: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : :
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


TüRkİyE'nİn ''EN'' SüPer FoRuM SiTeSi
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Sure Sure Diyanet Tefsiri

Aşağa gitmek 
4 posters
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki
YazarMesaj
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:44 am

7. âyetin metnindeki "zekât" kelimesini farz olan zekât olarak anlayanlar olmuşsa da (meselâ bk. Taberî, XXIV, 93), müfessirlerin çoğu, zekâtın Medine'de farz kılındığını hatırlatarak Mekke'de inen bu sûrede ondan söz edilmiş olamayacağını belirtirler. Bazı müfessirler, zekât kelimesinin "arınma" anlamına geldiğini dikkate alarak âyetin bu kısmını "Nefislerini armdırmayanlar" şeklinde açıklamışlar, bu arındırmanın da öncelikle "Lâ ilahe illallah" diyerek müslünıan olmak, böylece şirk ve inkâr kirinden temizlenmekle gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. İbn Atıyye bu hususta şöyle der: "İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğu (cumhur), bu âyetteki zekât kelimesinin 'Lâ ilahe İllallah' cümlesini söylemek olduğunu belirtirler... Bu yorum, âyetin Mekke'de İndiği, zekâtın ise Medine'de farz kılındığı bilgisine dayanır. Bu durumda âyetteki zekât, kalbin ve bedenin şirk ve günahlardan anndınlmasıdır. Mücahid ve Rebî bu görüştedirler. Dahhâk ve Mukatil'e göre İse burada zekâtın anlamı, ihtiyaç sahiplerine ibadet maksadıyla malî yardımda bulunmaktır" (V, 5). Bize göre de en isabetli yorum bu sonuncusudur.

Müşriklerin pek çok kötü özellikleri varken âyetin, mal yardımından kaçınmalarını özellikle zikretmesinin sebebini Zemahşerî şöyle açıklar: "Çünkü insanın en çok sevdiği şey malıdır; mal canın yongasıdır. İnsan onu Allah rızası için harcaya-biliyorsa bu onun, (inancındaki) kararlılığının, istikamet sahibi oluşunun, iyi niyetinin ve içtenliğinin en güçlü delilidir. Nitekim Allah Teâlâ, 'Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların misali, tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple ürününü iki misli veren bir bahçedir'[15] buyurmuştur. Âyette bu kişilerin inançlarında kararlılık gösterdikleri ve bunu mallarım infak ederek kanıtladıkları anlatılmaktadır. Vaktiyle müslüman olmakla birlikte henüz Kalpleri İslâm'a ısınmamış olanlardan (müellefe-i kulûb) bîr kısmı daha sonra önemsiz maddî menfaatlerle kandırıldılar, böylece dine bağlılıklarını kaybettiler; keza Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslâm'dan dönenler de (ehl-i ridde) önce zekât vermemek için birlik oluşturdular ve bu yüzden onlara karşı savaş açıldı, çarpışıldı. Ayrıca zekât toplamak üzere müslümanlara görevliler gönderildi, zekât vermekten kaçınmaya kalkışanlar şiddetle uyarıldı, öyle ki zekât vermemek müşriklerin özelliklerinden biri olarak kabul edildi, (konumuz olan âyette de zekât vermemek) âhireti İnkâr etmekle birlikte anıldı"

Kureyş kabilesi hacılara yemek yedirirlerdi; fakat Hz. Muhammed'e inananları bundan mahrum bırakmaya kalkıştılar. Âyetin bu davranışı eleştirdiği de söylenmektedir. [16]



8. Yukarıda inkarcıların başlıca olumsuz tutumları anılıp eleştirildikten sonra burada da müminlerin inançtan, güzel davranışları ve mutlu akıbetleri özetlenmektedir. Bazı tefsirlerde bu âyetin, mazeretleri nedeniyle dinî vecibelerini gerektiği gibi yerine getiremeyen hasta ve sakat müslümanlar hakkında indiği bildirilmektedir. Buna göre mazeretleri sebebiyle bazı kişilerin ibadetleri eksik de olsa Allah onlara ecirlerini tam verecektir. [17]



Meali



9. De ki: "Arza iki evrede yaratanı inkar edip O'na başkalarını ortak mı koşuyorsunuz? O yaratıcı, âlemlerin Rabbi olan Allah'tır." 10. Arz üzerinde sarsılmaz dağlar oturttu, orayı bereketli hale getirdi; gerekli besinlerini orada -bunlara ihtiyacı olan varlıklar için eşit derecede olmak üzere- uygun Ölçülerle yarattı. (Bütün bunlar) dört evrede oldu. 11. Dahası O, duman halinde olan semâya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!" buyurdu. "Boyun eğerek geldik" dediler. 12. Böylece onları iki evrede yedi gök olarak yarattı, her göğe işlevini ilham etti. Biz, yakın semâyı kandillerle donattık ve onu koruduk. İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. [18]



Tefsiri



9. " İki evre" olarak çevirdiğimiz âyet metnindeki "yevmeyn" kelimesinin sözlük anlamı "iki güiTdür. Ancak, henüz dünyanın yaratılmadığı bir dönemde, bildiğimiz anlamda gün ve geceden de söz edilemeyeceği açıktır. Nitekim Kur'an'da, "Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın binyılı gibidir"[19] buyurularak insanlardaki zaman kavramının göreli olduğuna, ilâhî tasarrufla ilgili zaman kavramlarının, binlerce seneyle ifade edilebilecek evreleri gösterdiğine işaret eder. [20]

Taberî âyetin son cümlesini şöyle açıklar: "Arzı iki evrede yaratan güç, insü cînnİn ve diğer varlık türlerinin mâliki, kendisinden başka bütün varlıklar da onun memlûküdür. Bu durumda O'nun nasıl dengi bulunabilir? Hiçbir şeye muktedir olmayan âciz memlûk, kendisi üzerinde mâlik ve kadir olana denk olabilir mi?" (XXIV, 95). Râzî'nin de belirttiği gibi (XXVII, 102) Araplar, evrenin yaratılışıy-la ilgili olarak Tevrat'ın başlarında [21] verilen bilgilerden haberdar olup orada anlatılanların gerçek olduğuna inanıyorlardı. Ayette onların bildikleri ve kabul ettikleri gibi arzı belirtilen sürede yaratan güce denk tutulmaya değer hiçbir varlık olamayacağı ifade edilmekte, dolayısıyla putperest Araplar'ın Allah'a ortak koşmakla içine düştükleri çelişki ortaya konmaktadır. Aslında putperest Araplar Allah'ın varlığına inandıklarını söylüyorlardı. Ancak onlar bazı alelade varlıklara da tanrılık işlev ve nitelikleri yüklüyor, Allah'tan beklemeleri gereken yardımı onlardan bekliyor ve bunun için de onlara tapıyorlardı. Ayrıca insanların yeniden yaratılıp bu dünyadaki inanç ve davranışları konusunda yargılanmalarını ve diğer âhiret hallerini kabul etmemekle Allah'ın bütün bunları gerçekleştirmeye muktedir olduğunu inkâr etmiş; dolayısıyla Allah'ın insanları bazı ödevlerle yükümlü kıldığına ve sorumlu tutacağına da inanmamış oluyorlardı. İşte bütün bu telakkiler, her yönden eşsiz benzersiz olan, dengi ve ortağı bulunmayan gerçek Tanrı inancıyla çeliştiği İçin âyette putperest Araplar'ın bu telakkileri bir tür inkâr olarak değerlendirilmiş; bu ve bundan sonraki âyetlerde kendisine inanılması gereken Allah'ın azametine, üstün İlim, irade ve kudretine delâlet eden bazı örnekler verilmiştir. [22]



10. "Arzın bereketli kılınması", özetle hayatın devamı için gerekli olan hava, su, besin vb. imkânlara elverişli şartların oluşturulmasıdır. İbn Abbas'a nispet edilen bir yorumda buradaki bereket, "nehirlerin açılması, dağların, ağaçların, meyvelerin yaratılması, çeşitli hayvan türlerinin geliştirilmesi, yaşayanların ihtiyaç duyduğu bütün imkânların oluşturulması" şeklinde açıklanmıştır. [23] Esasen âyetin devamı da bu anlamı vermektedir.

Bir yoruma göre âyetteki besinlerden maksat, arz üzerindeki dağlar, nehirler, ağaçlar, kayalar, madenler gibi arzın yararlı oluşunu sağlayan değerli şeyler; diğer bir yoruma göre de özellikle insanlar için gerekli olan gıdalardır. Âyet metninde besinlerin arza izafe edilmesinin sebebi ise bunların arzda bulunması, oradan elde edilmesidir. [24]

Şevkânî'ye dayanarak (IV, 581) "(bunlara) ihtiyacı olan varlıklar" diye çevirdiğimiz "sâilîn" kelimesi, varlığım sürdürmek için besin vb. maddelere muhtaç olan yer yüzü varlıkları; "eşit derecede" diye çevirdiğimiz "sevâen" kelimesi ise "eksiksiz fazlasız, tam yeteri kadar, her varlığın ihtiyacı ölçüsünde" şeklinde açıklanmıştır. Bir yoruma göre "sevâen" kelimesi "dört gün"ün sıfatıdır. Buna göre âyetin ilgili kısmı "tamı tamına dört gün" anlamına gelir. [25] "Uygun ölçülerle yarattı" diye çevirdiğimiz "kaddere" fiilinin asıl anlamı "ölçme, takdir etme"dir; tefsirlerde bu bağlamda "belirledi, yarattı, elverişli hale getirdi, -İbn Mes'ud mushafindaki "kasseme" okunuşu da dikkate alınarak- "paylaştırdı" gibi değişik şekillerde açıklanmıştır. Taberî'nin de bu açıklamaları aktardıktan sonra belirttiği gibi (XXIV, 97) âyet, Allah Teâlâ'nın, bütün yeryüzü varlıklarına ihtiyaçları olan her konudaki ihsanlarını içine alacak şekilde geniş kapsamlıdır. O, her varlığa yarayışlı olan besinleri lütfetmiş; bir ülkede vermediğini başka ülkede, karada vermediğini denizde vermiştir. Bütün bu hikmetli, anlamlı ve amaçtı işler, ancak üstün bir kudretin varlığına ve birliğine delalet eder; O var olduğu, bîr olduğu içindir ki bu varlıklar, bu hayat ve bu hikmetli düzen vardır.

Allah'ın, bütün yarattıklarının ihtiyacını karşılayacak Ölçülerde var ettiği nesneleri, bazı fert ve grupların tekellerine almaları veya israf ve zayi etmeleri, diğerlerinin haklarına tecavüzdür. Bu sebeple israf ve ihtikâr yasaklanmış, infak emredilmiştir.

Tefsirlerde âyetteki "dört evre"nin, 9. âyette geçen iki evreyi de kapsadığına dikkat çekilir. Bu nedenle ilgili bölümü, "(Bütün bunlar) dört evrede oldu" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. [26]



11. "Geliniz" anlamındaki "i'tiyâ" fiili tefsirlerde göklerin ve yer kürenin yaratılmasını, oluşmasını (tekvin) sağlayan ilâhî buyruk olarak mecazî anlamda yorumlanmıştır. Bu sebeple söz konusu fiili "(varlık sahnesine) gelin" şeklinde çevirdik. Nitekim âyetteki "duhân" kelimesi de bu buyruğun kozmik yaratılışı sağlayan bir buyruk olduğunu göstermektedir. Sözlükte "duman" anlamına gelen duhân kelimesi tefsirlerde "su buharı" olarak yorumlanmıştır[27] Bu yorum yanında bilimsel gelişmeler de dikkate alınarak söz konusu kelimenin hidrojen gazı olarak yorumlanması[28] bugünkü bilgilere göre isabetli görünmektedir.

Önceki iki âyette yerkürenin yaratılışından ve nimetlerle donatılmasından söz edilmişti. Ancak bu âyetteki, "Ardından ona (semâya) ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek varlık sahnesine gelin!' dedi" cümlesi, arzın semâdan önce yaratılmadığını göstermektedir. Şu halde 11. âyetin başındaki "sümme" edatı sözlükte "sonra" anlamına gelmekle birlikte -Şevkânî (IV, 582) ve İbn Âşûr'un (XXIV, 245) da haklı olarak belirttikleri gibi- bu bağlamda zaman yönünden sonralığı değil, semânın yaratılmasının, arzın yaratılmasına göre daha büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bu yüzden "sümme" kelimesini, "dahası" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.

"Boyun eğerek geldik dediler" cümlesi, yaratılışın her alanında olduğu gibi göklerin ve yerin yaratılmasında da Allah'ın irade ve kudretinin mutlak surette geçerli olduğunu, buyruğunun gerçekleşmemesi diye bir durumun düşünülemeyeceğini İfade eden temsilî bir anlatım olarak da yorumlanmıştır. [29]



12. "Yedi gök" deyiminin evrendeki birçok kozmik sisteme delâlet ettiği düşünülebilir. [30] "Her göğe işlevinİ ilham etti" cümlesi, kozmik sistemlerin Allah'ın iradesiyle kurulup işlediğine işaret eder. "Biz, yakın semâyı kandillerle donattık" anlamındaki cümle ise gök yüzünün, çıplak gözle izlenebilen yıldızlarla bezeli görüntüsünün tasviridir. "İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" anlamındaki son cümle, kozmik varlıklardaki bu oluş ve düzenin bir tesadüf ürünü olmadığını; kesinlikle her şeye gücü yeten, her şeyi bilen yüce bir yaratıcının takdiriyle yani bilinçli, ölçülü ve amaçlı yaratmasıyla gerçekleşebileceğini dile getirmektedir.

Klasik tefsirlerde semânın "korunması", Yüce Allah'ın manevî âlemde herhangi bir şeytanî güce karşı meleklere verdiği bilgileri ve özellikle vahyi koruması olarak yorumlanmaktadır. [31] Bu ifade, Allah'ın evrende kurduğu kozmik düzeni koruyup devam ettirmesi olarak da anlaşılabilir. [32]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:49 am

40

Mü'min (Gâfir) Sûresi

İndiği Yer :

Mekke

İniş Sırası :

60

Âyet Sayısı :

85

Nüzulü


Mushaftakİ sıralamada kırkıncı, iniş sırasına göre altmışıncı sûredir. Zümer sûresinden sonra, Fussilet sûresinden önce Mekke'de inmiştir. "Hâ. Mîm" diye başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ilkidir.[1]



Adı



Sûre yaygın olarak iki isimle anılmaktadır. Bunlardan ilki olan "Mü'min", Firavun ailesinden olup imanını saklayan kişiden söz eden 28. âyette; ikincisi ise "bağışlayan" anlamına gelen "Gâfir" olup yüce Allah'ın günahları bağışlamasından, tövbeleri kabul etmesinden söz eden 2. âyette geçmektedir. [2]



Konusu



Mü'min sûresinde ağırlıklı olarak "Allah'ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlardan, bu âyetlere karşı mücadele verenlerden söz edilmekte; genellikle Mekke putperestlerinin aristokrat tabakasından oluşan bu kesimin karakteri, genel tutumları ve amaçlarıyla görecekleri cezalar üzerinde durulmaktadır. Sûre, Allah'ın rahmetinin ve İlmînin genişliği, kudretinin sınırsızlığı; ilâhî hakikatleri yalanlamaya kalkışanlann cezaları ve pişmanlıkları, uhrevî yargılamanın adaletli oluşu gibi konulara dair açıklamalarla başlar. Hz. Mûsâ ile Firavun ve onu izleyenler arasında geçen mücadeleye değinilirken Musa'nın dinine gizlice inanmış bir müminin inkarcılara yönelttiği anlamlı ve yararlı uyarılara yer verilir. Allah'tan başka İlâh bulunmadığı ve O'ndan başkası için yapılan ibadetlerin geçersiz olduğu, Allah'a şükretmekten yüz çevirenlerin bu yanlıştan dönmelerini sağlamak üzere onlara ilâhî nimetlerin hatırlatılması, öldükten sonra tekrar dirilmenin mümkün olduğunun kanıtlanması ve bu konuda insanların uyarılması, Allah Teâlâ'nın Resûlü'nü destekleyeceğine dair vaadi sûrenin başlıca konulanndandır. Sûre, ellerinde fırsat varken gerçeği görüp Peygamber'in getirdiği açık seçik gerçekleri kabul edecekleri yerde, kendi temelsiz bilgilerine güvenerek, kibre kapılıp inkâr yolunu seçenlerin İlâhî ceza ile yüz yüze geldiklerinde İnanmalarının artık kendilerine fayda vermeyeceği uyarısında bulunan açıklamalarla son bulmaktadır. [3]



Fazileti



Ebû Hüreyre'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Mü'min sûresinin ilk üç âyeti ile Âyete '1-kürsî 'yi [4]sabah akşam okuyan bir kimsenin bu sayede korunacağını ifade etmiştir. [5]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2-3. Kitab'ın indi-rilişi azız ve alîm olan, günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, hem cezalandırması şiddetli hem lütfü bol olan Allah'ın kalındandır. O'ndan başka tanrı yoktur, dönüş yalnız O'nadır. 4. İnkâra sapanlardan başkası Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmez. Onların şehirden şehire rahat rahat dolaşabilmesi seni yanıltmasın. 5. Onlardan önce Nuh'un kavmiyle bunların ardından gelen çeşitli topluluklar da ilâhî gerçeği yalanlamış, her topluluk kendi peygamberlerini yakalayıp etkisiz hale getirmeye kalkışmış, asılsız iddialarla gerçeği ortadan kaldırmak için mücadele vermişlerdi; sonunda onların yakalarına yapıştım. Nasılmış benim cezalandırmam gördüler! 6. Böylece inkâra sapanlarla ilgili olarak Rabbinin verdiği, "Onlar artık cehennem ehlidirler" şeklindeki hüküm gerçekleşmiş olacak. 7. Arşı yüklenenler ile onun çevresinde bulunanlar Rablerîni hamd ile teşbih ederler, O'na ulanırlar ve müminlerin bağışlanmasını dilerler: "Ey Rabbimiz! Sen, rahmetin ve ilminle her şeyi kuşattın. Tövbe edenleri ve yolundan gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! 8. Rabbimiz! Onları ve atalarından, eşlerinden ve nesillerinden olup da iyi yolda bulunanları kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine kabul buyur. Kuşkusuz sen azizsin, hakimsin. 9, Onları kötü sonuçlardan koru. O gün sen kimi kötü sonuçlardan korumuşsan onu rahmetine mazhar kılmışsın demektir. İşte en büyük kurtuluş da budur." [6]



Tefsiri



1. Sûre başlarındaki bu tür harflere "hurûf-i mukattaa"denir. [7]



2-3. Kitaptan maksat Kur'ân-ı Kerîm'İn tamamı veya özellikle bu sûredir. Bu iki âyette Allah Teâlâ'nın altı sıfatı zikredilmiştir. Bunlardan azîz, Allah'ın kudretinin üstünlüğünü ve şanının yüceliğini; alîm, ilminin genişliğini ifade eder. Zikredilen diğer sıfatlan da günahları bağışlaması, tövbeleri kabul etmesi, cezalandırmasının şiddetli olması ve lütuf sahibi olmasıdır. Böylece bu iki âyetin, Cenâb-ı Hakk'uı ulûhİyet özelliklerini veciz bir ifadeyle özetlediği görülmektedir. [8]



4-6. "Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmekken maksat, yüce Allah'ın kelâmından olabildiğince doğru ve sağlıklı bir şekilde yararlanmak için bunların anlamını kavrama çabası içinde olmak, bu amaçla âyetlerin anlamlan üzerine bilimsel tartışmalar yapmak değildir; zira bu, müslümanlarm başlıca görevlerinden olup İslâm tarihi boyunca da başta tefsir olmak üzere fıkıh, kelâm gibi ilimlerde bu tür tartışmalar geniş bir biçimde yapılmıştır. Âyetin eleştirdiği tutum, Mekke putperestlerinin, akıllarınca 2. âyette vurgulanan hakikati yani Kur' an' m Allah katından indirildiği gerçeğini inkâr maksadıyla tartışmaya girişerek bu gerçekle mücadele etmeye, onu çürütmeye çalışmalarıydı. Bunlar çoğunlukla o günkü toplumun ekonomik ve sosyal statü bakımından ileri gelen kesimini oluşturdukları için Kur'an'ın hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi değerleri önde tutan Öğretisi karşısında bu konumlarının sarsılacağından kaygı duyuyor, bu sebeple Allah'ın âyetlerini etkisiz kılma savası veriyorlardı. Onlar, bütün inkarcı ve zorba tutumlarına rağmen, belirtilen ekonomik ve sosyal konumlan sayesinde çeşitli şehirlere daha çok ticaret amaçlı geziler yapabiliyor, geniş İmkanlar elde edebiliyorlardı. Muhtemelen bu durumun müslümanlar üzerinde bir moral bozukluğuna ve ümitsizliğe yol açmasını önlemek üzere âyette, "Onların şehirden şehire rahat rahat dolaşabilmesi seni yanıltmasın" buyurulmuş; böylece Yüce Allah'ın onlara bu imkanları vermesinin, kendileri için bir fırsat ve imtihan olduğu, sonunda hak edenlerin gerektiği şekilde cezalandırılacağı ima edilmiştir. [9] Nitekim 5-7. âyetlerde Hz. Nuh'un inkarcı kavmiyle bunların ardından gelen çeşitli toplumların benzer tutumlarına ve bunların akıbetlerine yapılan kısa değinmeler de bunu göstermektedir. Kur'an-ı Kerîm, inkâr ve haksızlıkta ısrar eden hiçbir toplumun bu tutumunu devam ettirdiği sürece ayakta kalamayacağını, mutlaka günün birinde kahredici bir ceza İle yok olup gideceğini, âhirette de cehenneme atılacaklarım, bunun ilâhî bir yasa (sünnetullah) olduğunu sık sık vurgular. [10]



7-9. "Arşı yüklenenler" de "onun çevresinde bulunanlar" da melekler topluluğudur. Hakka sûresinin 17. âyetinde kıyamet sırasında arşı sekiz meleğin yükleneceği bildirilmektedir. Arşın anlamı, onu sekiz meleğin yüklenmesi ve onun çevresinde yine meleklerin bulunmasıyla ilgili olarak eski tefsirlerde -klasik astronomiden de etkilenen- bazı açıklamalar yapılmıştır; ancak bu açıklamaları, İslâm'ın tenzihe ağırlık veren ulûhiyyet telakkisiyle bağdaştırmanın güç olduğu görülmektedir. Bu sebeple âyette mecazî bir anlatım bulunduğunu düşünerek "arş"ı Allah'ın mutlak hükümranlık ve yönetimi; meleklerin arşı yüklenmesini, Allah'ın buyruğuna eksiksiz uyarak işlerini yürütmeleri; yine bazı meleklerin arşın çevresinde bulunmalarını da Allah'a yakın olmaları, O'nun iradesini gerçekleştirmesinde araç işlevi görmeleri şeklinde açıklayanlar olmuştur. [11]

Yukarıda inkarcıların acı akıbetleri özetlendikten sonra bu âyetlerde de meleklerin dua mahiyetindeki sözleri çerçevesinde müminleri bekleyen kurtuluşa ve mutlu geleceğe işaret edilmektedir. Râzî, meleklerin buradaki dualarıyla ilgili olarak özetle şu açıklamaları yapmaktadır (XXVII, 31-37):

a. Meleklerin Allah'ı hamd ve teşbih ile anmaları ve O'na iman etmeleri, Allah'ın emrine saygının (et-ta'zîm li-emrillâh); müminler için dua edip onların bağışlanmasını dilemeleri de yaratılmışlara şefkatin (eş-şefkatü alâ halkıllâh) ifadesidir.

b. Âlimlerin çoğu bu âyetlere dayanarak meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu savunmuşlardır. Çünkü melekler, günah işlemekten uzak oldukları için burada kendileri hakkında bağış dilemeyİp müminler hakkında dilekte bulunmuşlar, onların kurtuluşu için dua etmişlerdir.



c. Bu âyetler dua âdabına da işaret etmektedir. Buna göre melekler Allah'ı hamd ve teşbih ile anarlar, ardından "Ey Rabbimiz!" diyerek başlar, önce Allah'ın rahmetinin ve ilminin genişliğini dile getirirler; daha sonra da Allah'a inanıp O'na yönelen, yolundan giden insanlar için bağış, kurtuluş ve mutluluk dileklerinde bulunurlar.

d. Meleklerin yüce Allah'ı anarken 7. âyette sırasıyla rubûbiyyet, rahmet ve ilim sıfatlarını öne çıkardıkları görülmektedir. Rubûbiyyet, Allah'ın eşsiz-örneksiz yaratıcılığını (îcâd ve ibda') ifade eder; terbiye kelimesi de rubûbiyetten gelmekte olup "bir şeyi en mükemmel durumlara ve en güzel niteliklere kavuşturma" anlamına gelir. Buna göre rab ismi, bütün mümkün varlıkların hem ortaya çıkmalarının hem de varlıklarını sürdürmelerinin yüce Allah'ın yaratma ve yaşatmasına bağlı bulunduğuna işaret eder. Âyetteki rahmet ile ilgili ifade Allah'ta iyilik, merhamet ve cömertlik yönünün, kötülüğe uğratma yönüne baskm bulunduğunu; ilim ile ilgili ifade de O'nun bilgisinin, küllisinden cüz'îsine kadar her bir varlık ve olayı bütün ayrıntılarıyla kuşattığını göstermektedir. Bu duada İlim sıfatına bu şekilde yer verilmesinin sebebi, Allah'ın kendisine yöneltilen dilekleri de eksiksiz bildiğine vurgu yapmaktır; zira duymayan, bilmeyen birinden dilekte bulunmanın anlamı yoktur.

e. Melekler, kendileri hakkında dua ettikleri müminlerin atalarından, eşlerinden ve nesillerinden olup iyi yolda bulunanların kurtuluşları için de dilekte bulunmuşlardır; çünkü bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada (cennet) da yakınlarıyla birlikte olmak kişinin mutluluğuna mutluluk katar. [12]



Meali



10. İnkâra sapanlara (âhirette) şöyle seslenilecek: "Siz inanmaya çağın-lın inkâr prierken Allah'ın size kızması sinirli şirin kendinize kızgınlığınızdan elbette daha şiddetlidir." 11. "Ey Rabbimiz, diyecekler, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahımızı itiraf etmiş bulunuyoruz, bir çıkış yolu yok mu?" 12. Bu duruma düşmenizin sebebi, yalnız Allah'ın ismi anıldığı zaman inkâra sapmanız, ama O'na ortak koşulduğunda (buna) sizin de inan-manızdır. Artık hüküm, yüce ve ulu olan Allah'a aittir. [13]



Tefsiri



10-12. Tefsirlerde, "Allah'ın kızması" diye çevirdiğimiz ifadedeki makt kelimesinin, insanlardaki öfke duygusuyla karıştırılmaması gerektiğine önemle dikkat çekilir. Zira insanlardaki bu tür duygular azahp artmakta, hatta zaman zaman aklın kontrolünden çıkabilmekte, hak ve adalet ölçülerinin dışına saptırabilmekte-dir. Bu nedenle İslâm bilginleri, öfkeyi geçici delilik olarak değerlendirmişlerdir. [14] Allah bu tür beşerî duygulardan münezzeh olduğundan, "öfke, kızgınlık" anlamına gelen gazap, makt, suht kelimeleri Allah hakkında kullanıldığında genellikle "Allah'ın günah işlenmesinden hoşnut olmaması, günahkârları rahmetinden uzaklaştırması, cezalandırmayı murat etmesi" şeklinde ulûhiyyetin şanına uygun düşecek tarzda açıklanmıştır. [15]

Allah'ın, kitapları ve peygamberleri aracılığıyla yaptığı uyanlara kulak tıkayarak dünya hayatını inkâr ve isyanlarla geçirenler, âhirctte hak ettikleri kötü akıbetle yüz yüze gelince üzüntü ve pişmanlıklarından dolayı kendilerine büyük bir kızgınlık duyacaklar; suçlu olduklarını itiraf ederek kurtuluş yolu arayacaklar, ancak cezalandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Çünkü onlar, bütün uyarılara rağmen tevhid inancını reddetmişler, din olarak putperestliği seçmişlerdir; Allah'ın ismi anıldığında veya O'nun dinine çağırıldıklarında inkarcı bir tavır takındıkları halde Allah'a ortak koşulduğunda tereddüt etmeden bu bâtıl inanca kendileri de katılmışlardır.

"Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin" şeklindeki ifadede geçen "iki ölürrTden biri, -ağırlıklı yoruma göre- insanın ana rahminde hayata kavuşmazdan önceki cansız nesneden ibaret hali, İkincisi dünya hayatının sona ermesi hali; "iki dirilme'Men ilki ana rahminde hayat kazanması, ikincisi de öldükten sonra diriltilmesidir. Buna göre İnsanlar yok iken var edilirler, sonra dünyada bir kere ölürler; kıyametten sonra da ikinci kez hayata kavuşturulurlar Şevkânî, IV, 554 iki Ölüm ve iki dirilme bundan ibarettir. [16]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:49 am

Meali



13. Size işaretlerini gösteren, sizin için gökten rızık indiren O'dur. Ama Allah'a yönelenden başkası (bundan) ders çıkarmaz, 14, Haydi, inkarcıların hoşlarına gitmese de içten bir dindarlıkla yalnız Allah'a bağlanarak O'na dua ediniz. 15. O'nun dereceleri yüksektir, Arş'm sahibidir; buluşma günü hakkında uyanda bulunmak için iradesiyle kullarından dilediğine vahyi indirir. 16.0 gün onlar, Allah'a gizli kalan hiçbir şeyleri olmadan (kabirlerinden) çıkarlar. Bugün hükümranlık kimindir? Elbette tek re mutlak hükümran olan Allah'ındır! 17.0 gün herkes yaptığının karşılığını bulur. O gün hiçbir haksızlık olmayacaktır; kuşkusuz Allah'ın hesabı çok hızlıdır. 18. Yaklaşan gün konusunda onları uyar; çünkü dehşet içinde yutkunurlarken yürekleri ağızlarına gelmiş olacak; zalimlerin hiçbir dostu, isteğine uyulacak hiçbir şefaatçisi olmayacaktır. [17]



Tefsiri



13-15. Bir önceki âyetin sonunda Allah, zâtını "yüce ve ulu" şeklinde nitelemişti; burada ise kendi yüceliği ve

ululuğunun bazı kanıtlanın göstermektedir. "İşaretler" (âyât), Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıp yönetmesine delâlet eden varlık ve olaylar; "gökten indirilen rızık" ise gerek insanların gerekse bitkilerin ve hayvanların yararlandığı yağmurdur. Burada ayrıca insanın zihnini ve gönlünü bu ilâhî işaretlere açık tutup onlardan gerekli sonuçlan çıkarması, bunun için samimi bir yöneliş ve arayış içinde olması, içten bir bağlılıkla Allah'a yönelip O'na kulluk ve dua etmesi gerektiği de belirtilmektedir.

"O'nun dereceleri yüksektir" diye çevirdiğimiz "refîu'd-derecât" tamlamasındaki refî kelimesi hem “yüksek” hem de “yükselten” anlamına âyetin bu bölümü iki farklı şekilde yorumlanmıştır. [18] a) "Allah'ın dereceleri yüksektir"; yani Allah, kendisinin saygınlığını ve yüceliğini gösteren sayılamayacak derecede üstün niteliklere sahiptir; bu sebeple dua ve ibadete de ancak O lâyıktır; O'nu bırakarak hangi türden olursa olsun asla O'nun derecesine ulaşması düşünülemeyecek varlıkları tanrı yerine koyup onlara tapmak akıl ve iz'anla bağdaşmaz. b) "Allah, dereceleri yükseltendir"; meleklerin, peygamberlerin, sevdiği ve himayesine aldığı diğer kullarının derecesini yükselten O'dur. Şu halde maddî ve manevî alanda sağlıklı ve hayırlı gelişme de ancak O'nun lütuf ve inâyetiyle mümkündür. Çünkü O, "Arş'ın sahibidir"; yani mutlak hükümranlık O'nundur, bütün varlık ve olayların yönetimi ve nihaî kaderi O'nun elindedir.

Râzî, 15. âyet metninde vahyin "ruh" kelimesiyle ifade edilmesini özetle şöyle açıklar: "Ruhlar, ilâhî bilgiler ve kutsal hakikatlerle hayat kazanır; vahiy ruhlara bu bilgileri ve hakikatleri kazandırdığı için ruh diye anılmıştır. Ruh, canlı olmanın sebebi, vahîy ise belirtilen manevî hayata ulaşmanın sebebidir" (XXVII, 44). Yüce Allah, kullarından dilediğine, yani peygamberlerine vahiy indirmek suretiyle dinî ve ahlâkî hayatları bakımından bireyler ve toplumlar için bir ruh ve can değerinde olan lütufta bulunmuş olmaktadır. Son İlâhî vahiy olan Kur'an da bu anlamda ruh olarak İsimlendirilmiştir. [19]

Âhiret gününde bütün yaratılmışlar veya semavî varlıklarla dünyevî varlıklar ya da yaratıcıyla kullan bir araya geleceği için 15. âyette o günün "buluşma günü" şeklinde nitelendirildiği belirtilmektedir. Bu buluşmayı, zalimlerle mazlumların veya insanlarla onların dünyadayken yaptıkları işlerin buluşması olarak açıklayanlar da vardır. [20]



16-18. "Buluşma günü"nde yani âhirette olup biteceklerin bir Özeti verilmektedir. Buna göre bütün insanlar, -dünyadayken yaptıkları eylemlerin hiçbiri Allah'a gizli kalmaksızın- yeniden hayat sahnesine çıkacaklar; kendisinden başka hiç kimsenin hükümranlık yetki ve imkanının bulunmadığı, sınırsız otorite sahibi, dolayısıyla tek ve mutlak hakim olan Allah'ın âdil ve sür'atli yargılamasının sonunda hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaksızın herkes dünyada yaptıklarının karşılığını bulacak; cenneti hak edenler cennete, cehennemi hak edenler cehenneme gönderilecektir.

Bir yoruma göre bütün insanlar mahşerde toplandıklarında bir görevli, 16. âyetteki ifadesiyle "Bugün hükümranlık kimindir?" diye seslenecek; bunun üzeri tnnlsmsmlann hpnsi bir anızdan. "Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah'ındır!" diye cevap vereceklerdir. Soru soranın bir melekler topluluğu, cevap verenin de başka bir melekler topluluğu veya soru soranın ve cevap verenin bizzat Yüce Allah olacağı yönünde görüşler de vardır. [21] 16. âyette, insanların ya inanmadıkları İçin hiç hesaba katmadıkları veya inanmakla birlikte gaflet ve ihmalleri yüzünden yeterince dikkate almadıkları âhiret gerçeğiyle yüz yüze gelince hissedecekleri korku ve çaresizliğin, içine düşecekleri yalnızlık halinin veciz ve sarsıcı bir ifadesi yer almaktadır. [22]



Meali



19. Allah, gözlerin kötü niyetli bakışını ve kalplerin sakladıklarını bilir. 20. Ve Allah adaletle hüküm verir; onların taptıkları ise hiçbir şeye hükme-demezler. Kuşkusuz Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi görendir. 21. Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğunu görmediler mi? Onlar, güçleri ve yer yüzünde bıraktıkları eserler itibariyle bunlardan daha üstün idiler. Böyleyken Allah onları günahtan yüzünden yakalayıp cezalandırdı; kendilerini Allah'a karşı koruyan da olmadı. 22. Bunun sebebi, peygamberleri onlara açık seçik kanıtlar getirdiklerinde bunları inkâr etmeleriydi. İşte bunun için Allah onları yakalayıp cezalandırdı. Çünkü O güçlüdür, cezası çok çetindir. [23]



Tefsiri



19-20. "Gözlerin kötü niyetli bakışı"ndan maksat, bakılması helal olmayan şeylere veya helâl olmayan şekilde, tarzda bakmak; "kalplerin sakladıkları" ise insanın içinden benimsediği, ancak farklı nedenlerle eylem olarak dışa yansıtmadığı veya yansıtamadığı niyet ve düşünceleridir. [24] Daha çok ahlâk kitaplarında insanın bütün tutum ve davranışları "uzuvların fiilleri ve kalbin fiilleri" diye ikiye ayrılır. Allah'ın ilmi her iki fiil alanım da kuşatmıştır. Hz. Peygamber, amellerini niyetlere göre değerlendirebileceğini. [25] bir kimse hayırlı bir iş yapmaya niyet etmekle birlikte herhangi bir agel yflzünden bunu gerçekleştiremese bile yine de Allah'ın ona sevap yazacağım bildirmiştir. [26] Buna karşılık İnsan, içinden bir kötülük yapmayı düşünmek, hatta kesin karar vermekle birlikte, düşünce ve niyetini eyleme dönüştürmezse bundan dolayı günahkâr sayılmaz. [27] Hatta Gazzâlî'nin açıklamalarına göre eğer kötü eylemden vazgeçmenin arkasında Allah korkusu, insan sevgisi, pişmanlık duyup günah işlemekten sakınma gibi olumlu nedenler varsa, iyi bir nedenle ondan vazgeçtiği için sevap bile kazanır. Ancak -günah işleme arzusu değişmemekle birlikte- korku, acizlik, şartların elverişli olmaması gibi nedenlerle niyet ve düşüncesini gerçekleştirememiş kişi, buna rağmen kötü niyet ve düşüncesinden dolayı günahkâr sayılır[28]Nitekim 20. âyette Allah'ın adaletle hüküm vereceğini bildiren ifade de buna işaret etmektedir.

Bütün bu açıklamalarda putperestlerin bâtıl inançlarından kurtarılması, onlara yeni bir dinî ve ahlâkî zihniyet aşılanması amaçlanmaktadır. Gerçek Tanrı her bir kulunun neler yaptığını, hatta neler düşündüğünü, içinde ne tür niyetler taşıdığını bilir; onlar hakkında niyetlerine ve amellerine göre hükümler verir, nihayet ödüllendirir veya cezalandırır. Buraya kadar geçen âyetlerde gerçek İlâh hakkında iki kategoride bilgi verildi: 1. O vardır, birdir; bilgisi, kudreti, hükümranlığı gibi niteliklerinde eşsiz ve mükemmeldir; 2.0 aynı zamanda insanlar için dinî, ahlâkî planda yasa koyucudur; buyrukları ve yasaklanyla bireylerin ve toplumların hayatlarına, iradesine uygun bir düzen vermek ister. Nihaî planda bütün İnsanları âhirette âdil bir şekilde yargılayıp hükümlerine uyanları ödüllendirecek, uymayanları cezalandıracaktır. Putperestlerin tanrı diye taptıkları nesnelerin sadece hüküm verme gücüne sahip olmamaları bile onlara tapmanın anlamsız ve yersiz olduğunu göstermeye yeteceği için 20, âyette bu hatırlatmayla yetİnilmiştir. [29]



21-22. Yüce Allah'ın, kendilerine gönderilen peygamberleri ve onların doğruluklarının belgeleri olan kutsal kitaptan yahut mucizeleri red ve inkâr eden; böylece inkâr ve kötülükte direnen toplumları daha dünyadayken cezalandırıp tarih sahnesinden sildiğini hatırlatan bu kısa değinme, Kur'an'ın ilk muhataplarıyla ilâhî hakikatler karşısında benzer tutumlar sergileyen diğer topluluklar için anlamlı bir uyandır. Kur'an'a ve Peygamber'e karşı direnen putperestler, genellikle güçlerine ve servetlerine güvendikleri için, bunun nasıl bir aldanış olduğuna dikkat çekilmektedir. 22. âyetin sonunda Allah'ın gücünün ve çetin azabının hatırlatılması da güçlerine ve servetlerine güvenenlere yöneltilen uyarıyı pekiştirmektedir. [30]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:50 am

39



Zümer Sûresi

İndiği Yer
: Mekke


İniş Sırası
:59


Âyet Sayısı
:75




Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuzdokuzuncu, iniş sırasına göre ellidokuzuncu sûredir. Sebe'sûresinden sonra, Mü'min (Gâfır) sûresinden önce Mekke'de inmiştir. Allah'ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini belirten 53. âyetten itibaren üç veya yedi âyetin Medine löneminde indiği yolunda rivayetler varsa da bu rivayetler zayıf bulunmaktadır.[1]



Adi



Sûreye ad olan ve "guruplar, topluluklar" anlamına gelen "zümer" kelimesi, inkarcıların guruplar halinde cehenneme sürüleceğini, müminlerin de yine topluluklar halinde cennete götürüleceğini anlatan 71 ve 73. âyetlerde geçmektedir. Kurtubî, 22. âyette cennetteki köşkler için kullanılan "guref' kelimesinden dolayı Guref sûresi olarak da anıldığına dair bir rivayet nakleder (XV, 222).[2]



Konusu



Sûrenin temel konusu Allah ve âhiret inancıdır. Bu çerçevede hiçbir şeyin Allah'a ortak ve denk tutulamayacağı, O'nun mutlak ve eşsiz yaratıcı olduğu, bu nedenle insanın her durumda O'na yönelip bağlanması gerektiği belirtilmekte; bu şekilde inanan ve yaşayanların ulaşacağı âhiret nimetlerine ve cennet hayatına dair bilgi verilmekte; inkarcıların olumsuz duygu ve davranışları değerlendirilmekte; bunların kötü sonuçlan hakkında uyanda bulunulmaktadır. Her şeye rağmen Allah'ın rahmetinden ümit kesilmesinin doğru olmadığı, çünkü Allah'ın, dönüş yapıp kendisine yönelenlerin bütün günahlannı bağışlayacağı müjdelenmekte ve insanlar, âhiret azabıyla yüz yüze gelmeden önce, fırsat eldeyken inançlannı ve yaşayışlarını düzeltmeye çağırılmaktadır. Sûre, müminlerin âhiret mutluluğunu tasvir eden âyetlerle son bulmaktadır. [3]



Fazileti



Hz. Aişe, Resûlullah'tn genellikle her gece yatmadan önce Zümer ve Benî İsrail (İsrâ) sûrelerini okuduğunu söylemiştir. [4]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Kitabın indiriliri, azîz re ha-kînı olan Allah'ın katındandır. 2. Biz bu kitabı sana gerçeğin bilgisi olarak indirdik; öyleyse, içten bir inanç ve bağlılık göstererek sadece Allah'a ibadet et. 3. Bilinmeli ki katıksız din, yalnız Allah'a ait olanıdır. Allah'tan başka şeyleri kendilerine koruyucu kabul edenler, "Sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz" diyorlar. Doğrusu ayrılığa düştükleri konularda Allah onların arasında hükmünü verecektir. Yalancı ve inkâra saplanmış kimseyi Allah kesinlikle doğru yola yöneltmez. 4. Eğer Allah (İddia ettikleri gibi) bir

sahihi olmak isteseydi elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. Ama O bundan münezzehtir; O mutlak otorite sahibidir, eşi benzeri yoktur. 5.0, gökleri ve yeri hikmet ve fayda esasına göre yarattı; sürekli olarak geceyi gündüzün, gündüzü gecenin üstüne sarmaktadır; güneşi ve ayı da yasalarına boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Unutmayın ki Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. 6,0 sizi bir tek candan yaratmış, sonra ondan da eşini var etmiştir; hayranlardan da sizin için sekiz es lütfetti. Sizi annelerinizin kanunda üç karanlık içinde türlü yaratılış safhalarından geçirmektedir. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık O'nundur; O'dan başka tanrı yoktur. Buna rağmen nasıl olup da hakikatten uzaklaşabiliyorsunuz! 7. Eğer inkâr ederseniz bilesiniz ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur; ama O, kullarının nankörlüğüne razı olmaz, şükrederseniz bu tutumunuzdan memnun olur. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz; sonunda dönüşünüz Rabbinize olacak, ardından O, neler yapıp ettiğinizi size bildirecektir. O, kalplerin derinliklerini bilmektedir. [5]



Tefsiri



1-2. Müfessirlerin çoğuna göre her iki âyette geçen "kitap" ile Kur'an-ı Kerîm kastedilmiştir; ilk âyetteki kitapla bu sûrenin, ikincisiyle Kur'an'ın kastedildiğini düşünenler de vardır. [6] İbn Atıyye'nin tercih ettiği (IV, 517), bize de daha isabetli görünen diğer bir görüşe göre ilk âyetteki kitapla başlangıçtan itibaren bütün peygamberlere indirilen kitaplara, ikincisiyle de Kur'an-ı Kerîm'e işaret edilmiş; Yüce Allah'ın, önceki peygamberlere, insanlık için yol gösterici olan ve yasalar koyan kitaplar indirdiği gibi Hz. Muhammed'e de bu kitabı, Kur'an'ı indirdiği belirtilmiştir.

Râzî, Mu'tezile'nİn görüşünden de yararlanarak ilk âyetteki azîz ve hakim sıfatlarını bu bağlamda özetle şöyle açıklamaktadır (XXVI, 238): Azîz, "asla ye-niiemeyecek derecede güçlü"; hakîm, "arzularına göre değil hikmetin gereğine göre İş yapan" demektir; bu da Allah'ın evrendeki bütün olup bitenleri eksiksiz bildiği anlamına gelir. Buradan Allah'ın üçüncü bir niteliği ortaya çıkar ki o da hiçbir şeye muhtaç olmayışıdır. İşte âyetteki "azizen hakîmen" kısmı Allah'ın bu üç sıfatını yani güçlü, kusursuz hikmet sahibi ve ihtiyaçtan münezzeh olduğunu ifade etmektedir. Bu sıfatlara sahip olan Allah'ın bütün yapıp yarattıkları kesinlikle iyidir, doğrudur; engel tanımayan mutlak gücü sayesinde, olağanüstü bir iletişim yolu olan vahiy ile indirdiği kutsal kitaplar da O'nun engin ilim ve hikmetinin dünyaya ve insanlığa yansıyan ışıklarıdır. 2. âyette Kur'an'ın indirilişini "gerçeğin bilgisi" (hak) kavramıyla ilişkilendiren ifade de bunu göstermektedir. Her iki âyette Kur'an'ın Allah katından geldiği gerçeğine itiraz edenlere cevap verilmektedir.Allah, hiçbir şeye muhtaç olmadan dilediği her şeyi en doğru ve en iyi bir şekilde yapabilecek derecede güç, bilgi ve hikmet sahibidir; geçmişteki kutsal kitapları ve Kur'an'ı da O İndirmiştir, Bu gerçek açıkça belli olduktan sonra, 2. âyette artık insanın görevinin, içten bir saygı ve bağlılıkla yalnızca Allah'a kulluk etmek olduğu sonucuna varılmıştır. Âyette bu saygı, bağlılık ve kulluk ihlâs kavramıyla ifade edilmektedir. İhlâs, "gerek ibadetleri gerekse diğer dinî ve ahlâkî davranışları riya ve gösterişten, çıkar kaygılarından uzak olarak yalnızca Allah rızası için yapmak" anlamına gelir. [7]



3. "Katıksız (hâlis) din" deyimini, kelime-i şehadete dayalı din veya İslâm di-nİ şeklinde açıklayanlar olmuştur. [8] Ancak bu deyimi, daha açık olarak "her türlü şirkten, batıl inanç ve hurafelerden uzak bulunan; vahye dayanan ve kutsal kitabıyla, inanç ve amellere dair hükümleriyle orijinalliğini koruyan din" şeklinde anlamak İsabetli görünmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:50 am

"Sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz" şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Câhiliye putperestleri, Allah'ın varlığına ve yaratıcı gücüne inanmakla birlikte, putları aracı tanrılar kabul edip kendilerine şefaat edeceklerine inandıkları için onlara taparlardı. Görünür veya görünmez varlıklara tapan başka çok tanrılı din mensuplarıyla Hz. îsâ'yı tanrı kabul eden hıristiyanlar da benzer bir anlayışa sahiplerdi. [9] Âyette, bu şekilde değişik bâtıl inanç guruplanyla ilgili son hükmü Allah'ın vereceği, yani onları hak ettikleri şekilde cezalandıracağı belirtilmektedir. Yaratılmış ve sonlu, böyle olduğu için de eksik ve âciz varlıkları tanrı kabul etmek bir yalandan ibarettir, dolayısıyla bir küfürdür, yani gerçeği ters yüz etmek, inkâr etmektir; bu nedenle de hidayetten mahrum kalmayı gerektirir. [10] Bu suretle âyet şu gerçeği dile getirmektedir: Melekler veya cinler gibi görülmez varlıklara, güneş vb. gök cisimlerine, Hz. îsâ veya başka bir beşere, ata ruhlarına veya bu sayılanların sembollerine, heykellerine tapanlar ve Allah'ı bırakıp bunları koruyucu (veli) ve kurtarıcı kabul edenler, onlardan medet umanlar hak yoldan sapmışlardır; bunların inançları yalandan ve küfürden ibarettir. Yegâne hak din, tevhid İnancıdır; kurtuluşu hak edenler de sadece muvahhid (tek tanrı inancını benimseyen) müminlerdir. [11]



4. Putperest Araplar Lât, Uzzâ, Menât gibi putların Allah'ın kızları olduğuna inanırlardı. Âyete göre farzı muhal Allah evlat sahibi olmak isteseydi, İddia edildiği gibi taş toprak cinsinden yapılmış şeyleri değil, yarattıkları içinden en güzel varlıkları seçerdi. Ama Allah ile yarattıkları arasında hangi şekilde olursa olsun bir baba-evlat ilişkisi söz konusu olamaz, Allah bundan münezzehtir; O'nunla yarattıkları arasındaki ilişki hâlik-mahluk, ulûhiyet-ubûdiyet ilişkisinden ibarettir. Şu halde melekler, îsâ, Muhammed veya herhangi bir canlı ya da cansız varlık, bunların hepsi yalnız ve yalnız O'nun mahlukudur ve bunların her biri Hakkın yasalarına boyun eğerek, bazıları da bilinçli ve iradeli olarak O'nu hamd ile teşbih eder. [12] "O mutlak otorite sahibi tek Allah'tır"; dolayısıyla O'nun herhangi bir varlıkla ne bir ortaklık ilişkisinden ne de babalık-evlatlık İlişkisinden söz edilebilir. [13]



5-6. Büyük âlem (makrokozmos) ve küçük âlem (mikrokozmos, insan) denilen iki varlık alanını yaratan gücün ululuk ve yetkinliğine dikkat çekilmektedir. "Hikmet ve fayda esasına göre" diye çevirdiğimiz "bi'1-hakkı" deyimi,yaratma ve yönetmenin temelindeki ilâhî hikmete, yani eksiksiz kusursuz bilgiye ve yarara işaret eder. Buna göre yaratılışta saçmalıktan, anlamsızlık ve hikmetsizlikten söz etmek mümkün değildir; özünde her şey, iyidir, güzeldir, yararlıdır. Bütün İslâm âlimlerinin birleştiği bu İnancın, en güzel ifadesini Gazzâlî'nin şu sözünde bulduğu kabul edilir: "İmkan âleminde halen mevcut olandan daha güzel, daha tam ve daha mükemmelinin bulunması mümkün değildir"[14] Evren hakkındaki bu iyimser düşünce, yine Gazzâlî'ye isnat edilen bir özdeyişte, "Leyse ff I-imkân ebde'u mimmâ kân" (Var olandan daha mükemmeli mümkün değildir) şeklinde İfade edilmiştir.

Allah'ın, "sürekli olarak geceyi gündüzün, gündüzü gecenin üstüne sarma-sı"ndan maksat, gündüzden geceye geçilirken yavaş yavaş aydınlığın çekilip karanlığın bastırması, geceden gündüze geçilirken de tersine karanlığın yerini aydınlığın almasıdır. Âyetin bu cümlesi, "Geceyi gündüze ekler, gündüzü de geceye ekler" şeklinde de yorumlanmıştır. [15] Her gün tekrar ettiği için önemini fark edemediğimiz bu olaylar, ilâhî kudretin ve yaratılıştaki hikmetin durmadan tecelli ettiğini gösteren birer âyettir, işarettir. Güneş ve ayın, Hakkın yasalarına boyun eğerek semamızı süslemesi, ısı ve ışık vermesi de böyledir. İnsanlık âleminin bir tek candan, Âdem'den gelişi de evrenin oluşu ve işleyişi kadar muhteşem bir olaydır. Bu olay da düşünen aklı, hisseden kalbi dehşete düşürüp o yüce kudret karşısında secdeye kapandıracak derecede derin hikmetler taşıyan ilâhî tecellilerdendir. Âyet, bütünüyle insanlığın bu oluş süreci yanında her bir insanın ana rahmindeki yaratılış sürecine de veciz bir üslûpla değinmektedir.

Müfessirler, "üç karanlık" tabirini, annenin karın duvarı, rahim duvarı ve cenini kuşatan zar (amnion zarı) içindeki karanlık tabakalar olarak açıklarlar. Bu karanlık tabakaları, rahim içinde birbirini kuşatan üç zann teşkil ettiği tabakalar olarak anlamak da mümkündür. Bunların ilki, cenini koruyan, içi sıvı dolu amnion zarı, ikincisi amninnıı riıstan kuşatan v« daha rot ceninin besin ve nksiien almasını sağlayan korion zarıdır. Rahim içini astar gibi kaplayan ve hamileliğin sonuna doğru gittikçe kalınlaşan üçüncü zar, üzerindeki kan damarlarıyla çocuk için besin deposudur. Hamilelikten sonra düştüğü için buna "düşen zar" (zara decİdua) denilmektedir. Âyette bu tabakaların karanlık oluşuna bilhassa dikkat çekilmekle, bu karanlık ortamlarda olup bitenlerin dahi Allah'ın bilgisi ve kudreti sayesinde gerçekleştiğine; dışarıdan farkına bile varılmayan bu ortamda yaratılış harikalarının gerçekleştirildiğine işaret edilmiştir. "Türlü yaratılış safhalarından geçme" ifadesiyle, Hac (22/5) ve Mü'minûn (23/12-14) sûrelerinde açılımı verilen nutfe, alaka ve raudga safhalarının ve bundan sonraki gelişmelerin kastedildiği anlaşılmaktadır. [16] Rahim karanlığında döllenmiş hücreye (zigot) nutfe, hücrenin rahim cidanndaki asılı vaziyetine alaka denir. Bu suretle rahimde gelişimini sürdüren embriyo, önce mudga denilen şekilsiz etimsi bir parçaya dönüşür ve zamanla diğer aşamalarda kemikler oluşur; kemikler kaslar, damar ve sinirlerle kaplanarak insan bedeninin oluşumu tamamlanır. [17]



7. Bütün bu kanıtlara-ve uyarıcı açıklamalara rağmen Allah'a gereği gibi iman etmemekte direnenler bilmeliler ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gİ-bi insanların kendisine İnanmalarına da ihtiyacı yoktur. Şu halde inkarcılar bu tutumlarıyla yalnız kendilerine zarar verirler. Her ne kadar Allah, kullarım inanıp inanmamakta Özgür bırakmışsa da[18] merhameti gereği kullarının iman edip kurtuluşa ermelerini ister, rızası bundadır; bu yüzden insanlara doğru yolu bulmaları için akıl vermekle kalmayıp ayrıca peygamberleri aracılığıyla gönderdiği kutsal kitaplannda varlığının ve birliğinin nice kanıtlarını göstermiş, inananlara müjdeler vermiş, inanmayanları ikaz etmiş ve böylece iman edip hükümlerini yerine getirmek suretiyle kendisine şükredenleri rızasına kavuşturacağını bildirmiştir. Onun rızası, yani kulundan hoşnut olup onu sevmesi ise bütün nimetlerin en büyüğü, en değerlisidir. [19] İnsanın ödevi, kendisini bu değerli nimete layık kılacak bir hayat geçirmektir.

Aklî melekeleri yerinde olan her insan kendinden sorumludur ve yaptığı kötülüğün sonucu da yalnız ona aittir; ne o başkasının günahım taşır, ne de başkası onun günahını taşır. Onun için özgür ve bilinçli olarak yaptığımız işlerin sorumluluğunu başkasına yıkmaya kalkışmamalıyız; suçumuzu günahımızı başka birinin yükleneceğini ümit etmemeli, kendi hayatımızın iyi ve kötü sonuçlarının kendimize ait olduğunu bilmeliyiz. Dünyada hukuk ve kamu oyu karşısında bu böyle olduğu gibi âhirette Allah'ın huzurunda da böyle olacak; hepimiz sonunda kalplerimizin derinliklerini, en gizli sırlarımızı dahi bilen Rabbimizin divanına çıkıp dünyadayken yaptığımız her şeyi karşımızda bulacak, O'nun şaşmayan adaletiyle yargılanacağız. [20]



Meali



8. İnsanın başına bir sıkıntı geldi mi Rabbine yönelip O'na yalvarır; sonra Rabbi ona tarafından bir nimet verince, daha Önce yalvardığını unutarak yolundan saptırmak için Allah'a eşler koşmaya kalkar. De ki ona: 'İnkarcı tutumunla biraz eğlenedur bakalım! Gerçek şu ki sen ateşi boylayacaklardansın! 9, (Bu adam mı,) yoksa âhiret kaygısıyla ve Rabbinin rahmetine nail olma ümidiyle gece vakitlerinde secde ederek, ayakta durarak kendini ibadete veren kişi mi (daha iyi)?" De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!" Doğrusu ancak akıl iz'an sahipleri bunu anlar. [21]



Tefsiri



8-9. Buradaki "insan"la öncelikle Kur'an'ın muhatapları arasındaki inkarcı kişilerin kastedildiği âyetin devamından anlaşılmaktadır. Başka yerlerde de belirtildiği gibi[22] gerçek mümin hem sıkıntılı zamanlarında hem rahat zamanlarında hep Allah ik olur, O'na güvenip dayanır. Bu bağlılığını kötü günlerinde isyan etmeden sabırla, İyi günlerinde azmadan şükürle gösterir, Allah'tan gelen her şeyi, "Lütfün da hoş, kahrın da hoş" diyerek karşılar. 9. âyet, inancında döneklik yapan biriyle her durumda Allah'a iman ve bağlılığını sürdürenin aynı değerde olamayacağını ifade etmektedir. Hâlis imanın ve samimi din-darhğın çok veciz bir özeti olan bu âyette, böyle bir dindarlığın en çarpıcı amelî tezahürü olan gece namazına, sorumluluk boyutu olan ahiret endişesiyle rahmet ümidine ve dindarlığın zihnî şartı olan bilgi donanımına dikkat çekilmiştir. İbadette dinî şuur ve duygu ne kadar yoğun olursa ibadetin değeri de o oranda yüksek olur. Bu yoğunluk geceleri daha da fazla olacağı için âyette Özellikle gece ibadetinden söz edilmiştir. Derin dindarlığın diğer bir tezahürü de âhiret bilincinin canlı oluşudur. Ebedi hayata inanan iyi bir mümin, her durumda Rabbine kulluk görevlerini yerine getirmekle birlikte, bir yandan da kulluğuyla O'nun merhamet ve sevgisini kazanmayı, bu sayede âhiret kurtuluşuna nail olmayı arzular.

