edildiği yorumunu yapmaya yöneltmiştir. [36]

77. âyette Kur'an, "mertebesi yüksek, değerli, yüce" anlamlarına gelen "ke*rîm" sıfatıyla nitelenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, son kitap olması dolayısıyla onu bütün ilâhî kitaplardan mükemmel kılmış, gerçek dışı unsurların ona karışmasını önlemiş, onda yüksek ahlak ilkelerine ve önemli konulara yer vermiştir. Onu ez*berleyenin ve okuyanın değeri artar; o, gerçeğe ulaştıran kanıtlarla doludur, içer*diği hidayet, bilgi, açıklama ve hikmetlerle her türlü övgünün üzerinde bir kıyme*ti haizdir. Ardından gelen ve "korunmuş bir kitaptadır" diye tercüme edilen ifade Kur'an'ın ikinci sıfatı olduğuna göre bu da onun değerini anlatan manevî bir nite*lemedir. Başka izahlar da bulunmakla beraber birçok müfessir tarafından güçlü bulunan yoruma göre buradaki "kitap" kelimesinden maksat "levh-i mahfûz"dur. [37]. Şu halde 77 ve 78. âyetler arasındaki anlam bağı şu olmalıdır: Kur'an'ın -Resûlul-lah'tan işitildiği şekliyle- lâfızları ve mânaları, Allah'ın ilmindekine uygundur ve o asla beşer sözü değildir. Allah'ın katındakiler bizim açımızdan saklı ve mahiye*tini idrak edemeyeceğimiz hususlar olduğu için O'nun ilmini ifade eden "kitap" kelimesi "saklı, korunmuş" anlamına gelen "meknûn" sıfatıyla nitelenmiştir; "kı-tap" kelimesinin kullanılması da O'nun ilminin sabit ve değişmezliğini belirtmek içindir. 79. âyetteki "temizlenenler" anlamına gelen "mutahharûn" kelimesiyle il*gili olarak da farklı açıklamalar bulunmakla beraber müfessirler genellikle, bura*da meleklerin kastedildiği kanaatindedir; Abese 80/11-16. âyetleri bu anlamı des- teklemektedir. Dolayısıyla, buradaki "dokunma" anlamına gelen "mess" kelimesi, Kur'an'ın içeriğinin Peygartıber'e iletilmesinde meleklerden başkasının rolünün olamayacağını ve müşriklerin iddia ettikleri gibi kâhin veya şâir sözü olmadığını ifade etmektedir. Zira müşrikler cin ve şeytanların gökten gelen haberlerden çalın*tı yapabildiklerine, kâhinlerin de onlardan bilgi aldıklarına, yine her şairin kendi*sine şiiri dikte eden bir şeytanın bulunduğuna inanıyorlardı; Hz. Peygamber'in de Kur'an'ı böyle bir yolla elde ettiğini ileri sürmüşlerdi.

Kur'an'ın Allah Teâlâ tarafından böylesine yüceltici ifadelerle anılması ve âyette, -asıl anlam yukarıda açıklandığı şekilde olsa bile- temiz olarak dokunma*nın ona saygıyı belirten bir niteleme olarak yer alması sebebiyle ilk zamanlardan itibaren müslümanlar Kur'an âyetlerinin yazılı olduğu malzemeye ve mushafa iba*det temizliği olmadan yani abdestsiz olarak dokunmamaya özen göstermişlerdir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu da Hz. Peygamber'den nakledilen bazı söz ve uygu*lamaları[38] bu yöndeki çıkarımı destekleyici bulmuşlar ve mushafa el sürmek için abdest almak gerektiğine hükmetmişlerdir. Öte yandan İbn Abbâs, Davud b. Ali, İbn Hazm ve Şevkânî gibi âlimler âyetin mushaf ile değil levh-i mahfuz ile ilgili olduğunu, abdestli olmayanın mushafa dokunmasını mene-den hadisin de sahih olmadığını yahut sahih olsa bile orada müşriklerin kastedil*diğini ileri sürerek abdestli olmayan, cünüp ve âdet halindeki kimselerin mushafa dokunmasını ve onu okumasını câîz görmüşlerdir. [39] Bu uygulamaları ve abdestin gerekliliği yönün*deki içtihadı esas alan ve kutsal kitabına saygısının bir nişanesi olarak ona el sü*rerken abdestli olmaya gayret eden bir müminin bu davranışı onun ecrini ve fey*zini arttırır; fakat bu hükmün Kur'an'la yakından ilgilenme ve mânaları üzerinde düşünme çabasını engelleyen bir set gibi algılanması kuşkusuz yanlış olur. Zaten İmâm Mâlik gibi İslâm âlimleri Kur'an eğitim-öğretiminin ve sıkıntıya yol açan durumların ayrı mütâlâa edilmesi gerektiğini gösteren fetvalar vermişlerdir. Mus*hafa dokunmadan Kur'an'ın okunması veya tercümesine el sürülmesi için abdest almak ise genel olarak gerekli görülmemiş, sadece tavsiye edilmiştir. [40]



81-82. Müfessirler genellikle, 81. âyetteki ("söz" şeklinde çevrilen) hadîs ke*limesiyle Kur'ân-ı Kerîm'in kastedildiği, 82. âyette de inkarcıların verilen nimet*lere şükredecekleri yerde bunların Allah'tan geldiğini yalanlama yoluna girmele*rinin eleştirildiği kanaatindedirler. Nimete nankörlük hususunda da çoğunlukla, yağmurun yağmasını bir takım yıldızların gücüne izafe edici sözler söyleyenler ör- nek gösterilir. Bazı müfessirler ise bu âyetlerden şu mânaları çıkarmışlardır: Siz yukarıda söylenenleri mi veya öldükten sonra diriltileceğinize dair sözü mü hafife alıyorsunuz! Bu Kur'an'dan nasibiniz yalancılıkla itham etmekten ibaret nü ola*cak veya yalancılıkla ithamı bir nzık, bir gıda yahut geçim kaynağı mı görüyorsu*nuz! [41]



83-87. Öldükten sonra diriltilmeyi ve âhiret hayatını inkârda inat edenler, kimsenin kaçamadığı ölüm gerçeği üzerinde düşünmeye, Allah'ın kulları üzerin*deki mutlak gücü ve hâkimiyetini kabullenmek istemeyenler öleni geri döndürme*ye çağınlmaktadır. 86. âyet "madem ki hesaba çekilmeyecekmİşsiniz" veya "ma*dem ki ceza görmeyecekmişsiniz" mânalarında da anlaşılmıştır. [42]



88-95. Ölüm gerçeğinin ardından gelecek bir gerçek daha var ki o da sûrenin başında belirtildiği şekilde herkesin bu dünyada yaptıklarına göre bir gruplandır-maya tâbi tutulup ona uygun muamele göreceğidir. 95. âyette geçen "hakku'1-yakîn" tamlaması konusunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Esasen aynı mânaya gelen bu iki kelimenin pekiştirme amacıyla birbirine İzafet yapıldığı anlaşılmakta*dır. [43] bu sebeple mealde "ger*çeğin ta kendisi" şeklinde karşılanmıştır. [44]



96. Âhirette insanların üç gruba ayrılmalanyla ilgili ayrıntılı bilgi verilmesi*ni takiben 74. âyette yapıldığı gibi, burada da[45]Resûlullah'ın şahsında onun yolunu izleyenlerden, İn*karcıların tutumu ne olursa olsun, Yüce Allah'ı O'na yaraşır biçimde anmaya, O'nu her türlü noksanlıktan tenzih etmeye devam etmeleri istenerek sûre sona er*mektedir. [46]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:51 am

RAHMAN SURESİ

55


İndiği Yer :


Medine



İniş Sırası :

97



Âyet sayısı :

78



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada elli beşinci, iniş sırasına göre doksan yedinci sûredir. Ra'd sûresinden sonra, İnşân sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur. Tamamı*nın Mekkî olduğu veya bîr kısmının Mekke'de bir kısmının İse Medine'de indiği görüşleri de vardır.[1] Şevkânî hem Mekke'de hem de Medi*ne'de indiğine dair rivayetler bulunduğu dikkate alınarak kısmen Mekkî kısmen Medenî olduğunu kabul etmenin uygun olacağını belirtir. [2]



Adı


İlk âyetinde geçen ve Allah'ın isimlerinden olan "Rahman" kelimesi sûreye ad olmuştur. "Arûsü'l-Kur'an" diye de anılır.[3]



Konusu


İnsanın kendinde ve dış dünyada görebileceği dinî, dünyevî birçok nimete değinilerek bunların sorumluluğunu idrak etmesi ve kulluk bilinci içinde hareket etmesi gerektiği hatırlatılmakta, cinlere ve insanlara müşterek hitaplarda bulunul*makta, nispeten kısa bir cehennem tasvirini takiben oldukça ayrıntılı bir cennet tasvirine yer verilmektedir. [4]



Özelliği

Sûrede, edebiyatımızda tercî-i bent denen edebî sanat benzeri bir üslûpla, "Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?" anlamındaki cüm*leye 31 defa yer verilmiştir. [5]



Meali


Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla.,. 1-2. Kur'an'ı Rahman öğretti. 3. İnsanı O yarattı. 4. Ona anlama ve anlatmayı Öğretti. 5. Güneş ve ay bir he*saba bağlanmıştır. 6. Gövdesiz bitkiler de ağaçlar da secde ederler. 7-8. Gö*ğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmadasınız; 9. Ölçü*yü düzgün fotasınız ve eksik tartmayasınız. 10.0 yeryüzünü canlıların altına serdi. 11. Orada meyveler ve tomurcukta hurma ağaçları var. 12. Çimlenen taneler ve hoş kokulu bitkiler var. 13. Artık rabbinizin nimetlerinden hangi*sini inkâr edebilirsiniz? [6]


Tefsiri


1-2. Sûreye Cenâb-ı Allah'ın rahmetinin enginliğini, kulluk görevini yapsın yapmasın bütün kullarına nimet vermesini ifade eden Rahman ismiyle ve Kur'an'ı öğretmesiyle başlanmakta, böylece dinin irade sahibi varlıklar için nimetlerin en büyüğü olduğuna, din konusunda insanlığa bahşettikleri arasında da Kur'an'ın zir*vede bulunduğuna dikkat çekilmektedir. [7] "Öğretti" anlamına gelen fiile "alâmet kıldı" mânası da verilebildiğinden bazı müfessirler bu âyetler için şöyle bir yorum yapmışlardır: Allah, Kur'an'ı Hz. Muhammed'in peygamberliğini gösteren, ibretle okuyacaklar için işaretler içeren bir mucize kıldı. [8]



3-4. İnsanı da yaratanın Yüce Allah olduğu belirtilip ona verilen özelliklerin en önemlisinin, duygu ve düşüncelerini açıklayabilme, konuşma ve anlatma yetisi olduğuna işaret edilmektedir. Anlamak, anlatabilmenin ön şartı olduğuna göre "bu*rada altı çizilen nimetin idrak ve ifade yetisi olduğu söylenebilir. Böylece bu âyet*lerde İnsanı insan yapan ahi nimeti ve muhakeme gücünün pratiğe yansıyan yüzü ön plana çıkarılmaktadır. İnsanın, her şeyden önce Allah'a olan kulluğunu idrak ve İfade etmesi, başka insanlarla ilişkilerinde hak ve vecibelerini kavrayıp bunla*rın gereğini yerine getirmesi, kısaca akıl nimetinin semere verebilmesi hep anla*ma ve anlatma yetisine bağlıdır; dolayısıyla kültür ve medeniyetleri oluşturan te*mel faktör de budur. Gülme, ağlama, sevgi veya nefretle bakma, anlamlı söz söy*leme, düşündüklerini eyleme dönüştürme, bir sanat eserine şekil verme ... hep an- lama ve anlatma faaliyetinin sonuçlandır ve birer anlatım biçimidir. Güzel, düz*gün ve etkili söz söylemeyi, bir anlamı belli yöntem ve kurallara göre değişik yol*larla İfade etmeyi, anlatım fenomenini kendisine konu edinen belagat, hitabet, be*yân, narratoloji gibi teorik incelemeler; en güçlü örneklerine görsel sanatlarda rast*lanmakla beraber esasen herhangi bir alanda anlatım imkânlarını zorlayan sanat akımı ekspresyonizm (dışavurumculuk) ve bu konudaki fikrî çekişmeler, hep in*sanın bu yetisinin önemini somut biçimde ortaya koyan ürünler ve göstergelerdir. [9]



5-13. Bu âyetlerde güneş, ay, gök ve yerin yaratılmasındaki bazı İnceliklere değinilmekte, evrendeki dengeye dikkat çekilmekte, beşerî ilişkilerde de dengenin şart olduğu, bunun ise adaletle sağlanabileceği vurgulanmakta, ardından da insanlara sağlanan bazı nimetler hatırlatılmaktadır.

âyette gök cisimlerinin İnce bir hesaba bağlı hareket ettiklerinin belirtilme*si öncelikle bunun Yüce Allah'ın kudretini gösteren açık kanıtlardan olduğu anla*mını düşündürmektedir. Burada özellikle güneş ve ayın zikredilmesi, bunların insanların en fazla ilgili olduğu gök cisimleri olmasıyla izah edilmiştir; bu sûrede eş*li durumlara dikkat çekme üslûbunun kullanıldığı, İnsanların da ay ve güneşi da*ima birlikte düşündükleri şeklinde bir yorum da yapılmıştır. [10]Bunun ya*nı sıra şu hususa da işaret edildiği söylenebilir: Bütün bu varlıklar ve bağlı bulun*dukları düzen kendisi için var edildiğine göre insan da hayatını bir hesaba göre dü*zenlemeli, bir hesap gününün geleceği bilinci içinde olmalı ve kendisini bu hesa*ba hazırlamalıdır.

âyette geçen ve "gövdesiz bitkiler" diye çevirdiğimiz "necm" kelimesi, ta*hıl ve ot gibi gövdesi olmayan bitkileri ifade eder. Bu kelime "yıldız" anlamına da gelmekle beraber burada mealde esas aldığımız mânada kullanıldığı genellikle ka*bul edilir. [11] Ağaçların ve diğer bitkile*rin secde etmesi, bunların Yüce Allah'ın yasalarına iradî olmaksızın boyun eğme*lerini ifade etmekte; bu da kendisine akıl nimeti ve irade gücü verilmiş olan insa*na bilinçli bir tercih sonucu O'na tazimde bulunmanın, buyruk ve yasaklarına uy*manın değerini, dolayısıyla -iradesini bu yönde kullanması şartıyla- kendisine bahşedilen onuru hatırlatmaktadır.

âyette "gök" anlamı verilen semâ kelimesiyle, üzerimizde yükselen uçsuz bucaksız âlemin, milyarlarca galaksi ve gök cisminin içinde yer aldığı ve belli bir düzene göre hareket ettiği kozmik uzayın kastedildiği söylenebilir. "Göğün yükseltilmesi" hakikat anlamı esas alınarak bize nispetle yüksekte olması yahut meca*zî anlamda düşünülüp manevî bir yüksekliğe sahip olması şeklinde yorumlanabi- lir. Her iki mâna, bizi, bunu sağlayan Allah Teâlâ'nın yüceler yücesi olduğu, sec*de ve kulluk edilmeye lâyık başka mâbud bulunmadığı gerçeğine götürür. [12]


a) Yüce Allah evrende denge kanununu koymuştur; bütün varlık ve oluşlar arasında, evrenin belirli bir sistem dahilinde yürümesini sağlayan bir genel denge mevcuttur. 7. âyetin bağlamı burada geçen mîzân kelimesiyle bunun kastedildiği*ni düşündürmektedir. Birçok müfessir burada "adalet" anlamının kastedildiği ka*
naatindedir. [13]

b) İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenlemesi için konmuş ilâhî ya*salar bütünü olan din de denge kanununun bir tezahürüdür. Bunların özü, genel*likle kısaca "her şeyi layık olduğu yere koymak" diye tanımlanan adalet İlkesidir.