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu" ifadesindeki "bilme"den maksat, bu âyetler bağlamında öncelikle, yalnız zor durumda kalındığı zaman değil, her zaman Allah'ı bilip tanımayı (ma'rifatullah), bu İrfan sayesinde yaratılmışlara kul olmaktan kurtulup yaratana kul olmanın önemini kavramayı ifade eder. Bununla birlikte "Hİç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu" cümlesi, daha genel olarak -hangi konuda olursa olsun- ilmin yani doğru bilginin Allah katında mutlak bir değer olduğuna işaret eder. Esasen iman da ilim sayesinde kazınılır. Nitekim kaynaklarda ilim, "bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen inanç (itikad) şeklinde tanımlanır. [23] Kur'an-ı Kerîm'de gerek dinî gerekse din dışı konularla İlgili olarak ilim kelimesi ve türevlerinin 750 defa geçmesi, bilginin ve bilme faaliyetinin önemine işaret eder. Kendisini de Allah'tan gelmiş bir bilgi olarak tanıtan Kur'an[24] "Rabbim, ilmimi arttır!" diye Allah'a dua etmemizi öğütler. Hz. Peygamber de ilmi övmüş ve teşvik etmiştir. [25] Âlimleri peygamberlerin vârisleri olarak gösteren hadis[26] bilginin değeri yanında ilim adamlarının, bilgilerini insanlığın haynna kullanmakla sorumlu olduklarına da işaret eder. Buna1 göre, ilim bizatihi bir değer olsa da birçok hadiste İlmin amelle bütünleşmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır[27] Şu halde davranış ve uygulama planında olumlu sonuçlar doğurmayan veya kötülüklere alet edilen bilgi, kıymeti bilinmemiş, şükrü eda edilmemiş bir nimet olup ayrıca sorumluluğu gerektirir. Nitekim bir hadiste, sadece basit dünyevî emellere ulaşmayı amaçlayan ve bu suretle bilgisini kötüye kullananlar "erdemsiz bilginler" diye anılmıştır. [28]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:51 am

Meali



10. De ki (Allah şöyle buyuruyor): "Ey manan kullanın! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyifik yapanlar iyilik bulacaklardır. Allah'ın arzı geniştir. Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir." 11. De ki; "Kuşkusuz ben, kendisine içten bir inanç ve bağlılık göstererek Allah'a ibadet etmekle yükümlü kılındım. 12. Ve bana müsiümantarm ilki olmam emredildi." 13. De ki: "Eğer Rabbime isyan edersem, dehşetli bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım." 14. De ki (o putperestlere): "Ben, kendisine içten bir inanç ve bağlılık göstererek yalnız Allah'a ibadet ederim. 15. Artık siz de O'nun dışında dilediğinize tapın bakalım!" De ki: "Asıl hüsranda olanlar, kıyamet gününde hem öz benliklerini hem de yakınlarını kaybedecek olanlardır. Bilesiniz ki kesin hüsran işte budur!" 16. Onların üstünde ateş buludan olacak, altlarında da (böyle) tabakalar bulunacak. Allah kullarım bununla korkutup uyarır. Ey kullarım, bana karşı gelmekten salanın! 17-18. Sahte tanrılara kulluk etmekten kaçman, yüzünü ve özünü Allah'a çevirenlere müjdeler vardır. Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah'ın doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asd akıl iz'an sahipleri de onlardır. 19. Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, sonuçta ateşi boylayacak olanı sen mi kurtaracaksın! 20. Öte yandan, Rahlerine karşı gelmekten sakınanlara gelince onların, altlarından ırmaklar akan, üst üste yapılmış köşkleri olacak. İşte Allah'ın vaadi! Allah sözünden dönmez. [29]



Tefsiri



10. Müslüman sayılmanın vazgeçilmez şartı iman etmektir. Bununla birlikte âyette ayrıca, "Rabbe karşı gelmekten sakınma" olarak çevirdiğimiz takva ile "iyilik" olarak çevirdiğimiz hasene de iyi bir müsliiman olmanın şartı olarak gösterilmiştir. Takva, Allah'a sorumluluk bilinciyle saygı gösterip buyruklarını titizlikle yerine getirmek suretiyle ilâhî cezadan korunmayı[30] hasene İse doğru inançtan başlayarak, ister büyük ister küçük olsun her türlü iyi ve eüzel halleri, erdemleri, tutum ve davranışları ifade eder. [31] Âyette bu anlamda iyiliğin karşılığının da iyilik olacağı bildirilmektedir. Tefsirlerde çoğunlukla, karşılık olarak verilecek bu iyilik cennet olarak açıklanmışsa da âyette böyle bir sınırlama olmadığına göre bunu her türlü dünyevî ve uhrevî hayır ve mutluluk olarak anlamak daha isabetli görünmektedir.

"Allah'ın arzı geniştir" ifadesindeki "arz"dan cennetin kastedilmiş olabileceği yönünde zayıf bir görüş varsa da[32]müfessîrler genellikle bu İfadeyi hicrete işaret olarak anlamışlardır. Kuşkusuz her müslümanın, sosyal çevresinde veya ülkesinde inançlı ve erdemli olarak yaşayabileceği düzeyde bir özgürlük ortamının oluşması için çaba göstermesi; ayrıca Özgür bir ortamda yaşıyorsa bunun değerini bilmesi gerekir. Ancak âyetteki "Allah'ın arzı geniştir" cümlesi, bir kimsenin, bulunduğu yerde dinî ve ahlâkî hayatım gerektiğince yaşama şartlarından yoksun kaldığı ve bu ortamı olumlu yönde değiştirme imkanı da bulamadığı takdirde, inandığı değerlerden vazgeçmeyip serbestçe yaşayabileceği başka bir ortam bularak oraya gitme alternatifini de dikkate alması gerektiğine İşaret etmektedir. Bu, iş yerini değiştirmekten, başka bir ülkeye göç etmeye kadar her türlü yer değişikliğini kapsar. Nitekim bu âyetin gelmesinden birkaç yıl sonra Hz. Peygamber ve arkadaşları, bütün çabalarına rağmen Mekke'de dinlerini yaşama özgürlüğünü sağlayamayınca Allah'ın emri uyarınca Medine'ye göç etmişlerdir. İnsanın değerleri uğruna böylesine bir özveriyi göze alması büyük bir sabır ve kararlılık işi olduğu için âyette, "Sabredenlere mükâfatlan hesapsız verilecektir" buyurmuştur. [33]



11-14. Bu âyetler, Hz. Peygamber'in, ümmetine tebliğ ettiği buyruklara öncelikle kendisinin uyması, kendisini kanunlar üstü görmemesi gerektiğini ifade eder. 10. âyette iyi bir müslüman olmanın şartları, doğru inançtan ibadetlere ve güzel ahlâka kadar bütün İslâmî yükümlülükleri kapsayan şu üç kelimeyle özetlenmişti: İman, takva, hasene (iyilik). Burada ise aynı görevler başka ifadelerle dile getirilerek Resûlullah'ın bu görevlerle yükümlü kılındığı ve bu suretle "müslü-manların ilki olmak"la sorumlu tutulduğu bildirilmekte, aynca bu durumunu insanlara açıklaması istenmektedir. Özellikle "Eğer Rabbime İsyan edersem, dehşetli bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım" şeklindeki ifade, kötülük yapması halinde onun da başka insanlar gibi Allah'ın azabına uğrayacağını, teorik olarak kendisine bu hususta bir ayrıcalık, bir dokunulmazlık tanınmadığını ifade etmesi bakımından son derece anlamlıdır. Nitekim Abese sûresinin başında (80/1-10) Hz. Peygamber, yanlış bulunan bir davranışı dolayısıyla ikaz edilmiştir. Kuşkusuz bu âyetler, onun bir ilâh gibi hatasız görülmemesi gerektiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Fakat bundan daha önemli olanı şudur ki, Resûlullah bu âyetleri de bütün âyetler gibi kutsal saymış ve en ufak bir komplekse kapılmadan insanlara duyurmuştur. İşte bundan dolayı o, insanlığa örnek, âlemlere rahmet kabul edilmiştir. [34]



15-16. Peygamber, Allah'ın bildirdiği hükümleri eksiksiz yanlışsız duyurduğu gibi bizzat kendisinin de bu hükümleri yerine getirmekle yükümlü olduğunu, aksine davranırsa cezalandırılacağını açıkça ortaya koymuştur. Buna rağmen Kur'an'in muhatapları Allah'ı bırakıp sahte tanrılara tapmaya devam edeceklerse yapılacak bir şey yoktur. Âyetteki "Artık siz de O'mın dışında dilediğinize tapın bakalım!" cümlesi bir uyan ve tehdit ifadesidir. Bu uyarıyı dikkate almayanların akıbeti sadece "hüsran" (zarar, ziyan, kayıp) olacaktır. Onların âhirette öz benliklerini kaybetmeleri, "cehennemde hak ettikleri cezaya çarptırılmaları"; yakınlarını kaybetmeleri de "içinde bulundukları cehennem ortamında akraba ve dostlarıyla buluşup görüşme ve yardımlaşma imkanından yoksun kalmaları" şeklinde açıkla-nır[35] 16. âyet, inkarcıların âhiret-teki hüsranlarına kısa ve öz olarak açıklama getirmektedir. Tefsirlerde bu âyetin, cehennemde tabakalar bulunduğuna ve her tabakada ateş bulutlan veya katmanlarının yer aldığına işaret ettiği; bir tabakada azap görenleri üstten kaplayan ateş kümelerinin, bir üst tabakadakilerin altlarına denk geldiği için âyette "Onların üstünde ateş bulutlan olacak, altlannda da (böyle) tabakalar bulunacak" buyurulduğu belirtilir. [36]



17-18. "Sahte tanrılar" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki tâgut kelimesi insanlar tarafından tapılan bâtıl tanrtlan; Allah Teâlâ'ya isyan edilmesine sebep olan, görünür ve görünmez varlıklan; İnsanlık tarihi boyunca hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme gayretlerini yansıtan, bütün küfür ve ilhad faaliyetlerini İfade eden bir terim olarak kullanılır. Muhammed Esed'in bu kelimeye yüklediği "kişinin bütün manevî bağlarını kaybetmesine ve duygularının esiri olmasına yol açan, belli bazı şeytanî ihtiraslann veya arzuların... ifsat edici gücü" şeklindeki açıklamasına (III, 939-940) -diğer anlamlan dışlamamak kaydıyla- biz de katılıyoruz. [37] Kendi dışında veya içinde bu şekilde sahte tanrılar üretip onlara tapmaktan kurtularak Allah'a yönelen insanlar, içten veya dıştan gelebilecek her türlü saptırıcı telkinlerden, baskılardan ruhlarını kurtardıklan için duyduklan, öğrendikleri sözler içinde akıl ve sağduyularıyla en iyi ve en doğru bulduklanna değer verir, ona uyarlar. Râzî'ye göre duyulan bir söz doğru da yanlış da olabilir ve bunu ayıracak olan da aklî kanıttır. Râzî, bu âyetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukukî uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş; insanın her konuda aklî kanıta (hüccetü'1-akl),eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlal) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır (XXVI, 260-262). Râzî'ye göre "Bir İnsan abllı ve kavrayışı güçlü değilse belirtilen gerçek bilgileri zihninde toplaması da mümkün olmaz." [38]



19-20. "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimse" tefsirlerde genellikle inkarcı tutumu nedeniyle azabı hak etmiş kişi olarak açıklanmış; âyet, "Kim azabı hak ederse artık o kişi ateşe atılacak ve senin onu kurtarman da mümkün olmayacaktır" şeklinde yorumlanmıştır. 16. âyette inkarcıların âhiretteki cezaları hakkında bilgi verilirken cehennemin katlarından söz edilmişti; 20 âyette ise ."Rablerine karşı gelmekten sakınanlar" için kat kat cennet köşkleri hazırlandığı bildirilmektedir. [39]



Meali



21. Görmedin mi Allah'ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını? Sonra onunla değişik renklerde ürünler bitirir, sonra bu bitkiler gelişip olgunlaşır; ardından onun sarardığını görürsün, sonunda Allah onu çerçöp haline getirir. Kuşkusuz bunda akıl iz'an sahipleri için bir ders vardır. 22. Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı? Allah'ı anma konusunda kalpleri katılaşmış olanlara ise çok yazık! Onlar apaçık bir sapkınlık içindedirler. 23. Allah, kendi içinde uyumlu, gerçekleri tekrar tekrar dile getiren bir kitap olarak sözlerin en güzelini indirdi. Rablerinden korkanların onun etkisiyle tüyleri ürperir, sonra da Allah'ı anmakla onların bedenleri ve kalpleri yumuşayıp rahatlar. İşte bu kitap, Allah'ın bir rehberi olup dilediği kimseyi onunla doğruya yönlendirir; ama Allah kimi şaşırtırsa artık ona doğru yolu gösterecek yoktur. 24. Kıyamet gününde o şiddetli azaba karşı kendim yüzüyle korumaya çalışan kişi mi (daha kötü durumda, yoksa cennette bulunan mümin mi)? O gün zalimlere, "Vaktiyle kazandığınızı tadın şimdi!" denir. 25. Onlardan öncekiler de doğruyu yalan saymışlar; bunun üzerine tepelerine, nereden geldiğini anlamadıkları bir azap inmişti. 26. Böylece Allah onlara bu dünyada rezilliği tattırdı, âhirette-ki azap ise daha büyük olacak. Keşke bilselerdi! 27. Muhakkak ki biz, düşünüp ders alsınlar diye insanlar için bu Kur'an'da her türlü örneği ortaya koyduk; 28. O, insanlar Allah'a karşı gelmekten korunsunlar diye Arap diliyle indirdiğimiz çelişkisiz Kur'an'dır. [40]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:51 am

38

Sâd Sûresi

İndiği Yer :

Mekke

İniş Sırası :

38

Âyet Sayısı :

88

Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuz sekizinci, iniş sırasına göre de otuz sekizinci sûredir. Kamer sûresinden sonra, A'râf sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]



Adı



Sûre, ilk dönemlerden itibaren hemen bütün kaynaklarda, birinci âyetin başında bulunan ve hurûf-i mukattaadan olan "Sâd" ismiyle anılır. [2]



Konusu



Sûrenin temel konusu, Resûl-i Ekrem'in hak peygamber olduğu gerçeğinin isbatıdır, Kur'an üzerine yeminle başlayan sûrede Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden müşriklerin iddiaları reddedilmekte; çoktanrıcı inançlarının kısa eleştirisi yapıldıktan sonra onlara, önceki peygamberlere karşı benzer tavırlar sergileyenlerin akıbetleri hatırlatılmakta, Hz. Peygamber'e de sabır tavsiye edilmektedir. Hz. Dâvûd, oğlu Süleyman ve Eyyûb'un hayatlarından kesitler verilmekte; Hz. İbrahim, İshak, Yakub, İsmail, Elyesa', ZülkifTin isimleri sıralanarak bunların yolundan gidenlerin âhiretteki mutlu hayatları, buna karşılık yoldan çıkanların kötü akıbetleri hakkında kısa ve uyarıcı açıklamalar yapılmaktadır. Sûrenin son bölümünde insanlığın atası olan Hz. Adem'in yaratılışı anlatıldıktan sonra İblis'in, kendisine rahmet kapılarının kapanmasına sebep olduğunu düşündüğü için Âdem'in soyuna hınç beslediği ve onları doğru yoldan saptırmaya ahdettiği anlatılmakta, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmaktadır. [3]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1-2. Sâd. Öğüt ve uyarı dolu Kur'an'a andolsun ki inkâr edenler, iddialarının aksine, tanı bir gurur ve muhalefet duygusu içindedirler. 3. Onlardan önce nice nesilleri helak ettik; o sırada feryat ettiler ama artık zaman kurtulma zamanı değildi. 4. Şimdi bunlar da kendilerine aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşıyorlar ve bu inkarcılar şöyle diyorlar: "Bu adam bir sihirbazdır, tam bir yalanadır; 5. Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor! Bu gerçekten şaşılacak bir şey!" 6. Onların ileri gelenleri yerlerinden fırladılar: "Haydi yürüyün! Tanrılarınıza bağlılıkta direnin! İşte (sizden) istenen budur. 7. Biz bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik; bu uydurmadan başka bir şey değil. 8. İlâhî uyan içimizden ona mı indirildi şimdi!" İşin doğrusu onlar benim uyarım karşısında kuşku içindedirler. Hayır, azabımı henüz tatmadılar! 9. Yoksa senin aziz ve lütufkâr Rabbi-nin rahmet hazineleri onların elinde midir? 10. Ya da göklerle yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onlarda mı? Öyleyse çareler bulup göklere yüklenseler ya! 11. Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş, şimdiden yenilmeye mahkum bir ordudur. [4]



Tefsiri



1-2. Sûrenin başında yer alan "sâd", hurûf-i mukattaa denilen harflerdendir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1).

İlk âyetteki "Kur'an" kelimesiyle Kur'an-ı Kerîm'in bütünü veya özellikle bu sûre kastedilmiş olabilir. "Öğüt ve uyan" diye çevirdiğimiz aynı âyetteki zikr kelimesi "şeref, şan" anlamına da gelmektedir. Bu anlam dikkate alındığında ilgili cümleyi, "Şerefli, şanlı Kur'an'a andolsun ki" şeklinde anlamak gerekir. Birin-lhatılinanHflnian kurtarın doeru inançlara vöneltmeyİ; hak ve adaletle bağdaşmayan, insanlık onuruna yakışmayan tutum ve davranışlardan arındırıp temiz bir hayata, erdemli davranışlara kavuşturmayı amaçlayan buyruk ve yasaklarına, aydınlatıcı ve uyarıcı mahiyetteki açıklamalarının önemine dikkat çekilmekte; ikinci anlama göre bu ifade, anılan özellikleriyle Kur'an'in müslümanlar için gelecekte bir şeref kaynağı olacağı, Kur'an sayesinde müslümanlann şanlı bir uygarlık kuracakları müjdesini içermektedir. Nitekim sûrenin son âyetinde de bu müjdenin mutlaka gerçekleşeceği bildirilmektedir.

İnkarcıların genel tutumu, Kur'an'ı Allah kelâmı saymama ve onun yukarıda özetlenen özelliklerini tanımama yönünde olduğu için 2. âyetin başıpdaki "bel" edatını, "iddialarının aksine" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Burada inkarcıların belirtilen iddialarının haklı bir gerekçeye dayanmadığı, yani onların inkârlarının, Kur'an'ın gerçekten bir öğüt ve uyan taşımamasından yahut bir değer eksikliğinden kaynaklanmadığı; aksine câhilce bir gurur, büyüklenme ve benlik duygusuyla inatlaşma ve düşmanlık psikolojisinden doğduğu bildirilmektedir.[5] Nitekim Bakara sûresinde de (2/206) aynı tutum, "Ona, 'Allah'tan kork!' dense gururu kendisini günaha sürükler" şeklinde dile getirilmiştir. [6]



3-4. Câhilce ve haksız sebeplerle kendi peygamberlerinin tebliğ ve uyanlarına karşı direnen ve aynntısı muhtelif sûrelerde anlatılan eski inkarcı nesillerin kötü akıbetleri Kur'an'ın ilk muhatapları olan Araplar'a bir ibret örneği olarak hatırlatılmakta; eğer onların yaptıkları gibi bunlar da fırsat eldeyken Hz. Muham-med'in davetini ciddiye alıp kabul etmez, bâtıl inançlarını, kötü yaşayışlarını sürdürürlerse başlanna gelmesi kaçınılmaz olan büyük bir felaketten kurtulma fırsatını kaçırmış olacakları, feryatlanna kulak verilmeyeceği uyansında bulunulmaktadır. Buna rağmen müşrikler, kendi aralarından, yani kendileri gibi beşerî özellikler taşıyan birinin peygamber olmasını şaşkınlıkla karşılayıp onu büyücü ve yalancı olmakla suçladılar. Akıllarınca eğer Allah katından bir elçi, bir uyarıcı gelecekse bu bir beşer değil, melek olmalıydı[7] veya hiç değilse bu peygamber, servet veya sosyal statü açısından Araplar'ın en itibarlıları arasından seçilmeliydi. [8]



5-8. Hz. Peygamber'in, özellikle Allah'ın birliği inancını tavizsiz bir şekilde savunarak yüzyıllardan gelen çoktanncılık inancını reddetmesi, putperestler için "gerçekten şaşılacak bir şey" İdi. Bu sebeple Hz. Muhammed'in peygamberlikle ilgili faaliyetlerini başlangıçta ciddiye almayan Mekke'nin ileri gelen müşrikleri, zaman geçtikçe geleneksel inançlarının, toplumsal konumlannın ve çıkarlarının tehlikeye girdiğini görmeye başlamışlar; hadis, tefsir ve tarih kaynaklarında -bazı önemsiz farklılıklarla- anlatıldığına göre Resûlullah'ı durdurmak için o güne kadar uvpuladıklan daha cok alav ve hakaret seklindeki Dsikoloiik baskılannın sonuç vermediğini görünce, içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu bir heyet oluşturarak Resûlullah'ı, Mekke'nin saygın kişilerinden olan, ayrıca dedesi Abdülmutta-lib'in vefatından sonra onu himayesine alan, bu sebeple de ResÛlullah'ın kendisine büyük bir saygı ve minnet duyduğu amcası Ebû Tâlib'e şikayet etmiş, üzerinden himayesini çekmesini İstemişlerdi. Hz. Peygamber'i meclise çağıran Ebû Tâ-lib ona, yapılan şikayeti aktardı. Resûl-i Ekrem ise yaptığı etkili konuşmada onları, aynı zamanda kendilerine parlak bir gelecek sağlayacak olan bir inanca davet ettiğini belirtti ve bunun Allah'ın birliği inancı oluğunu söyledi. Ancak putperestler, bu cevaba öfkelenerek 5-8. âyetlerdeki sözleriyle bâtıl inançlarındaki kararlılıklarını bir kez daha belirtip meclisi terkettiler[9]

"İşte (sizden) istenen budur" diye çevirdiğimiz 6. âyetin sonunda aktarılan sözleriyle müşriklerin neyi kasdettikleri hususunda yapılan yorumlardan bazıları şöyledir: a) Muhammed'm söylediği sözler, bizi çağırdığı tek tanrı inancı, onun üzerimizde hakimiyet kurup bizi kendisinin uydusu yapmak istediği bir plandır; ama biz ona olumlu karşılık vermeyeceğiz; b) Bu durum, zamanın başımıza açtığı belalardan biridir; öyle murat edilmiştir, onun için bundan kurtulmamız mümkün değildir; c) Sizden istenen ve yapmanız gereken şey, dininize bağlanmaktır; dininize sımsıkı sarılıp Muhammed'i yenilgiye uğratmaktır. [10] Biz mealimizde bu son yorumu dikkate aldık.

Putperestlerin, "Biz bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik" anlamındaki sözleriyle İslâm'dan önceki son kitabî din olan ve teslis inancını benimseyen Hıristiyanlığı veya kendi putperestlik dinlerini kasdettikleri yönünde farklı görüşler vardır. Aynı cümle, "Biz, yahudiler ve hıristiyanlardan Muhammed'in peygam-berliğiyle ilgili bir şey duymadık" şeklinde de yorumlanmıştır. [11]

Zemahşerî, 8. âyetin "İlâhî uyan içimizden ona mı indirildi şimdi!" mealindeki cümlesini açıklarken, müşriklerin bu tavizsiz inkarcı tutumlarının altındaki psikolojik sebebi şöyle özetler: "Aslında onlar, onca itibarlı kişiler, önderler arasından hususiyle Hz. Muhammed'in peygamberlikle onurlandınlmasını, içlerinden özellikle ona kitap indirilmesini hazmedemiyorlardı. Nitekim bir defasında da, *Bu Kur'an, şu iki şehirden büyük bir kişiye indirüseydi ya!' demişlerdi. [12] Bu inkâr, peygamberlik şerefinin aralarından kendileri gibi beşerî özellikler irlerîni kanlavan derin kıskançlık duygusunun dışa yansımasıydı" (III, 317). Bu kıskançlığın temelinde de Kur'an'ın vahiy eseri olması konusunda taşıdıkları kuşku, dolayısıyla inançsızlık bulunduğu için âyetin devamında "İşin doğrusu onlar benim uyarım karşısında kuşku içindedirler" buyurulmuş; ardından da "Hayır, azabımı henüz tatmadılar" denilerek o zaman akıllarının başlarına geleceği uyarısında bulunulmuştur. [13]



9-10. Müşriklerin, Hz. Muhammed'e peygamberlik şerefinin verilmesi karşısındaki kıskançlıklarının ve inkarcı tutumlarının mantıksızlığına işaret edilmektedir. Buna göre peygamberlik, Allah'ın kendi hazinelerinden dilediği kimseye verdiği bir lütuftur ve buna kimsenin itiraz etmeye hakkı yoktur. Allah'.m hazineleri onların elinde mi veya evrenin hükümranlığı onlarda mı ki kime peygamberlik verilmesi, kime verilmemesi gerektiği konusunda fikir yürütmeye, verileni beğenmemeye, kimin neye layık olduğunu kendilerinin daha iyi bildiğini İddia etmeye kalkışıyorlar! Eğer göklerin hakimiyeti ellerindeyse bir yolunu bulup oralara yiiksel-seler ve böylece (hâşâ) hükümranlık makamına geçerek Allah'ın verdiğini geri alsalar, vahiy meleğinin kime vahiy indireceğini kendileri belirleseler ya! [14]



11. Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkündür: a) "Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş, şurada hezimete uğrayacak olan bir ordudur." Buna göre âyet, müşriklerin gelecekte yıkıma uğrayacaklarını haber vermektedir. Yukarıda inkarcılıkların acizliklerine rağmen Allah'ın peygamber seçmesine karşı itiraz mahiyetindeki küstahlıkları eleştirildikten sonra, onlar hakkında bir tehdit, Peygamber ve müminler için de bir müjde olan 11. âyette çeşitli gruplardan, kabile ve aşiretlerden oluşan putperestler ordusunun, taşıdıkları büyüklük duygusunun (2. âyet) boş olduğu, vakti geldiğinde hezimete uğrayacakları, yıkılıp gidecekleri bildirilmektedir. Nitekim hicretten sonra müşrikler, Bedir savaşındaki yenilgileriyle başlayan bir hezimet sürecine girmişler ve kısa zamanda yok olup gitmişlerdir, b) "Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş, şimdiden yenilmeye mahkum bir ordudur." Bizim tercihimiz olan bu meale göre putperestlik ve buna dayalı toplum düzeni insan fıtratına aykırı olduğu için hak dinin gelmesiyle yıkılmaya mahkum olmuş, yani Câhiliye toplumu şimdiden yenilmiştir.

Bazı müfessirler, 11. âyet metnindeki "mâ" edatının bu bağlamda küçümseme (tahkîr) ifade ettiğini belirtirler. Buna göre ilgili bölümü "sıradan, önemsiz bir topluluk" şeklinde anlamak gerekir. [15]



Meali



12-13. Bunlardan önce Nûh kavmi, Ad kavmi, güç ve itibar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da gerçeği yalanlamışlardı. Onlar, (İnkârda) birleşmiş topluluklardı. 14. Hepsi de elçileri yalancılıkla suçladılar, bu yüzden de kendilerini cezalandırmam hak oldu. [16]



Tefsiri



12-14. Araplar'a, kendilerinin de az-çok bilgi sahibi olduğu geçmişin bazı inkarcı topluluklarının başına gelenler hatırlatılmakta ve uyarılar yapılmaktadır. Geçmişte maddî ve dünyevî güçlerine güvenerek inkâr ve kötülüklere dalan, üstelik kendilerini kurtarmak için gönderilmiş peygamberleri yalancılıkla suçlayanlar mutlaka cezalandırılmıştır, bu bir ilâhî yasadır (sünnetullah). Şu halde Hz. Mu-hammed'e karşı benzer tutumlar sergileyenlerin, aynı akıbete uğramamak için akıllarını başlarına toplayıp geçmişten ibret almaları, geçmiştekilerin yanlışlarını tekrar etmemeleri gerekmektedir.

"Güç ve itibar sahibi" diye çevirdiğimiz, Firavun'u niteleyen "zü'1-evtâd", sözlük anlamıyla "kazıkların sahibi, kazıklı" demektir. Bu deyim hakkında tefsirlerde başlıca üç yorum yapılmıştır: a) Eski Araplar'da çadırların büyüklüğü, sağlamlığı, dolayısıyla çadır kazıklarının, direklerinin çokluğu, orada yaşayanın gücüne ve toplumsal itibarına, statüsüne bir işaret sayıldığı için genellikle güç ve itibar "zü'1-evtâd" gibi deyimlerle ifade edilirdi; b) Firavun, kızdığı kimseleri ellerinden ve ayaklarından yere çakılı kazıklara bağlayarak cezalandırdığı için âyette kendisinden "kazıkların sahibi" diye söz edilmiştir; c) "Evtâd" kelimesinin temelleri sağlam, görkemli binaları ifade ettiği de söylenir. Buna göre "zü'1-evtâd" deyimi, (ehramlar gibi) "görkemli yapıların sahibi" anlamına gelmektedir. Sonuç itibariyle bu deyim her üç anlamıyla da Firavun'un sahip olduğu büyük gücü, iktidar ve statüyü ifade etmektedir. [17]



Meali



15. Bunlar da şimdi, bir daha geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç bir sesi, yalnızca bunu beklemektedirler. 16. Onlar, (alaycı bir tavırla) "Rabbimiz! Hesap gününden önce payımıza düşen azabı hemen şimdi ver!" dediler. 17. Sen, onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u hatırla! Yönü hep Allah'a dönüktü. 18-19. Her sabah ve her akşam yaratıcılarını teşbih ederlerken dağları ve çevresinde toplanmışken kuşları Davud'a eşlik ettirdik. Hepsi de Allah'a yönelmiş kimselerdi. 20. Onun hükümdarlığını güçlendirmiş, kendisine hikmet ve anlaşmazlıkları bitiren konuşma yeteneği vermiştik. 21-22. Davacıların hikâyesi sana ulaştı mı? Bu adamlar mabedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına girmişlerdi. Dâvûd onları görünce telaşlanmıştı. "Korkma, dediler, birimizin diğerini haksızlık etmekle suçladığı iki davacıyız biz. Aramızda âdil bir hüküm ver; doğruluktan sapma, bize de doğru yolu göster." 23. "Şu adam benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var. Buna rağmen 'Bunu da bana ver' dedi ve bu tartışmada bana baskın çıktı." 24. Dâvûd şöyle dedi: ''Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle doğrusu sana karşı haksızlık etmiştir. Zaten aralarında ortaklık ilişkileri bulunanların çoğu birbirine haksızlık ederler; yalnız iman edip iyi işler yapmakta olanlar böyle değildir; ama onlar da o kadar az ki!" Dâvûd kendisini sınadığımızı anladı. Bunun üzerine Rabbinden kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandı, O'na yönetip tövbe etti. 25. Biz de yaptığım kendisine bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun vüksek bir makamı, güzel bir geleceği vardır. 26. "Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle hükmet; nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan saptım*. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır." [18]



Tefsiri



15. Yukarıda anılan eski inkarcı zümrelerden veya Hz. Peygamber'in muhataplarından söz edildiği yönünde iki farklı yorum vardır. İlk yoruma göre "geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç ses", kıyametin kopması sırasındaki sûrun üflenmesi üzerine çıkacak olan sestir. Bizim de katıldığımız ikinci yoruma göre burada söz, Hz. Peygamber'in muhataplarına getirilmiştir. Bu durumda "geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç ses" de putperest Araplar'in müslumanlar karşısındaki nihaî yenilgileri için kullanılan mecazî bir ifadedir. [19] 11. âyette bu yenilgiye değinilmişti. [20]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:52 am

16-17. Kur'an-ı Kerîm'de çeşitli vesilelerle bildirildiği üzere, Resûlullah kendilerini uyarmak maksadıyla inkâr ve kötülüklerinde ısrar ettikleri takdirde başlarına böyle felaketlerin geleceğini, dünyada ve âhirette cezalarını göreceklerini bildirdikçe putperestler, alay maksadıyla sık sık bu tür isteklerde bulunurlardı. 17. âyette, bu küstahça sözler karşısında son derece üzüldüğü anlaşılan Hz. Pey-gamber'e sabırlı olması öğütlenmekte; ayrıca İsrail peygamberleri içinde özellikle dünyevî gücü ve iktidarıyla tanınan Hz. Davud'u hatırlaması istenmektedir. Burada o gün putperest muhaliflerinin kendisini ciddiye almadıkları, mesajıyla alay ettikleri Hz. Muhammed'in de bir zaman sonra Dâvûd (a.s.) gibi muzaffer ve muktedir bir konuma ulaşacağına ima vardır. Nitekim tarih bunu göstermiştir. [21]



18-19. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Dâvûd Allah'ı teşbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun teşbihine katıldıkları şeklindeki mucizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri mecazî anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Dâvûd Zebur okuyarak Allah'ı teşbih ettiği gibi kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah'ın kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisan-ı halleriyle Allah'ı teşbih etmektedirler. [22] Bu mânaya göre cansız tabiatın Allah'ı teşbih etmesine dağlar, canlı varlıkların teşbihine de kaşlar örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli teşbihine örnek de Hz. Davud'un teşbihidir.

"Hepsi de Allah'a yönelmiş kimselerdi" diye çevirdiğimiz 19. âyetin son cümlesi, "Gerek dağlar gerekse kuşlar Davud'un etrafında toplanıp ona İtaat ederlerdi" veya "Dâvûd teşbihe başlayınca onlar da kendisine katılırlardı" şeklinde de açıklanmıştır. [23]



20. Davud'a verilen '*hikmet"le peygamberliğin, Zebur'un, hukuk bilgisinin veya gerçeğe uygun olan her türlü sözün kastedildiği belirtilir. Râzî, felsefî birikiminin bir sonucu olarak hikmeti, "bilgi ve amelde tam yetkinlik" anlamına gelecek bir kapsamda açıklamıştır (XXVI, 187). İbn Âşûr, "anlaşmazlıkları bitiren konuşma yeteneği" diye çevirdiğimiz "fasle'l-hitâb" deyimini, "sözün belâgath olması, dinleyenin daha fazla açıklama yapılmasına ihtiyaç duymayacağı derecede beklenen anlamı içermesi" şeklinde açıklar (XXIII, 229). Aynı deyim, Hz. Dâ-vûd'un, özellikle yargılama sırasında konuyu iyice kavrayarak adalete uygunluk bakımından isabetli hükümler verme yeteneği şeklinde de açıklanmıştır. Zemahşe-rî'ye göre bu deyim, Davud'un yargı, hükümet işleri, yönetim ve meşveret gibi konulara dair konuşmalarındaki doğruluğu, hak ve adalete uygunluğu ifade eder (III, 321). Böylece âyet, İyi bir devlet ve hukuk adamının sahip olması gereken özelliklere de işaret etmektedir. [24]



21-23. Davud'un yargı adaletine verdiği önemi gösteren bir olay anlatılmaktadır. "Davacıların hikâyesi sana ulaştı mı?" şeklinde soru ifadesiyle söze başlanması, konunun Önemine muhatabın dikkatini çekmek maksadıyla Kur'an'ın sıkça kullandığı bir anlatım tarzıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Dâvûd (a.s.) bir mâbedde ibadetle meşgul iken iki kişi, üstü açık olan mabedin duvarını aşarak ansızın onun karşısına çıkmışlardı. Muhtemelen onlar, Allah tarafından gönderilmiş iki melekti. Fakat Dâvûd bunların, daha önce yaptığı bir hata sebebiyle[25] kendisine zarar vermelerinden kaygılanıp telaşa kapıldı. Onlar, Davud'un telaşa düştüğünü görünce korkulacak bir şey olmadığım söylediler ve âyette belirtildiği şekilde geliş maksatlarım anlattılar.

Davacıların, Davud'u, "Doğruluktan sapma" diyerek uyardıklarının özellikle zikredilmesi, yargıdan temel beklentinin tarafsızlık olduğuna ve bu niteliği yitirdiğinde yargının da anlamını yitirmiş olacağına dikkat çekme anlamını düşündürmekte; bunlar aslında melek oldukları için söz konusu uyarının bir eğitim amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. "Bİze de doğru yolu göster" ifadesi ise yargılama sırasında hakimin tarafları ifadelerinde dürüst davranmaları, bile bile haksız iddialar ileri sürmekten, gerçeği saklamaktan kaçınmaları yönünde uyanlar yapmasının uygun olacağına işaret eder. Böylece Kur'an'ın, geçmişteki bir olayı naklederken kendi muhataplarını eğitmeyi amaçlayan noktaları öne çıkarmaya özen gösterdiği dikkati çekmektedir.

"Bu tartışmada bana baskın çıktı" anlamındaki son cümle, "Zekâsının kıvraklığı, delillerini dile getirmedeki becerisi sayesinde tartışmada bana baskın çıktı" anlamına gelebileceği gibi, "Tartışma sırasında güç kullanma tehdidinde bulundu" seklinde rle Yorumlanmıştır. [26]



24. Yukarıda bu davanın taraflarından birinin iddiası özetlenirken diğerinin savunmasına yer verilmemiştir. Muhtemelen Kur'an, olayın ders almaya değer yönünü anlatmakla yetinmiştir. Bununla birlikte Davud'un, "Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle..." şeklindeki ifadesinden, muhtemelen davalının ikrarıyla davacının iddiasının sübut bulmuş olduğu ve buna dayalı olarak da Dâ-vûd'un hükmünü verdiği anlaşılmaktadır.

Aralarında mal ilişkisi bulunanların bu tür ihtilaflara düşmelerine sık rastlandığını, ancak inanmış, erdemli ve iyi İşler yapmaya kendilerini adamış olanların böylesi anlaşmazlıklara düşmekten kendilerini koruyabileceklerini belirten ifade, âyetin bize verdiği diğer bir önemli derstir. "Ama onlar da o kadar az ki!" şeklindeki ifade, nefsin bencil İsteklerinden korunarak, kendi aleyhine bile olsa adalette kararlı olmanın hem çok önemli hem de çok güç olduğuna işaret eden veciz bir uyandır.

Tefsirlerde Davud'un neden kendisinin sınandığı düşüncesine kapıldığı ve Rabbinden kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandığı, O'na yönelip tövbe ettiği konusunu aydınlatmak üzere aslında İslâm'ın peygamberlik öğretisiy-le uyuşmayan İsrâiliyat türü bazı rivayetler aktarılmaktadır. Aslı Kitâb-ı Mukad-des'e dayanan[27] bu rivayetlerin özeti şöyledir: Dâvûd, tesadüfen açık vaziyette gördüğü bir kadının güzelliğinden çok etkilenmiş; onun Uhriya (Uriya) isimli bir kumandanının eşi olduğunu öğrenince kadınla evlenebilmek için kocasını öldürtmeyi planlamış; Davud'un emriyle savaşa katılıp ön safta çarpışan adam ölünce Dâvûd da karısıyla evlenmiş. İşte Dâvûd, muhtemelen mâ-bedde o iki adamın ansızın karşısına çıkmasının bu hatasıyla bir ilgisi bulunduğunu, böylece Allah tarafından sınandığını düşünerek yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getirip tövbe etmiştir.

Yine aslı Kitâb-ı Mukaddes'te geçen [28] bir rivayete göre bu olayda söz konusu edilen iki melekten, şikayet eden taraf kadının kocasını, şikayet edilen de Davud'u temsil etmektedir. Şikayetçi olan, doksan dokuz koyunu olan kardeşinin, kendisinin tek koyununa da göz diktiğini söylerken aslında Dâ-vûd'un yaptıklarını ima ediyor; onun çok sayıda eşi olmasına rağmen kumandanın tek eşini de kendisine almasının, üstelik bu emelini gerçekleştirebilmek İçin adamı bile bile ölüme göndermesinin haksızlığını bizzat kendisine onaylatmak istiyordu. Bu suretle Dâvûd Allah tarafından sınandığını farketti ve suçunu anlayarak pişman olup tövbe etti. Davud'un hatasını bağışlatmak için kırk gün kırk gece durmadan ibadet, tövbe ve istiğfar ettiği de anlatılır. [29] Yahudi kültüründe Dâvûd kral olarak bilindiği için Kitâb-ı Mukaddes yazarının onun hakkında belirtildiği türden çirkin olaylar yakıştırması veya nakletmesi, üstelik onun daha kocası sağ İken kadınla yattığını ve kadının gebe kaldığını dahi İleri sürmesi [30] yahudİ geleneği açısından normal görülebilir. Ancak Kur'an'da Dâvûd aleyhisselâm, peygamberler arasında zikredilmiş; İslâmî öğretide peygamberler birer İman ve erdem abideleri olarak gösterilmiş ve bu türden büyük günahlar işlemeleri mümkün görülmemiştir. Bu sebeple yukarıda özeti verilen rivayetlerin gerçeği yansıttığı kesinlikle kabul edilemez.

Sonuç olarak, bu açıklamalar doğrultusunda Hz. Dâvûd, güzelliğinden etkilendiği bu kadınla evlenmeyi gerçekten düşünmüş ve kendisinin bir planı olmadan kocası savaşta ölmüş, bunun üzerine onunla meşru usulle evlenmiş, bu olay halkın ağzında yukarıdaki hayalî kurguya dönüşmüş olabilir. Kuşkusuz burada sıradan insan için ciddi bir günah söz konusu olmamakla birlikte bir peygamberin, nefsinin bayağı arzusuna kapılarak güzelliğine vakıf olduğu evli bir kadından etkilenmesi onun kişiliğiyle bağdaşmadığı için olay onun hakkında bir sınama (fitne) kabul edilmiş; Hz. Dâvûd da olayın kendisi için bir sınav olduğunu anlayarak, pişman olup tövbe etmiştir. Kur'an'da Allah'tan başkasının yanılgılardan uzak kalamayacağı, peygamberlerin de birer insan olarak hatasız olmadıkları, yüksek özelliklerine rağmen nadiren de olsa -sonradan telafi ettikleri- bazı hatalar işledikleri örnekleriyle zikredilmektedir. [31]



25-26. Hz. Davud'un İçten pişmanlığı ve tövbesi sonucunda hatasının bağışlandığı, bu sayede Allah katındaki üstün makamını koruduğu bildirilmektedir. Dâvûd'un yeryüzüne halife yapılması, onun geçmiş peygamberlerin halefi olarak onların misyonunu devam ettirmesi veya ülkesinde hükümdarlığın ona verilmesi olarak açıklanmıştır. Dâvûd hem peygamber hem hükümdar olduğu için kelimenin her iki anlamıyla da halifedir. Burada şu noktalara da dikkat çekilmektedir: Herkes hakkında gerekli olmakla birlikte özellikle Dâvûd gibi peygamber ve hükümdar olanlar için daha da önemli bazı görevler vardır, bunların başında da adalete riayet ve nefsanî arzulan yenme gelir. Aksine davranışlar, kişiyi Allah yolundan saptırır, dolayısıyla daha başka günahların işlenmesine de sebep olur. 26. âyetin sonunda bütün bunların âhİret hesabını unutmak veya önemsememekten kaynaklandığına da işaret edilmekte, bunun cezanın şiddetli olacağı hatırlatılmaktadır.

Sûrenin başında putperestlerin Kur'an ve Hz. Peygamber karşısındaki inkarcı ve alaycı tutumları hakkında bilgi verildikten sonra 17. âyette onların bu tutumlarına karşı Hz. Peygamber'e sabırlı olması Öğütlenmiş ve "güçlü kulumuz" diye arnlan nâviîH'n rirnfiV fllmast istenmişti. Sonraki âvetlerde ise Davud'un bu gücünün iki kaynağına değinilmiştir. Bunlardan biri yönetim ve hükümlerinde adaleti gözetmesi, diğeri de hatalarının farkına varıp pişman olması ve Allah'a yönelip O'na ibadet ve dua etmesi, tövbe edip bağışını dilemesidir. Böylece Hz. Peygam-ber'e ve onun şahsında ümmetine şu ders verilmektedir: İşlerinizde adaletten ayrılmaz, yanlışlarınızı düzeltip Allah'a yönelir, O'nun huzurunda ibadet eder, engin mağfiretine sığınır, böylece ruhunuzu kötülüklerden anndınrsanız, Allah katında değeriniz yükseleceği gibi düşmanlarınıza karşı da güçlü olur, sonunda başarıyı siz elde edersiniz. [32]



Meali



27, Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zanıııdır. İnkâr edenlerin cehennemden dolayı vay haline! 28. Yoksa inanıp erdemli re düzgün işler yapanları yer yüzünde fesat çıkaranlarla bir mi tutacaktık! Yahut günah işlemekten sakınanları günaha batanlar gibi mi sayacaktık! 29. Bu bir mübarek kitaptır ki onu sana, insanlar âyetleri üzerinde iyice düşünsünler, akıl iz'an sahipleri ondan dersler, öğütler alsınlar diye indirdik. [33]



Tefsiri



27-29. Yukarıdaki bölümün sonunda "hesap gümT'nü unutmanın, yani âhire-te ve oradaki büyük yargılamaya inanmamanın insanın ebedî hayatıyla ilgili doğuracağı tehlikeye dikkat çekilmişti. Burada ise âhiret hayatının gerçekliğinin aklî ve mantıkî gerekçesi ortaya konmaktadır. Buna göre Allah göğü, yeri ve ikisi arasındakiler! yani evreni ve evrendekileri boş yere yaratmamıştır. Yaratılışın mutlaka bir anlamı, hikmeti, amacı vardır. İnsan davranış]an bakımından bu amaç nihaî adaletin yerini bulmasıdır. Şu halde, inkarcıların zannettiklerinin aksine, bu dünyanın ötesinde yeni bir âlem ve yeni bir hayat olacak; bu dünyadaki inkâr ve kötü-lükleriyle cezayı hak edenler öteki dünyada "ateş" kavramıyla dile getirilen azapla cezalandırılacaktır. Bu dünyada inanıp erdemli ve yararlı işler yapanlarla yer yüzünde fesat çıkaranlar, günah işlemekten sakınanlarla günaha boğulanlar o dünyada asla bir tutulmayacak, herkes ilâhî adalete göre hak ettiği karşılığı bulacaktır. 08 Sırtta tnmin Kir anlatım tarTimn scf ilmesi hu snnıımn kesinliğini vureulama amacı taşır. 29. âyete göre Allah Teâlâ Peygamberine kutsal kitabı Kur'an-ı Ke-rîm'i göndermiştir ki insanlar onu okuyup dinleyerek âyetleri üzerinde düşünsünler de doğru inanca ulaşmanın, erdemli ve yapıcı işlerle meşgul olmanın nihai anlamda kendileri için tek kurtuluş yolu olduğunu anlasınlar. [34]



Meali



30. Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O ne iyi kuldu! Yönü hep Allah'a dönüktü. 31-32. Bir gün akşama doğru alımlı, soylu koşu atları önüne £utİrildiğinde, "Ben malı (atlan),Rabbimi hatırlattığı için sevdim" dedi. Nihayet onlar karanlığın perdesiyle gizlendi. 33. "Onlan bana geri getirin" dedi; bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. 34. Andolsun biz Süleyman'ı bir sınavdan geçirmiş, tahtının üstüne bir ceset koymuştuk; sonra o bize yöneldi; 35-38. "Rabbim, dedi, beni bağışla; benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana. Sonsuz lütufkâr yalnız sensin,sen!" Bunun üzerine, emriyle dilediği yöne doğru tatlı tatlı esen rüzgârı, bütün bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları ve zincirlerle bağlanmış diğer yaratıkları onun buyruğuna verdik: 39. "Bu bizim bağışımızdır; hiçbir hesap kaygısı taşımadan ister başkalarına ver ister elinde tut." 40. Kuşkusuz onun katımızda yüksek bir yakınlık derecesi ve güzel bir geleceği vardır. [35]



Tefsiri



30. Yukarıda Allah Teâlâ'nın Davud'a çeşitli lütuflarda bulunduğu bildirilmişti. Burada ise belki de ona en büyük lütuf olmak üzere özellikle oğlu Hz. Süleyman'ın verildiği bildirilmektedir. [36]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:52 am

37



Sâffât Sûresi

İndiği Yer
: Mekke

İniş Sırası
:56

Âyet Sayısı
:182


Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuz yedinci, iniş sırasına göre elli altıncı sûredir. En'âm sûresinden sonra, Lokman sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]



Adı



Bütün kaynaklarda sûre Sâffât adıyla anılmış olup "sıra sıra dizilenler, saf tutanlar" anlamındaki bu kelime, ağırlıklı yoruma göre meleklerden söz eden birinci âyette geçmektedir. [2]



Konusu



Sâffât sûresinde Allah'ın birliği, âhiret hayatının gerçekliği, o hayatta neler olacağı, inkarcıların âhiretteki pişmanlıkları ve birbirlerini suçlamaları, ayrıca Allah'ın samimi kullarının cennetteki mutlu yaşayışları hakkında bilgi verildikten sonra Nûh, İbrahim ve oğullan İsmail ve İshâk, Mûsâ ve Hârûn, İlyâs, Lût ve Yûnus peygamberlerin hayat hikayelerinin ibretli yanları ve Allah'ın onları yardımıyla desteklemesi anlatılmakta; putperestlerin bâtıl inançları eleştirilmektedir. Sûre, genellikle Kur'an tilâveti ve duaların sonunda okunması âdet haline gelen ve "Sübhâne Rabbike..." diye başlayıp "ve'1-hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" dîye biten âyetlerle son bulmaktadır. [3]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1-3. Sıra sıra dizilmiş olanlara, engellemeye çalışanlara ve anmak için okuyanlara andolsun ki; 4, Kuşkusuz tanrınız bir tekdir. 5. O, göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi, güneşin doğuş yerlerinin Rabbidir. 6. Biz yakın semayı yıldızların güzelliğiyle bezedik. 7. Ve (onu) her türlü isyankâr şeytanî güce karşı koruduk. 8-9. Onlar artık o yüce topluluğu dinleyemezler, (bölgeden) uzaklaştırmak için üzerlerine her yönden atış yapılır; ayrıca onlar (âhirette de) bitmez bir azaba çarptırılacaklardır. 10. Ancak, (o yüce topluluktan) bir bilgi kırıntısı kapan olursa onu da delip geçen bir ışık topu kovalar. [4]



Tefsiri



1-5. İlk üç âyette hangi varlık topluluğundan bahsedildiği ve bunlara yüklenen İşlevlerle ilgili ifadelerin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ifadelerle ,ya melek veya insan topluluklarının kastedilmiş olabileceğini belirten Râzî'nîn açıklamalarından da (XXVI, 114-117) yararlanarak bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: [5]



a) Yaygın yorum, burada meleklerden söz edildiği yönündedir. Şevkânî'ye göre "sıra sıra dizilmiş olanlar"la dünyada insanların (ibadet için) saf tutmaları gibi semada saf tutan melekler kastedilmiştir. İbn Mes'ud, İbn Abbas, İklime, Saîd b. Cübeyr, Mücahid ve Katâde bu görüştedirler (IV, 442). İbn Âşûr da, Arap putperestlerinde putların emrinde melekler bulunduğu şeklinde bir inancın yer almadığını, meleklerin kendi buyruğu altında görev yaptığı tek gerçek Tann'nın Allah olduğunu, dolayısıyla aşkın âlemin en değerli yaratıkları olan melekler üzerine yemin edilmekle sûrenin temel amacı olan ve 4. âyette altı çizilen Allah'ın birliği inancına dikkat çekildiğini söyler (XXIII, 82). Buna göre bu âyetlerde dolaylı olarak putperestlere hitaben şöyle denilmektedir: "Allah'ın huzurunda sıra sıra dizilip ibadetle meşgul olan, buyruğunun yerine getirilmesine hizmet eden ve zikir okuyan melekler bulunmaktadır. Tann yerine koyup taptığınız putların böyle hizmetçileri bulunmadığını siz de kabul ettiğinize göre onları Allah'a nasıl ortak koşabilirsiniz!"

Meleklerin sıra sıra dizilmesi, çoğunlukla saf tutarak ibadet etmeleri şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bunun mecazî bir ifade olup meleklerin Allah katındaki farklı derecelerine işaret ettiği de belirtilmektedir [6]

"Engellemeye çalışanlar" diye çevirdiğimiz 2. âyet, meleklerin gök cisimlerini, en küçük bir sapmaya izin vermeksizin ilâhî buyruk ve yasalara İtaat ettİrmebütün kozmik ve dünyevî varlıkların ilâhî hüküm ve kanunlara boyun eğmelerini sağlamaları[7] şeklinde açıklanır. Bunlar, ilk âyetteki meleklerden ayrı, özellikle bu İşle görevlendirilmiş ayn bir melekler topluluğu da olabilir. [8]

"Anmak İçin okuyanlar"la da meleklerin Kur'an'ı, ilâhî kitapları[9] veya ilâhî kitaplar da dahil olmak üzere Allah'ı zikir mahiyetindeki sözleri[10] okumaları kastedilmiştir. [11]

b) Bu âyetlerde bazı insan topluluklarından söz edilmiş olması da mümkündür. Bunlar, Râzî'nin ifadesiyle "Kendilerini Allah'a ibadete adamış olan ve bu özellikleriyle âdeta yer yüzünün melekleri sayılmaya değer bulunan yüce ve tertemiz beşerî ruhlar olabilir. Bu insanlar, Allah'ın huzurunda saf tutup namaz kıldıkları, "Eûzübillahi mine'ş-yeytâni'r-racîm" diyerek şeytanın kalplerine zararlı dürtüler vermesini önledikleri ve namazda okudukları âyetlerle Allah'ı zikrettikleri için burada belirtilen niteliklerle Allah tarafından takdir edilmişlerdir. Ayrıca burada, insanları Allah'ın dinine davet eden, dinî ve ahlakî bakımdan sakıncalı davranışlardan alıkoyan, Allah'ın hükümlerini yaşayan ve yaşatan âlimler topluluğu veya düşmana karşı saf tutup savaşan, harp meydanlarında yiğitçe haykırarak düşmanlarının kalplerine korku salan, Kur'an okuyup tekbir getirerek düşman üzerine saldıran mümin savaşçılar kastedilmiş olabilir. [12]

c) Burada Kur'an âyetlerinin bazı özellikleri de kastedilmiş olabilir. Buna göre ilk âyette Kur'an'ın konularının zenginliğine, tertip ve düzenine, âyetler arasındaki uyuma; 2. âyette insanların kötü fiilleri İşlemelerini yasaklayan, 3. âyette de iyi işler yapmalarını emreden âyetlere işaret edilmiştir. [13] Muhammed Esed, Kur'an âyetlerini aklîleştirme yönündeki temel eğiliminin bîr sonucu olarak, Râzî'ye nispet ettiği, aslında diğer tefsirlerde de geçen[14] bu şıktaki görüşü tercih ederse de bu yaklaşımın "melekler" anlamım vermekten kaçınma saikine dayandığı anlaşılmaktadır. Oysa Kur'an'ın başka yerlerinde de gerek meleklerin gerekse ay, güneş gibi kozmik varlıkların Allah'ı teşbih ettikleri, buyruğuna göre hareket ettikleri yönünde sarih İfadeli birçok âyet bulunmaktadır.

Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine, -ifadelerinin mutlaklığını da dikkate alarak- ilâhî yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allah'a yönelen, ona kul olan; varlık düzeninde, ahlâkî ve dinî hayatta O'nun yasalarının egemen olması İçin çalışan; dilinde, gönlünde ve hayatında O'nun âyetlerini yaşatan, meleğiyle insanıyla bütün görünür ve görünmez varlıkların kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir.Böylece bu âyetlerde başlıca özelliklerine işaret edilen varlıklar üzerine yemin edilerek Tann'nın birliğine vurgu yapılmakta ve bu suretle Araplar'ın benimsediği putperestlik yanında bütün çok tanrıcı inançlar kesin bir dille reddedilmekte; Allah, "göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi, doğuş yerlerinin Rab-bi" olduğuna göre O'ndan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyip kulluk etmenin anlamsızlığı dile getirilmektedir.