Bu ilke, bir taraftan kişinin Allah'tan başka varlığa tanrılık yakıştırmamasını, di*ğer taraftan da beşerî ilişkilerde her hak sahibine hakkını vermesini ifade eder. 8. âyetteki mîzân kelimesi bu anlamda olmalıdır; zira burada mizanın ihlal edilme*mesi, dengeden sapılmaması istenmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:51 am

c) İnsanın evrendeki dengeyi koruma sorumluluğunda temel ilke adalet ol*makla beraber, bu soyut kavramın somut hayat olaylarına yansıtılması da sözü edi*len dengenin korunmasında bir dikkat ve özeni gerektirir. Beşerî İlişkiler bakımın*dan bunun adı "hakkaniyef'tir. Bunu belirlemede kişilere düşen, takdir yetkisini iyi niyet esasına dayalı olarak kullanmak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama uğ*rana elinden gelen bütün çabayı harcamaktır. Allah'a karşı vecibelerinin yerine getirilmesi konusunda adalet ilkesinin somutlaştırılması ise, kişinin dine kendisin*den bir şey katmadan ilâhî bildirime uygun davranmasıyla mümkündür. 9. âyetin "ölçüyü düzgün tutasınız" diye çevrilen kısmında "hakkaniyet" anlamına gelen kist kelimesine yer verilmesi burada vezn ve mîzân kelimelerinin adalet ilkesinin, dolayısıyla genel denge kanununun hayat olaylarına yansıtılması gereğini ifade et*mek üzere kullanıldığını göstermektedir. Bu âyetin "eksik tartmayasınız" şeklinde tercüme edilen kısmı, aynı zamanda her bir olayla ilgili uygulamanın yani bütün davranışlarımızın âhiretteki teraziyi aleyhimize çevirmeyecek biçimde olması ge*rektiği şeklinde de yorumlanabilir. Öte yandan, İki şeyin birbirine denkliğini ölç*mek için kullanılan el terazisinin evrendeki cazibe (çekim) kanununun bir sonucu olarak bu İşlevini yerine getirebiliyor olması, eski zamanlardan beri insanların adaleti temsil etmek üzere teraziyi sembol yapmaları, kişiler arası mübadeleye ko- nu olan ve tartılabilir özellikteki şeylerde adalete uygun paylaşımın (hakkaniyet) belirlenmesinde terazinin hem gerçek hem simgesel bir yere sahip olması, hatıra ilk gelen anlamı terazi olan "mîzân" kelimesinin bu âyetlerde -yukarıdaki açıklan*dığı şekilde- farklı ama birbiriyle sıkı ilişkisi bulunan mânalarda kullanıldığı yö*nündeki yorumumuzu destekleyici niteliktedir. Râzî de bu kelimenin konumuz olan âyetlerde üç ayrı mânada kullanıldığı kanaatindedir; fakat ona göre birincide "tartı âleti", ikincide "tartma fiili", üçüncüde ise "tartılan" kastedilmiştir. [14]

10. âyette geçen "enam", canlı varlıkların tamamını kapsayan bir kelimedir; fakat başka âyetlerde yeryüzünde bulunan bütün varlıkların insanın emrine veril*diği açıkça ifade edildiği[15] ve bu kümedeki âyetlerin ana te*ması da insanın sorumluluklarıyla ilgili olduğu için, âyeti yerin canlıların yaşama*sına elverişli kılındığı mânasında almak, ama yerin yaratılmasındaki asıl amacın yine insan olduğunu göz ardı etmemek gerekir. 11 ve 12. âyetlerde, başta insan ol*mak üzere yeryüzündeki canlıların yararına var edilen bazı nimetler hatırlatılmak*tadır. 11. âyette geçen "ekmâm" kelimesinin tekili olan "kimm", "hurma meyve*sinin ilk aşamadaki kapçığı" demektir; bu mâna esas alınarak "zâtü'l-ekmâm" tamlaması "tomurcuklu" şeklinde çevrilmiştir. Diğer tekili "kümm" esas alındı*ğında ise ağacın "lifleri, çekirdekleri, dal ve kabuk gibi örtüleri" bu kelimenin kap*samına girer. Her iki ihtimale göre bu unsurların yararlan hakkında açıklamalar yapılmıştır. Bir yoruma göre birinci anlamda ileride oluşacak ürüne, ikincisinde ise değişik aşamaların ardından ürünün meydana gelmiş bulunduğuna işaret edil*miş olur. Diğer bir yoruma göre hurma ağacı açısından tomurcukların oluşturdu*ğu salkım çok önemlidir, ürün toplamayı kolaylaştırır. Bazı müfessiiler ise burada estetik görünüme, göze hitap eden güzelliğe işaret bulunduğu kanaatindedir. Aynı kelime Fussilet 41/47 âyetinde meyvenin ürün vermesi İçin kabuğunu çatlatması bağlamında ve genel olarak meyvelerin ilk aşamadaki kapçığı, çekirdeğin kabuğu anlamlarında kullanılmıştır. 12. âyette "çimlenen taneler" diye çevrilen ifade için de değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber genellikle insanların beslenmelerin*de özel önemi haiz olan tahıl türü bitkilerin kastedildiği kabul edilir. [16] Bu âyetteki "hoş kokulu bitki*ler" diye çevrilen "reyhan" kelimesi "rızık" anlamında da yorumlanmıştır. Taberî bu yorumu tercih eder ve temel gıda maddesi olan hububatın kastedildiğini belir*tir. [17]

13, âyette yegâne rab olan Allah'ın nimetlerini yalan sayma yani İnkâr etme kınanmaktadır. Sûrede bu kınama değişik nimetlerin hatırlatılmasım takiben ısrar- la sürdürülmektedir. Nimetin nimet olduğunu veya nimetin Allah'a nispet edilme*sini ya da her ikisini inkâr bu eleştirinin kapsamındadır. Sûrede 31 defa geçen "Ar*tık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?" anlamındaki cümlenin yüklemini oluşturan fiil ve "rabbiniz" tamlamasının tamlananı olan zamir tesniye (ikil) kahbındadır, yani iki kişiye veya iki gruba hitap edilmekte, "Siz ikiniz, artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?" denilmektedir, Buradaki "ikiniz" ile kimlerin kastedildiği yani muhatabın kimler olduğu konusunda farklı yorumlar bulunmaktadır. 14-15. âyetlerde insanların ve cinlerin yaratılışı özetlen*diği gibi 32. âyette de açık biçimde cin ve İnsan topluluklarına hitap edilmiştir. Bu iki karine yanında konuya ilişkin rivayetler de dikkate alınarak buradaki hitabın insanlara ve cinlere yönelik olduğu kabul edilir. Râzî, burada kime hitap edilmiş olabileceği ile ilgili birçok ihtimal zikreder. Bunlardan biri şöyledir: Bunun aslı, tekil hitabın vurgu için aynen tekrarlanması olabilir yani "Sen rabbînin nimetlerin*den hangisini inkâr edebilirsin, sen Rabbinin nimetlerinden hangisini inkâr edebi*lirsin!" demektir. Diğer bir İhtimal de Kur'an'ın genellikle muhatap aldığı iki in*san cinsine yani erkeklere ve kadınlara hitap edilmiş olmasıdır. [18] İbn Âşûr'a göre burada insan cinsinin "inananlar" ve "inkarcılar" şeklindeki iki kate*gorisine hitap edilmekte, mümin olsun kâfir olsun gerçekte hiçbir insanın Allah'ın nimetlerini inkâr edemeyeceği anlatılmak istenmektedir. İbn Âşûr, müfessirlerin çoğunluğunun burada insanlara ve cinlere hitap edildiği şeklindeki yorumunu uzak bir ihtimal olarak görür; çünkü Kur'an cinlere değil insanlara hitap etmek için gel*miştir. [19]



Meali


14.0, insanı ateşte pişirilmiş toprak kaplar gibi kurutulmuş çamurdan yarattı. 15. Cinleri de yalın ateşten yarattı. 16. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 17.0, iki doğunun da rabbi iki batının da rab-bidir. 18. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 19.0, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. 20. Aralarında bir engel var- dır; birbirlerine karışmazlar. 21. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini in*kâr edebilirsiniz? 22. Onlardan inci ve mercan çıkar. 23. Artık rabbinizin ni*metlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 24. Denizde yelkenlerini bayraklar gibi açarak süzülüp giden gemiler O'nundur. 25. Artık rabbinizin nimetlerin*den hangisini inkâr edebilirsiniz? [20]



Tefsiri


14-16. İnsanı ve cinleri kimin yarattığı ve bu varlıkların mahiyeti üzerinde düşünülürse, Yüce Allah'ı inkâr etme veya O'ndan başka varlıklara ela tanrılık ya*kıştırmanın yahut O'nun nimetlerini görmezden gelmenin ne büyük nankörlük olacağı kolayca anlaşılır. İşte 14 ve 15. âyetlerde İnsanların ve cinlerin ilk yaratı-lışlanndaki ana unsurlara dair bilgi verilerek, bir taraftan onların mahiyetlerini böylesine bilen ve bildiren Cenâb-ı Allah'ın yegâne yaratıcı olduğuna diğer taraf*tan da bunların tek basma bir değer ifade etmeyip yüce yaratıcının onlara yükledi*ği görev sayesinde değer kazanmış olduklarına dikkat çekilmektedir. İnsanın ya*ratılışı hakkında Kur'an'ın değişik yerlerinde bilgiler verilmiş olup bunların Özü şudur: Çamura şekil verilmiş, ateşte pişmiş toprak kaplar gibi tınlayacak kadar ku*rutulmuş bir çamura yani hayatiyetten çok uzak bir nesneye can verilmiş, bu can*lı akıl nimetiyle ve onu iyi kullanmayı sağlayacak yeti ve yeteneklerle donatılmış, bu donanımlara paralel bir sorumluluğa muhatap kılınmıştır. 15. âyetin "yann ateşten" diye çevrilen kısmında geçen mâric kelimesi sözlükte "çalkalanan, yerin*de durmayan" ve "kansan, karıştırıcı" anlamlarına gelmektedir. Birinci manaya göre bu kısım "dumansız saf alev", ikinci mânaya göre ise "kansan, nüfuz eden dumanlı ateş" şeklinde açıklanmıştır. [21]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:51 am

17-18. "İki doğu" ve "İki batı" ile ne kastedildiği hususunda tefsirlerde yer alan belli başlı yorumlar şunlardır:

a) Güneşin ve ayın doğuş ve batış yerleri.

b) Gü*neşin kış ve ilk bahar mevsimleriyle yaz ve son bahar mevsimlerinde doğup battı*ğı iki uç nokta.

c) Dünya küre biçiminde olduğundan her bir yarımına göre güneşin doğuş ve batış yerler.

d) Güneşin ve diğer gök cisimlerinin doğuş ve batış yerleri.

e) Güneş gibi maddî, akıl gibi manevî ışık kaynaklarının doğuş ve batış noktaları veya ışıyıp sönmeleri. Elmalılı burada asıl amacın, Allah Teâlâ'nın gerek (yiyecek gibi) var edilerek gerekse (hastalık gibi) yok edilerek oluşan bütün nimetlerin sahi*bi ve yöneticisi olduğuna dikkat çekmek olduğunu belirtir. Esed'e göre bu, "Al*lah'ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anla*tan bir ifade"dir. [22]



19-25. "İki deniz" ve "aralarındaki engel"den maksadın ne olduğu hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunu Furkan sûresinde belirtildiği üzere tatlı ve tuzlu suların birbirine kavuşması ama karışmamasıyla açıklamışlar*dır . [23] Elmalık farklı yorumlan aktardıktan sonra "her iki türüyle deniz" denirse bunun acı-tatlı, iç-dış, semâvî-arzî, hatta ha*kikat ve mecaz her iki neviyi kapsayacağını, böylece igârî bir mâna olarak cismâ-nî âlem ve ruhanî âlem ayırımının da bu kapsamda düşünülebileceğini belirtir. [24] Burada günümüz deniz araştırmalarının ortaya koyduğu bilim*sel bir gerçeğe işaret bulunduğu söylenebilir. Şöyle ki, tespitlere göre büyük de*nizlerin birleşim noktalarında oluşan doğal bir engel bunların terkibî özelliklerinin karışıp bozulmasını önlemekte, bu da kendilerine özgü bitki örtülerinin ve hayvan türlerinin korunmasını sağlamaktadır. [25] Tefsirlerde 22. âyetteki "inci ve mercan çıkar" ifadesinin realiteyle çelişmeyecek biçimde anlaşılması için özellikle dilbilim kurallarından yararlanılarak geniş açıklamalar yapılır. [26] 24. âyette geçen "münşeat" -diğer okunuşuyla "münşiât"-kelimesi için, "inşâ edilmiş veya inşâ eden" anlamına göre başka yorumlar da yapılmış olmakla beraber, me*alde birçok müfessirin benimsediği "yelkenleri kalkmış veya kaldırılmış" mânası esas alınmıştır. Bununla bağlantılı olarak, "âlem" kelimesinin çoğulu olan "a'iâm" için burada "bayraklar" mânası tercih edilmiştir. Başka tefsirlerde ise, bu kelime burada ve özellikle Şûra 42/32 âyetinde daha çok "dağlar" anlamıyla açıklanmış*tır. [27] Elmalılı müteakip âyetler dikkate alınarak 24. âyetten, "semâ deryasında yüzüp duran bü*tün gök cisimlerinin Allah Teâlâ'nın kudret işaretlerinden olarak denizlerde akan gemiler gibi akıp gitmekte bulundukları" mânasının da çıkarılabileceğini ifade eder. [28]



Meali

26. Üzerinde bulunanların hepsi fânidir. 27. Azamet ve kerem sahibi rabbinüı zâtı ise baki kain-. 28. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini in*kâr edebilirsiniz? 29. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'ndan ister. O her an yaratma halindedir. 30. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini in*kâr edebilirsiniz? 31. Sizin için de vaktimiz olacak, ey sorumluluk yüklenmiş iki varlık! 32. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçe-bilirscniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç ve yetki olmadıkça geçemezsiniz. 34. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsi*niz? 35. Üzerinize yahu bir ateş alevi ve erimiş bakır gönderilir de, kurtulmak için birbirinizle yardımlaşamazsınız. 36. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 37. Gök yarılıp gül kırmızısı bir yağ gibi olduğu za*man! 38. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 39. İş*te o gün insana da cine de günahı hakkında soru sorulmaz. 40. Artık rabbini*zin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 41. Günahkârlar sımaların*dan tanınır, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar. 42. Artık rabbini*zin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 43. Günahkârların yalan say*dıkları cehennem işte bu! 44. Onun ateşi ile kaynar su arasında gidip gelirler. 45. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? [29]



Tefsiri


26-28. Birçok dünya nimetine değinildikten sonra bütün bunların geçici ve üzerinde yaşayanların sonlu olduğu, mutlak anlamda kalıcılığın ise Allah Teâlâ'ya mahsus bulunduğu hatırlatılarak ölümle sona ermeyecek bir mutluluk isteyenlerin Allah'ın hoşnut olacağı bir hayat sürmeleri gereğine işaret edilmektedir. [30]