"(Güneşin) doğuş yerleri" diye çevirdiğimiz 5. âyetteki "meşânk", "meşnk" kelimesinin çoğulu olup bu bağlamda mevsimlere, hatta yılın her bir gününe göre güneşin farklı doğuş noktalarına işaret etmektedir. [15] Muhammed Esed, âyetle ilgili olarak -bizim de katıldığımız-notunda şöyle demektedir: "Muhtelif gündoğumu noktalarının (meşârik) vurgulanması, yaratılmış fenomeıılerdeki sonsuz çeşitliliğin, yaratıcının birliği ve benzersizliği ile karşıtlığını sergiler" (II, 910); yani yaratılanların çeşitliliğini ve Yaratan !ın tekliğini ortaya koyar. Aynı yazarın, Rahman sûresinin 17. âyetine düştüğü notta (III, 1097) belirttiği görüşe de katılıyoruz; orada olduğu gibi bu âyeti de Esed'in ifadesiyle "Allah'ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anlatan bir ifade" olarak düşünmek yerinde olur. [16]



6. "Yakın sema"dan maksat, arzdan bakıldığında gözlenen gök yüzüdür. Burada gökyüzünün, özellikle ay ışığının olmadığı berrak gecelerde çıplak gözle izlenen, yıldızlarla donatılmış muhteşem güzelliği hatırlatılarak bunu yaratan gücün mükemmellik ve eşsizliğine dikkat çekilmektedir. Gökyüzünün bu estetik manzarası başka âyetlerde, "Bİz, yakın semayı kandillerle donattık" şeklinde tasvir edilmektedir. [17]



7-10. "Yüce topluluk" diye çevirdiğimiz 8, âyetteki "mele-i a'lâ", dünyaya göre yücelerde bulunduğu kabul edilen, ayrıca manevî mertebeleri de yüksek olan melekler için kullanılan bir deyimdir. Burada, şeytanların bu yüce topluluğa kadar ulaşarak onların sahip olduğu bilgileri öğrenmelerinin önlendiği, nadiren yanlarına kadar yaklaşıp bir bilgi kırıntısı kapanların olabileceği, ancak onların da isabet ettiği şeyi delip geçecek kadar etkili olan ateş toplarıyla kovalanıp uzaklaştırılacağı bildirilmektedir. Bugün sahip olduğumuz bilgilerle anlamlarını tam olarak kavramamız imkânsız veya son derece güç olduğu için "müteşâbihât" grubu içinde değerlendirilmesi gereken bu âyetler hakkında klasik tefsirlerde o dönemlerin bilgi birikimine ve doğruluğu kuşkulu rivayetlere dayanarak bazı yorumlar yapılmaya çalışılmıştır. [18] Fakat burada Allah'ın meleklere verdiği bilgilerin ve özellikle vahyin korunmuşluğunu,bu bilgilere herhangi bir şeytanî gücün vakıf olup gerçekliğini bozmasına veya ehliyetsiz olanların açıklamasma izin verilmeyeceğini belirten kısmen sembolik bir anlatımın yer aldığı düşünülebilir. [19] Bu âyetlerde, olağanüstü niteliklere sahip olduklarına inanılan kâhinlerin semavî güçlerden bilgi aldıkları yolundaki inançların asılsız olduğuna dikkat çekildiği de belirtilmektedir. [20]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:53 am

Meali



11. Şimdi onlardan şu sorunun cevabını iste: Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa varlık alanına çıkardığımız başkalarmı mı? Nitekim biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık. 12. Doğrusu sen hayranlık duydun, on-larsa alay etmektedirler. 13. Kendilerine öğüt verildiğinde gerekli öğüdü almıyorlar. 14. İlâhî bir işaret gördüklerinde alaya alıyorlar; 15, Ve "Bu, diyorlar, apaçık sihirden başka bir şey değil. 16. Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz! 17. Geçmişteki atalarımız da mı!" 18. De ki: "Evet, burnunuz yere sürtülerek!" 19. Kuşkusuz o, bir tek korkunç sesten ibarettir; bunun ardından onlar şaşkınlıkla etrafa bakıyor olacaklar! 20. "Eyvah, diyecekler, işte hesap günü!" 21. Evet bu, asılsız olduğunu savundurunuz vargı günüdür. 22-23. (Allah, görevlilere buyurur" Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve Allah'ın dışında taptıklarını! Ve hepsini cehennemin yoluna sürün! 24. Durdurun onlan; çünkü sorguya çekilecekler! 25. (Ey inkarcılar!) Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz!" 26. Evet, o gün onlar artık çaresiz boyun eğmişlerdir. 27. Biri diğerine yönelir, karşılıklı birbirini sorumlu tutup suçlarlar. 28. Derler ki: "Siz, evet siz, iyi niyetliymiş gibi görünerek gelirdiniz." 29. Diğerleri, "Aksine, derler, siz inanmış kimseler değildiniz. 30. Bizim, sizin üzerinizde hiçbir etkili baskımız olmamıştı; bilakis siz azgın bir topluluktunuz. 31. Sonuçta Rabbimizin hükmünü hepimiz hak ettik; artık (gerekli cezayı) mutlaka tadacağız. 32. Sizi saptırdık, çünkü biz kendimiz sapmıştık." 33.0 gün onlar azap görmede ortaktırlar. 34. İşte biz suçlulara böyle yaparız! [21]



Tefisin



11-12. Yukarıdaki âyetlerde bazılarına değinilen melekler, yer ve göklerle bunlarda bulunanlar, semayı bezeyen yıldızlar da dahil olmak üzere görünen ve görünmeyen varlıklarıyla bütün evrenin yaratılışı ile evrenin son derece karmaşık yapısı içinde kozmik bakımdan anılmaya bile değmeyecek kadar önemsiz bir yer tutan insanın yaratılışı arasında bir karşılaştırma yapılması, bu suretle ilâhî kudretin mükemmellik ve ihtişamına dair bir fikre varılması istenmektedir. Bu karşılaştırmanın bir amacı da böylesine yüce bir kudretin İnsanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığını anlatmak, dolayısıyla putperest muhatapların bu konuyla ilgili 16-17. âyetlerde özetlenen inkarcı yaklaşımlarının temelsizliğini ortaya koymaktır.

İnsanların atası olan Hz. Âdem "yapışkan çamurdan", dolayısıyla toprak ve su unsurlarından yaratıldığı için âyet, Âdem'in bu aslî yaratılışını, soyundan gelenlere de genellemiştir. Râzî, bu yorumun yanında özetle şöyle bir yorum da getirmektedir: "Yapışkan çamur" toprak ve suyu İfade eder. Aslında her insan, sperm halinden dünyaya gelmesine, büyüyüp gelişmesine kadar hayatının her aşamasında toprak ve suya bağımlıdır; besinler, bu iki hayat kaynağına dayanır, diğer canlılar gibi insanlar da onlarla beslenir. Şu halde âyet, sadece Hz. Âdem'in değil, bütün insanların yaratılışının ve fizikî varlığının özünü dile getirmektedir (XXVI, 124). 12. âyette varlığın yaratılışı üzerine bu şekilde derinden düşünen ve oradaki ilâhî kudretin tecellilerini gören Hz. Peygamber'in hissettiği, şaşkınlık derecesine varan hayranlık duygusu; buna karşılık tefekkür derinliğinden yoksun oldukları için varlığa derinden bakmaktan âciz bulunan, üstelik uyan ve aydınlatmalardan yararlanmaya da yanaşmayan müşriklerin alaycı tavırları bağlamında bir zihniyet ve. fikir diizevi mukavesesi vamlmaktadır. [22]



13-15. Verilen öğütlerden maksat, Kur'an'm doğru inanç ve düzgün yaşayışla ilgili olarak muhataplarına yaptığı açıklamalar, inkâra sapmaları halinde dünya ve âhirette başlarına geleceklere dair uyanlar, geçmişteki inkarcı toplulukların uğradıkları felaketler hakkındaki ibret verici bilgiler, kısaca onların ıslah olup yollarını düzeltmeleri için Allah'ın âyetlerinde ve Peygamber'in hadislerinde yer alan öğütler, uyanlardır. Alaya aldıkları "ilâhî işaret" (âyet) ise Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kanıtlayan mucizeler veya öğüt ve uyan amacı taşıyan Kur'an âyetleri ya da Allah'ın birliği, âhiret hayatının gerçekliği gibi konulara dair vahyin ortaya koyduğu kanıtlar olarak açıklanmıştır. [23] 15. âyette inkarcılar, bütün bu öğütlere, uyanlara rağmen Resû-lullah'a gelen vahyin, onun sergilediği mucizelerin "apaçık bir sihir" olduğunu söylüyorlardı.

"Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa varlık alanına çıkardığımız başkalarını mı?" anlamında inkarcılara yöneltilen 11. âyetteki sorunun bir amacının da evreni ve ondaki varlıkları yaratan ulu kudretin, insanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığım anlatmak olduğunu belirtmiştik. İbn ÂşÛr'a göre putperestlerin sihir olduğunu söyledikleri şey, Allah'ın çürümüş bedenlere hayat verileceğini bildiren açıklamalandır. Onlara göre bu, anlamsız bir iddia olup bununla dinleyenin büyü yoluyla etkilenmesi amaçlanmıştır (XXIII, 98). [24]



16-20. Putperest Araplar'da âhiret inancı yoktu; bu da onlarda sadece bir inanç eksikliği olarak kalmıyor, aynca tam bir ahlâkî sorumsuzluğa kapılmalanna yol açıyor; toplumda gücüne ve servetine güvenen seçkinler zümresinin bilhassa insan haklarına dair konularda her türlü haksızlık ve adaletsizliği kendileri için meşru görmeleri gibi tehlikeli bir anlayışı besliyordu. Bu sebeple Kur'an-ı Ke-rîm'İn, Allah'ın birliği ilkesinin yanında en önemli itikad konusu olarak, herkesten bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir ikinci hayatın varlığını kabul etmeyi gerektiren âhiret inancı üzerinde ısrarla durduğu, birçok defa bu iki inanç ilkesini yan yana zikrettiği, buna karşılık putperestlerin de burada ileri sürdükleri gibi güya aklî bakımdan imkânsız gördüklerini söyleyerek bu inancı şiddetle reddettikleri görülmektedir.

Bir önceki sûrede [25] putperestlerin öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve âhireti inkâr etmelerine karşı çok açık ve İkna edici kanıtlar ortaya konmuştu; burada ise onlann, "Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmîşiz! Geçmişteki atalanmız da mı!" şeklindeki alaylı bir üslupla sordukları soruya "Evet, hem de burnunuz yere sürtülerek!" diye cevap verildikten sonra kısaca kıyametin dehşetine ve bunun inkarcılar üzerinde doğuracağı psikolojik etkiye değinilmektedir.

Tefsirlerde "korkunç ses" diye çevirdiğimiz 19. âyetteki "zecre" kelimesinin, sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifade ettiği belirtilmektedir; "Bunun ardından birden onlar etrafa bakıyor olacaklar" anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûrun iki kez üfleneceği bildirilmiş, ardından da "Sonra sûr yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar" buyunılmuştur. 20. âyet, âhireti inkâr edenlerin, yeniden dirildikten sonra gerçeği anlayıp hayıflanmalarını ve "İşte hesap günü!" diyerek artık sonuç getirmeyecek bîr ikrarda bulunacaklarım anlatmaktadır. [26]



21. Zemahşerî (Ki, 299), İbn Âşûr (XXIII, 101) gibi müfessirlere dayanarak "yargı günü" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki "yevmü'1-fası" (ayrım günü) de-yİmi, âhirette kurulacak mahkeme-i kübrâda kusursuz bir âdil yargılama sonunda haklıyla haksızın, iyilerle kötülerin birbirinden ayırt edileceğine, herkese hak ettiği karşılığın verileceğine işaret eder. [27]



22-23. "Zâlimler"den maksat İnkarcılardır. Nitekim Bakara sûresinde de (2/254) "Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir" buyumlmuştur. "Eş (karı / koca) anlamındaki zevç kelimesinin çoğulu olan âyet metnindeki ezvâc, "bir kişi veya grupla aynı İnancı, eylemi paylaşan, diğerlerine uyan, onların yolundan, peşinden giden" anlamına da gelir. Bu bağlamda ise özellikle putperest önderlerin peşine takılıp onların uydusu olan, onların sapkın inançlarını ve kötü işlerini paylaşan taklitçi kesim için kullanılmıştır; şeytanların kışkırtmasına uyan inkarcıları veya kocalarının yolunu izleyen kadınları ifade ettiği de söylenmiştir. [28] Kısaca, Râzî'nin Vâkıdî'ye atfen belirttiği gibi (XXVI, 132) burada "zalimlerden maksat, inkarcıların liderleri, "ezvâc"dan maksat da onların buyruğuna girip uydusu olanlardır; bu uydu kesimi, diğerlerinin eşleri de başka insanlar da olabilir. "Allah'ın dışında taptıkları" ifadesiyle İnkarcıların, peşine takıldıkları şeytanların kastedildiğini ileri sürenler varsa da burada putperestlerin, tanrısal nitelikler yüklemek suretiyle Allah'a ortak koştukları putlardan söz edildiği yorumu daha makul görünmektedir. Bir yoruma göre âhiret gününde putlara can verilerek onlara tapanlarla birlikte cehenneme atılacaklardır. Ancak Râzî'nin de ifade ettiği gibi (gös. yer), günah işlemesi düşünülemeyen cansız nesnelerin -can verilerek- cezalandırılması âdil olmayacağına göre bu nesnelerin onlara tapanlarla birlikte cehenneme atılacağına dair âyetteki açıklama, sadece onlara tapanlar için bir eleştiri ve uyarı amacı taşımaktadır[29]



24. "Durdurun" buyruğu genellikle "hapsedin" şeklinde açıklanmıştır. "Sorguya çekilme" ile ilgili farklı açıklamalar yapılmışsa da bunun, inkarcılara dünyada yaptıklarının hesabının sorulacağı şeklinde yorumlanması isabetli görünmektedir. 23. âyette inkarcıların cehenneme sürülmesi yönünde bir buyruk yer almakta, 24. âyette ise sorgulamadan söz edilmektedir. Mantıkî olarak önce onların sorgusunun yapılması yani yargılanmaları, suçlulukları kesinleştikten sonra da cezalandırılacakları yere sevk edilmeleri gerektiği düşünülerek ilk bakışta 23. âyetle 24. âyetin sıralamasıyla ilgili bir tereddüt hatıra gelebilirse de[30] 23. âyet, yargılama öncesindeki genel bir itham ve tehdidi, 24. âyet ve devamı ise yargı sürecindeki gelişmeleri ifade ettiğinden böyle bir tereddüt yersizdir. [31]



25-26. Mekkeli putperestler, 22. âyette "zalimler" dîye anılan lider kesiminin öncülüğünde İslâm'a, Kur'an'a ve Peygamber'e karşı tam bir yardımlaşma ve dayanışma halinde mücadele veriyorlar; özellikle bu sûrenin indiği Mekke döneminin ortalarından itibaren bu baskı ve zulümleri giderek şiddetleniyordu. İşte 25. âyette, onların aralarındaki bu dayanışma ve yardımlaşmanın hem haksız olduğuna hem sonuç vermeyeceğine hem de ağır bir cezayı gerektirdiğine işaret edilmiş; 26. âyette de İslâm'a ve müslümanlara karşı amansız bir baskı ve zulüm İçin yar-dımlaşanlann âhirette Allah'ın hükmüne teslim olmaktan başka çarelerinin kalmayacağı belirtilmiştir. Böylece bu âyetler, -22. âyetle de bağlantılı olarak- başta Kur'an'ın ilk muhatapları olmak üzere, bâtıl inanç ve ideolojiler, haksız ve adaletsiz uygulamalar uğruna dayanışmaya girişenlere, bu yolda öncülük edenlere ve onları destekleyenlere yönelik veciz bir uyan değeri taşımakta, uğrayacakları nihaî hezimeti dile getirmektedir. [32]



27-34. Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkarcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:53 am

Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkarcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkarcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır.

Sözlükte "sa£ taraf' ve "and" mânalarına gelen yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamlan nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır. [33] Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve ha-yır olarak yorumlanırdı. Kur'an'da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da[34] sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır. [35] Dolayısıyla âyetteki "Sağ taraftan gelirdiniz" ifadesi mecazî bir anlatım olup "Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz" anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin "and" mânasından hareketle âyetin, "İnkarcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, 'Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız' diye suçlayacaklar" şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin "kuvvet, otorite" anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, "Bİze karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız" şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir.

Sonuç olarak burada inkarcıların, âhiretteki akıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetler-deki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah'ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altmdakileri Peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, keza sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir.

Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki "suçlular" (mücrimin) kelimesiyle inkarcıların kastedildiğini göstermektedir. [36]



Meali



35. Ne zaman onlara, "Allah'tan başka tanrı yoktur" denilse küstahlık edip kibre kapılırlar. 36. "Mecnun bir şairin sözüyle tanrılarımızı mı bırakacağız!" derler. 37. Aksine o, gerçeği getirdi, Allah'ın diğer elçilerini de tasdik etti. 38. Ama siz, o acı azabı tadacaksınız! 39. Ve sadece yapmış olduklarınızdan dolayı cezalandırılacaksınız. 40. Ancak, Allah'm samimi kullan bu cezanın dışındadır. 41. Onlar için bilinen bir rızık vardır: 42. Türlü meyveler. Onlara nice ikramlarda bulunulacaktır; 43. Nimetlerle dolu cennetlerde; 44. Karşılıklı oturdukları tahtlar üzerinde. 45. Aralarında, kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır; 46. Bembeyaz; içenlere lezzet verir. 47. Onun çarpması yoktur, içenleri sarhoş etmez. 48-49. Yanlarında da eşinden başkasına bakmayan ceylan gözlü, gün görmemiş güzel tenli kadınlar bulunur. [37]



Tefsiri



35-37. Bir önceki âyette "suçlular" olarak anılan Mekke putperestlerinin, İslâm'ın tevhid ilkesi olan âyet metnindeki "Lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka tanrı yoktur) ifadesini duyduklarında gösterdikleri tepkinin mahiyetine dikkat çekilmektedir. Çünkü bu İfade sadece onların tanrı inançlarını değiştirmiyor; asıl bu inanç üzerine kurulu bütün Câhilİye telakkisini, değer yargılarını, toplumsal düzenlerini tehdit ediyordu. Bu nedenle de söz konusu ifadeyi duyduklannda, başka bir yerde [38] "hamiyyetü'l-Câhiliyye" (Câhilİye dönemine özgü büyük -lenme kompleksi) denilen duygu onların benliklerini sarıyor ve makul gerekçelerle davasını çürütemedikleri Resûfullah hakkında delilik, şairlik, kâhinlik gibi saçma ithamlarda bulunuyor, bu tür içi boş iddialarla onu insanların gözünden düşürüp başarısız kılacaklarını zannediyorlardı. Buna karşı Kur'an, kesin bir dille onun gerçeği getirdiğini bildirmektedir. Hz. Muhammed'in, önceki peygamberleri tasdik ettiğinin özellikle belirtilmesi, onun getirdiği dinin, diğer dinlerde de mevcut olan evrensel gerçekleri, İlkeleri içerdiğini göstermektedir. Bunlar, başta "Lâ ilahe illallah" cümlesinin özetlediği tevhid İlkesi olmak üzere, bu sûrede önemle üzerinde durulan ve putperestlerce reddedilen âhiret inancı ve diğer iman esaslarıyla dürüstlük, adalet, hakka saygı, insanların yaratılıştan eşitliği gibi ahlâk ve hukuk prensipleri; kısaca Kur'an'm başından sonuna kadar putperestlerle tartışıp onlara kabul ettirmeyi, uzun vadede kalıcı hale getirmeyi amaçladığı temel gerçekler ve değerlerdir. [39]



38-39. Allah âdildir; O'nun mutlak adaleti de âhirette gerçekleşecek; bu da Allah'ın inançta, ahlâk ve yaşayışta

doğru yolu izleyenleri ödüllendirirken bâtıl inançları, kötü huylan ve haksız davranışlarıyla yoldan çıkmış olanlara hak ettikleri cezayı vermesi suretiyle olacaktır. [40]



40-49. Yukarıda inkarcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nail olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. "Bilinen bir rızık" ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen nzıklar. Nitekim başka bir âyette [41] "Orada, sabah akşam nzıklan hazırdır" buyıırulmuştur; b) Niteliği bilinen nzıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızikların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde nzıklara nail olmasıdır. [42] İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden "bilinen meyveler" denilmiş olabilir. 42. âyetteki "türlü meyveler" ifadesi bir önceki âyette geçen rızıklann ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessİrlere göre "meyveler" kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır.

Taberî'nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî 'den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba "ke's" (kadeh), boş olanına da "inâ"' (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki miifessirler, Süddî'nin verdiği bu bilgi yanmda Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur'an'da da özellikle "şarap dolu kâse" anlamında kullanıldığını belirtirler.

"İçenleri sarhoş etmez" diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, "İçilmekle tükenmez" şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki "kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar" anlamına gelen "kasırâtü't-tarf' ise mecazî bir ifade olup "sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar" şeklinde açıklanmıştır. [43]



Meali



50. (Cennet sohbetinde) birbirine dönüp karşılıklı sorular sorarlar. 51. İçlerinden biri şöyle der: "Benim bir arkadaşım vardı; 52. Derdi ki: Sen de onaylıyor musun gerçekten? 53. Biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken mutlaka hesaba çekilecekmişiz Öyle mi?" 54. Ve ekler: "Şimdi dönüp bakar mısınız (ona)?". 55. Sonra kendisi dönüp bakar ve arkadaşım cehennemin ortasında görür. 56. "Allah'a yemin ederim ki, der, neredeyse beni de mahvedecektin! 57. Rabbimin lütfü olmasaydı ben de şimdi cehenneme getirilenler arasında olacaktım. 58. (Ne mutlu bize ki), artık bir daha ölmeyeceğiz, değil mi? 59. Önceki ölümümüzden başka ölüm yok; azap da görmeyeceğiz. 60. Bu, gerçekten çok büyük bir kurtuluştur." 61. Amel sahipleri böylesi bir kurtuluş için çalışmalıdır. 62. Bu mu daha iyi bir ikramdır yoksa zakkum ağacı mı? 63. Biz o zakkumu zâlimler için bir sınama aracı yaptık. 64. O, cehennemin ta dibinde yetişen bir ağaçtır. 65. Tomurcukları sanki şeytanların kelleleri gibidir, 66. Zâlimler mutlaka onu yiyecekler, karınlarını onunla dolduracaklar. 67. Sonra onların, yedikleri bu nesnenin üzerine, kaynar su karıştırılmış bir içecekleri de olacaktır. 68. Nihayet onların dolaşıp dönecekleri yer mutlaka cehennem olacaktır. 69. Çünkü onlar atalarım doğru yoldan sapmış olarak buldular; 70. Ama kendileri de çılgınca onların izinden kosuvorlar. [44]



Tefsiri



50-57. Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun akıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve -41 âyetten itibaren özetlendiği şekilde- iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır. [45]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:53 am

36

Yâsîn Sûresi

İndiği Yer :

Mekke

İniş Sırası :

41

Âyet Sayısı :

83

Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuz altıncı, İniş sırasına göre kırk birinci sûredir. Cin sûresinden sonra, Furkan sûresinden önce Mekke'de inmiştir. Yerinde açıklanacak bir sebeple 12. âyetin Medine'de indiğini ileri sürenler de olmuştur.[1]



Âdı



Sûre, adını iki harften ibaret olan İlk âyetinden almıştır. Birinci âyetin tefsiri yapılırken bunun anlamı üzerinde durulacaktır. [2]



Konusu



Hz. Muhammed'in (s.a.) hak*peygamber olduğu ona indirilen Kur'an deliliyle desteklenerek açıklanır; başka peygamberlerin tevhit mücadelelerinden bîr kesit verilerek bu uğurda büyük sıkıntılara katlanan Resûl-i Ekrem ve ona tâbi olanlar teselli edilir. Allah Teâlâ'nın birlik ve kudret delillerine ve evrendeki yaratılış sırlarına dikkat çekilerek öldükten sonra dirilme gerçeği ve bunun sonuçlan üzerinde durulur. Râzî'nin belirttiği üzere bu sûrenin, İslâm inançlarının üç temel umdesinin (Allah'ın birliği, peygamberlik ve âhiret) en güçlü delillerle işlenmesine hasredildtği söylenebilir. Şöyle ki: 3. âyette -devamındaki delillerle teyit edilerek-peygamberlık müessesesi üzerinde durulmuş; müteakip âyetlerde Allah'ın birliği ve eşsiz gücü, öldükten sonra dirilmenin ve ilâhî huzurda yargılanmanın kaçınılmazlığı ortaya konmuş, son âyette de yine bu iki nokta (vahdaniyet ve haşir) özetlenmiştir. Kur'an'dan bu ölçüde de olsa nasibini alan kimse artık kalbinin payı olan imanı elde etmiş demektir ki bunun tezahürleri de diline ve davranışlarına yansıyacaktır (XXVI, 113). [3]



Fazileti



Hadis kaynaklannda Hz. Peygamber'den Yâsîn sûresinin faziletine dair nakledilmiş sözler yer alır. Bunlardan biri şöyledir: "Her şeyin bir kalbi vardır;Kur'an'ın kalbi de Yâsîn'dir"[4] İbn Abbas'ın da -bu sûrenin son âyeti hakkında- "Yâsîn'in ve onu okumanın niçin bu kadar faziletli olduğunu bilmiyordum; meğer bu âyetten dolayı imiş" dediği nakledilir. [5] Hadislerin sıhhat durumu tartışmalı olmakla beraber, öteden beri İslâm âlimleri Resûlullah'ın bu sûreye özel bir ilgi gösterdiği kanaatini taşımışlar ve müslümanlar da Kur'an tilâvetinde ona ayrı bir yer vermişlerdir. Bu sebepte Yâsîn sûresi için Özet tefsirler kaleme alınmıştır. [6]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Yâ-sîn. 2. Hikmet dolu Kur'an'a andoisun; 3-4. Ki sen kesinlikle, dosdoğru bir yolda yürümek üzere gönderilmiş peygamberlerden birisin. 5-6. (Bu kitap) azız ve rahim olan Allah tarafından ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarasın diye indirilmiştir, 7, Andoisun kî onların çoğu hakkında o söz gerçekleşecektir; çünkü onlar îman etmeyecekler, 8. Biz onların boyunlarına çenelerine kadar dayanan halkalar geçirdik, bu yüzden kafaları yukarı kalkık durmaktadırlar, 9. Onların önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik, böylece sözlerim perdeledik; artık görmezler, 10. Kendilerini uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, asla iman etmezler. 11. Sen ancak o zikre uyanı ve görmediği halde Rahmân'dan korkup sayanı uyarabilirsin. İşte böylesin) hem bir af hem de değerli bir ödülle müjdele. 12. Şüphesiz ölüleri diriltecek olan biziz. Onların gelecek için yaptıktan her şeyi re bıraktıkları her izi de yazmaktayız. Zaten biz her şeyi apaçık bir ana kitaba kaydetmişindir. [7]



Tefsiri



1. Tâhâ sûresinin ilk âyetinde olduğu gibi buradaki iki harfin mahiyeti ve anlamı hususunda da müfessirler arasında iki eğilim bulunmaktadır. Bir anlayışa göre bunlar, bazı sûrelerin başında yer alan ve ayrı ayn okunduğu için "hurûf-i mu-kattaa" diye adlandırılan harflerdendir. [8] Dİ-ğer eğilime göre ise "yâsîn" ayrı iki harf değil, anlamı olan bir kelimedir. Bu eği-'Lim içinde kuvvetli bulunan görüşe göre bu kelime Arapça'nın bazı lehçelerinde "Ey kişi, ey insan!" anlamına gelmektedir; burada kendisine hitap edilen kişi ise Hz. Muhammed'dir. Hatta Saîd b. Cübeyr'den, bunun Resûlullah'ın isimlerinden biri olduğu da rivayet edilmiştir. [9] Bu kelimenin Allah'ın isimlerinden biri olup burada o isme yemin edildiği, söze başlama ifadesi ve Kur'an'ın isimlerinden olduğu görüşleri de vardır. [10]



2-5. Araplar'da yalan yere yemin etmenin dünyanın harabına yol açacak kadar ağır bir kötülük olduğuna inanılırdı. Resûl-i Ekrem de bir hadisinde bu anlayışı teyit etmiştir. İşte bu âyetlerde Hz. Muhammed'in gerçek bir peygamber olduğu bir yenline bağlı olarak ifade edilmektedir; üzerine yemin edilen ise muhatap-lannca kendileri tarafından bîr benzerinin ortaya konamayacağı anlaşılmış bulunan eşsiz mucize Kur'an-ı Kerîm'dir. [11]

"Hikmet dolu" diye çevrilen 2. âyetteki hakîm kelimesi, "muhkem, sağlam; öğütleri, buyruk ve yasaklan yerli yerince olan" şeklinde de anlaşılmıştır. [12]



6. Genellikle müfessirler, "ataları uyanlmamış" ifadesiyle, Hz. Muham-med'in ilk muhatap kitlesi olan Kureyş ve çevresindekilere yakın zamanlarda bir peygamber gönderilmemiş olduğuna işaret edildiği kanaatindedirler. [13] Mealde esas alınan bu mâna burada geçen "mâ" kelimesinin olumsuzluk edatı sayılmasına göredir. Bu kelimenin mahiyeti ve cümledeki rolü konusundaki farklı kanaatlere göre âyetin aynı kısmına "ataları uyarılmış" veya "atalarının uyarıldığı şeyle" anlamı da verilebilir. Bu takdirde geçmiş devirlerdeki bütün insanlar kastedilmiş olur [14]Yine bu yaklaşıma göre cümlenin devamı ile uyumu açısından mealin "Ataları uyarılmış ama kendileri gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarasın diye" şeklinde olması gerekir. [15]



7. Tefsirlerde genellikle, gerçekleşeceği belirtilen "söz"den maksadın Hûd 11/119 ve Secde 32/13 âyetlerinde geçen Allah Teâlâ'nm "Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!" şeklindeki yemin ifadesi olduğu belirtilir. [16]



8-10. İlk âyette inkârda direnenlerin durumuna ait temsilî bir anlatıma yer verilmiştir. Bunun inkarcıların âhiretteki halleriyle İlgili bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat müteakip âyette gözlerine perde indirildiğinin ve artık görmediklerinin belirtilmesi bu yorumu zayıflatmaktadır, zira kıyamet günü inkarcılar kendi durumlarının ne kadar kötü olduğunu çok iyi göreceklerdir. [17]

8 ve 9. âyetlerdeki tasvir için yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Pek çok açık kanıta rağmen inatla inkarcılıklarını sürdürenler öyle iç ve dış etkenler, öyle psikolojik ve sosyolojik şartlar ve alışkanlıklarla kuşatılmışlardır ki, boyunlarına çenelerine kadar dayanan boyunduruklar geçirilmiş gibidirler; kafaları yukarı kalkık, gözleri aşağıya kaymıştır; hangi yöne dönseler hidayet ışığına uzaktırlar; böbürlendikleri ve nefislerine tutsak oldukları için Fussilet sûresinin 53. âyetinde sözü edilen delilleri, gerek kendilerini çevreleyen dış âlemdeki gerekse ruhî ve biyolojik yapılarındaki kanıtlan artık göremezler. Boyunlarına halkalar geçirildiğinin belirtilmesi, insanın fıtratına yerleştirilen cebrî bir durumdan değil, onların kendi işledikleri suçtan ötürü gördükleri bir karşılıktan söz edildiğini gösterir; zira bunlar birer cezalandırma aracıdır, ceza ise suçun karşılığıdır. [18] Bazı müfessirlere göre 8. âyette, inkarcıların bu tutumlarının onları sahip oldukları imkanlardan başkalarını yararlandırmaktan ve Allah yolunda harcama yapmaktan da alıkoyduğuna işaret edilmektedir[19]

Halkaların çenelere kadar dayandığı belirtilirken kullanılan "onlar" zamiri bazı müfessirlere göre daha sonra gelen "eller" anlamındaki kelimenin yerini tutmakta ve burada ellerin boyuna bağlanmış halinden söz edilmektedir. [20]

10. âyette, Hz. Peygamber'in inkarcılıkta direnenleri iman dairesine sokmakla yükümlü olmadığına, bu gibilerin kendi tercihlerinin sonucuna katlanmak zorunda kalacaklarına işaret edilmektedir[21]



11. Buradaki "ancak" kaydı, belirtilenler dışındakilerin uyan kapsamında olmadıkları anlamında değil uyarının sadece onlara yarar sağlayacağını belirtmek içindir[22] Müfessirler arasında, bu âyette geçen "zikir" kelime
siyle Kur'ân-ı Kerîm'in kastedildiği kanaati hakimdir. Bunu Kur'an'daki âyetler veya insanın fıtratını tamamlayan açık kanıtlar şeklinde yorumlayanlar da olmuştur[23]



12. Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah'ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini, bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı İlk dönem müfessirleri bu âyetteki "ölüleri diriltme" ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir[24]

Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ'nın ezelî ilminde malum olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah'ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakki siyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın ****fizik âlemle ilişkisinin sırf Tann'ya yalvanlan ve belirli dinî vecibelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.

Tefsirlerde âyetin "gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz" şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tespit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, İnsanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zâlim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın -bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece- insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur. [25] Bu bakımdan âyeti "ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini)..." şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber'in şu mealdeki hadisi insanların yaran devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: "İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yaran sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât"[26] Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfes-sirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsammdadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim sevgili Peygamberimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: "Kİm İyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir"[27]

"Ana kitap" diye çevrilen imâm kelimesi, "delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap", "Levh-i Mahfuz" ve "amel defterleri" gibi mânalarla açıklanmıştır. [28] Yüce Allah'ın kendi ilmini sözlükte "öncü, kendisine uyulan" anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir. [29]

Ensâr'dan Seleme Oğullan'nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevi çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara "Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir" buyurmuştu. Bazılan bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine'de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber'in bu âyetteki ifadeyi Medine'de geçen olayda kullanmış olması onun Medine'de İndiğini göstermez. [30]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:55 am

Meali



13. Onlara malum şehir halkını örnek göster. Oraya elçiler gelmişti. 14. Biz kendilerine iki kişi göndermiştik ama ikisini de yalancılıkla itham ettiler. Bunun üzerine bir üçüncüyle destekledik. Onlar "Biz size gönderilmiş elçileriz" dediler. 15. Diğerleri ise şöyle karşılık verdiler: "Siz de ancak bizler gibi insanlarsınız. Hem Rahman herhangi bir şey indirmiş değil; siz sadece yalan söylüyorsunuz!" 16. "Rabbimiz biliyor ki, dediler, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. 17. Bize düşen, açıkça tebliğ etmekten ibarettir." 18. (İnkarcılar) şu karşılığı verdiler: "Doğrusu sizin yüzünüzden üzerimize uğursuzluk geldi. Eğer vazgeçmezseniz, bilin ki sizi taşlayacağız ve tarafımızdan size acı veren bir işkence yapılacaktır." 19. Onlar da dediler ki: "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildi diye öyle mi? Hayır! Siz sınırı aşmış bir topluluksunuz." 20.0 sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi; şöyle dedi: "Ey kavmim! Bu elçilere uyun. 21. Sizden bir ücret istemeyen o kimselere tâbi olun; onlar doğru yoldadırlar. 22. Hem ne diye beni yaratan Allah'a kulluk etmeyeyim ki! Ancak O'na döndürüleceksiniz. 23. Hiç O'ndan başka mâbudlar edinir miyim! Eğer Rahman benim hakkımda bir zarar murad ederse onların şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. 24, İşte o takdirde ben apaçık bir sapkınlık içine düşmüş olurum. 25. İşte ben rabbinize iman etmiş bulunuyorum; bana kulak verin." 26-27. "Cennete gir" denildi. "Keşke rabbimin beni bağışladığım ve güzel biçimde ağırlananlardan eylediğini kavmim bilseydi" dedi. 28. Ondan sonra onun kavmi üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirmeyiz de. 29. (Cezalan) korkunç bir sesten ibaretti; sönüp gidiverdiler. 30. Yazık o kullara! Onlara bir peygamber gelmeye dursun, illa da onu alaya alırlardı. 31. Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi ve onların artık kendilerine dönüp gelmediğini görmezler mi! 32. Elbette onların hepsi toplanıp huzurumuza getirilecek. [31]



Tefsiri



13-32. Kendilerine üç peygamber birden gönderilmesine rağmen inkarcılıkta direnen, üstelik onlara iman eden kişiyi horlayan -hatta muhtemelen onu hunharca öldüren-, bu yüzden de feci bir ilâhî cezaya çarptırılan bir belde halkımn durumu, Hz. Muhammed'in peygamberliğini reddetmekte ısrar eden ve ona inananları ağır baskılara maruz bırakan ve kendisini de öldürmeyi düşünen Mekke müşriklerinin gözleri önüne bir ibret levhası olarak konmaktadır. "Şehir halkı" şeklinde tercüme edilen "ashâbü'l-karye" tamlamasında nerenin kastedildiği kesin olarak bilinmediği için bu tamlama dinî eserlerde oranın ahalisini ifade eden bir terim haline gelmiştir. "İnsanların toplandığı yer" mânasına gelen karye kelimesi, daha çok köy ve kasaba gibi küçük yerleşim merkezleri için kullanılır; fakat Kur'an'da Mekke ve Kudüs gibi şehirler için de kullanılmaktadır. 20. âyetteki "şehrin öbür ucundan" ifadesi burada sözü edilen yerleşim yerinin de şehir büyüklüğünde olduğunu düşündürmektedir.

Halkın iki elçiyi dinlememesi üzerine bir üçüncüsü gönderilmiş, 14-19. âyetlerde özetlenen diyalogdan anlaşıldığı üzere şehir halkı, hakaret ve tehditlerle dolu bir üslûp kullanarak inkarcılıkta direneceklerini açıkça ifade etmişlerdir. Bu tutumun elçilere karşı bir eyleme dönüşmesinden endişe ettiği anlaşılan ve onlara inanan bir müminin ikna edici sözlerle onları elçilere tâbi olmaya çağırması da fayda etmemiş, âyetin ifade akışından anlaşıldığına göre o da şehir halkınca öldürülmüştür.

Kur'an-ı Kerîm'de ve sahih hadislerde burada sözü edilen şehrin neresi, ahalisinin ve gönderilen elçilerin kimler olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır. Tefsirlerde söz konusu yerleşim merkezinin Antakya ve gönderilen elçilerin ise Hz. isa'nın havarileri oldu&u belirtilir: buna Eörekarve halkı da Romalılar olmaktadır.Fakat 14. âyette elçilerin Allah tarafından gönderildiği ifade edildiğine göre bunların Hz. îsâ tarafından yollanan havariler şeklînde anlaşılması isabetli olmaz. Kaldı ki Yeni Ahit'îe Antakya'ya gittiği belirtilen Bamabas, Petrus ve Pauî'ün oraya gidişleri İsa'nın semâya urûcundan sonra olmuştur yani bunlar onun tarafından da gönderilmiş değildirler. Öte yandan havariler Antakya'da herhangi bir direnişle karşılaşmamış, bu yerin halkı Hz. îsâ'ya inanmakta gecikmemiş ve şehir bir müddet sonra Hıristiyanlığın belli başlı merkezlerinden biri olmuştur[32]

Müfessirlere göre elçilerin tebliğini kabul edip onlara uyulmasını tavsiye eden mümin kişinin adı Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrail veya Habîb b. Mer'î'dir. Başka mesleklerden de söz edilmekle beraber daha çok marangoz (neccâr) olduğu belirtildiğinden bu kişi İslâmî kaynaklarda Habîb en-Neccâr diye anılır. Hatta İbn Âşûr 1078 yılında meşnk hattıyla İstinsah edilmiş bir mushaf gördüğünü ve burada Yâsîn sûresine "Habîb en-Neccâr sûresi" başlığının konmuş olduğunu yazmaktadır (XXII, 341). Bazı eserlerde Habîb'in günlük kazancının yansını ailesine ayırıp diğer yansını hayır yolunda harcadığı, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, sözde mâbudlann ahşap heykellerini yapan bir dülger iken elçilerin mucizelerini görünce hidayet bulduğu, halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, bir keramet olarak kesilmiş başını eline alıp dolaştığı gibi rivayetler yer alır. Antakya yöresi halkı, çok ziyaret edilen ve ona ait olduğu sanılan bir kabrin bulunduğu Silpius dağına onun adını vermişlerdir. Yeni Ahit'te [33] sözü edilen Agabus'un Habîb en-Neccâr olduğu ileri sürülmüş-se de bunu ispat eden bir delil bulunmamaktadır.

Kıssanın amacı, ilâhî mesaja kulak tıkamakta ısrar eden ve Allah'ın elçilerine karşı bağnaz bir tutum sergileyenlerin akıbetleri hakkında bir örnek vermek, bir taraftan Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edenlere güçlü bir uyarı yaparken diğer yandan da ona tâbi olanların maneviyatını yükseltmektir. Elmaltlı, 14. âyetin "bir üçüncüyle destekledik" şeklinde tercüme edilen kısmını açddarken şöyle bir yorum yapar: Asıl hedef temsil olduğundan, bunun bu surette ifade bıt-yurulması risalet-i Muhammediyye'nin şanİ izzetini temsilde sarih denecek kadar bir işaretle göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile takviyesi Mûsâ ve îsâ aleyhisselâm, sonunda risalet-i Muhammediyye ile ta’ziz ve takviyesini temsil ediyor. Önce Mûsâ ve îsâ'yı göndermiştik, bunlan tekzib ettiler, sonra da Muham-med aleyhisselâm ile bunlara izzet ve kuvvet verdik denilmiş gibi oluyor (VI, 4016). Esed'in yorumu da bir yönüyle bu yorumla kesişmektedir; ancak o bu kıssanın tamamen temsilî olduğu; "şehir"in üç büyük dinin içinden çıktığı kültürel çevreyi, "üç peygamber"in Hz. Mûsâ, Hz. îsâ ve Hz. Muhammed'i, "iman eden ki-şi"nin de her dinde bulunan inanmış azınlığı simgelediği kanaatindedir [34]

19. âyette geçen ve lafzan "Kuşunuz sizinle beraberdir" demek olan cümle Arap dilinde mealde olduğu gibi "Uğursuzluğunuz kendİnizdendir" şeklinde deyimsel bir anlam kazanmıştır. [35] 20. âyetin "şehrin öbür ucundan bir adam" diye çevrilen kısmıyla, o memleketteki insanların ileri gelenlerinden biri mânası da kastedilmiş olabilir[36] 25. âyetteki hitabın peygamberlere yönelik olduğu kabul edilirse mâna şöyle olur: "Şimdi beni duyun da şahit olun, yarın âhirette O'nun huzurunda tanıklık edin." Şayet kendi toplumuna hitap olarak düşünülürse "Ey kavmim! Gelin beni dinleyin de o elçilere uyun" şeklinde anlaşılmalıdır. Bunu, gelecekteki insanlar da dahil olmak üzere duyma yeteneği olan herkese bu olaydan ibret alınması için yapılmış bir çağrı olarak da düşünmek mümkündür. [37] 26. âyette yer alan "Cennete gir" anlamındaki cümle genellikle iman ettiğini açıklayan kişiye verilmiş ilâhî bir müjde olarak yorumlanmış, bunun hemen imanını açıklaması veya şehit edilmesi üzerine söylenmiş olabileceği üzerinde durulmuştur. [38] 29. âyetteki "dehşet verici ses" anlamına gelen sayha" kelimesi "tek" anlamına gelen vahide sıfatı ile nitelenmiştir. Buna göre âyetin ilk cümlesinin lafzı karşılığı "(Cezalan) tek bir korkunç sesten ibaretti" şeklinde olur. Fakat burada sesin sonuna kadar aynı şekilde devam etme özelliğine işaret bulunduğu için[39] bu cümle "(Cezalan) korkunç bir sesten ibaretti" şeklinde tercüme edilmiştir. Korkunç sesin mahiyeti hakkında burada bir açıklama bulunmamakla beraber, Kur'an'ın haklarında aynı kelimeyi kullandığı kavimlerle ilgili başka ifadelerinden hareketle bu cezanın yıldırım çarpması ve deprem olabileceği açıklamaları yapılmıştır; bazı müfessirler ise bunu Cebrail'in (a.s.) çıkardı-Sı hir ses olarak vnrumlamıslardır. 30. âyetin başındaki "Yazık o kullara!" şeklinde tercüme edilen ifadenin inkarcıların ilâhî azabı gördükten sonra üç peygamberi kastederek ve fırsatı kaçırdıklarını anlatmak üzere söyledikleri bir söz olduğu görüşü esas alınırsa[40] buna "Ah! O kullar nerede!" gibi bir anlam vermek gerekir. [41]



Meali



33. Onlar için ölü toprak açık bir kanıttır. Ona can verdik ve ondan taneler çıkardık; işte bundan yiyorlar. 34. Orada nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik, içinden su kaynaklan fışkırttık; 35. Onun ürünlerinden ve kendi elleriyle ürettiklerinden yesinler diye. Hâlâ şükretmeyecekler mi? 36. Toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah her türlü eksiklikten uzaktır. 37. Gece de onlar için açık bir kanıttır. Gündüzü ondan çekip alırız da karanlıkta ka-lıvcririlcr. [42]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:55 am

Tefsiri



33-36. Yeryüzü sönmüş bir ateş halinde yani hayat ile tamamen zıt bir mahiyette İken ona can veren, bitkisel ve hayvanı organizmalarla onu diri kılan ve orayı yaşanır hale getirenin kim olduğunu düşünmek bile yüce Allah'ın varlığını, birliğini ve eşsiz kudretini kavramak için yetecek kanıtları gözlerimizin önüne serecektir. [43] Peygamberlerin ve onların haklılığını savunan mümin kişinin yalnız Allah'a kulluk etme çağrısı üzerinde hiç düşünmeksizin bağnaz bir tutum sergileyen toplum örneğine değinildikten sonra bu ve müteakip âyetlerde, her dönemde benzerleri bulunabilen bu tür insanların gerçekleri görmeleri için evrende ve yakın çevrelerinde olup bitenlere ibret gözüyle bakmalarının yeterli olacağı mesajı verilmektedir.

"Taneler" şeklinde çevrilen 33. âyetteki "hab" kelimesi bir cins ismi olup miktar olarak azı da çoğu da kapsar; yaygın anlamı "tahıl türünden taneler" olmakla beraber, genel olarak bütün bitkilerin tohumlarını ifade etmek için de kullanılır. Bir yoruma göre burada hayatın ilk başlangıcına dikkat çekilmekte yani ölü arza bitkisel hayattan başlayan bir canlılık verilip ondan habbeler çıkarıldığı, böyle tek hücrecikten başlayan bu hayatın insan hayatına doğru terbiye ve tekemmül ettirildiği belirtilmektedir. [44] Yaratma ile ilgili başka bazı âyetler ışığında burada, tabiattaki sürekli yenilenmenin ve insanın temel gıdalarını oluşturan bitkisel ürünlerin meydana gelmesinin daima Allah Teâlâ'nın irade ve kudretine, O'nun koyduğu yasalara bağlı olduğunu hatırlatmanın amaçlandığı da söylenebilir. Müfessirler bu kelimeyi daha çok tahıl anlamıyla açıklamışlar ve hububatın insanın günlük yaşantısındaki önemine dikkat çekmişlerdir. [45]

34. âyette geçen ve "içinden su kaynaklan fışkırttık" anlamı verilen cümledeki "hâ" zamiri arzın veya bahçelerin yerini tutmaktadır; dolayısıyla cümlenin "yerin içinden veya bahçelerin içinden su kaynaklan fışkırttık" şeklinde anlaşılması mümkündür. [46] 35. âyette "onun ürünlerinden" denirken "o" anlamındaki zamirin daha önce anılan nimetlerin, fışkırtıldığı belirtilen suyun veya bahçelerin yerini tuttuğu düşünülebilir. Bazı müfessirlere göre bu zamirle Allah Teâlâ kastedilmiş olup burada "Allah'ın yarattığı ürünlerden" mânası vardır. Râzî ise bu tamlamaya "kaynaklardan su akıtmanın yararlarından" mânasının da verilebileceği kanaatindedir. [47] Yine aynı âyetin "... onun ürünlerinden ve kendi elleriyle ürettiklerinden yesinler" diye çevrilen kısmında geçen "mâ" kelimesi mealde ilgi zamiri olarak değerlendirilmiştir. Buna göre ziraat, ticaret gibi yollarla elde edilen ürünler, ziraî mahsullerin el emeği ile üretilenleri, yenmesi için pişirme, değişik işlemlerden geçirme gibi emek isteyenleri kastedilmiş olur. [48] "Mâ" ilgi zamiri değil olumsuzluk edatı kabul edildiği takdirde bu kısmın meali "-meydana getiren kendileri olmadığı halde- onun ürünlerinden yesinler" şeklinde olur. Bu mânayı esas alan müfessirler bu ifadeyi şöyle açıklamışlardır: Üretmek için çaba sarfedip katkı sağlamış olsalar bile bu ürünler onlar tarafından yaratılmış değildir, Allah'ın bir ihsanıdır, buna rağmen hâlâ şükretmezler mi! [49]

36. âyette, kâinatta insanın bildiği ve bilmediği bütün çiftleri yüce Allah'ın yarattığı belirtilerek her birinin paydaşı, eşi, benzeri, karşıtı olan bu çiftlerin hepsinin yaratılmışlık özelliğine, dolayısıyla bunları yaratanın tek olduğuna dikkat çekilmektedir. İnsanların Kur'an'm indiği sırada bilmediği birçok şeyde de çift yaratılma Özelliğinin bulunduğu modern araştırmalar tarafından ortaya çıkarılmış olup bu, ileride daha nice varlık, olay ve kavram çiftlerinin keşfedilebileceğinin işaretidir. Paul Dirac adlı bilim adamının atom parçacıklarının da çift yaratıldığını yani elektron karşısında pozitronun bulunduğunu tespit edip "parite kanunu"nu keşfetmesi ve bu sayede Nobel Ödülü kazanması, bu âyetteki anlam derinliğine ışık tutucu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Bu âyetin "sübhân" yani Allah'ı yüceltme ve O'nu her türlü eksiklikten uzak olduğunu belirten hayranlık ifadesiyle başlamasından hareketle, burada zikredilen nimetin öncekilerden de mühim olduğu, dolayısıyla insan hayatında izdivacın önemi ve değeri hakkında bir mâna inceliği taşıdığı yorumu da yapılmıştır. [50] Burada toprağın bitirdiklerine özel yer verilmesi, bunların gerek insanlar gerekse yine insanın besin kaynaklarından olan hayvanlar için hayatî bir önem taşıması ile izah edilebilir. [51]



37. Gündüzün geceden çekilip alınması ile ilgili olarak âyette kullanılan fiil hem "deriyi yüzmek" veya "kabuğu soymak" hem de "çıkarmak" anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu âyetin devamında "karanlık içinde kalıverirler" cümlesinin yer aldığını göz önüne alarak bu olayın ürkütücü ve mahrumiyette bırakma etkisine dikkat çekildiği yorumunu yapmışlar; bazıları ise bu ifadeyle İnsanlara sağlanan aydınlık nimetine ve daha geniş bir bakışla Yüce Allah'ın ölülere hayat verme kudretine işaret edildiğini belirtmişlerdir. [52] Taberî bu ifadenin gecenin gündüze ve gündüzün geceye katılması hakkındaki âyete[53] göre yorumlanmasını uygun bulmaz (XXIII, 5; 36). Âyetin bu kısmı İçin şöyle bir açıklama uygun olabilir: Gezegenimizde asıl olan karardık olup dönme sebebiyle dünyanın güneşe bakan yüzü o konumunu değiştirince gündüz çekilip alınmış olmakta, asıl olan karanlık devam etmektedir. [54]



Meali



38. Güneş kendisine ait yerleşik bir düzene göre hareket eder. Bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. 39. Ay için de menziller belirledik;sonunda o, hurma salkımının (ağaçta kalan) yıllanmış sapı gibi olur. 40. Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzüp gider. [55]



Tefsiri



38-40. Güneş, yerin ve güneş sisteminin diğer üyelerinin çevresinde dolandı klan yıldızın adı olup, güneş sistemi Samanyolu galaksisi içinde yer alan yıldız sistemlerinden biridir. Samanyolu da, sayısı milyarlarla ifade edilen galaksilerden (=gökada) sadece birisidir. Astronomi alanındaki İncelemeler güneşin hem parlaklık hem büyüklük açısından vasat, sıradan bir yıldız olduğunu, fakat yere en yakın yıldız olpıası sebebiyle diğer yıldızlardan daha büyük ve parlak göründüğünü ortaya koymuştur.

Güneşin önemi dünyamızın etrafında dolandığı bir gezegen olmasından ve yeryüzündeki hayatın sürdürülmesi için gerekli ısı ve ışığın kaynağını teşkil etmesinden ileri gelir. İnsanların ihtiyaç duyduğu besinler güneş enerjisi sayesinde oluştuğu gibi doğal gaz, petrol, kömür gibi yakıtların kaynağı da güneş enerjisidir. Atmosferdeki iklim olayları, rüzgâr ve yağışlar güneş enerjisiyle oluşur; yerdeki suyun dolanımı güneş enerjisiyle gerçekleşir; yeşil bitkiler güneş enerjisiyle fotosentez yapar. Ay da dünyamızın yegane tabiî uydusu olup güneşten aldığı ışığın çok az bir kısmını dünyaya göndermekte, böylece -evrelerine göre farklılık taşımakla beraber- geceleri açık havada yeryüzünü aydınlatmaktadır. Yine güneş ve ay, vakitlerin hesaplanması ve takvim yapılması konularında özel bir yere sahiptir[56] Özet olarak her ikisinin önemi dünya, dolayısıyla insan ile ilgilerinden kaynaklanmaktadır.

Bariz biçimde göze hitap etmeleri ve insan hayatındaki önemlerinin bilinmesi sebebiyle güneş ve ay öteden beri insanların İlgisini celbetmiş, hatta -tanrılaştırma düzeyine varacak kadar- dinî inançları etkilemiştir[57]

Yahudi geleneğine göre güneş, mevsimlerin düzenlenmesi ve günün aydınlatılması için Allah tarafından yaratılışın dördüncü gününde meydana getirilmiştir[58] Eski Ahit'teki ifadelerden erken yahudi düşüncesinde güneşin sadece bir gök cismi olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Öte yandan Eski Ahit'te Filistin'deki güneş kültleri hakkında bilgi verilirken güneşe temas edilmekte ve yahudilere bu kült kesin olarak yasaklanmaktadır; ancak, bu konuda bazı kralların değişik tavırları ile karşılaşılmakta, Hezekiel'in günlerinde (m.ö. VI. yüzyıl başlarında) dahî bu kültün yahudiler arasında sürdüğü görülmektedir.

Yeni Ahit'te güneşle ilgili inançlar geleneksel yahudi görüşü doğrultusundadır. Güneş yalnızca bir gök cismidir ve kutsallığı söz konusu değildir; bazan ölümü sembolize etmek için kullanılmıştır. Fakat Ortaçağ ikonografisinde güneşin Hz. îsâ'nm sembolü olarak kullanıldığı görülür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:56 am

35



Fâtır Sûresi

İndiği Yer
: Mekke

İniş Sırası
:43

Âyet Sayısı
:45


Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuz beşinci, iniş sırasına göre kırk üçüncü sûredir. Furkan sûresinden sonra, Meryem sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]



Adı



İlk âyetinde "yaratan" anlamına gelen fâtır kelimesi geçtiği için bu adı almıştır; aynı âyette "melekler" mânasına gelen kelimenin yer alması sebebiyle "Melâ-ike sûresi" olarak da isimlendirilmiştir. [2]



Konusu



Allah'ın yaratıcılığı, O'ndan başka tanrı bulunmadığı ve şirkin ne kadar çarpık düşüncelere dayalı bir zihniyet ve tutum olduğu, Hz. Muhammed'in önceki peygamberler gibi Allah katından mesaj getirmiş hak peygamber olduğu, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği ve dünyadaki amellerin karşılığının âhirette mutlaka görüleceği açıklanmakta, Cenâb-ı Allah'ın kudretinin delillerinden örnekler verilmektedir. [3]



Meali



Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Hamd, gökleri Ye yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur. O dilediği kadar fazlasını da yaratır. Kuşkusuz Allah her şeye kadirdir. 2. Allah'ın insanlar için açtığı rahmeti kısabilecek yoktur, O'nun kıstığını da O'ndan başkası açamaz. O mutlak galiptir, hikmetle yönetendir. 3. Ey insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırınızdan çıkarmayın. Allah'tan başka gökten ve yerden sizi nzıklandıran yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse niçin haktan dönüyorsunuz! 4. Sana yalancı diyorlarsa (bilesin ki) senden önceki peygamberler de yalancılıkla itham edilmişlerdir. Bütün işler sonunda Allah'a döndürülecektir. 5. Ey insanlar! Allah'ın verdiği sö'z gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, o aldatma ustası da Allah hakkında sizi kandırmasın, ti. Şüphe yok ki şeytan sizin duşmanınızdır,siz de onu düşman belleyin. Çünkü o kendisine uyacaklara yakıcı ateşin mahkumlarından olsunlar diye çağrıda bulunur. 7. İnkâr edenler için çetin bir azap vardır; iman edip iyi işler yapanlar için ise bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır, 8. Kötü işleri kendisi için süslü gösterilip de onları güzel gören kimse (ile böyle olmayan bir) mi? Allah dilediğini sapkınlık içinde bırakır, dilediğini de doğruya iletir. O halde onlar için üzülerek kendim helak etme. Allah onların yaptıklarım elbette biliyor. [4]



Tefsiri



1-4, Mekke döneminin ilk yıllarında inen sûrenin bu ilk âyetlerinde, tek tanrı inancını zedeleyen telakkilerin yıkılması ve bu konudaki muhakeme ânzalanmn onarılması hedeflenmekte; yüce Allah'ın mutlak kudret ve egemenliği ile ilgili uyanlar yapılmaktadır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: 1. Hamd, evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah'a mahsustur[5] 2. Melekleri yaratan, onlara dilediği yapıyı veren ve görevlerini belirleyen O'dur. 3. Hayır kapılarım açma ve kapama O'nun irade ve kudretine bağlıdır; kula yaraşan, başkalarından değil yalnız O'nun lütfundan istemektir. 4. Nimetlerin asıl kaynağı O olduğuna göre, şükre layık olan da O'dur. 5. Tevhid mücadelesinde en ağır yükleri taşıyan peygamberlerin karşılaştığı ortak tavır, yalancılıkla itham edilmek olmuş, fakat bu önyargılı tutum iman nurunu söndürmeye yetmemiştir. 6. Yüce Allah olup bitenlerden haberdardır; her İşin inceden inceye hesabının görüleceği bir gün mutlaka gelecektir.