29-30. Evrendeki bütün varlıkların Yüce Allah'a muhtaç bulunduğuna, O'nun da hem azametini hem de lütuf ve keremini her an yaydığına yani hiçbir varlık veya oluşun O'nun bilgi, irade ve gücü dışında olamayacağına dikkat çekilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik vesilelerle Cenâb-ı Allah'ın yaratıcılık sıfa*tına ve iradesinin nüfuz etmediği hiçbir olay düşünülemeyeceğine değinilir. Fakat "O her an yaratma halindedir" diye çevrilen 29. âyet bu konuda özel bir vurgu ta*şımakta ve özellikle şu iki noktanın aydınlatılmasında ayrı bir önemi haiz bulun*maktadır:

a) Yaratılmışlar açısından anlatım kolaylığı sağlaması itibariyle kutsal metinlerde Allah Teâlâ'ya nispetle zaman kavramının kullanıldığı olmuşsa da bu asla O'nun mutlak İradesini kayıtlayacak veya gücüne sınır koyacak biçimde yo*rumlanamaz. Binaenaleyh İsrâiloğullan'nm sınanması için konan bir dinî hüküm olan cumartesi yasağının, Allah'ın -hâşâ- o gün istirahata çekildiği tarzında bir ge*rekçeyle açıklanması[31] tenzih ilkesiyle bağdaşmaz. Âyetin yahu-dilerdeki bu yanlış telakkiyi reddetmek üzere indiğine dair bir rivayet de bulun*maktadır. [32] Bu mânada âyet, "Tanrı yarattıktan sonra vahyet-mek, ihtiyaçları karşılamak gibi şeylerle ilgilenmemiştir" diyen deist felsefeyi de reddetmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 1:52 am

b) Bu âyet, tabiat olaylarından Tanrı iradesini dışlayan pozitivist ve materyalist akımları mahkum etmekte ve bilimin ulaştığı parlak sonuçların da son tahlilde Allah Teâlâ'nın yasalarını keşfetmekten öteye geçemeyeceğini ve bü*tün bulguların gerçekte O'nun yaratma sıfatının her an var olan tecellilerinden baş*ka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. Bazı tefsirlerde kıyamete kadar olacak her şeyin Allah'ın ezelî ilminde sabit olduğuna ve insanın ancak kendi çabasının karşılığını göreceğine dair delillerle bu âyet arasında bir çelişki bulunup bulunma*dığı üzerinde durulur. Fakat bunların kader ve irade-İ cüz'iye konularıyla ilgili ol*duğu açıktır; bunların da kendi bağlamlarında izahı yapılmıştır. [33]



31-32. Önceki âyetlerde açıklandığı üzere bir işin Allah Teâlâ'yı meşgul et*mesi, O'nu başka bir işten alıkoyması düşünülemez. Bu sebeple âyetteki ifadeyi hesap gününün önemini ve dehşetini hatırlatan edebî bir üslûp olarak değerlendir*mek gerekir. Âyette verilmek istenen mesaj açıktır: Sorumluluk sahibi herkes bu dünyada kendisine tanınan fırsatların mânasını doğru anlamalı, yaptıklarının kar*şılığını hemen görmüyorsa bunun da Yüce Allah'ın iradesine uygun olarak kurul*muş sınav düzeninin bir parçası olduğunu, ama her eyleminden hesaba çekileceği günün çok uzak olmadığını iyi bilmelidir. 31. âyette geçen ve "sorumluluk yüklen*miş iki varlık" diye çevrilen "sekaîân" kelimesi sözlükte "iki yük, iki ağırlık" de*mektir. Müfessirler arasında yaygın kanaat, bununla "insanlar ve cinler âlemî"nin kastedildiği, bir sonraki âyetin de bunu gösterdiği yönündedir. Kelimenin sözlük anlamıyla bu yorum arasındaki bağ değişik şekillerde İzah edilmiştir . [34]



33-36. Miifessirlerin bir kısmı buradaki hitabı kıyamet tasviri çerçevesinde değerlendirmişler ve o gün cinlere ve insanlara böyle seslenileceğİ yorumunu yap*mışlardır. Önceki âyetlerde hesap gününe ilişkin bir uyarının bulunması, müteakip âyetlerde de kıyametten ve âhirette karşılaşılacak sonuçlardan söz edilmesi bu yo*rumu destekleyici niteliktedir. Diğer bir grup müfessire göre İse bu hitap dünya ha*yatıyla ilgilidir ve önceki âyetlerde yer alan uyarıyı tamamlamaktadır: Cinlere ve insanlara kendilerine dünya hayatında tanınan fırsata aldanmamalan gerektiği ha*tırlatılmakta, ölümden ve ilâhî huzurda verilecek hesaptan kaçışın asla mümkün olmadığı bildirilmektedir. Derveze 33. âyette geçen sultân kelimesini "kişiyi kurtaracak sâlih ameller" şeklinde İzah eder[35]birçok müfessirin anılan ke*limeyi "delil, hüccet" anlamında almaları[36] bu yorumu destek*ler nitelikte olmakla beraber, 35. âyetin ifadesi belirtilen ihtimali zayıflatmaktadır. Öte yandan, bazı tefsirlerde sultân kelimesinin "güç" anlamı esas alınarak "Büyük bir güç bulunmadıkça geçemezsiniz" ifadesinden, "Böyle bir gücünüz de olmadı*ğına göre göklerin ve yerin sınırını aşıp ötelere geçmeniz de imkânsızdır" anlamı çıkarılmıştır. Fakat sultân kelimesinin "yetki" anlamı dikkate alınarak âyetin İlgi*li kısmı, "Göklerin ve yerin sınırlarım aşıp ötelere geçebilmeniz ancak (Allah ta*rafından verilecek) bir yetki, bir imkânla olabilir" şeklinde de anlaşılabilir. Bu tak*dirde muhatapların yüce yaratıcının evrendeki yasaları doğrultusunda ortaya koya*cakları çabaları sonucunda elde edecekleri kuvvete bir gönderme yapılmış demek*tir. Uzay araştırmalarının ilerlediği ve uzaya seyahatlerin gerçekleştiği günümüz şartlan, Kur'an tefsiriyle meşgul olanları bu yorumu benimsemeye ve bu âyetler*de uzayın fethine işaret bulunduğu görüşüne yöneltmiştir. Hatta 35. âyetteki tasvi*rin modern silâhları çağrıştırdığı yorumlan yapılmıştır Râzî'nin belirttiği gibi, bağlam bu hitabın âhirette olduğu izlenimini vermektedir. Fakat her iki ihtimale göre düşünüp bu âyetlerde, Allah'ın hükümranlığını aşmanın ve verdiği hüküm*den kaçmanın asla mümkün olmayacağı uyarısı bulunduğunu söylemek daha doğ*ru olur. [37] Bir başka anlatımla, Allah'a karşı sorumluluğu olan var*lıklar ister dünya hayatında ister kıyamet gelip çattığında Allah'ın hükmünden ka*çıp kurtulmak İçin yerin ve göğün sınırlarını zorlayacak kadar güç elde etseler ve*ya kendilerine bu tarz bir imkân verilse, hatta bu varlıklar topyekün bir dayanışma içine girseler dahi, 35. âyette ifade edildiği üzere bunlar sınırlı ve sonuçsuz kalma*ya mahkumdur. Şu halde ikinci yorum esas alındığında da (dünya hayatı bakımın*dan) bu âyetlerden çıkan mesaj şu olmaktadır: Evreni daha iyi tanıma merakı, ye*rin derinliklerine ve göğün en uzak noktalarına nüfuz etme arzusu yadırganacak bir sev de&ildir ve büyük bir güç oluşturularak bu konuda epeyce mesafe alınabi- lir; ama bu çabalar asla ilâhî iradenin egemenliğini alt etme gibi bir amaç taşıma*malıdır. Zira bu, Allah'ın evrendeki mutlak gücünü ayan beyan gören şuurlu var*lıklara yaraşmaz; kaldı ki böyle Wt yöneliş başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum*dur, böyle bir amaç taşıyanların akıbeti hüsrandır.

35. âyette "erimiş bakır" diye çevrilen kelimeye "bakır gibi kızıl duman" ma*nası da verilmiştir. [38]



37-45. Kıyamet tasvirlerinden birine yer verilen 37. âyetin ardından insanla*ra ve cinlere günahları hakkında soru sorulmayacağı, günahkârların yaka paça ce*henneme atılacakları ve inkâr edip durdukları bu gerçeği iyice bellemeleri için ce*hennem ateşine sokulup çıkarılacakları, ama bunun bir ferahlama getirmeyeceği çünkü bu defa ateş yerine kaynar suyun içine düşecekleri belirtilmektedir. Şu var ki, 39. âyetteki "İşte o gün ... günahı hakkında soru sorulmaz" anlamındaki ifade*yi, "âhirette sorgu olmayacak" diye anlamamak gerekir. Zira birçok âyette burada çok kısa değinilen bu konuya ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. Söz konusu açıkla*malar ışığında bu ifadeyi şöyle anlamak uygun olur: Âhirette herkesin durumu Öy*lesine kesin ve apaçık ortaya konacak ki kimsenin kendi ifade ve beyanına baş vur*maya ihtiyaç duyulmayacaktır. Birçok âyette belirtildiği üzere herkes dünyada ya*pıp ettiklerinin tek tek kayda geçirilmiş olduğunu görecek, günahkârların dilleri, elleri ve ayaklan bu konuda tanıktık edecek, ayrıca 41. âyette ifade edildiği gibi günahkârlar simalarından tanınacaktır. İşin aslı böyle olmakla beraber, herkes kendi sevap ve günah durumuna göre tıaşrolunup hesap meydanına getirildikten sonra yargı süreci başlayacak; Yüce Allah, bütün kullarının iyilik ve kötülüklerini eksiksiz kusursuz bilmesine rağmen adalet ve şefkatini ortaya koymak, her kulu*nun nasıl bir akıbeti hak ettiğini ona da gösterip onaylatmak üzere herkesi ince bir hesaptan, sorgulama ve yargılamadan geçirecektir. [39]

37. âyetin ''gül kırmızısı bir yağ gibi olduğu zaman" diye çevrilen kısmı, "kı*zarmış yağ veya kırmızı deri yahut al kısrak gibi bir gül rengine büründüğü za*man" mânalarında da anlaşılmıştır. Bu mânalara göre yapılan benzetme göğün rengindeki değişmeyi anlatmış olur. Mealde bir ölçüde bu anlamlar da yansıtılmış olmakla beraber göğün yapısal değişmesiyle ilgili mâna esas alınmıştır. [40] Yine, güle yapılan benzetme genellikle renk değişikliği ve göğün kızıl bir renge bürünmesi olarak anlaşılmıştır. İbn Âşûr bunun göğün yarılmasındaki şiddeti ve pek çok parçaya ayrılacağını anlatan bir teşbih de olabileceği kanaatindedir. [41]



Meali


46. Rabbînin huzurundan korkan kimse için iki cennet vardır. 47. Ar*tık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 48. İkisinde de çe*şit çeşit ve emsalsiz nimetler bulunur. 49. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 50. İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır. 51. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 52. İkisinde de her meyveden farklı türler bulunur. 53. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 54. (Cennettekiler) içleri atlasla dokunmuş ser*giler üzerine kurulmuşlardır. Bu iki cennetin de meyveleri kolayca erişilebi*lecek yakınlıktadır. 55. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebi*lirsiniz? 56. Oralarda eşinden başkasına bakmayan kadınlar vardır ki onlar*dan önce kendilerine ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur. 57. Artık rab*binizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 58. Sanki onlar yakut ve mercandırlar. 59. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsi*niz? 60. İyiliğin karşılığı da ancak işte böyle iyiliktir. 61. Artık rabbinizin ni*metlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 62. Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır. 63. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 64. İkisi de yemyeşil. 65. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr ede*bilirsiniz? 66. İkisinde de gürül gürül akan iki su kaynağı bulunur. 67. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 68. Her ikisinde türlü meyveler, hurma ve nar var. 69. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini in*kâr edebilirsiniz? 70. Oralarda, huyu güzel yüzü güzel kadınlar var. 71. Ar*tık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 72. Otağlarına ka*panmış huriler var. 73. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebi*lirsiniz? 74. Onlardan önce kendilerine ne bir insan ne de bir cin dokunmuş*tur. 75. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 76. Ye*şil yastıklara, harikulade güzel sergilere yaslanmışlardır. 77. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? 78. Azamet ve kerem sahibi rab-binin adı ne yücedir! [42]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:26 am

KAMER SURESİ

54


İndiği Yer :



Mekke



İniş Sırası :


37



Âyet sayısı :

55



Nüzulü


Mushaftaki sıralamada elli dördüncü, iniş sırasına göre otuz yedinci sûredir. Tank sûresinden sonra, Sâd sûresinden önce Mekke'de nazil olmuştur.[1]



Adı


İlk âyetinde geçen ve "ay" anlamına gelen "kamer" kelimesi sûreye ad ol*muştur. [2]



Konusu


Kıyametin yaklaştığı uyarısını takiben müşriklerin inkarcılıktaki inat ve taas*supları eleştirilmekte, kıyamet koptuğunda içine düşecekleri perişan hal tasvir edilmekte, ardından hakikatleri yalan saymada ısrarcı davranan geçmiş toplumla*rın basma gelen felâketlerden örnekler verilmekte, suçluların ve takva sahiplerinin âhirette karşılaşacakları muameleyle ilgili uyarı ve müjdelere yer verilmektedir. [3]



Meali


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Vakit yaklaştı ve ay yarıldı. 2. Onlar bir mucize görseler hemen yüz çevirip "Bu öteden beri bilinen bir si*hir!" derler. 3. Hep yalan saydılar ve kişisel arzularına uydular; oysa her iş yerli yerindedir. 4. Andolsun ki onlara tuttukları yoldan vazgeçirecek nice haberler geldi; 5. Eksiksiz bir hikmet! Ama uyarılar fayda vermiyor. 6-8. Öy*leyse sen de onlardan yüz çevir. Çağrıcının görülmedik bilinmedik bir şeye çağırdığı günde, gözlerini korku bürümüş halde kabirlerinden çıkıp etrafa yayılmış çekirgeler gibi o çağrıcıya doğru koşarlar. İnkarcılar "Bu, gerçekten zor bir gün!" derler. [4]



Tefsiri


1. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre ayın yarıldığını belirten cümle Mek-keliler'in kendisinden bir mucize istemeleri üzerine Hz. Peygamber'in eliyle işa*ret edip ayı ikiye bölmesini ve sonra tekrar işaret edip birleştirmesini ifade etmek*tedir. Bu mucize îslâmî literatürde "İnşikaku'l-kamer" veya "şakku'l-kamer" (ayın yarılması) diye meşhur olmuştur. Bu âyetin yorumunda âlimler arasında ge*niş tartışmalar cereyan etmiş, hatta bu konuda özel risaleler yazılmıştır. Ayın ya-nlmasiyla ilgili ifadenin Resûlullah döneminde gerçekleşmiş bir olayı anlattığını savunanlar, âyetteki fiilin geçmiş zaman kalıbında olmasını (bunun fiilen vuku bulmuş bir durumu gösterdiğini) ve bu olayı açık biçimde tasvir eden rivayetler bulunmasını delil gösterirler; aynca 2. âyetteki açıklamanın da bu anlayışı destek*lediğini belirtirler. İslâm âlimlerinin büyük çoğuntuğunca bu görüş benimsenmiş*tir.[5]

Bu ifadenin kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak kozmik bir değişik*liği haber verdiğini savunanlar ise özetle şu delilleri ileri sürerler:

a) Geçmiş za*man kalıbındaki bu fiille gelecek zamanın kastedilmesi mümkündür. Nitekim bir*çok âyette bunun örnekleri mevcuttur; özellikle gelecekteki bir olayın mutlaka gerçekleşeceğini ifade etmek üzere gelecek zaman yerine geçmiş zaman fiilinin kullanımı yaygındır. Tabiîn âlimlerinden Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh'm da âyeti bu şekilde yorumladıkları rivayet edilmiştir.

b) Konuya İlişkin rivayetlerde haberi aktaran bazı sahâbîlerin olayın vukuu sırasında küçük yaşta bulunmaları, bazı rivayetlerin güvenilirlik durumunun tartışılması, ayrıca konuyla ilgili hiçbir rivayetin mütevâtir haber derecesine ulaşmaması bu olayın geçmişte vuku buldu*ğu iddiasının kesin bir kanıta dayanmadığını gösterir.

c) Enes b. Mâlik yoluyla ge*len rivayetlerde "ayın iki parçaya ayrıldığı" değil, müşriklerin bir mucize göstermesini istemeleri üzerine Hz. Peygamber'in de "ayın iki parçaya ayrıldığım gös- terdiği" ifade edilmektedir.

d) Böyle bir olay herkesin dikkatini çekmesi gerekir*ken böyle olmamış, dünyanın başka yerlerinde görüldüğü kaydedilmemiş, tarih ve astronomi literatürüne intikal etmemiştir.

e) Kur'ân-ı Kerîm'de, daha önceki pey*gamberlerin toplumlarından örnekler verilip kendilerine gösterilen hissî mucizele*ri inkâr edenlerin helak edildiklerine dikkat çekilmiş ve müşriklerce Hz. Muham-med'den istenen mucize taleplerinin bu sebeple yerine getirilmediği belirtilmiştir. [6] Bazı âyetlerde de Mekke müşriklerinin inkarcılıktaki ısrarları tasvir edilirken Peygamber kendilerine harikulade şeyler gösterse de yine inanma*yacakları ifade edilmiştir. [7]

Bu yorum karşı görüş sahiplerince eleştirilmiş ve yukarıda belirtilen gerek*çeler özetle şöyle çürütülmeye çalışılmıştır: Kur'an'in haber verdiği bir husus en güçlü delille sabit olmuş demektir, dolayısıyla başka bir mütevâtir haber aramaya ihtiyaç yoktur. Hz. Peygamber'le müşrikler arasında meydan okuma konusu olan şey Kur'an'ın bir benzerini getirip getirememeleridir. Onlar bunda başarılı olama*mışlardır ve Kur'an kıyamete kadar başka mucizeye tutunmaya gerek bırakmaya*cak bir mucize olarak durmaktadır. Bu olay bir meydan okuma konusu olmadığı için âlimler onu tevatür düzeyine çıkacak biçimde nakletmemişlerdir. Öte yandan, bu mucize önceden bütün insanlığa duyurulmuş olmayıp o esnada görenler gör*müş ve Resûlullah'ın çevresinde bulunanlar buna tanıklık etmişlerdir. Şu halde bu olayın tarih ve astronomi kitaplarına geçmeyişi, ufukların bölgeden bölgeye fark*lı olması, bazı yerlerde ayın bulutlarla kaplı bulunması, gece vakti çoğu insanların meskenlerinde bulunmaları ve herkesin gözlemle meşgul olmaması, genelde in*sanların bunu ay tutulması o!arak düşünmeleri yahut o devirde yaygın telakkilerin etkisiyle bunu büyücü, cin veya şeytanlara atfetmeleri gibi sebeplerle açıklanabi*lir. Bu olayın gelecekte vuku bulacağı şeklinde yorum yapmak uzak ihtimale da*yalı bir tevil olup herkesin kabul etmesini sağlama uğruna böyle bîr yola girmeye gerek yoktur. Esasen bunu kabul etmeyecek olan rasyonalist ve pozitivist kişi, ola*yın geçmişte meydana geldiğini reddettiği gibi ileride meydana geleceğini de red*deder; kabul eden İçin ise tevile ihtiyaç yoktur. Müşriklerin mucize taleplerinin reddiyle ilgili âyetler onların inkarcılıktaki taassuplarını tasvir etmektedir. Buhâ-rî'nin naklettiği rivayette açıklandığı üzere Kur'an'da geçen beş olay bu dünyada gerçekleşmiştir. [8]

"Ay yarıldı" diye tercüme edilen cümleye, "Ayın yarılması, ay doğduğu sı-rada karanlığın yarılması anlamına gelir, çünkü Araplar bir konunun açıklık ka*zanması durumunda kamer (ay) kelimesine dayalı deyimler kullanırlar; şu halde burada da artık durumun açıklık kazandığı anlatılmaktadır" tarzında mecazî an*lamlar verenler olmuşsa da müfessir Ebû Hayyân gibi âlimler bunları mesnetsiz bulup eleştirmişlerdir. [9]

Zamanımız müelliflerinden Ömer Rıza Doğrul'a göre konuya ilişkin rivayet*ler sağlamdır ve Hz. Peygamber devrinde bu olayın meydana geldiğine itiraz edil*memelidir, mahiyetini de bir çeşit ay tutulması olarak düşünmek mümkündür; fa*kat bu tabiî olayın asıl mahiyeti ne olursa olsun onun ifade ettiği şu mâna çok de-rindî: Kamer Arap müşriklerinin timsali sayılırdı. Resul-i Ekrem'in bu semavî ha*diseye işaret eden ve kamerin bölündüğünü gösteren parmakları Arap şirkinin cep*hesinin yarılmış ve yokluğa mahkum olmuş olduğunu gösteriyordu. [10] Muhammed Esed'e göre de konuya ilişkin rivayetlerin sübjektif ger*çekliğinden kuşkulanmak İçin bir sebep yoktur; gerçekte meydana gelen şeyin ise, alışılmamış optik bir yanılsamaya yol açan, yine aynı ölçüde alışılmamış bir tür kısmî ay tutulması olması muhtemeldir. Fakat olayın mahiyeti ne olursa olsun âye*tin ona değil gelecekteki bir olaya, yani "son saat" (kıyamet) yaklaşırken meyda*na geleceklere ilişkin olduğu kesin gibidir. Şu var ki yazarın "Râgıb, 'inşakka'l-kamer' (ay yarıldı) ifadesinin, kıyamet gününden önce vuku bulacak kozmik fela*keti -dünyanın sonu olarak bildiğimiz vakıayı- gösterdiği şeklinde yorumlanması*nı haklı görmüştür"[11] ifadesi gerçeğe uymamaktadır. Zira Râgıb el-Isfa-hânî belirtilen yerde, bu görüşü bir değerlendirme yapmaksızın, "Şöyle de denmiş*tir ..." ifadesiyle nakletmektedir. [12]

Elmalılı âyetin, ayın hem Resûlullah döneminde yarıldığına hem de kıyamet yaklaştığında büsbütün yarılıp kıyametin kopacağına delâlet ettiğini savunur. Onun izahına göre ilk dönem âlimlerinden Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh'a atfedilen ayın kıyamet vaktinde yarılacağı yorumu yanlış anlaşılmış, onların geç*mişte böyle bir olayın meydana geldiğini inkâr ettikleri var sayılmıştır. Halbuki onların verdiği mâna -zannedildiği gibi- "yarıldı" fiilinin geniş zaman olarak dü*şünülmesi tarzında mecaz yoluyla tevil değil, geçmiş zamandaki yarılmanın gele*cekteki yarılmaya bir delâleti ve aynı zamanda "Vakit yaklaştı" cümlesinin bir mazmunudur. Bu şöyle demek oluyor: Ayın yarılması vuku bulmuş bir olaydır; geçmişte meydana gelen bu yarılma, ayın ve onun gibi gök cisimlerinin dahi yarı*lıp parçalanabileceğim, bu suretle âlemdeki her şey hakkında Peygamber'in haber verdiği kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Binaenaleyh müşriklere Pey-gamber'in zaferinin de uzak değil yaklaşmakta olduğu ihtar edilmiş olmaktadır. [13] Elmahlı, İsmail Fennî Ertuğrul'dan naklettiği ve takdirle karşı*ladığı şu ifadelerle kendi kanaatini de özetlemiş olmaktadır: Âlimlerin ve müfes-sirlerin büyük çoğunluğu, ashâb-ı kiramın rivayetlerine ve 2. âyetin açık delâleti*ne de dayanarak Resûlullah döneminde bir mucize olarak ayın yarılması olayının meydana geldiğini kabul etmişlerdir. Biz artık bunun gerçekten vuku bulmuş ol*duğunu kabul ve tasdik hususunda asla tereddüt etmeyiz ve "Bunun nasıl meyda*na geldiğini ancak Allah ve Resulü bilir" deriz. [14]

Bu konuda kapsamlı ve özlü bir inceleme gerçekleştirmiş olan îlyas Çelebi, Gazzâlî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Şah Veliyyullah ed-Dehlevî gibi sûfîlerin, ayın gerçekten yarılmış olmayıp bakanların gözüne yarılmış gibi göründüğü kana*atinde olduklarını kaydetmekte, "Görüldüğü üzere mutasavvife inşikak-ı kamer mucizesini akla yaklaştırmak ve kabulünü kolaylaştırmak için farklı bir yoruma baş vurmuştur. Kanaatimizce bunun yerine Hasan-t Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh'a nis*pet edilen, onun kıyamete yakın yanlacağı görüşünü savunsalardı hem kabulünü daha kolaylaştırmış, hem de Elmalılı'nın dile getirdiği itirazlara muhatap olmamış olurlardı" diyerek bu yaklaşımı eleştirmektedir. [15] Fakat yazarın son asırda kaleme alınmış iki esere dayanarak Gazzâlî ve Şah Veliyyullah ed-Dehlevî'ye nispet ettiği bu görüşün onların kendi ifadeleriyle bağ*daşmadığı görülmektedir. Şöyle ki, yazarın kendisinin de belirttiği üzere Gazzâlî hem İhyâu ulûmi'd-dîn hem el-Mustasfâ isimli eserlerinde "inşikak-ı kameri Hz. Peygamber devrinde meydana gelmiş bir mucize olarak" takdim etmektedir. Hatta böyle bir olayın niçin sınırlı sayıdaki rivayetlerde yer aldığını izah ederken, bu du*rumun normal karşılanması gerektiğini ispat için birçok aklî delile yer vermektedir. [16] Şah Velİyyullah'm bu konudaki bir ifadesi ise şöyle*dir: "Ayın yarılmasına gelince, bize göre bu bir mucize olmayıp Allah Teâlâ'nın Kamer sûresinin ilk âyetinde buyurduğu üzere kıyamet alâmetlerindendir; fakat bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) meydana gelmeden önce onun olacağını haber vermiş ol*ması açısından bir mucizedir"[17] el-Kasimî'nin aynı sayfanın 4 nolu dipnotunda, müellifin Te'vîlü'l-ehâdts isimli eserinden kısmen ak*tardığı bir ifadesi de Elmalılı'nın yukarıdaki İzahına paralel görünmektedir. Muh*yiddin İbnü'l-Arabî'nin görüşüyle ilgili bazı izahlar için[18]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:27 am

Kanaatimize göre İlyas Çelebi'nin şu ifadesi konuya ışık tutacak bir unsur içermektedir: "Görüldüğü üzere kelâmcılar bir mucize olması dolayısı ile inşİkak-ı kamerin mümkün olup olmadığını tartışmadan kabul etmekle beraber bunun vaki olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Çoğunluğun kanaati onun vaki olduğu yönündedir" [19] Burada söz konusu edilen bir "mucize" olduğuna göre bunun aklî bir izaha ihtiyacı yoktur; zaten İslâm âlimleri de mümkün olup olmadı*ğını tartışmamışlardır. Vukuu meselesine gelince, mucizenin bilgi kaynağı Kur'an ise, ona bizzat şahit olmayanların meydana gelmiş olduğunu kabul etmeleri için başka delillerle ispat edilmesi gerekmez. Nitekim bir mümin, Salih peygambere mucizevî özellikler taşıyan bir deve verilip kavminin bununla sınandığı veya Mû-sâ peygamberin eline, koynundan çıkarıp gösterdiğinde bakanları şaşırtan mucize*vî bir parlaklık özelliği verildiği konularında, bunların gerçekten olup olmadığını araştırma ihtiyacı duymaz. Ancak inşikak-ı kamer konusundaki âyetin ifadesi diğer örneklerdekine nazaran ihtimalli gibi durduğu ve konuya ilişkin haberlerin mütevâ-tirliği tartışmalı olduğu için bunun yalnızca bir ihtimalini, kesin bir iman konusu olarak ele almamak gerekir. Esasen konuya ilişkin haberler üzerindeki tartışma açılmasının sebebi de -hâşâ- Kur'ân-ı Kerîm'e, onun mütevâtirliğine itimatsızlık değil, anlatımın farklı yorumlamaya açık durmasıdır. [20]



2-8. Bizzat Peygamber'le muhatap olmalarına ve kendilerine ikna edici pek çok kanıt gösterilmesine rağmen inkarcılıkta direnen Mekke müşriklerinin göster*diği bağnazlığı tasvir eden bu âyetlerden çıkan mesaj şu olmaktadır: Peygamberin veya dini tebliğ edenlerin, kişisel arzularına tutsak olduğu ve akıl nimetini değer*lendiremediği için bunca kanıt ve uyarıya aldırış etmeyen insanları doğru yola zor*la sokmak gibi bir yükümlülükleri yoktur; ama duyuru ve öğüt verme çabasını da sürdürmek gerekir. İşte bu sûrede, inkarcılıkta darbımesel olacak kadar ileri gitmiş bazı toplumlardan örnekler verilip bu uyanlara devam edilecektir.

Sözlükte "delil, kanıt, işaret" gibi mânalara gelen 2. âyette geçen "âyet" ke*limesi Kur'an'da "mucize" anlamında da kullanılmaktadır. Önceki âyetin tefsirin*de geçtiği üzere, orada ayın yarılması mucizesinden bahsedildiği kanaatini taşı*yanlar bu kelimeyi daha çok mucize manasıyla açıklamışlardır. "Sihir"i niteleyen ve "öteden beri bilinen" diye çevirdiğimiz "müstemir" kelimesi "gelip geçici; güç*lü, kalıcı ve devamlı" mânalarına da gelir. [21]

3. âyetin "oysa her iş yerli yerindedir" şeklinde çevrilen kısmı daha çok şu mânalarla açıklanmıştır: Evrenin yaratılışı ve hayat olayı anlamsız olmayıp bütün varlık ve olayların bir hedefi, bir gayesi vardır. Her şey Allah'ın ilminde bir tak- dire bağlanmış olup kararlaşmış bir sonuca doğru gitmektedir; her şeyin bir dün*yada görünen bir de âhirette ortaya çıkacak gerçek yüzü vardır. Böylece Hz. Pey-gamber'in görevinin yüceliği ve inkarcıların kişisel arzularına bağlanıp kalmaları*nın süflîliği, vakti gelince belli olacaktır. Resûlullah'ın yaptığı tebliğ işi, sandıkla*rı gibi gelip geçici bir şey değildir [22] Ayrıca mucizeler sihir değil vuku bulmuş gerçek olaylardır.