"Yoktan var eden" diye çevirdiğimiz 1. âyetteki fâtır kelimesinin kök anlamı "yaratmak, yoktan var etmek, bir şeyin yapmada ilk olmak, icat etmek"tir. Yüce Allah, evreni ve evrendeki bütün varlıkları ilk olarak yaratması, her varlığa aslî (fıtrî) özelliklerini vermesi sebebiyle kendi zâtını "fâtır" olarak nitelemiştir. [6]

Âyetin "melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan" şeklinde çevrilen kısmım "ikişer, üçer, dörder kanatlı melekleri elçiler kılan" şeklinde de tercüme etmek mümkündür.[7]Allah Teâlâ'nm "melekleri elçiler kılmasının anlamı, -mesajlarını peygamberlerine ve sâlih kullarına vahiy, ilham, sâdık rüya yoluyla bildirmeleri için- melekleri kendisi ile onlar arasında vasıta kılması veya sanat ve kudretinin eserlerini yarattıklarına ulaştırmaları için görevlen-dirmesidİr[8]

"Kanatlar" şeklinde çevrilen "ecniha" kelimesi (tekili: cenah),bir şeyin kol, kanat gibi cüzlerini veya yönlerini İfade eder. Kanat kelimesinin bu âyette ve Hz. Peygamber'in bazı hadislerinde hakikat anlamında mı yoksa meleklerin engelleri süratle ve kolayca aşma gücüne sahip olduklarını ifade etmek üzere mecaz yollu mu kullanılmış olduğunu kesin olarak ortaya koyan bir delil bulunmamaktadır. [9] Hakikat anlamında kullanılmış olsa da bunun mahiyet ve biçimini Allah bilir. Tefsirlerde değişik açıklamalar yapılmış olmakla beraber, buradaki sayıların muayyen bir miktar bildirmeyip çokluğu belirttiği söylenebilir. Âyetin devamında Allah Teâlâ'nın yaratma veya yaratılmışlarda dilediği arttırmayı yapma gücüne sahip olduğunun belirtilmesi ve Hz. Peygamber'in Cebrail'i altı yüz kanatlı olarak gördüğüne dair rivayet bu anlayışı destekleyen delillerdendir[10]

Âyette, bir yandan meleklere inanmanın İslâm'ın iman esasları arasında önemli bir yer tuttuğuna, diğer yandan da onları yaratan ve görevlendirenin yüce Allah olduğuna, yani bu inancın Allah'a ortak koşma sınırına vardınlmanıası gerektiğine dikkat çekilmektedir. Böylece -özellikle Araplar arasında yaygın bulunan- bazı putları melekleri sembolize eden, melekleri de insanları Allah'a yaklaştırmada aracılık eden varlıklar olarak görme telakkisi eleştirilmiş olmaktadır. Burada şöyle bir inceliğe işaret edildiği söylenebilir: Cenâb-ı Allah'ın bazı işler için melekleri görevlendirmesi veya vasıta kılması, insanların kulluklarını ifa ederken onları aracı kılmasına haklılık kazandırmaz; kulluk yalnız Allah'a yapılır. Meleklerin varlık sebebini de tam olarak yalnız, onları yaratan bilir. Fakat bunun hikmetleri üzerinde İslâm âlimleri bazı açıklamalar yapmaya çalışmışlardır. Bu hikmetlerden, tefsir etmekte olduğumuz âyet kümesi ile yalandan ilgili olanı şudur: Melek inancına sahip olan kimse, kendisini iyiliğe çağıran her sese kulak verir; çünkü bunun meleğin sesi olduğuna, -5 ve 6. âyetlerde belirtildiği üzere- kötülüğe çağıran sesin de şeytana ait olduğuna inanır. Nitekim Hz. Peygamber bu konuda şöyle bir uyanda bulunmuştur: "Şeytan da melek de insana sokularak kalbine bir şeyler getirir. Şeytanın işi kötülüğü telkin edip hakkı yalanlamaktır. Meleğin işi ise iyiyi tasvip edip hakkı doğrulamaktır. İçinde böyle bir duyguyu bulan kimse onun Allah'tan olduğunu bilsin ve O'na hamdetsin. Şeytanın telkinini hisseden ise şeytandan korunması için Allah'a sığınsın"[11]

"O dilediği kadar fazlasını da yaratır" diye çevrilen cümle "O yarattıklarında dilediği arttırmayı yapar" şeklinde de anlaşılmıştır. Bazı müfessirler bu ifadeyi, Allah Teâlâ'nın meleklerin kanatlarını dilediği kadar arttırabileceği şeklinde açıklamışlardır, Bazılarına göre ise bunu daha genel bir bakışla yorumlamak mümkündür. Onlara göre burada, meleklerle ilgili ifadenin uyandıracağı hayret sebebiyle muhataplara âdeta şöyle denmektedir: Evrende gördüğünüz mükemmel düzen ve denge ilâhî kudretin son sının gibi düşünülmemelidir. Allah dilerse müşahede veya tespit ettiğiniz güzellik ve mükemmelliklerin, akıl, güç, ilim, sanat gibi imkan ve donanımlann daha nicelerini yaratır. [12]

2. âyetin ilk cümlesinde söz konusu edilen "İlâhî rahmetin kısılması"yla ilgili olarak dua, tövbe, basan veya hidayetin nasip edilmemesi gibi açıklamalar yapılmışsa da sınırlandırıcı bir yoruma gitmeden "Allah'ın insanlar için rahmeti açmasını O'nun rahmet hazinelerinden değişik nimetler lütfetmesini, "kısması"nı da bu nimetlerden mahrum bırakmasını içine alacak şekilde anlamak uygun olur[13] Taberî de âyetin bu kısmım şöyle açıklamıştır: Hayır kapılarının anahtarları da kilitleri de Allah'ın elindedir; onu kime açarsa artık kimse onu

kapayamaz, kime de kapatırsa kimsenin onu açmaya gücü yetmez[14]



5-8. İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivayette, "aldatma ustası" diye çevirdiğimiz "ğarûr" kelimesiyle şeytanın kastedildiği belirtilmiştir. [15] Müteakip âyet de bu açıklamayı desteklemektedir. Şeytanın aldatması daha çok, kişiye "Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder; bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz" gibi telkinlerde bulunması şeklinde açıklanmıştır. [16]

6. âyetin "Siz de onu düşman belleyin" diye çevrilen cümlesi için, "Allah'ın buyruklarına ve yasaklarına titizlikle uyarak şeytana karşı çıkın ve onu hayal kırıklığına uğratın" gibi izahlar yapılmıştır. [17] Aynı âyetin "Çünkü o kendisine uyacaklara, yandaşlarına yakıcı ateşin mahkumlarından olsunlar diye çağrıda bulunur" şeklinde çevrilen kısmını "Çünkü o kendisine uyanlara, yandaşlarına çağrıda bulunur, böylece onlar da yakıcı ateşin mahkumlarından olurlar" şeklinde de tercüme etmek mümkündür. [18]

8. âyetin "kötü işleri kendisi için süslü gösterilip de onları güzel gören kimse" şeklinde çevrilen kısmı yeni bir isim cümlesinin öznesi olup yüklemi gizlenmiştir. Bu sebeple, ifade akışına uygun düşen değişik yüklemlere göre bu kısım için şöyle mealler de verilebilir: a) Kötü işleri kendilerine süslü gösterilip onları güzel gören kimseler için mi üzülüp kendini helak ediyorsun? b) Kötü İşleri kendilerine süslü gösterilip onları güzel gören kimse Allah'ın hidayet nasip ettiği kimseler gibi midir? [19] Bu âyette Hz. Peygam-ber'e ve tebliğ görevini yaparken onun yolunu izleyenlere bir teselli verildiği açıktır. Dolayısıyla, âyetin devamındaki "Allah dilediğini sapkınlık içinde bırakır, dilediğini de doğruya iletir" cümlesini buna göre yorumlamak gerekir. Yüce Allah'ın, kulun hiçbir katkısı olmadan onu sapkınlığa ve dolayısıyla cehenneme itmesi O'nun engin hikmetiyle bağdaşmaz. Allah'ın bir kimseyi dalalette bırakması, kendisine verilen akıl yeteneğini ve irade gücünü kötüye kullanmakta ısrar etmesi sebebiyle onu tercihiyle ve sonuçlarıyla baş başa bırakması demektir. Birçok âyet ve hadiste yer alan açıklamaların ışığında, bu tür ifadelerin, Allah'ın mutlak iradesine bir gönderme yapma veya -burada olduğu gibi- dini tebliğle görevli olanların başkalarını hidayete eriştirmekle yükümlü olmadıklarını ve zaten buna güçlerinin yetmeyeceğini belirtme amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. [20]



Meali



9. Rüzgârları gönderip bulutlan harekete geçiren Allah'tır. Onu Ölü bir bölgeye sevkeder, ölümünden sonra yeryüzüne onunla hayat veririz. İşte öldükten sonra dirilme de böyle olacaktır, 10. Kim onur ve saygınlık isterse bilmeli kî izzet tümüyle Allah'a aittir. Güzel sözler O'na yükselir; iyi işleri de O yukarılara çıkarır. Sinsi sinsi kötülük tasarlayanlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları altüst olur. 11. Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra da sizi eşler kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalır ne doğurur. Bir canlının ömrünün uzun olması da kısa tutulması da mutlaka yazgıya uygun olarak gerçekleşir. Kuşkusuz bunlar Allah için kolaydır. 12. İki su kütlesi birbirine eşit olmaz; birisi tatlıdır, susuzluğu giderir ve içimi güzeldir, ötekisi ise tuzlu ve acıdır. İkisinden de taze et yersiniz ve takınacağınız süs eşyaları çıkarırsınız. Gemilerin denizi yararak gittiklerini görürsün ki bu da O'nun lütfuna nail olmanız ve O'na şükretmeniz içindir. 13. Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. O güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır;her biri belirlenmiş bir vadeye değin kendi yolunu izler. İşte rabbiniz Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka yalvarıp durduklarınız ise bir çekirdek zarına bile hükmedemezler. 14, Onlara yalvarsanız duanızı işitmezler, işitse-ler bile size karşılık veremezler. Kıyamet günü de onları (Allah'a) ortak koşmanızı kabullenmezler. Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veremez. [21]



Tefsiri



9. Peygamber efendimizin, bu hayatın ardından yeni bir hayatın geleceği ve herkesin burada yaptıklarından sorguya çekileceği yönündeki uyarılarım mantıksız bulan ve çoğu zaman alayla karşılayan inkarcılara, insanlara öldükten sonra tekrar hayat vermenin yüce Allah'ın kudret ve azametini kavrayanlar için hiç de yadırganacak bir şey olmadığım anlatan bir örnek verilmektedir. Rüzgârların oluşturulması, onların bulutlan harekete geçirmesi, bulutların yağmura dönüşmesi, yağmurun kurumuş toprağı canlandırması şeklinde sıralanan ve ilim, hikmet,
kudret gerektiren bu olaylar dizisi üzerinde birazcık düşünmek, bunları gerçekleştiren gücün sahibi için insanları öldükten sonra diriltmenin kolaylığım anlamaya yetecektir. [22]



10. "Kim onur ve saygınlık isterse bilmeli ki izzet tümüyle Allah'a aittir" şeklinde çevirdiğimiz cümleye, bazı müfessirler "kim o sözde tanrılara ve putlara taparak bir izzet elde etmek istiyorsa bilsin ki izzet tümüyle Allah'a aittir", bazıları "kim izzet istiyorsa, Allah'a İtaat etsin izzet bulsun", bazıları da "gerçek anlamda izzetin kime ait olduğunu öğrenmek isteyenler, bilsinler ki her yönden izzet Allah'a mahsustur" mânasını vermişlerdir. [23] Şeref, onur, güç, paye, üstünlük gibi anlamları olan "izzet"in bütünüyle Allah'a ait kılınması, bu kavramın insanlar açısından asla kullanılamayacağım değil, insanların elde edebilecekleri her türlü onur ve payenin Allah'tan olduğunu ve ancak O'nun hoşnutluğuna uygun olması halinde değer taşıyacağını ifade etmektedir. Nitekim baş
ka bir âyette bu kavram Allah'a, Resûlü'ne ve müminlere izafe edilmiştir. [24] Âyetin devamında yer alan ve "Sinsi sinsi kötülük tasarlayanlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları altüst olur" şeklinde çevirdiğimiz cümle ile de, İzzetin şeytanî düşünceleri geliştirmekle elde edilemeyeceğine bir telmihte bulunulduğu anlaşılmaktadır.

Birçok müfessir "güzel söz"den maksadın, başta kelime-i tevhid olmak üzere Allah'ı anma ve yüceltme mânası içeren her türlü teşbih, tehlil, Kur'an tilâveti, dua, istiğfar vb. sözler olduğunu kaydeder[25] Fakat bunu belirli sözlerle sınırlandırmayıp iyiliği teşvik, kötülüğü engelleme gibi "iyi, temiz, güzel" vasfına uyan her sözü bu kapsamda düşünmek uygun olur[26] "O'na yükselir" ifadesinden maksat, Allah'ın bunları kabul etmesi, Allah katında makbul olması veya yazıcı meleklerin yazdıklanyla yükselmeleridir. [27]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:57 am

"İyi işleri de O yukarılara çıkarır" şeklinde yapılan tercümede öznenin Allah Teâlâ olduğu görüşü esas alınmıştır. Burada öznenin güzel sözler olduğu kanaatini taşıyanlar da vardır; buna göre cümleyi şöyle çevirmek gerekir: "Onları da (iyi İşleri de) Allah'a güzel sözler yükseltir." Mealin böyle olması durumunda cümlenin izahı şöyle olur: İyi işlerin Allah katında değer bulması sağlam bir imana, Allah'ın birliği inancına dayalı olmasına bağlıdır, kelime-i tevhidi benimsemeden yapılan iyi işler O'nun nezdine yükselmez. [28] Öte yandan bu cümlede öznenin iyi işler ve tümlecin güzel söz olduğu da ileri sürülmüştür. Bu takdirde anlam "Güzel sözleri yükselten iyi işlerdir" şeklinde olur. Bu görüşün İbn Abbas gibi bazı ilk dönem âlimlerine nispet edilmesini ihtiyatla karşılayan İbn Atıyye şu açıklamayı yapar: Bu görüşte iyi amel olmadan iman sözünün değerinin olmayacağı kastedilİyorsa bu Ehl-i sünnet İnancıyla bağdaşmaz ve İbn Abbas gibi birinin bunu söylemesine ihtimal yoktur. Ama güzel söz iyi amelle desteklenirse daha değerli olur ve daha yücelere çıkar mânası kastedilirse tutarlı olur (IV, 431). Râzî, insanı diğer canlılardan üstün kılan temel özelliğin söz olduğu ve bunun kalp İle ilişkisi üzerinde durur; âyetin sözün önemine ve değerine bir atıfta bulunduğunu belirtir (XXVI, 9). [29]



11. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın yaratıcılık sıfatma değinilirken, diğer taraftan da O'nun bütün yaratılmışlara ait ayrıntıların bilgisine sahip olduğu belirtilmektedir. Bu çerçevede, bir dişinin gebe kalması ve doğurması yani yeni bir canimin dünyaya gelmesinden her bir canlının ömrünün ne kadar olduğuna kadar evrende olup biten bütün olaylar ve incelikleri O'nun nezdinde malumdur. Bir insanın ömrü uzun da tutulsa kısa da tutulsa, bir kimsenin ömrü diğerine göre uzun da olsa kısa da olsa, bu tesadüfe yahut kendiliğinden oluşa değil Allah'ın iradesine bağlıdır; bu irade değişmemek üzere levh-İ mahfuz diye bilinen özel bir kayıt sistemine de bağlanmıştır. Âyetin "Bir canlının ömrünün uzun olması da kısa tutulması da mutlaka yazgıya uygun olarak gerçekleşir" şeklinde çevrilen kısmı için şu yorumlar da yapılmıştır: a) Herkesin ömrünün ne kadar olacağı tamı tamına kayıtlı olduğu gîbi bunun yaşanan her günü, ayı, senesi de kaydedilmektedir. Bu cümlenin "ömründen eksilen, eksiltilen" anlamına gelen ikinci kısmından maksat işte ömrün bu bölümü yani yaşanan ve bu yönde kayda geçirilen miktarıdır; "verilen ömür" anlamına gelen ikinci kısmından maksat ise ömrün kalan bölümüdür, b) Bu cümle "Bir canlının ömrünün uzatılması da kısaltılması da mutlaka yazılıdır" anlamına gelmektedir. Hadislerde belirtildiği üzere bazı sebeplerle ömür uzatılabilir veya kısaltılabilir; ama bu da Allah'ın iradesiyle olmaktadır ve O'nun ezelî ilminde mevcuttur (bir kitapta kayıtlıdır). Allah'ın bildikleri insanlar tarafından bilinmediğinden, bu durum dünya hayatının sınav düzenini ve kişinin sorumluluğunu etkilemez. [30]



12-13. "Su kütlesi" diye çevirdiğimiz bahr kelimesi Arap dilinde büyük sular için kullanılır; Kur'an'da da gerek nehir gerekse deniz anlamında kullanılmıştır. 12. âyette varlıklar alemindeki rabbânî bir hikmete, onların farklı özelliklerle ve benzer özelliklerdeki farklı nevilerle birbirinden ayırt edilebilmesi biçiminde özetlenebilecek tabiî-ilâhî kanuna değinilmekte; hepsi bir su ile sulandığı halde bazılarının yemişlerini diğerlerine üstün kılma hikmetine temas eden âyette[31] olduğu gibi burada da yüce Allah'ın yaratışındaki sanatın inceliklerine dikkat çekilmektedir[32] Râzî de çoğu müfessirlerin bu âyette iki tür su örneğine iman ile küfür veya mümin ile kâfir arasında bir mukayese yapılması için yer verildiği tarzında bir yorum yaptığını hatırlattıktan sonra kendi görüşünü şöyle açıklar: Görünen o ki burada kastedilen, Allah'ın kudretine başka bir delil göstermektir. Şöyle ki, iki büyük su kütlesi görünüşte birbirine benzemekte fakat sularının özellikleri açısından birbirinden farklılık taşımaktadır. Bu farklılıklarına rağmen ikisinde birbirine benzer durumlar da vardır; meselâ ikisinde de taze et bulunmakta, ikisinden de süs eşyası çıkanlabilmektedİr. İkİ benzerde farklılıklar meydana getirebilen ve iki farklı şeyde benzerlikler var edebilen, ancak fillerinde muhtar ve mutlak kudret sahibi Allah olabilir. "İM su kütlesinin bir olmadığına işaret etmesi de O'nun eşsiz kudretine ve iradesinin her yere nüfuz ettiğine delildir[33]

Birçok âyette belirtildiği üzere İnsanlara büyük yararlar sağlayan gemilerin sularda yüzdiirülmesi de Allah'ın koyduğu yasalar sayesinde gerçekleşmektedir, îbn Âşûr, "denizi yararak" şeklinde tercüme edilen kısımda geçen zarfın burada -Nahl 16/14'tekinden farklı olarak- öne alınmasının ve "O'nun lütfuna nail olmanız" diye çevrilen cümlenin başında vav harfinin bulunmamasının sebebini şöyle açıklar: Nahl sûresinde amaç Allah'ın kullarına sağladığı nimetleri hatırlatmak, burada ise amaç kendi sanatının inceliklerine ve kudretinin kanıtlarına dikkat çekmektir. [34]



14. Allah'tan başka kendilerine tapılan varlıkların acizliği önceki âyetin son cümlesinde en küçük bir şeye mâlik olamadıkları ve hükmedemedikleri şeklinde belirtildikten sonra burada kendilerinden medet umulmasının ne kadar abes olduğu somut bir anlatım tarzı ile açıklanmaktadır: Onlar işitmezler, işittikleri varsayılsa bile karşılık veremezler; kıyamet günü de Allah'ın onlara vereceği bir yetenekle kendilerine yüklenen bu sıfatı tanımadıklarını beyan ederler. Müfessirler genellikle bu varlıkları putlar olarak açıklamışlardır; fakat âyetin ifadesi genel olduğu için kendilerine tann gözüyle bakılan insan, hayvan, ay, güneş gibi bütün varlıkların bu kapsamda düşünülmesi daha uygun görünmektedir. Bu takdirde, tann yerine konarak kendilerinden medet umulan veya korkulan insanların herhangi bir insan gibi işitememesi veya karşılık verememesinin değil, gizlİ-açık, uzak-yakın nerede ve nasıl yalvanrlarsa yalvaranlar kendilerine tapanları İşitip cevaplayama-malannın kastedildiği söylenebilir.

Son cümle açıklanırken daha çok şu noktaya dikkat çekilir: Sözde tanrıların kıyamet günü kendilerine tapanlara karşı takınacakları tavır gayba dahil bir olay olduğu için bunu ancak Allah Teâlâ'nın haber vermesiyle biliriz; bu sebeple "Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veremez" buyurulmuştur. [35]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:57 am

Meali



15. Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve mutlak kemaliyle hep övgüye layık olan O'dur. 16.0 dilerse sizi yok eder ve yerinize yenilerini yaratır. 17. Bu, Allah için güç de değildir. 18. Hiçbir günah sahibi başkasının günahım yüklenmez. Yükü ağır gelen kimse onun taşınması için yardım çağrısında bulunsa, çağırılan yakını bile olsa o yükten hiçbir şey başkasınca yüklenilmez. Sen ancak, gayba iman yoluyla rablerinden korkanları ve namazı özenle kılanları uyarabilirsin. Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur. Her şeyin sonu Allah'a varır. 19-21. Görmeyenle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. 22. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediğine elbette işittirir; ama sen ka-birlerdekilere de işittirecek değilsin! 23. Sen ancak bir uyarıcısın. 24. Doğrusu biz seni hak üe desteklenmiş bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun. 25. Seni yalancılıkla itham ediyorlarsa, bil ki daha öncekiler de (peygamberlerini) yalancılıkla itham etmişlerdi. Peygamberleri onlara açık kanıtlar, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi. 26. Sonra ben o inkarcıları yakalyıverdim; busen nasıl bir cezalandırıştı o! [36]



Tefsiri



15. İnsanı yaratan ve onun ihtiyaçlannı en iyi bilen Cenâb-ı Allah bütün beşeriyete yönelik bir uyarıda bulunmaktadır: Allah'a muhtaç olan insanlardır, Allah ise hiçbir şeye ve hiç kimseye muhtaç değildir. Üstelik yaratılmışlar üzerindeki üstün nimetlerinden ötürü hamdedilmeye layık olan yalnız O'dur. Bu uyandan, ibadetin insanın buna muhtaç olmasından dolayı emredildiği, dolayısıyla din duygusunun ve Allah'a ibadet etme eğiliminin fıtrî olduğu ve baskı yöntemleriyle yok edilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. [37]



16-17. İlk âyetin "yerinize yenilerini yaratır" diye çevrilen kısmı "sizin türünüzden başka nesillere hayat hakkı tanır" şeklinde anlaşıldığı gibi, "başka bir tür yaratır" ve "sizin bilmediğiniz başka bir âlem var eder" tarzında da yorumlanmıştır. [38] Yenilerin temel özelliği ise, Allah'a itaat etme, buyruklarına uyup yasaklarından kaçınma şeklinde tasvir edilir [39] İbn Âşûr'un yorumuna göre burada insanlar hak ettikleri halde Cenâb-ı Allah'ın onları helak etmeyip -sınav alanı olan dünyada- kendilerine imkan ve mühlet verdiği belirtilmektedir. Dolayısıyla, "Allah'ın dilemesi"rtden maksat insanların yok edilmeyi hak etmelerine bağlı olarak bunu dilemesidir; yoksa bu kayıt, O'nun bu konuda mutlak irade sahibi olduğunu ve asla basb altına alınamavacashnı belirtme amacı taşımamaktadır, zira bu aynca bildirilmesine ihtiyaç bulunmayan bir husustur (XXII, 286). Bu izaha ilke olarak katılmakla beraber, âyetin anlamının sadece insanlara mühlet verildiğini belirtme ile sınırlı olmadığı, toplumlar hak ettiklerinde Allah'ın onları tarih sahnesinden silip yerlerine yenilerini getireceği uyarısının da bulunduğu kanaatindeyiz. Bu sebeple Ateş'in şu yorumuna katılıyoruz: "16-17 nci âyetler, sosyolojik bir kural olan bir Tanrı yasasını dile getiriyor: Yollarım sapıtan insanlar, sonunda Allah'ın hışmına uğrarlar, başka milletlere yenilirler. Onların yerini daha âdil, daha enerjik bir toplum alır. Allah'ın yasaları uyarınca çalışan toplumlar başarırlar. Adaletten, haktan ayrılanlar geriler, ortadan kalkarlar. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Güçlülük, çalışmağa ve adalete bağlıdır. Meskenet ve zulüm, toplumu bozar, gücünü kırar" (VII, 299). [40]



18. İlk cümle sorumlulukla ilgili önemli bir ilkenin ifadesidir. Dinî sorumluluğun, kişinin âhirette vereceği hesabın temel ölçütlerinden birini ortaya koyan bu ifade aynı zamanda bir hukuk vecizesi niteliğindedir. Batı dünyası cezaların şahsîliği ilkesine ancak yakın zamanlarda ulaşabilmiştir; buna karşılık, birçok âyette değişik vesilelerle ifade edilen bu esas ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimlerinin hukuk tefekkürünü etkilemiştir.

Kur'an'in inmeye başladığı sıralarda Mekke toplumunda, suçlu, dost ve yakınları yardımıyla cezalandırılmaktan kurtulabiliyordu; bu duruma bakarak bazı müşrikler de -âhiret hayatı gerçek olsa bile- dünyadaki gibi kendilerine şefaat edecekler sayesinde kurtuluşa ereceklerini ileri sürüyorlardı. Âyetin ikinci cümlesinde buna telmihte bulunulmakta ve bu düşüncenin boş bir hayalden ibaret olduğuna dikkat çekilmektedir. Zemahşerî, iki cümle arasındaki farkı belirtirken birincinin Allah'ın hükmündeki adaleti ve kimseyi kendi işlemediği bir günahtan dolayı sorumlu tutmayacağı, ikincinin ise kimsenin başkalarından yardım alarak günahından kurtulamayacağı hakkında olduğunu kaydeder (III, 272). Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, âyetin hiçbir kimsenin kendisi istese dahi başkasının günahını üstlenmeye ve onu sorumluluktan kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini anlatmakta oluşudur; başkalarını saptıranların hem kendi sapkınlıklarının hem de onları kötü yola itmelerinin vebalini çekmeleri ise ayrı bir konudur, bu durumda iradesini kullanmadığı için doğru yolu bırakıp kötülük işleyenlerin kendi veballeri ortadan kalkmış olmaz. Nitekim bu husus başka bazı âyetlerde ve Resülullah'm hadislerinde aynca belirtilmiştir. [41] Öte yandan bu âyette, Hıristiyanlık'taki Hz, îsâ'nm bütün insanlığın günahının kefaretini hayatıyla ödediğini ifade eden "aslî günah" telakkisinin mahkum edildiği de söylenebilir.