5. âyetin "Eksiksiz bir hikmet!" diye çevrilen kısmında hikmet kelimesi, bu bağlamda hikmet içeren söz yani Kur'an olarak açıklanmıştır. Gramer açısından bu ifadeyi önceki âyete bağlayıp "Eksiksiz bir hikmet olan uyan ve haberlerle Kur'an geldi" şeklinde veya ayrı bir cümle olarak düşünüp "Kur'an eşsiz bir hik*mettir, onda hiçbir eksiklik ve kusur bulunmaz" tarzında anlamak da mümkündür. [23]

Yaygın yoruma göre 6. âyette geçen ve "çağrıcı" dîye çevrilen "dâ'î" kelime*siyle İsrafil (a.s) kastedilmiştir. Bazı müfessirlere göre çağıran Cebrail veya bu İş için görevlendirilmiş başka bir melek de olabilir. Burada doğrudan doğruya Ce-nâb-ı Allah'ın mahşerde toplanma buyruğuna işaret edildiği, dolayısıyla bu keli meyle kendi zâtının kastedilmiş olabileceği yorumu da yapılmıştır. [24] Bu âyetin "görülmedik bilinmedik bir şey" diye çevrilen kısmıyla mahşer gününün kastedildiği açıktır; bu nitelemeyle o günün bu dünya*daki algılamalara göre tasavvur edilemeyeceğine veya ürküntü ve dehşet veren manzaralarla dolu olacağına işaret edilmiş olmalıdır. Ayetteki nükür kelimesiyle ilgili bir yoruma göre ise bu kısım "dünyadayken inkâr ettikleri gün" anlamı taşı*maktadır. [25]



Meali

9. Bunlardan önce Nuh'un kavmi de (peygamberlerini) yalancılıkla itham etmişti. O kulumuzu yalancı saydılar, "Delinin biri!" dediler ve o görevinden alıkondu. 10. Bunun üzerine "Artık yenik düştüm; yardımını esirgeme!" di- ye rabbine yalvardı. 11. Derken, göğün kapılarını bardaktan boşanırcasına inen bir yağmura açtık. 12. Yerden de salar fışkırttık; böylece azgın sular ön*ceden belirlenmiş bir iş için birleşti. 13. Onu ise tahtalar ve mıhlarla yapılmış gemide taşıdık. 14. Gözetim ve korumamız altında akıp gidiyordu, kendisine inanılmamış olan o kulumuza bir mükâfat olmak üzere. 15. Andolsun, bunu bir ibret levhası olarak bıraktık; ibret alacak yok mu! 16. Azabım ve uyan*larım nasılmış görün! 17. Andolsun ki Kur'an'ı düşünülsün diye kolaylaştır*dık. Düşünecek yok mu! [26]



Tefsiri


9-17. Peygamberlerin yalancılıkla itham edilip türlü eziyetlere maruz bırakıl*ması konusunda Hz. Nuh'un hayatı önemli bir örnek teşkil etmektedir ve Kur'an onun verdiği mücadeleyi oldukça ayrıntılı biçimde değişik vesilelerle gözler önü*ne sermiştir. [27] 12. âyetin son kısmında Nûh kavminin tufan ile helak edileceği yönün*deki ilâhî takdire veya gökten inen sularla yerden fışkıranların birbirine denk ol*duğuna değinildiği yorumlan yapılmıştır. Sonuncu yoruma göre bu kısmı "Böyle*ce sular önceden belirlenmiş ölçüye göre birleşti" şeklinde çevirmek mümkündür. [28] 13. âyette gemi kavramı kullanılmadan ni*teliklerine değinilmiştir; başka âyetlerde bu anlama gelen "fülk" kelimesi geçmek*tedir. Burada gemiyi anlatmak üzere hangi maddelerden imal edildiği bilgisinin verilmesinde, Nuh'a hazır bir gemi gönderilmiş olmayıp onun tarafından yapıldı*ğına, daha önce bu işi bilmediği halde ilâhî vahiy İle bunun kendisine öğretilmiş olduğuna işaret vardır [29] "Mıhlar" diye çevrilen "düşür" ke*limesinin tekili olan "disar", "eğser, geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıta, kenet, perçin veya halat" anlamlarına da gelir. [30]

17. âyette geçen ve "Andolsun ki Kur'an'ı düşünülsün diye kolaylaştırdık. Düşünecek yok mu!" diye çevrilen ifade 22,32,40. âyetlerde de aynen yer almak*ta, böylece Kur'an'm üzerinde düşünülüp öğüt alınacak bir kitap olduğu, bu ay*dınlatıcı özelliğini önceki kavimlere dair verdiği örneklerle daha da canlı duruma getirdiği halde muhataplannea gösterilen duyarsızlığa vurgu yapılıp bu tutum kı*nanmaktadır. [31] Bu âyetteki "düşünecek" diye çevrilen "müdde-kir" kelimesini "ibret alan, öğüt alan, ders çıkaran" şeklinde de tercüme etmek mümkündür. "Düşünecek yok mu!" cümlesi "Hayırlı olanı isteyen var mı ki yar*dım edilsin!" manasıyla da açıklanmıştır. [32] Öte yandan bu*radaki "kolaylaştırma" anlamına gelen lafızdan hareketle Kur'an'ın kendine özgü ifade özellikleri, anlaşılma ve ezberlenmesinin kolay oluşu gibi hususlar üzerinde durulmuştur. [33]



Meali


18. Ad kavmi de (peygamberlerini) yalancılıkla itham etti. Azabım ve uyarılanın nasılmış bir bakın! 19. Onların üzerine bitmek bilmeyen kara bir günde şiddetli bir kasırga gönderdik. 20. İnsanları sökülmüş hurma kütükleri gibi çekip alıyordu. 21. Azabım ve uyarılarım nasılmış bir bakın! 22. Andolsun ki Kur'an'ı düşünülsün diye kolaylaştırdık. Düşünecek yok mu! 23. Semûd kavmi de uyarıları ciddiye almadılar. 24. Dediler ki: "İçimiz*den tek başına bir beşere mi uyacağız? O takdirde doğru yoldan sapmış olur, yanarız. 25. Dahî mesaj içimizden ona mı gönderilmiş? Hayır o, yalancı küs*tahın biri!" 26. Yarın onlar asıl yalancı küstah kimmiş görecekler! 27. (Allah Salih'e şöyle buyurdu) "Şüphesiz biz dişi deveyi onlan sınamak için gönder*miş bulunuyoruz. Şimdi sen onların ne yapacağını izle ve sabret. 28. Bir de onlara, suyun aralarında paylaşımlı olacağını bildir. Her biri sırası geldi*ğinde hazır bulunsun." 29. Derken ilgili adamlarını çağırdılar; o da (deve- ye) miim ip hunharca tfdiirdü. 30. Azabım ve uyarılarım nasılmış bir ba-kın. 31. Üzerlerine tek bir ses yolladık da hayvan ağılındaki kuru çalılar gibi ıtoverdiler. 32. Amâoisvuı ki Kur'an'i düşünülsün diye kolaylaştırdık. Diişü-»ecek yok nm' 33. Lût kavmi de uyanları ciddiye almadılar. 34-35. Biz de üzerlerine Uş yağdıran bir kasırga gönderdik. Ancak Lût ailesi hariç. Onla*rı katımızdan bir lütuf olarak seher vakti kurtardık. Şükredenleri işte böyle ödüllendiririz. 36. Aslında o, kendilerini bizim amansız yakalayişımıza kar*şı uyarmıştı; ama onlar bu uyarıları şüpheyle karşıladılar. 37. Üstelik onun misafirleriyle ilgili çirkin bir talepte bulundular. Biz de gözlerini silme kör ediverdik; tadın bakalım azabımı ve uyardığını sonuçları! 38. Ve nihayet bîr sabah, kalıcı bir azap onları yakalayiverdi. 39. Tadın bakalım azabımı ve uyardığım sonuçlan! 40. Andolsun ki Kur 'an 'ı düşünülsün diye kolaylaştır*dık. Düşünecek yok mu! 41. Şüphesiz Firavun'un halkına da uyarılar gel*mişti. 42. Ama onlar bütün delillerimizi yalan saydılar, biz de onların yakası*na üstün ve güçlü olana yaraşır biçimde yapıştık. [34]



Tefsiri


18-22. Âd, Hûd peygamberin gönderildiği kavmin adıdır; çok tanrıcı inanca taassupla bağlanma ve tevhİd inancına yapılan çağrıya karşı zorba bir tavır sergi*leme konusunda Kur'an'in değişik yerlerinde kötü bir örnek olarak anılır. [35] 20. âyette şiddetli rüzgârın sürüklediği in*sanlardan söz edilirken onlann "sökülmüş hurma kütüklerTne benzetilmesi Âd kavmi mensuplarının iri yapılı ve uzun kimseler olması ve kafalarının kopup göv*delerinin kütük gibi yuvarlanıp gitmesiyle açıklanmıştır. [36]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:27 am

23-32, Semûd, Salih peygamberin gönderildiği kavmin adıdır; Allah Teâlâ onları sınamak üzere mucizevî özellik taşıyan bir dişi deve göndermiş, mevcut su*dan dönüşümlü yararlanmaları yönünde bir kural koymuş, böylece onlar bir sına*maya tâbi tutulmuş, peygamberin Allah'tan getirdiği buyruk ve yasaklara saygılı olduklarını davranışlarıyla ortaya koymaları İçin kendilerine bir fırsat tanımıştı. Fakat onlar inançsızlıklarını açığa vuran bir davranış sergilediler ve zarar verme*meleri emredilen deveyi hunharca öldürdüler. [37] 23. âyette (aynı şekilde 33. âyette) "uyanlar" diye çevrilen kelimeyi "uyarıcı açıklama ve öğütler" veya "uyarıcı peygamberler" mâ*nasında anlamak mümkündür. 31. âyetin "hayvan ağıündaki kuru çalılar gibi" di*ye çevrilen kısmı, bu tanılamayı oluşturan kelimelerin değişik anlamları bulundu*ğu için, "ağılı çeviren çubukların döküntüleri; yanmış kemikler; köhnemiş duvar*dan dökülen topraklar gibi" mânalarla da açıklanmıştır. [38]



33-40. Kur'an, Lût kavmini ahlâksızlığa boğulmuş, özellikle cinsel sapıklık-lanyla tanınmış ve bu yüzden ağır bir cezaya çarptırılmış toplum ömeği olarak muhtelif vesilelerle zikreder. [39]



41-42. Firavun'a bazı deliller, mucizeler gösterilerek yapılan inanç çağrısı ve bunun etrafında gelişen olaylar, tarih boyunca süregelen tevhid mücadelesinin en belirgin ve ibret verici örneklerinden olup Kur'an'da buna sık sık değinilir. [40]



Meali


43. Şimdi söyleyin bakalım (ey putperestler), sizin inkarcılarınız şu anı*lanlardan daha mı iyi! Yoksa sizin için kitaplarda bir kurtuluş hükmü mü var? 44. Yoksa onlar "Biz yenilmez bir topluluğuz" mu diyorlar? 45. Yakın*da o topluluk da yenilecek ve arkalarını dönüp kaçacaklar. 46. Ama asıl vâ*deleri kıyamet günüdür ve kıyamet günü şüphesiz daha dehşetli ve daha acı*dır. 47. Şu bir gerçek ki günaha batmış olanlar, doğru yoldan sapmış ve ken*dilerini yakmışlardır. 48.0 gün yüz üstü ateşe sürüklenirler: "Tadın baka*lım cehennemin dokunuşunu!" 49. Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre ya*rattık. 50. Ye bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup bi*ter. 51. Ândolsun biz sizin nice benzerlerinizi helak ettik. Düşünecek yok mu! 52. Yaptıkları her şey defterlerde kayıtlıdır. 53. Büyük küçük hepsi sa*tır satır yazılmıştır. 54. Takva sahipleri cennetlerde ve ırmak kenarlarmda-dır. 55. Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne sınır olmayan bir hükümdarın huzur undadırlar. [41]



Tefsiri


43-48. Vahiy ile bildirilenleri inkâr etme tavrını inatla sürdüren toplumlardan örnekler verildikten sonra bu âyetlerde, Kur'an'ın inkarcılıkta öncekilere benze*yen Kur'an muhataplarına çarpıcı sorular yöneltilmektedir: Siz onlardan daha mı iyisiniz? Sizin sorumluluktan istisna edildiğinize dair ilâhî kitaplarda özel bir hü*küm veya elinizde bir belge mi var? Ya da çok güçlü ve dayanışma içinde olduğu*nuzu, dolayısıyla asla yenilmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? Ardından verilen ilâhî cevap da şunu ortaya koymaktadır: İman esasına değil dünyevî çıkar anlayışına dayalı olan bu birlik ve güç çok sürmeyecektir; onların asıl cezaları âhirette karşı*larına çıkacaktır ve oradaki ceza buradakİne göre çok daha şiddetlidir. 45. âyet da*ha çok müslümanlann Bedir savaşında kazandıkları zaferle izah edilmiş olmakla beraber[42] 43-44. âyetlerdeki hitap Hz. Muhammed'in peygamberliğini izleyen bütün dönemlerde yaşayan yani Kur'an'ın her devirdeki muhataplarına yöneliktir. Dolayısıyla aynı sonuç, yani inkarcılık temeline dayalı güçlerin, birliklerin bozulmaya mahkum olduğu ve ayrıca bu tür dayanışma grubu mensuplarını âhirette daha ağır bir cezanın beklediği gerçeği bütün dönemler için geçerlidir. Elmalılı'mn belirttiği gibi, 44. âyetteki ifadede, zaman ilerledikçe top*lumsal örgütlenme imkânlarının ve medeniyet vasıtalarının artacağına, dolayısıy*la bu tür şımarık kesimlerin bu imkânlara daha fazla güvenip böbürleneceklerine işaret bulunduğu söylenebilirse de[43] bu durum, doğru inanç ve erdemli yaşayışın, bütün bâtıl inançları, ahlâk bozukluklarını, haksız ve zâlim uygulama*ları mutlaka yeneceği gerçeğini değiştirmez; sûrenin ana tezi de budur. [44]



49-50. Her şeyin Allah Teâlâ tarafından bir ölçüye veya takdire göre yaratıl*mış olması, "her şeyin hikmetin gereklerine uygun biçimde, sağlam, belli bir dü*zen ve denge içinde" yahut "Allah'ın ezelî ilminde malum ve kayıtlı olan şekle gö*re" mânalanyla açıklanmıştır. [45] Bu ifade, devamında yer alan "buyruğunun tek ve göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmesi" ifadesiyle bir*likte değerlendirilerek burada Cenâb-ı Allah'ın İradesini belirleyecek veya etkile*yecek hiçbir güç bulunmadığı gibi, O'nun için zaman, mekan vb. faktörlerin söz konusu olmadığına ve kudretine sınır düşünülemeyeceğine vurgu yapıldığı söyle*nebilir. [46]



51-53. Nice nesiller vadelerini tamamlayıp bu dünyayı terkedip gitmişlerdir; ama bu hayatın sona ermesi yaptıklarının da silinip gittiği, olanların olmamış gibi kabul edileceği anlamına gelmez. Küçük büyük her eylem tek tek kayda geçiril*miştir, belgeler halinde korunmaktadır. Âyette somut bir anlatım içinde hatırlatı*lan bu gerçeğe iman eden bir kimsenin artık bile bile sicilini kirletici bir iş yapma*sı akıl kân değildir; fakat rasyonel düşünme anlamıyla akıl bütün davranışları di*sipline etmeye yetmemekte, bunun yanında aklı doğru kullanıp sonuçlar çıkardık- tan sonra buna uygun davranma iradesini ortaya koymak, bu gerçeklerle ters dü*şen kişisel istek ve arzulara gem vurmak gerekmektedir. 17, 22,32,40. âyetlerde geçen "Düşünecek yok mu!" tarzındaki ilâhî çağrıya, bu defa 51. âyette hemen herkesin kolayca kavrayabileceği bir gerçeğe, daha önce nice nesillerin helak edil*miş olduğuna dikkat çekildikten sonra bir kez daha yer verilmektedir. [47]



54-55. İlk âyetteki "neher" kelimesine "bol ışık" mânası da verilmiştir. [48]Buna göre âyetin meali şöyle olur: "Takva sahipleri cennetlerde nur içinde olacaklardır." 55. âyetin "doğruluğun hakim olduğu bir ortamda" diye çevrilen kısmı "hoşnut olunacak, güzel bir yerde, dost meclisinde; boş sözler ko*nuşulmayan, günah İşlenmeyen, hak ve hakikat meclisinde" mânalanyla da açık*lanmıştır. [49]Aynı âyetin "gücüne sınır olmayan bir hükümdar" diye çevrilen kısmında geçen "melîk" ve "muktedir" kelimelerinin nekire (belirsiz) olmasında, insan havsalasının Allah Te-ilâ'nm hükümranlık ve gücünün mahiyetini kavrayamayacağma işaret bulunduğu yorumu yapılmıştır. [50]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:28 am

NECM SÛRESİ

53


İndiği Yer :


Mekke



İniş Sırası :

23



Âyet sayısı :

62



Nüzulü


Mushaf'taki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden önce Mekke'de nazil olmuştur. Sadece 32. âyetinin Medine'de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve sonra-sıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti tereddüde açık bırakmaktadır.[1]



Adı


İlk âyetinde geçen ve "yıldız" anlamına gelen "necm" kelimesi sûreye ad olmuştur.[2]



Konusu


Kur'an'ın Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e indirilmiş olduğu ve Hz. Peygamber'in Allah'tan aldıklarını sadakatle tebliğ ettiği ortaya konmakta, müşriklerin melekleri Allah'ın kızları, putları da melekleri sembolize eden varlıklar olarak kabul etme şeklindeki inançları mahkum edilmekte, önceki peygamberlere gönderilen vahiylerle Resûlullah'ın getirdikleri arasındaki bazı or*tak noktalara değinilmekte, inkarcılıkları sebebiyle helak edilmiş geçmiş toplum*lardan Örnekler verilmektedir. [3]



Meali


Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1-2. İndiği sırada yıldıza andol-sun ki bu arkadaşınız ne sapıtmış ne de eğri yola gitmiştir. 3. Kişisel arzula*rına göre de konuşmamaktadır. 4.0, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir. 5-7. Onu, çok güçlü, üstün niteliklerle donatılmış biri öğretti. O, ufkun en yüce noktasındayken asıl şekliyle göründü. 8. Sonra yaklaştıkça yaklaştı. 9.0 kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu. 10. (Allah) kulu*na ne vahyettiyse vahyetti. 11. Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı. 12. Şim*di siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyor*sunuz! 13-14. Andolsun ki onu bir başka iniş esnasında da Sidre-i Münte-hâ'nın yanında gördü. 15. Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır, 16. O an Sidre'yi bürüyen bürümüştü. 17. Göz ne kaydı ne de hede*finden şaştı. İS. Hiç kuşkusuz o, rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmüş*tü. [4]



Tefsiri


1-2. Sûreye, Kur'an'm önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur'an hakkında*ki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan ol*madığı gibi kişisel ihtiraslartyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette "bu arkadaşınız" anlamındaki "sâhibüküm" tamlamasının kullanılmış ol*ması, muhatapların Hz. Peygamber'i yakından tanıdıklarını[5] yıl*lar yılı onun ne kadar erdemli, makul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan ol*duğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça manidardır. Zira "sâhib" kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; di*limizdeki "sohbet" kelimesi de aynı kökten türetilmiştir. [6]

İlk âyette Yüce Allah "necm" üzerine yemin etmiştir. Meâtde "yıldız" şek*linde çevrilen necin kelimesin sözlük anlamları, Kur'an'daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır.


3-4. Kur'an'da değişik vesilelerle İfade edildiği üzere Hz. Peygamber bir beşerdir, ama Allah'tan vahiy almaktadır. Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hususu yani asla tannlaştınlmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına bildir*diklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tu*tulmasının ne kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun pey*gamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre söylenmiş sözler olamaya*cağına bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 3. âyette "konuşma, söyleme" anlamın-da bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah'ın bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı içinde kişisel düşüncelerini belirt*mek üzere veya (yargıç, devlet başkanı, komutan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed'in vahiy almaşım yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur'an'ı kendisinin uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır. [8] Bununla birlikte, bu âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Resûlullah'ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve davra*nışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir konuda İctihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır. [9] Tanımı ve Özellikleri 2) Vahiy" başlığı). [10]



5-18. Hz. Peygamber'e gelen vahyin kaynağı ve onun Allah katındaki üstün mertebesi hakkında hiçbir kuşku duyulmaması için oldukça canlı bir tasvire yer veren bu âyetlerin üslûbundaki gizemlilik, bir taraftan da duyularla algılanamayan, fizik âlemin ötesine taşan konularda İmanın esas olduğuna ve bu hususta aklın sı*nırlarını zorlamanın anlamsızlığına dikkat çekildiğini düşündürmektedir. Müşah*has unsurlarla bezenmiş izlenimi vermekle birlikte zihni soyut düşünme düzeyine doğru yükselten ve etkileyici bir üslûp taşıyan bu tasvirdeki asıl amacın, tarihin her döneminde değişik biçimler altında benzerleri görülen Mekke putperestlerinin maddî veya manevî bir takım varlıkları devreye sokarak tanrı inancını somut bir tasavvura indirgeme, böylece Allah'tan başka varlıklara tanrılık izafe etme telâk*kisini mahkûm etmek olduğu söylenebilir.

Sûrenin inişi erken Mekke dönemine rastlamakla beraber, bu âyetler küme*sinin ve özellikle 13-18. âyetlerin, Mekke döneminin sonlarına doğru gerçekleşti*ği bilinen mi'rac olayı ile ilgili olduğu kabul edilir. Tefsirlerde bu âyetlerde yer alan kelimeler için yapılan geniş açıklamalar ve buna göre ortaya çıkan farklı yo*rumlar [11] aşağıda özetlenmeye çalışılacaktır.

Pek çok âyette, Kur'ân'ın vahyedilmesi kelâmın asıl sahibi olan Allah'a nis*pet edildiğine göre onu asıl öğretenin Cenab-ı Hak olduğunda şüphe yoktur; Rah*man 55/1-2. âyetinde de "Kur'an'ı Rahman öğretti" buyurularak bu husus ayrıca ifade edilmiştir. Öte yandan Yüce Allah, Şûra 42/51 âyetinde belirtildiği üzere vahyini elçi gönderip onun vasıtasıyla da bildirebifmektedir ve -bazı âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre- bu elçi de vahiy meleği Cebrail'dir. [12] Bu durum karşısında, 5. âyette geçen "öğretti" anla*mındaki fiilin öznesinin Allah Teâlâ veya Cebrail olabileceği yorumları yapılmış*tır. Fakat buradaki ifade akışı ve özneyi nitelemek üzere seçilen kelimeler göz önüne alınarak ikinci ihtimal daha güçlü bulunmuştur. Bazı müfessirlerce, burada "öğreten" hakkında övgü ifadesi kullanılmasının öğrenenin faziletine dikkat çek*me anlamı taşıdığı, ayrıca bu ifadeyle inkarcıların "Kesin olarak ona bîr insan öğ*retiyor" tarzındaki iddialarını (Nahî 16/103) reddetmenin amaçlandığı belirtilmiş*tir. 6. âyetteki "üstün niteliklerle donatılmış" diye çevrilen sıfat "çok güçlü veya etki ve nüfuzu çok kuvvetli" mânasına alındığında bunu hem Yüce Allah'ın hem de Cebrail'in sıfatı olarak düşünmek mümkündür. Ayrıca bu tamlama "aklî mele*keleri çok güçlü, korkusuz, sağlam yapılı, heybetli, güzel görünümlü" gibi mâna*lara da gelmektedir ki bunlar Cebrail'in nitelikleri olabilir. 7. âyetteki "asıl sekliy*le göründü" diye tercüme edilen cümlenin öznesini Cebrail olarak düşünen müfes-sİrler burada, onun başka zamanlarda insan suretinde göründüğü halde bu defa gerçek suretinde göründüğüne işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Onlar bu yoru*mu bazı rivayetlerle desteklerken, vahiy meleğinin sadece Hz. Muhammed'e ger*çek suretinde görünmüş bulunduğunu ve bunun da hayatında iki defa vâki olduğu*nu belirtirler. Diğer bir yoruma göre İse bu cümlenin öznesi Hz. Peygamber olup burada öğretme fiilinin etkisini yani onun peygambere ait ilimde yükselip doğrul-duğu anlatılmaktadır; dolayısıyla 6. âyetteki "istevâ" fiilinin "doğruluverdi" şek*linde tercüme edilmesi uygun olur. "Ufkun en yüce noktasındayken" dîye çevrilen 7. âyet de söz konusu "doğrulma" veya "asıl şekliyle görünme" anlamındaki fiilin öznesine göre açıklanmaktadır. Bunları Cebrail'in semâda, ufkun en yüce nokta*sında veya ufku tamamen kaplar bir halde görünmesi veya Hz. Peygamber'İn ma*nevî mertebesinin yükselmesi şeklinde özetlemek mümkündür. Belirtilen fiilin birinci öznesini Cebrail, fiilin hemen ardından gelen "vav" harfini bağlaç ve "hüve" zamirini Hz. Muhammedi ifade eden ikinci özne olarak düşünüp "Cebrail ve Pey*gamber en yüce ufukta (güneşin doğduğu yönün en üst noktasında) yükselip doğ*ruldular" mânasını verenler de vardır. [13]İbn Atıyye dilbilim*cilerin bu tür özne takdir edilmesini tasvip etmediklerini; ayrıca "ufuk" kelimesi*nin mânasını bu şekilde sınırlandırmanın mesnetsiz olduğunu belirtir. [14]

"Sonra yaklaştıkça yaklaştı" şeklinde çevrilen 8. âyetteki "denâ" ve "tedellâ" fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır:

a) Cebrail'in Re- sûlullah'a yaklaşması ve ona doğru inişi.

b) Cenab-ı Allah'ın Resûlullah'a yaklaş*ması, onu kendine cezbetmesi.

c) Resûlullah'ın Yüce Allah'a yaklaşması, O'nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğu*nu ileri sürmüşlerdir.

"O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu" diye çevrilen 9. âyetteki "kavseyn" "iki yay" mânasına gelir; "kab" de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlan*dığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. "Kabe kavseyn" ifa*desi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:28 am

a) O dönemde Araplar bir anlaş*ma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam ola*rak ahitleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre "kabe kavseyn" hem maddî anlamda fevkalade yakın olmayı hem de manevî bir yakınlığı ifade eder.

b) Hicaz dilinde "kavs" kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zira) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki ar*şın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir.

c) "Kabe kavseyn" ifade*sini dönüştürme (kalb) yöntemine göre "bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar" şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet "hatta daha yakın oldu" şeklinde tamam*lanmakta, böylece "adetâ elini uzatsa değecek kadar yakındı" mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, -manevî anlamda- Resûlullah'ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, araya vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığı*na dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvuf! ve işâri tef*sirlerde itibar edilen bîr yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mTracda Allah ile Peygamber'i arasında gerçekleşmiştir.

"(Allah) kuluna ne vahyettiyse vahyetti" diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrail veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna "Bu yaklaşmayı takiben Cebrail, Allah'ın, kulu Muhammed'e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti" şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak ge*rekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Te-âlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi'rac sırasındaki geliş*melerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrail asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Ayetlerin mi'racı anlattığı kabul edilirse "görünme, yüce ufukta, Sidre-i Müntehâ'da olma, inme, çok yaklaşma" gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasılhk ve nicelikle ilgili ol*maksızın Allah'a mahsus fiililer ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.

"Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı" diye tercüme edilen 11. âyete "O ku*lun gördüğünü veya kalbin gördüğünü kalp yalanlamadı" mânası da verilebilir; fa*kat 17. âyette "göz" anlamına gelen "basar" kelimesinin kullanılmış olduğu dikka*te alınarak burada da gözle görmenin kastedildiği düşünülüp âyet şöyle yorumla*nabilir: Resûl-i Ekrem'in, Cebrail'i ona özgü müthiş donanımlanyla veya mi'rac-daki o olağanüstü tecellileri görmesi bir hayal ürünü değil, hakikatin ta kendisiy*di; gözün gördüğünü kalp de onaylamıştı. "Şİmdİ siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz!" anlamındaki 12. âyette "görme" fiilinin geniş zaman kalıbında olması burada sözü edilen görmenin bir kereye mahsus olmadığına işaret sayılabilir. Nitekim müteakip âyet de bu mânayı teyit et*mektedir. Burada Resûlullah'ın (gözündeki algılama gücünün kalbine verildiği ve böylece) Rabbini kalbiyle gördüğünün kastedildiği yönünde rivayetler de bulun*maktadır. 13 ve 14. âyetleri "Andolsun ki onu bir başka İniş esnasında da Sidre-i Müntehâ'nın yanında gördü" veya "Andolsun ki onu bir defasında da Sidre-İ Mün-tehâ'nın yanında görmüştü" şeklinde çevirmek mümkündür. Birinci mânayı tercih edenlere göre burada, Resûlullah'ın mertebesinin Cebrail'den üstün olduğuna işa*ret bulunmaktadır. Bu âyetteki "iniş" kelimesinin Cebrail'in inişini anlattığı kana*atini taşıyanlar da vardır. Bu kelimenin Allah Teâlâ hakkında olduğu yorumu da yapılmış olmakla beraber bu zayıf bulunmuştur. 14. âyette geçen "sidretü'1-mün-tehâ" tamlaması için yapılan yorumlan da "yaratılmı şiarca bilinebilirlerin son sı*nırım işaretlediği kabul edilen hudut noktası; akıllara durgunluk verecek ölçüde hayreti arttıran makam" şeklinde özetlemek mümkündür (sidre kelimesinin bir ağaç türünü ifade etmesinden ve "sidretü'l-müntehâ"nın cennetin uçlarında oldu*ğunu belirten rivayetlerden hareketle yapılan yorumlar da sonuç itibariyle özetle*nen bu mâna ile örtüşür).

"Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır" diye çevirdiğimiz 15. âyet müfessirlerce daha çok "ki onun yanında Me'vâ cenneti vardır" manasıy*la açıklanmıştır. Bu açıklama, "cennetü'l- me'vâ" tamlamasını "müttakîlerin veya şehitlerin ruhlarının varacakları cennet" anlamında, müstakil bir isim olarak dü*şünmüş olan âlimlerin anlayışına uygun düşmektedir. Fakat İslâm âlimleri arasın*daki hakim kanaate göre burada geçen "sığınılacak, barınılacak yer" anlamındaki me'vâ kelimesi cenneti nitelemektedir. [15] bu sebeple, mealde belirtilen mâna tercih edilmiştir.

"O an Sidre'yi bürüyen bürümüştü" mânasına gelen 16. âyetle ne kastedildi-ği hususu oldukça kapalı olup daha çok bu konudaki rivayetler ışığında değişik yo*rumlar yapılmıştır. Bunları, "Resûlullah'ın Sidretü'l-Müntehâ'da bulunduğu esna*da Allah'ın nuru veya melekler yahut yaratılmışların nuru ya da altın bir pervane orayı öylesine kaplamıştı ki Resûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzel*liğe bürünmüştü" şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre burada anlatılan "bii-rünme, kaplama, Örtme"yi, vâki olacak yakınlık ve müşahedeye bir beşer olan Peygamberimizin tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi ola*rak anlamak daha uygundur. 17. âyette belirtildiği üzere bu esnada göz kaymamış ve hedefinden şaşmamıştı; yani Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmaya*cak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-sola yönelme*miş, gördüğü olağanüstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmemiş, edepte kusur et*memiş; aksine tam bir dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tespitler yap*mıştı. Burada kullanılan fiillerden ilki onun edebini ikincisi de bakışındaki gücü belirtme mânası taşır. Bu âyetin yorumu sırasında Hz. Musa'nın Allah'ı görme ar*zusu ile Hz. Muhammed'in burada yaşadığı olay arasında bir mukayese yapılır ve Hz. Mûsâ örneğinde dağ dayanamayıp parçalandığı ve kendisi de bayılıp yere düş*tüğü halde bu olayda Sİdre ve Resûl-i Ekrem açısından böyle bir durumla karşıla*şamadığı hatırlatılır.