Daha sonra âyette Resûlullah uyarılarının kimlere favda vereceği belirtilinekte ve samimi müminlerin iki temel özelliğine değinilmektedir: 1. Gayba iman sebebiyle Allah'tan korkma yani O'na içtenlikle, tam bir teslimiyet içinde iman etme, O'na karşı gelmekten kaçınma, bu hususta bir sorumluluk ve kaygı taşıma; 2. Namazı özenle kılma yani imanını davranışlarına yansıtma, O'na kulluk görevlerini ihmal etmeme. Bu ifadeden peygamberin uyanlarının yarar sağlamasının ön şartının, muhatapların kendi bâtıl inanç ve davranışlarında inat etmemesi olduğu[42] bağnazca direnenlere peygamberin yapabileceği bir şeyin bulunmadığı ve zaten görevi de olmadığı anlaşılmaktadır. "Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur" şeklinde çevrilen cümle genellikle, Allah'ın buyruklarına uyup yasaklarından kaçınma çabası içinde olanların ve iyi işler yapanların bundan yine kendilerinin yararlanacakları şeklinde açıklanmıştır. [43]



19-22. Müfessirlerin genel kanaatine göre bu karşılaştırmalı örneklerin olumlu olanları hakkı, imanı, iman sahiplerini ve kavuşacakları güzellikleri; olumsuz olanları da bâtılı, inkarcılığı, inkarcıları ve kötü akıbetlerini temsil etmektedir. Bu konudaki yorumlan şöyle özetlemek mümkündür: Müminin tuttuğu yol sağlam, ufku ve basireti açık, niyet ve iradesi zinde, yaptıkları kalıcı ve yarayışlıdır; kâfir ise Ölüden farksızdır, basireti kapalı, kalbi kararmış, yaptıklan anlam kazanamamış ve boşa gitmiştir. [44] Râzî bu örneklere şöyle bir izah getirir (XXVI, 16): "Gören" kelimesi mümini, "kör" kelimesi kâfiri, "aydınlık" imanı, "karanlıklar" küfrü, "gölge" rahatlığı ve huzuru, "sıcak" sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, "diriler" müminleri, "ölüler" kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. Zira mümin önündeki açık yolu (dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağını) görmekte, inkarcı ise bunu görmemektedir. Ama unutulmamalıdır ki kişinin görme duyusu ne kadar keskin olursa olsun ışık olmazsa bir şey göremez. İşte iman ışık demektir ki gören kişinin önünü aydınlatır, küfür ise karanlığı temsil ettiğinden kâfir İçin kambur üstüne kamburdur. Sonra her ikisinin akıbetine, müminin rahata ve huzura kavuşacağına, kâfirin ise sıkıntı ve yakıcı ateş ile karşılaşacağına işaret edilmiştir. Yüce Allah mümin ve kâfir hakkında bir başka ömeğe daha yer vermekte, âdeta şöyle buyurmaktadır: Mümin ve kâfirin durumunu anlatmaya, gören ile körün mukayesesi bile az gelir. Çünkü âmâjbazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, kâfir ise hiçbir yararlı idrak gücüne haiz değildir, ölü gibidir. 19. âyette geçen "bir olmaz" fiilinin dirilerle ölülerden söz eden 22. âyette tekrar edilmesi de bu yorumu desteklemektedir. Öte yandan Râzî, gören ile kör mukayesesinde olumsuzluk kelimesinin tekrar edilmeyip diğerlerinde tekrar edilmesinde şöyle bir mâna inceliği bulunduğunu belirtir: Bu tekrar tekit anlamı taşır. Birinci örnekte birbirine eşit olmama zıtlık düzeyinde değildir, diğerleri ise aynı zamanda birbirine zıttır. Şöyle ki, bir şahıs görür olabildiği gibi aynı şahıs âmâ da olabilir. Oysa karanlık ve aydınlık, gölge ve sıcak, diriler ve ölüler mahiyetleri bakımından da farklıdır; kör obua ve görür olma da böyledir, fakat âyette âmâ ile gören karşılaştırılmıştır. Aynı vücudun hem hayata hem ölüme konu olabileceği dikkate alındığında bu örneği birinciye paralel görmek mümkünse de gerçekte diri ile ölü arasındaki farklılık kör ile gören arasındaki farklılıktan çok fazladır. Daha önce belirttiğimiz üzere âmâ bazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, diri ile ölü arasında ise böyle bir ortaklık da yoktur, yani ölü sadece vasıf açısından değil işin gerçeği ve mahiyeti bakımından da diriden farklıdır. [45] Bazı müfessirlere göre ise diriler ve ölüler örneği, âlimlerle câhilleri, bazılarına göre de aldım kullananlarla aklını kullanmayanları anlatmaktadır. [46]

22. âyetin son cümlesinde, getirilen bütün kanıtları görmezden gelen ve inatla inkarcılığını sürdürenler kabirlerdekilere yani ölülere benzetilmiştir. [47] Bu benzetmedeki maksat, inkarcıların Resûlullah'ın bildirdiklerine kulaklarını tamamen tıkamış olduklarını belirtmek olabileceği gibi, o ne yaparsa yapsın onların iz'anını harekete geçiremeyeceğinİ bildirmek yani Hz. Peygam-ber'e teselli vermek de olabilir. [48]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:57 am

Meali



15. Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve mutlak kemaliyle hep övgüye layık olan O'dur. 16.0 dilerse sizi yok eder ve yerinize yenilerini yaratır. 17. Bu, Allah için güç de değildir. 18. Hiçbir günah sahibi başkasının günahım yüklenmez. Yükü ağır gelen kimse onun taşınması için yardım çağrısında bulunsa, çağırılan yakını bile olsa o yükten hiçbir şey başkasınca yüklenilmez. Sen ancak, gayba iman yoluyla rablerinden korkanları ve namazı özenle kılanları uyarabilirsin. Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur. Her şeyin sonu Allah'a varır. 19-21. Görmeyenle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. 22. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediğine elbette işittirir; ama sen ka-birlerdekilere de işittirecek değilsin! 23. Sen ancak bir uyarıcısın. 24. Doğrusu biz seni hak üe desteklenmiş bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun. 25. Seni yalancılıkla itham ediyorlarsa, bil ki daha öncekiler de (peygamberlerini) yalancılıkla itham etmişlerdi. Peygamberleri onlara açık kanıtlar, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi. 26. Sonra ben o inkarcıları yakalyıverdim; busen nasıl bir cezalandırıştı o! [36]



Tefsiri



15. İnsanı yaratan ve onun ihtiyaçlannı en iyi bilen Cenâb-ı Allah bütün beşeriyete yönelik bir uyarıda bulunmaktadır: Allah'a muhtaç olan insanlardır, Allah ise hiçbir şeye ve hiç kimseye muhtaç değildir. Üstelik yaratılmışlar üzerindeki üstün nimetlerinden ötürü hamdedilmeye layık olan yalnız O'dur. Bu uyandan, ibadetin insanın buna muhtaç olmasından dolayı emredildiği, dolayısıyla din duygusunun ve Allah'a ibadet etme eğiliminin fıtrî olduğu ve baskı yöntemleriyle yok edilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. [37]



16-17. İlk âyetin "yerinize yenilerini yaratır" diye çevrilen kısmı "sizin türünüzden başka nesillere hayat hakkı tanır" şeklinde anlaşıldığı gibi, "başka bir tür yaratır" ve "sizin bilmediğiniz başka bir âlem var eder" tarzında da yorumlanmıştır. [38] Yenilerin temel özelliği ise, Allah'a itaat etme, buyruklarına uyup yasaklarından kaçınma şeklinde tasvir edilir [39] İbn Âşûr'un yorumuna göre burada insanlar hak ettikleri halde Cenâb-ı Allah'ın onları helak etmeyip -sınav alanı olan dünyada- kendilerine imkan ve mühlet verdiği belirtilmektedir. Dolayısıyla, "Allah'ın dilemesi"rtden maksat insanların yok edilmeyi hak etmelerine bağlı olarak bunu dilemesidir; yoksa bu kayıt, O'nun bu konuda mutlak irade sahibi olduğunu ve asla basb altına alınamavacashnı belirtme amacı taşımamaktadır, zira bu aynca bildirilmesine ihtiyaç bulunmayan bir husustur (XXII, 286). Bu izaha ilke olarak katılmakla beraber, âyetin anlamının sadece insanlara mühlet verildiğini belirtme ile sınırlı olmadığı, toplumlar hak ettiklerinde Allah'ın onları tarih sahnesinden silip yerlerine yenilerini getireceği uyarısının da bulunduğu kanaatindeyiz. Bu sebeple Ateş'in şu yorumuna katılıyoruz: "16-17 nci âyetler, sosyolojik bir kural olan bir Tanrı yasasını dile getiriyor: Yollarım sapıtan insanlar, sonunda Allah'ın hışmına uğrarlar, başka milletlere yenilirler. Onların yerini daha âdil, daha enerjik bir toplum alır. Allah'ın yasaları uyarınca çalışan toplumlar başarırlar. Adaletten, haktan ayrılanlar geriler, ortadan kalkarlar. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Güçlülük, çalışmağa ve adalete bağlıdır. Meskenet ve zulüm, toplumu bozar, gücünü kırar" (VII, 299). [40]



18. İlk cümle sorumlulukla ilgili önemli bir ilkenin ifadesidir. Dinî sorumluluğun, kişinin âhirette vereceği hesabın temel ölçütlerinden birini ortaya koyan bu ifade aynı zamanda bir hukuk vecizesi niteliğindedir. Batı dünyası cezaların şahsîliği ilkesine ancak yakın zamanlarda ulaşabilmiştir; buna karşılık, birçok âyette değişik vesilelerle ifade edilen bu esas ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimlerinin hukuk tefekkürünü etkilemiştir.

Kur'an'in inmeye başladığı sıralarda Mekke toplumunda, suçlu, dost ve yakınları yardımıyla cezalandırılmaktan kurtulabiliyordu; bu duruma bakarak bazı müşrikler de -âhiret hayatı gerçek olsa bile- dünyadaki gibi kendilerine şefaat edecekler sayesinde kurtuluşa ereceklerini ileri sürüyorlardı. Âyetin ikinci cümlesinde buna telmihte bulunulmakta ve bu düşüncenin boş bir hayalden ibaret olduğuna dikkat çekilmektedir. Zemahşerî, iki cümle arasındaki farkı belirtirken birincinin Allah'ın hükmündeki adaleti ve kimseyi kendi işlemediği bir günahtan dolayı sorumlu tutmayacağı, ikincinin ise kimsenin başkalarından yardım alarak günahından kurtulamayacağı hakkında olduğunu kaydeder (III, 272). Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, âyetin hiçbir kimsenin kendisi istese dahi başkasının günahını üstlenmeye ve onu sorumluluktan kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini anlatmakta oluşudur; başkalarını saptıranların hem kendi sapkınlıklarının hem de onları kötü yola itmelerinin vebalini çekmeleri ise ayrı bir konudur, bu durumda iradesini kullanmadığı için doğru yolu bırakıp kötülük işleyenlerin kendi veballeri ortadan kalkmış olmaz. Nitekim bu husus başka bazı âyetlerde ve Resülullah'm hadislerinde aynca belirtilmiştir. [41] Öte yandan bu âyette, Hıristiyanlık'taki Hz, îsâ'nm bütün insanlığın günahının kefaretini hayatıyla ödediğini ifade eden "aslî günah" telakkisinin mahkum edildiği de söylenebilir.

Daha sonra âyette Resûlullah uyarılarının kimlere favda vereceği belirtilinekte ve samimi müminlerin iki temel özelliğine değinilmektedir: 1. Gayba iman sebebiyle Allah'tan korkma yani O'na içtenlikle, tam bir teslimiyet içinde iman etme, O'na karşı gelmekten kaçınma, bu hususta bir sorumluluk ve kaygı taşıma; 2. Namazı özenle kılma yani imanını davranışlarına yansıtma, O'na kulluk görevlerini ihmal etmeme. Bu ifadeden peygamberin uyanlarının yarar sağlamasının ön şartının, muhatapların kendi bâtıl inanç ve davranışlarında inat etmemesi olduğu[42] bağnazca direnenlere peygamberin yapabileceği bir şeyin bulunmadığı ve zaten görevi de olmadığı anlaşılmaktadır. "Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur" şeklinde çevrilen cümle genellikle, Allah'ın buyruklarına uyup yasaklarından kaçınma çabası içinde olanların ve iyi işler yapanların bundan yine kendilerinin yararlanacakları şeklinde açıklanmıştır. [43]



19-22. Müfessirlerin genel kanaatine göre bu karşılaştırmalı örneklerin olumlu olanları hakkı, imanı, iman sahiplerini ve kavuşacakları güzellikleri; olumsuz olanları da bâtılı, inkarcılığı, inkarcıları ve kötü akıbetlerini temsil etmektedir. Bu konudaki yorumlan şöyle özetlemek mümkündür: Müminin tuttuğu yol sağlam, ufku ve basireti açık, niyet ve iradesi zinde, yaptıkları kalıcı ve yarayışlıdır; kâfir ise Ölüden farksızdır, basireti kapalı, kalbi kararmış, yaptıklan anlam kazanamamış ve boşa gitmiştir. [44] Râzî bu örneklere şöyle bir izah getirir (XXVI, 16): "Gören" kelimesi mümini, "kör" kelimesi kâfiri, "aydınlık" imanı, "karanlıklar" küfrü, "gölge" rahatlığı ve huzuru, "sıcak" sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, "diriler" müminleri, "ölüler" kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. Zira mümin önündeki açık yolu (dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağını) görmekte, inkarcı ise bunu görmemektedir. Ama unutulmamalıdır ki kişinin görme duyusu ne kadar keskin olursa olsun ışık olmazsa bir şey göremez. İşte iman ışık demektir ki gören kişinin önünü aydınlatır, küfür ise karanlığı temsil ettiğinden kâfir İçin kambur üstüne kamburdur. Sonra her ikisinin akıbetine, müminin rahata ve huzura kavuşacağına, kâfirin ise sıkıntı ve yakıcı ateş ile karşılaşacağına işaret edilmiştir. Yüce Allah mümin ve kâfir hakkında bir başka ömeğe daha yer vermekte, âdeta şöyle buyurmaktadır: Mümin ve kâfirin durumunu anlatmaya, gören ile körün mukayesesi bile az gelir. Çünkü âmâjbazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, kâfir ise hiçbir yararlı idrak gücüne haiz değildir, ölü gibidir. 19. âyette geçen "bir olmaz" fiilinin dirilerle ölülerden söz eden 22. âyette tekrar edilmesi de bu yorumu desteklemektedir. Öte yandan Râzî, gören ile kör mukayesesinde olumsuzluk kelimesinin tekrar edilmeyip diğerlerinde tekrar edilmesinde şöyle bir mâna inceliği bulunduğunu belirtir: Bu tekrar tekit anlamı taşır. Birinci örnekte birbirine eşit olmama zıtlık düzeyinde değildir, diğerleri ise aynı zamanda birbirine zıttır. Şöyle ki, bir şahıs görür olabildiği gibi aynı şahıs âmâ da olabilir. Oysa karanlık ve aydınlık, gölge ve sıcak, diriler ve ölüler mahiyetleri bakımından da farklıdır; kör obua ve görür olma da böyledir, fakat âyette âmâ ile gören karşılaştırılmıştır. Aynı vücudun hem hayata hem ölüme konu olabileceği dikkate alındığında bu örneği birinciye paralel görmek mümkünse de gerçekte diri ile ölü arasındaki farklılık kör ile gören arasındaki farklılıktan çok fazladır. Daha önce belirttiğimiz üzere âmâ bazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, diri ile ölü arasında ise böyle bir ortaklık da yoktur, yani ölü sadece vasıf açısından değil işin gerçeği ve mahiyeti bakımından da diriden farklıdır. [45] Bazı müfessirlere göre ise diriler ve ölüler örneği, âlimlerle câhilleri, bazılarına göre de aldım kullananlarla aklını kullanmayanları anlatmaktadır. [46]

22. âyetin son cümlesinde, getirilen bütün kanıtları görmezden gelen ve inatla inkarcılığını sürdürenler kabirlerdekilere yani ölülere benzetilmiştir. [47] Bu benzetmedeki maksat, inkarcıların Resûlullah'ın bildirdiklerine kulaklarını tamamen tıkamış olduklarını belirtmek olabileceği gibi, o ne yaparsa yapsın onların iz'anını harekete geçiremeyeceğinİ bildirmek yani Hz. Peygam-ber'e teselli vermek de olabilir. [48]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:57 am

34


Sebe' Sûresi


İndiği Yer

: Mekke

İniş Sırası
:58

Âyet Sayısı
:54


Nüzulü


Mushaftakİ sıralamada otuz dördüncü, iniş sırasına göre elli sekizinci sûredir. Lokman sûresinden sonra, Zümer sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 6. âyetinin Medine'de nazil olduğuna dair bir rivayet de vardır.[1]



Adı



Sûre 15, âyette geçen ve Yemen'de yaşamış bir toplumu ifade eden Sebe' kelimesinden dolayı bu adı almıştır. [2]



Konusu



Hamdin dünyada da âhirette de yalnız Allah'a mahsus olduğu belirtilerek başlayan sûrede, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin üstünlüğü ve ilminin kuşatıcılığı fikri işlenmekte, kıyamet vaktinin geleceğini ve insanların tekrar hayata kavuşturulup hesaba çekileceklerini kabul etmeyenlerin tutarsızlıklarına dikkat çekilmekte, böylelerinin Hz. Peygamber'i Allah hakkında asılsız sözler uydurmakla itham etmeleri veya onun aklım yitirdiğini iddiaya kalkışmaları üzerinde durulmakta, iman edip İyi işler yapanlarla Allah'a âsi olanların akıbetleri karşılaştırılmakta, iki iyi örnek olarak Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman hakkında bazı bilgiler verilmekte, ardından kötü bir örnek olarak da Seba ahalisinin başına gelenlere değinilmekte, şeytana uyanların ve şirk batağına saplananların âhİretteki halleri tasvir edilmektedir. [3]



Meal



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Hamd göklerde ve yerde ne arsa hepsinin sahibi olan Allah'a mahsustur; âhirette de hamd yalnız O'na-lır. Hikmetle yöneten, her şeyden haberdar olan O'dur. 2.0, toprağa giren e ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. O, engin merhamet ahibidir, bağışlaması boldur. 3. İnkâr edenler "Bize kıyamet gelmeyecek" deliler. De ki: "Bilâkis! Gaybı bilen Rabbime andolsun ki o size mutlaka gele-ektir." Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey dahi O'nun bilgisi dışında ka-amaz. Bundan daha küçük veya daha büyük olsun her şey apaçık bir kitap-a kayıtlıdır. 4. O, Allah'ın iman edip iyi işler yapanları mükâfatlandırması çin gelecektir. İşte onlar için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır. 5. Ayetlerinizi boşa çıkarmak için çaba harcayanlara ise en kötüsünden elem verici tir azap vardır. 6. Kendilerine bilgi verilenler, rabbinden sana indirilenin, jerçeğin ta kendisi olduğunu ve çok güçlü, her türlü övgüye layık olan Al-ah'ın yolunu gösterdiğini çok iyi bilirler. 7. İnkarcılar, "Çürüyüp parampar-a olduğunuzda yeni bir yaratdışa konu olacağınızı iddia eden bir adam gös-erelim mi size! 8. Allah hakkında yalan mı uyduruyor, yoksa aklım mı yitir-niş bu?" dediler. Bilâkis! Asıl âhirete inanmayanlar azaptadırlar ve tam bir apkınhk içindedirler. 9. Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi! Dilesek onları yerin dibine geçirir veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Kuşkusuz bütün bunlarda Allah'a yönelen her kul için alınacak bir ders vardır. [4]


Tefsiri



1. Dilimizdeki "övme" ve "teşekkür etme" kelimeleriyle bir ölçüde karşılanabildi "hamd", evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah'a mahsustur.[5] Burada âhirette de hamdin Allah'a mahsus olduğu belirtilerek dünya hayatındaki sınavın sona ermesinden sonra da O'na hamd etmenin en büyük huzur kaynağı olmaya devam edeceğine ve orada müminlerin şükür anlamında hamdi de sürdüreceklerine İşaret edilmiştir. Nitekim Kur'an'da müminlerin cennetteki hayatı tasvir edilirken, Allah'a hamd ifadesini dillerinden düşürmeyecekleri [6] ve dualarını da hep "El-hamdü Mâni rabbi'1-âle-mîn" şeklinde bitirecekleri [7] belirtilmiştir. Yine birçok âyetten, mahşer günü yapılacak değerlendirmede kişinin dünya hayatındaki davranışlarının esas alınacağı, ama oradaki nimetlerin sırf kulun kendi kazancı gibi düşünülmemesi ve Allah'ın lütfunun sonucu olarak görülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. [8]



2-3. İlk âyette yüce Allah'ın ilmiyle ilgili bir tasvire yer verilmiştir. Bu tasvire göre insanın yakın çevresinde mevcut bulunan veya olup biten maddî ve manevî, açık ve gizli bütün varlık ve olaylar Allah Teâlâ'nın bilgisi dahilindedi. [9] Şu halde O'ndan başkasına kulluk etmek insana yaraşmaz. "Ona yükselen" anlamına gelen cümlede "İlâ" değil "fî" edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: "İlâ" sona ulaşmayı, "fî" ise içine girip nüfuz etmeyi ifade eder. Bu kullanımda, iyi amellerin göğe yükselip orada kalmayacağına, göğü aşıp Allah katında kabul göreceğine İşaret vardır. [10] 3. âyette Allah'ın -insanın kendi imkânlarıyla bilgisine ulaşamayacağı bir alan olan- gaybı da bildiği, evrendeki bütün varlık ve olayların en küçük ayrıntısına kadar açık bir kitapta kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin çoğuna göre bu kitaptan maksat levh-i mahfuzdur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür: Gerek duyular âlemine dahil gerekse bunun ötesindeki her şey Allah katında apaçık bir kitap gibi malumdur, bütün ayrıntılarıyla O'nun tarafından bilinmektedir. [11]

İnkarcıların insanların yapıp ettiklerinden hesaba çekilecekleri bir günün gelmeyeceği yönündeki iddiası, evrenin sonsuz olduğu, sadece değişebileceği ama asla yok olmayacağı fikrini içerir ki bu iddia aynı zamanda insanın varlığını anlamsız ve değersiz kabul etme mânasına gelir. Bazı tefsirlerde, âyette genel bir ifa-deyle inkarcılara atfedilen bu sözün Ebû Süfyan tarafından söylendiğine dair bir rivayete yer verilir. Bu rivayete göre bir gün Ebû Süfyan "Ne gelecek bir son saat var, ne kıyamet var, ne de haşir var" diyerek -en büyük putlardan- Lât ve Uzzâ'nın adı üzerine yemin etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah peygamberine, onun da aksi yönde yemin etmesini buyurdu[12]

Gayb, Allah'ın, yarattıklarından gizli tuttuğu hususlar demektir. [13] Burada Cenâb-ı Allah'ın kendisini "gaybı bilen" şeklinde nitelemesi, kıyametin mutlaka kopacağını fakat zamanım sadece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır. [14] Elmalılı, bunun yanı sıra burada, bedenleri çüriiyüp darmadağın olmuş insanların yeniden diriltilmesi-ni imkansız görenlere cevap verme tarzında bir mâna inceliğinin de bulunduğunu belirtir (VI, 3943). [15]



4. "O, Allah'ın iman edip iyi işler yapanları mükâfatlandırması için gelecektir" şeklinde çevrilen yan cümle 3. âyette geçen "o mutlaka gelecektir" veya "O'nun bilgisi dışında kalamaz" ya da "apaçık bir kitapta kayıtlıdır" ana cümlesine bağlanabilir.[16] Birinci ihtimalde kıyamet vaktinin gelmesinin, ikincisinde Allah'ın her şeyi bilmesinin, üçüncüsünde ise her şeyin bir kitapta kayıtlı olmasının hikmeti açıklanmış olmaktadır. Taberî bunu "apaçık bir kitapta kayıtlıdır" cümlesine bağlayan bir yorum yapmayı tercih etmiştir (XXII, 61). [17]



5. "Âyetlerimizi boşa çıkarmak için" diye çevrilen kısmı "birbirleriyle yarışırcasına" ve "(Allah'ı) âciz bırakabileceklerini sanarak" şeklinde de tercüme etmek mümkündür, Esed'e göre "ricz" kelimesinden önceki "min" edatı, bu günahkârları öteki dünyada bekleyen azabın bu dünyada bilerek yaptıkları kötü fiillerin tabiî bir "sonucu" olduğunu göstermektedir; bu sebeple yazar, âyetin "en kötüsünden, elem verici bir azap vardır" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "(yaptıkları) çirkinliklerin bir sonucu olarak onlar İçin acıklı bir azap vardır" anlamını vermiştir (II, 871). [18]



6. Burada sözü edilen "kendilerine bilgi verilenler" ile Abdullah b. Selâm gibi Ehl-i kitap'tan İslâmiyet'i kabul edenlerin veya Hz. Muhammed'in ashabının ya da onun ümmetinden olan herkesin kastedildiği yorumları yapılmış. [19] ve birinci yoruma binaen bu âyetin Medine'de nazil olduğu İleri sürülmüş ise de sûrenin diğer âyetleri gibi bunun da Mekke döneminde indiği görüşü daha kuvvetli görünmektedir. Zira burada Ehl-i kitap'tan
olanların kalplerinden geçene atıfta bulunulduğu düşünülebilir, Medine döneminde müslümanlarla temasa geçen belirli kimselerin kastedildiği yorumunu yapmak için bir zaruret yoktur. Kaldı ki bu ifadeden ilk anlaşılan, genel olarak Mekke döneminde Resûlullah'a iman etmiş olan müslümanlardır; onların Kur'an'ın ilk muhatapları olması bu niteleme için yeterlidir. [20]



7-8. Hz. Muhammed'İn (s.a.) peygamberliği ile ilgili olarak etrafa yayılan haberler karşısında Mekke müşrikleri hac mevsiminde dışarıdan gelecekler için bir fikrî hazırlık yapma ihtiyacı hissetmişlerdi. İşte bu sözün böyle bir hazırlık sonunda üretilmiş olması muhtemeldir. Onu dışarıdan gelenlerin gözünde küçük düşürmek ve kendilerinin ona karşı düşmanca tavır takınmalarını mazur göstermek üzere geliştirdikleri bu olumsuz propaganda ifadesinde "bir adam gösterelim mi size?" şeklinde bir üslûp kullanmaları da özel bir amaç taşıyordu: Resûlullah Mekke müşrikleri arasında çok iyi tanınan bir kişi olmasına rağmen, dışarıdan gelip onun hakkında soru soracak kimselerin kendisini ciddiye almamaları için, fazla tanınıp bilinmeyen bir şahıstan söz ediliyor izlenimi vermek istiyorlardı. [21]

"Asıl âhirete inanmayanlar azaptadırlar" cümlesindeki azaptan maksat âhi-retteki azap olabileceği gibi dünyada çekecekleri azap da olabilir. [22] Zira âhiret inancı olmayan kimsenin hayata bakışı kötümserdir, geleceğe yo-nelîk ümitleri zayıftır, yapıp ettikleriyle ilgili açık bir hedefi yoktur. Bu halet-i ruhiye, onun dünyada da için için bir azap yaşaması sonucunu doğurur. Müşrik Araplar'da da görülen bu ruh hali âhirete inanmayan modern insanda daha çok ölümden kaçış ve ölümü unutma çabası şeklinde, bu kaçış da âhiret inancının yerine ihtiraslarını ikame etme tarzında tezahür etmektedir. Oysa bu gibi kimselerin ölümü hatırlamaları kendilerine bîr acı veriyorsa, hatırlamamaları -daha doğrusu unutmak için ortaya koydukları zorlama çabaların verdiği tatminsizlik ve huzursuzluk- bin acı vermektedir. Bu durum, İslâmî öğretilerde ölümü hatırlamaya özel bir önem verilmesini daha bir anlamlı kılmaktadır. [23]



9. Bu âyetin "Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi!" şeklinde çevrilen kısmı için yapılan yorumlardan biri şöyledir: Onlar bütün yönlerden bizim yarattığımız gök ve yer ile kuşatılmış olduklarını görmüyorlar mı ki, yere onlan yutmasını veya göğe üzerlerine parçalar düşürmesini emretmemizden çekinmiyorlar! [24] Bunun deyimsel bir ifade olduğu kanaatini taşıyan Esed'in yorumu şöyledir: "Yukarıdaki İfade bu bağlamda -ve 2/255'te- insanın ulaştığı yahut kendisine sunulan bilginin önemsizliğini vurgular; o halde insan, yeniden dirilmenin ve öldükten sonraki hayatın insan tecrübesinin ulaşamayacağı bir fenomen olduğunu, diğer taraftan, evrendeki her şeyin Allah'ın sınırsız yaratma gücünü ispatladığını gördüğü halde nasıl bu realiteleri inkâr edecek kadar küstah olabilir?" Onun için yazar