18. âyetteki "Hiç kuşkusuz o, ... görmüştü" anlamındaki cümlede öznenin Hz. Peygamber olduğu açıktır; fakat onun neyi gördüğünü şu mânalardan biriyle açıklamak mümkündür:

a) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü.

b) Rabbinin en bü*yük âyetlerinden bir kısmını.

c) Rabbinin en büyük âyetlerini gördü. Bunlardan ilk mânayı tercih eden müfessİrlerden bazıları bunu Cebrail'i görmesi şeklinde açık*lamışlar, bazıları da Hz. Peygamber'in rabbini görmüş olması ihtimali üzerinde durarak bu konuyu geniş biçimde tartışmışlardır. İbn Abbas'tan meşhur olarak nakledilen rivayette Peygamber'in rabbini gözüyle gördüğü belirtilirken, kendisi*ne bu konuda soru sorulan Hz. Âişe bu ihtimali reddetmiştir. İbn Mes'ûd ve Ebû Hüreyre'den meşhur olarak nakledilen rivayet de bu yöndedir. İslâm âlimleri bu rivayetleri Allah'ın zâtı, sıfatları ve görülmesine ilişkin âyet ve hadislerle birlikte değerlendirerek iki eğilimi de savunan açıklamalar yapmışlardır. Bazı âlimler Pey*gamber'in Allah'ı gözüyle değil kalbiyle gördüğü, Allah'ın zâtının değil sıfatının tecelli ettiği gibi telifçi yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu noktada unutulmaması gereken bîr husus da, anlatılan oluş ve tecellilerin farklı bir âlemde, farklı varlık boyutunda, farklı şartlar içinde gerçekleştiği, dolayısıyla bu bir iman konusudur.

Elmahlı'nın, sûrenin başından buraya kadarki kısımla ilgili yorumlan verir*ken ara ara kaydettiği ve önemli bulduğumuz kendi tercihiyle ilgili düşüncelerini şöyle toparlamak mümkündür: Resûlullah, Cebrail'i Kur'an'ın her inen parçası esnasında, hangi surete girmişse Öyle görüyordu. Gerçek suretinde ise bir defa mi'racdan önce gördü, o vakit Cebrail Resûlullah'a inmişti. Bir kere de mi'rac-dan inerken gördü, bunda Resûlullah Cebrail'e doğru iniyordu ve Cebrail Sidre-i Müntehâ'nın yanında onu karşılıyordu. Hz. Peygamber namaz konusunda birkaç defa inip çıkmış olduğundan 13. âyetteki "nezleten uhrâ" tamlamasını "son bir iniş" şeklinde düşünmek daha manidar olur. Dolayısıyla ufukta istiva etmeyi (doğrulmayı) Hz. Peygamber'in kendisine yapılan talim (öğretme) üzerine nü*büvvet ilminde yükselip istikametini alması (en yüksek ufukta istiva etmesi) şek*linde anlamak uygun olur. Cebrail'in tâlimi üzerine Resûlullah en yüksek ufukta istiva ile kalmamış, ondan sonra Allah Teâlâ'ya doğru yaklaşmıştır. Bu durumda 8. âyetteki yaklaşmanın Resûlullah hakkında olduğu, cezbe (çekme) mânası içe*ren "tedellâ" fiiliyle de onun cezbedilmesinin yani aşağıdan yukarı doğru çekilip çıkarılmasının kastedildiğini, dolayısıyla burada mi'raca işaret bulunduğunu söy*leyebiliriz. 9 ve 10. âyetlerden de şu mâna çıkmaktadır: mi'racda Allah'ın has ku*lu olan arkadaşınız Muhammed (a.s.) o istivadan sonra rabbine öyle yaklaştı ki, her vasıta ortadan kalktı yani mi'racda Cebrail dahi vasıta olmaksızın Allah Te-âlâ kuluna her ne vahyetti ise vahyetti. 18. âyetten, Resûlullah'ın, Cenâb-ı Al*lah'ın rubûbiyyetini gösteren, mutlak egemenliği altındakilere ait hayretler uyandırıcı ve söz kalıpları içine sığmayacak nice delilleri veya en büyük delili gördü*ğü anlaşılmaktadır; şu halde bunun mahiyetini açıklamaya kalkmak bizim haddi*miz değildir. Âyette "Rabbini gördü" denmeyip "Rabbinin âyetlerinden en büyü*ğünü gördü" buyunılduğuna göre bu ifadenin zahirinden O'nun zatını gördüğü anlamı çıkmaz. Bu konuyu açıklarken Râzî'nİn kullandığı bir ifade bize başka bir mânayı düşündürdü: Rü'yet (görme) en büyük âyet olunca burada "kübrâ" (en büyük) kelimesini "rü'yet" ile tefsir edebiliriz. Bunu da iki yönlü düşünmek mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden yani mucizelerinden en büyüğü olan rü'yet mucizesini gördü; âhirette ümmetinin göreceği gibi beni gördü demek oia-bilir. b) En büyük âyet olan rü'yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü En'âm 6/103 âyetinde geçtiği üzere "basar" (görme) olayının künhünü ve dolayı*sıyla rü'yetin hakikatini Allah bilir. O halde rü'yetin hakikatini görmek, -bîr kud-sî hadiste yer alan "... artık onun kulağı, gözü ve kalbi ben olurum"[16]ifadesiyle Enfâl 8/17 âyetinin mazmunu üzere- Allah Teâlâ'nın Resûlullah'ta tecelli eden en büyük yakınlık âyet ve delillerinden olmuş olur. Bu yoruma göre âyet-i kübrâ (en büyük delil) "hakikat-i Muhammediyye" demektir. Sözün akışı makam-ı Muhammedi'nin açıklanmasıyla ilgili olduğun*dan, biz de (Elmalılı) en büyük âyetin hakikat-i Muhammediyye olduğu kanaati- ni taşıdığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü maksat hangisi olursa olsun, âyetlerin en büyüğünün veya âyetlerden en büyüğünün onda tecelli etmiş bulunduğunda şüphe yoktur. [17]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:28 am

Meali

19-20. Gördünüz değil mi (âciz durumdaki) Lât'ı, Uzzâ'yı ve bir diğerini, üçüncüsü olan Menâfi! 21. Erkek çocuklar size de kız çocuklar O'na öyle mi! 22. Ama o takdirde bu insafsızca bir taksim! 23. Bunlar sizin ve ataları*nızın putlara taktığı kuru isimlerden ibarettir. Allah onlara öyle bir yetki ve güç vermemiştir. Onlar (putperestler) sadece kuruntularına ve kişisel arzula*rına uyuyorlar. Oysa şimdi onlara rablerinden bîr yol gösterici gelmiş bulun*maktadır. 24. İnsan arzu ettiği her şeye sahip olabilir mi ki! 25. Ama âhiret de Allah'ındır, dünya da. 26. Göklerde nice melekler vardır ki, Allah diledi*ği ve razı olduğu kulları için izin vermedikçe onların bile şefaati hiçbir fayda sağlamaz, 27. Âhirete inanmayanlar melekleri dişi varlıklar olarak anıyor*lar. 28. Oysa onlarm bu konuda bir bildikleri yok; sadece kuruntularına uyu*yorlar. Kuruntu ise asla gerçek bilginin yerini tutamaz. 29.0 halde bizi an*maktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka arzusu olmayan kişilerden sen de yüz çevir. 30. İşte bildikleri bu kadar. Şüphesiz kendi yolundan sapa*nı en iyi bilen rabbindir, doğru yolu bulanı da en iyi bilen O'dur. [18]



Tefsiri


19-30. Hz, Muhammed'İE getirdiği bilgilerin, buyrukların ve uyarıların kay*nağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûp*la verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tan*rılık yakıştırdıkları ve ululadıklan putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üze*rinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Ku*reyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tev-hid inancını zedelemesi ve İnsanı yaratılmışlara, alelade varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadı sapkınlıkların mahkum edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah'a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah'ın varlığını ve kudretini evrende kolay*ca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah'ın sıfatları ve rubûbiyyetini na*sıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O'nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O'nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi al*masına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağını um*duklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah'tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur'an'da yüz*lerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu göste*recek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhakemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmala*rını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekle*ri Allah'ın çocukları sayarken, üstelik O'na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynaklan nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanma*dıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni İşletmek yerine kör taklitle dav*ranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah'a çocuk İzafe et*meye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladık*ları kadın cinsini ise Allah'a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi fark etmiyorlar! [19]

19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler'in en fazla önem ver*dikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah'ın kızları saydıklarından onla*rı sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kentlileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Ka*be'nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarında*ki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı. [20]

Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte "beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve gü*zel kız" anlamlarına gelen "gurnûk" (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabi*lesi mensupları putlarının Allah'ın kızları olduğuna inanır ve Kabe'yi tavaf eder*ken, "Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır" diyerek onları yüksekte uçan kuşlara -veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah'ın kızları olarak gör*dükleri için) genç ve güzel kızlara- benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kay*naklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kabe'nin civarında Kureyşliler'le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetle*re gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi "İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüp*hesiz şefaatleri umulmaktadır" anlamına gelen bir metni Resûlullah'a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik din*lerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere ko*nu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı ta*rafından, Kur'ân-ı Kerîm'i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır, Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, ba*zı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzulünün ardından müşriklerin sec*de ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koy*muştur. [21] Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmişlerdir. İslâm inançla*rı açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhamtned'in peygamber*liği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, O izin verip razı olmadıkça melek*lerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir. [22]

23 ve 28. âyetlerde, Allah'a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduk*larına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutum*ları eleştirilmektedir. Kur'an'da zan kelimesi bazen olumlu bir içerikte kullanıl*makla birlikte bu ve benzeri yerlerde, "insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmak*sızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri" anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, "Şu varlıklar bana şefaat*çi olur" diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saç*malığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğra*tacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah'ın irade*sine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyece*ğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen "insan" kelimesiyle Hz. Mu-hammed'in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin ken*di arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah'ın lütfü olduğuna işaret edildiği yo*rumunu yapmıştır. [23] Ancak İbn Atıyye'ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur. [24]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:29 am

TUR SÛRESİ

52








İndiği Yer : Mekke


iniş Sırası :76


Âyetsayısı :49



Nüzulü



Mushaftaki sıralamada elli ikinci, iniş sırasına göre yetmiş altıncı sûredir. Secde sûresinden sonra, Mülk sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]



Adı
İlk âyetinde geçen ve genellikle Sİna Dağı olarak anlaşılmış olan "Tûr" keli*mesi sûreye ad olmuştur. [2]



Konusu


Yemin ifadeleriyle hesap gününün kaçınılmaz bir gerçek olduğuna vurgu ya*pılarak başlayan sûrede, inkarcıların âhİret hayatıyla yüz yüze gelince karşılaşa*cakları durum, ardından cennete lâyık görülecek takva ehlinin mükâfatlan tasvir edilmekte; Resûl-i Ekrem'in gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan delillere yer verilerek (Kur'an'in benzerini kendilerinin de ortaya koyabilecekleri iddiasında bulunanlara bu hususta meydan okunmak ve onlara çarpıcı sorular yöneltilmek su*retiyle) Resûlullah'a karşı ileri sürülen asılsız iddialar çürütülmektedir. [3]



Meali


Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1-8. Tura, açık sahifeler üze*rine yazılı Kitaba, Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, kaynayan denize andolsun ki, rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir; ona engel olabilecek yoktur! 9-10.0 gün gök öyle bir sallanıp çalkalanır, dağlar yerinden kopup öyle bir yürür ki! 11. İşte o gün vay haline yalan sayanların! 12. Onlar dal*dıkları bataklıkta oyalanıp duruyorlar. 13. O gün cehennem ateşine ite ka*ka götürülecekler. 14. (Onlara şöyle denecek) "Yalan sayıp durduğunuz ateş işte bu! 15. Bu da mı sihir! Yoksa görmüyor musunuz! 16. Girin oraya! Ar*tık sabretmişsiniz etmemişsiniz, sizin için fark etmez. Çünkü sadece yaptık*larınızın karşılığını görmektesiniz." 17-18. Allah'a saygısızlıktan sakınanlar ise, rablerinin kendilerine verdiği) le mutluluk bularak cennetlerde ve ni*metler içinde olacaklardır. Rableri onları cehennem azabından da korumuş olacaktır. 19-20. (Onlara denecek ki) "Yaptıklarınızın karşılığı olarak, sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak afiyetle yiyin için." Ayrıca onları güzel gözlü eşlerlerle evlendireceğiz. 21. İman eden, soylarından gelenlerin de ay*nı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini ka*tacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir. 22. Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol veririz. 23. Orada karşılıklı kadeh alıp verirler, ama o içecek ne saçmalamaya yol açar ne de günah işlemeye. 24. Sedeflerinde saklı incilere benzeyen genç hizmetçileri etraflarında dönüp dururlar. 25. (Cennettekiler) birbirlerine dönüp sorarlar: 26. "Doğrusu biz, derler, daha önce yakınlarımız arasındayken için için bir korku taşımaktay*dık (değil mi?) 27. Şimdi ise Allah bize lütfuyla muamele etti de bizi kavuru*cu azaptan korudu. 28. Elbette biz bundan önce yalnız O'na yalvanyorduk. Şüphesiz ihsanı bol ve çok merhametli olan da yalnız O'dur." [4]



Tefsiri


1-8. Yüce Allah alü şey üzerine kasem (yemin) ederek peygamberleri vasıta*sıyla haber verdiği azabm mutlaka geleceğini ve onu engelleyebilecek hiçbir gü*cün bulunmadığını bildirmektedir. Üzerine yemin edilenlerle nelerin kastedildiği ve bunların yemin konusu ile bağlantısı hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır.[5]

Müfessirlerin büyük çoğunluğu, 1. âyette geçen tûr kelimesini -Kur'an'daki kullanımlarını dikkate alarak- Hz. Musa'ya peygamberlik görevinin tebliğ edildi*ği kutlu dağ (Sina Dağı) anlamıyla açıklamışlardır. Bununla genel olarak dağların kastedildiği kanaatini taşıyanlar da vardır. [6] Bazı müfessirler ise bu kelimenin kök anlamlarından olan "uçma" manasıyla bağ kurarak "gayb âle*minden duyular âlemine uçup gelenler (ilhamlar, bilgiler, melekler)" yorumunu yapmışlardır . [7]

2 ve 3. âyetlerde söz konusu edilen "kitap" ile ilgili olarak yapılan belli başlı yorumlar şunlardır:

a) Hz. Musa'ya verilen kitap.

b) Kur'ân-ı Kerîm.

c) Hz. Mu-hammed'den önce indirilmiş ilâhî kitaplar.

d) Yaratılmışlarla ilgili bütün bilgilerin kayıtlı bulunduğu levh-i mahfuz.

e) Meleklerin göreviyle ilgili olarak levh-i mah*fuzdan istinsah edilmiş kısımlar.

f) Haşir günü insanların dünyada yapıp ettikleri*ni ayrıntılı olarak görecekleri amel defterleri [8] 3. âyette geçen "rakk" kelimesi "sahife, varak" mânası*na gelir; daha çok hayvan (özellikle ceylan) derisinden yapılmış ince deri İçin kul*lanılır. Burada "kitap" kelimesiyle Kur'ân-ı Kerim'in kastedildiği yorumunu ya*panlar, sürenin indiği sıralarda Kur'an'ın bu şekilde yazılmaya başlandığı veya -ta*mamı açısından- ileride yazılacağına işaret bulunduğu yorumunu yaparlar. "Açık ve yayılmış" anlamına gelen "menşur" kelimesiyle ilgili olarak Râzî şu ilginç yo*rumu yapar: Burada kitabın açıklık özelliğine işaret vardır; zira dürülü, kapalı ki*tapta ne bulunduğunu kimse bilemez; şu halde burada söz konusu olan kitap dürü*lü yazılardan yani levh-i mahfuzdan farklıdır; bunun anlamı "O size açıktır, onu in*celeyip üzerinde düşünmenize kimse engel olamaz" demektir. [9]

4. âyetteki "el-beyt'ül-ma'mûr" tamlaması hakkında başlıca iiç yorum vardır:

a) Semâda bulunan bir evin, bir mescidin adıdır; ilgili rivayetlerde bunun yedinci semâda, Kabe'nin izdüşümüne denk gelen bir yerde, Arş'ın hizasında bulunduğu, Durah diye de anıldığı, meleklerin ziyaretiyle şenlendiği belirtilir. Dördüncü ve al*tıncı semâda veya semânın ve yerin her bir katında bir beyt-i ma'mûr bulunduğu yönünde de nakiller vardır. Yine rivayetlerde yer alan bilgilere göre her gün ora*ya çok sayıda melek girer, Allah'ı takdis ve teşbih ederler; çıkanlar artık asla (kı*yamete kadar) oraya dönmezler. [10] Şu var ki bu rivayetlerin âyetteki tamlamayı izah amacı taşı*dığı açık değildir. [11]

b) Kabe'nin adıdır. Bu yorumda mamur kelimesinin, "gelen gideni çok olan, ziyaretçileriyle şenlenen ve bakımlı olan yer" mânaları esas alınmıştır. [12] Bu yorumu destekleyen bir rivayete göre Allah Teâlâ onu her yıl belirli sayıda ziyaretçi ile mamur kılar, insanların sa*yısı bundan eksikse meleklerle tamamlar,

c) Müminin kalbi kastedilmiştir. Kalp, kişinin Allah'ı tanıması ve O'na tam bir teslimiyet göstermesiyle mamur olur. [13]

Hemen bütün müfessirler, 5. âyette geçen ve "yüksek, yükseltilmiş tavan" anlamına gelen "es-sakf el-merru'" tamlamasıyla semânın kastedildiğini belirtirler; Enbiyâ sûresinin 32. âyeti de bu mânayı destekler niteliktedir. Bu konudaki bir rivayete dayanarak bazı müfessirler, bununla (cennetin tavanı olan) Arş'in kaste*dildiği yorumunu yapmışlardır. [14]

6. âyetteki "el-bahru'1-mescûr" tamlamasında geçen bahr kelimesi "deniz" anlamına gelir; bunun sıfatı olarak zikredilen mescûr kelimesi ise farklı mânalara gelmektedir. Bu mânalardan hareketle söz konusu tamlama İçin yapılan belli baş*lı yorumlar şunlardır:

a) Kızdırılmış, alevlenmiş: Kelimenin Tekvîr 81/6'daki kul*lanımı ışığında, kıyametin kopması sırasında -muhtemelen jeolojik bir patlamay*la- denizlerin aşırı ısınması kastedilmiş olabilir. [15]

b) Dolgun, taşbn: Denizlerin sularla dolu olması veya okyanuslar kastedilmiş olabilir.

c) Boş: Kıyamet sırasında deniz*lerin boşalması kastedilmiş olabilir.

d) Tutulmuş, hapsedilmiş: Denizlerin, dünya*nın düzenini alt üst edecek taşmalar yapmasının engellenmesine işaret olabilir. [16]

e) Karışık, kanşkan: Suyu birbirine ve*ya tatlısı acısına karışan denizler mânası kastedilmiş olabilir. [17]

f) Tur'dan söz edilmesi dikkate alınarak, Firavun'un boğulduğu denizin kastedildiği de düşünülebilir. [18] Ayrıca burada, se-mâda Arş'ın altında bulunan bir denize[19] veya cehenneme [20] yemin edildiği yönünde riayetler de bulunmaktadır. Taberî keli*menin "yakma" ve "dolma" şeklinde iki temel mânası bulunduğunu, bunlardan il*kinin dünya hayatındaki denizlere uymadığını, dolayısıyla "dolu deniz" mânası verilmesinin isabetli olacağını belirtir. [21] Ancak buradaki denizin "kıyamet koparken ısınan ve kaynayan deniz" olarak anlaşılmasına da bir engel bulunmadığından mealde "kaynayan deniz" anlamı tercih edilmiştir.

İbn Âşûr burada üzerine yemin edilenlerle yeminin amacı arasındaki bağı özetle şöyle açıklar: İlk altı âyette üzerine yemin edilenler Hz. Musa'nın Firavun'a gönderilmesiyle ilgili hususlardır. Yeminin konusu ise peygamberlerin uyanları*nın esasım oluşturan ilâhî azabın mutlaka geleceği gerçeğidir. Firavun ve adamla*rının helaki de bu gerçeği inkâr edip Musa'yı yalancılıkla itham etmeleri sebebiy*le olmuştur. [22]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 4 Empty2007-11-01, 10:29 am

9-16. İlk iki âyette kıyamet sahneleriyle ilgili kısa ve sarsıcı bir tasviri taki*ben 12. âyette inkarcıların o günü hiç akıllarına getirmeden sürdürdükleri dünya hayatının, kalıcı değeri olmayan, boş ve anlamsız bir uğraş ve oyalanmadan ibaret olduğu belirtilmekte; 13-16. âyetlerde de karşılaşacakları ağır cezanın soyut bir ta*savvur olarak kalmaması için, karşılaşacakları muamele hakkında canlı bir anla*tım üslûbu kullanılmakta ve bunun üzerinde dikkatle düşünülmesi istenmektedir.

âyette, peygamberlerin bildirdiği gerçekler üzerinde düşünmek ve kabul etmek yerine bunları birer yalan, gösterdikleri mucizeleri de sihir olarak niteleme yolunu seçenler acı hakikatle yüz yüze geldiklerinde kendilerine "Bu da mı sihir! Dünyada hakikatlere karşı kör davrandığınız gibi burada da gözünüz görmüyor mu
yoksa!" şeklinde aşağılayıcı bir hitapta bulunulacağı haber verilmektedir. [23] Râzî buna yakın bir yoruma yer vermekle beraber şu hususu da ek*ler: Kişi bir şeyi gerçeği hilâfına görüyorsa ya görülende yahut görende bir kusur söz konusudur; inançsızlarca inkâr edilenlerin şaşmaz bir gerçek olduğu o gün or*taya çıkacağına göre bu kusurun görenlerde bulunduğu anlaşılmış olacaktır; âyet bu durumu teyit amacı taşır. [24]

âyetle ilgili başka izahlar da yapılmış olmakla beraber meal Zemahşerî'nin şu yorumu esas alınarak verilmiştir: İnkarcılara sabredip etmemelerinin kendileri açısından bir farkının olmayacağı bildirildikten sonra "Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz" şeklinde bir gerekçe gösterilmiştir; bu
gerekçenin amacı ise, artık yargılamanın sona erdiğini ve dünyada yapılanların karşılığını görmekte olduklarını, dolayısıyla orada cezayı hafifletici bir çaba için*de olmalarının yarar sağlamayacağını, sabır erdeminin ancak imtihan ortamı olan dünya hayatında değer taşıdığını hatırlatmaktır. [25]



17-28. Kur'an'ın genel yöntem ve üslûbu doğrultusunda, inkarcılara yapılan uyan ve ceza bildirimini takiben müminlere de müjdeler verilmekte ve âhirette kendileri için hazırlanmış bulunan nimetler tasvir edilmektedir. [26]

21. âyette, müminlerin âhirette yakınlarıyla beraber olup olamayacakları ko*nusuna değinilerek cennet hayatının güzelliklerini düşünenlerin hatırından geçebi*lecek önemli bir soruya cevap verilmiş olmaktadır. Bu âyetten ve başka birçok de*lilden anlaşıldığına göre cennete girmenin ön şartı iman sahibi olmaktır. Burada ayrıca, Yüce Allah'ın müminlere, âhiret mutluluğunu, iman konusunda aynı yolu izleyen nesilleriyle birlikte yaşama imkânı lütfedeceği, bunun için onların iyi amellerinden bir eksiltmeye de İhtiyaç olmayacağı bildirilmektedir. İman konu*sunda sonraki nesillerin öncekilere uymasını, "Allah'a yürekten inanıp bu inancın gereklerini yerine getirmek yani O'na samimi kul olmak ve erdemli davranışlarda bulunmak hususunda geçmişlerini izlemek" şeklinde anlamak uygun olur. Âyette, cennette bir araya getirilecek yakınların mümin olma özelliğinde birleştikleri açık*ça belirtildiği dikkate alınarak burada, böyle bir ortak noktada birleşmiş olanlar arasında dünyadaki sevgi, ilgi ve yakınlıkların cennette de devam edeceğine, bu noktada birbirinden ayrılmış olanların ise -muhtemelen oraya özgü algılama biçi*mine göre- zaten aynı sevgi hisleriyle dolu olamayacaklarına, dolayısıyla bu ayrı*lığın bir ıstırap sebebi oluşturmayacağına işaret edildiği söylenebilir. Nitekim bir*çok âyet ve hadise göre cennet hayatında her türlü tasa ve üzüntü son bulacaktır.

Ayetin son cümlesiyle âdete, bu konuda verilen müjdenin yanlış anlaşılma*ması ve istismar edilmemesi İçin bir uyanda bulunulmaktadır: "Herkes kendi ya*pıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir." Şu halde hiç kimse, iman ettikten sonra, iyi amelleri çok az ve günahları çok fazla olsa bile, dindar ve iyilik sever yakınları sayesinde cennete gireceğini zannetmemelidir. Bu âyetin "... yanlarına bu zürriyetlerini katacağız" diye çevrilen kısmı "zürriyetlerini de onların derecesi*ne çıkaracağız" şeklinde de anlaşılmıştır. Ancak, Taberî ve İbn Atıyye'nin tercih ettiği bu yorumda da yukarıda belirtilen ana fikir değişmemekte, imanda atalarını izleyen nesillerin -amel açısından kusurlu olsalar bile- atalarına ilâhî bir ikram ve onurlandırma olmak üzere onların derecesine yükseltilecekleri anlamı öne çıkarıl*maktadır. [27] Âyetin "Herkes kendi ya- pıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir" şeklinde çevrilen son cümlesinde ki*şinin sorumluluğu, borç ilişkilerinde önemli bir yeri olan rehin kavramıyla açık*lanmıştır. Bİr borca karşılık teminat olmak üzere nasıl ki borçlu alacaklıya rehin verirse, kul da Allah'ın huzurunda vereceği hesap karşılığında kendisini rehin ver*miş gibidir; hesabını verebilenler kurtulur, vermeyenler cezalarını çeker. [28] Şayet borcunu ödeme*ye çalışmış ve bu Yüce Allah tarafından yeterli görülmüşse rehin kalmaktan kur*tulacak, âhiret saadetine erişecektir. [29] Bu cümle için, herkesin yaptığı iyi kötü her şeyin kayıt altında olduğu, kimsenin baş*kasının günahından sorumlu olmayacağı ve sadece kendi yaptıklarının karşılığını göreceği yorumu da yapılmıştır. [30]Bu itibarla, cümleye "Her*kes kendi yapıp ettiğinin hesabını verecektir" veya "Herkesin durumu kendi ka*zancına bağlıdır" gibi mânalar da verilebilir. Bazı müfessirler Müddessir 74/38-39 âyetlerini dikkate alarak müminlerin, bu âyetteki rehin nitelemesine dahil olmadı*ğım, burada sadece inkarcıların kastedildiğini söylemişlerse de söz konusu cümle*nin herkesi kapsadığı yorumu daha isabetli görünmektedir. [31]

25-28. âyetlerde, kabirlerinden kaldırılanlardan söz edildiği kanaatini taşıyan müfessirler bulunmakla beraber bunların cennete girme mutluluğuna erişmiş kim*seler olduğu genellikle kabul edilir; sözün akışı da bu görüşü desteklemektedir. [32]21. âyetle bağ kurularak, 26-28. âyetlerde-ki sözleri cennette çoluk çocuğuyla buluşturulmuş olanların birbirlerine söyleye*cekleri de düşünülebilir. Buna göre bu ifadeleri şöyle izah etmek mümkündür: Doğrusu biz dünyadayken "Acaba burada sizden ayrı düşer miyiz?" diye kaygı duymaktaydık. Çok şükür ki Yüce Rabbîmiz bizleri azabından korudu ve cenne*tinde buluşturdu. Dünya hayatında, Allah'ın burada bizi bir araya getirmesi için dua ediyorduk, dualarımızı kabul etti, çünkü O'nun ihsanı boldur, merhameti ge*niştir. [33]Müfessirlerin çoğu bu sözleri, cennet ehlinin, o sıradaki durumları ile dünyada çektikleri sıkıntıları karşılaştırma mahiyetinde ara*larında yaptıkları konuşmalar veya kendilerinin bu mertebeye nasıl eriştiklerini so*ranlara verdikleri bir cevap olarak düşünüp şöyle açıklamışlardır: Dünyadayken Allah'a karşı gelmekten veya burada karşılaşacağımız azaptan için için korkardık; Cenab-ı Allah bize lütfuyla muamele edip bağışladı veya bizi O'nun rızasına uy*gun ameller işlemeye muvaffak kıldı. Tabiî ki dünya hayatında iken yalnız O'na kulluk ve dua ediyorduk, şimdi de tek sığınağımız O'dur; O vaadinde durur ve en*gin merhamet sahibidir. [34]

28. âyette geçen "berr" kelimesi, âyette olduğu gibi Allah'ın ismi olarak kul*lanıldığında genellikle şu iki anlama gelmektedir: 1. Yarattıklarına karşı rahmet, mağfiret, lütuf ve ihsanı bol olan; 2. Sözlerinde ve haberlerinde doğru (sâdık) kav*ramına en çok lâyık olan [35] Mealinde birinci an*lam esas alınarak "ihsam bol olan" şeklinde çevrilmiştir. [36]



Meali


29. Sen öğüt vermeye devam et; rabbinin lütfü sayesinde sen asla ne bir kâhinsin ne de bir mecnun. 30. Demek onlar "O bir şairdir; zamanın sillesi*ni yiyeceği günü bekliyoruz" diyorlar öyle mi! 31. De ki: "Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte beklemekteyim!" 32. Bunu onlara akılları mı emredi*yor yoksa onlar azmış bir topluluk mu? 33. "Onu kendisi uydurmuştur" di*yorlar Öyle mi? Hayır, hayır; inanmıyorlar. 34. Eğer doğru sözlü iseler onun benzeri bîr söz getirsinler. 35. Acaba onlar bir şey bulunmadan mı yaratıldı*lar, yoksa yaratıcı kendileri midir? 36. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarat*mışlar? Hayır hayır! Onlar bir türlü idrak edip inanmıyorlar. 37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa her şeye egemen olan on*lar mıdır? 38. Yoksa onların, üstüne çıkıp gizli şeyleri dinleyecekleri bir mer*divenleri mi var? Eğer öyleyse, içlerinden dinleyen biri açık bir kanıt getir*sin. 39. Kız çocuklar O'na, erkek çocuklar da size öyle mi! 40. (Resulüm!) Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da, onlar bunun ağırlığı altıda ezili*yorlar mı? 41. Yahut gayb bilgisi kendilerinin yanında da onlar (buradan alıp) mı yazıyorlar? 42. Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama asıl tuzağa düşecek olanlar inkarcıların kendileridir! 43. Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrıları mı var? Allah onların yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir. 44. Gökten bir kütlenin düşmekte olduğunu görseler "Bunlar üst üste yığılmış bulutlar" derler. 45. Artık dehşete kapılacakları gün ile yüz yüze gelinceye kadar onları kendi halleriyle baş başa bırak. 46.0 gün plan*ları onlara hiçbir yarar sağlamayacak ve kendilerine yardım eden de olma*yacak! 47. Şüphesiz o zulmedenlere bundan başka bir azap daha var; fakat çoğu bunu bilmez. 48. Sen rabbinin hükmünü sabırla bekle, kuşkusuz sen bizim gözetim ve korumamız altındasın. Her kalktığında rabbini hamd ile teşbih et. 49. Gecenin bir kısmında ve yıldızlar çekildiğinde de O'nu teşbih et. [37]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
 
Sure Sure Diyanet Tefsiri
Sayfa başına dön 
4 sayfadaki 9 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : : :: İMAN VE İNSAN :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: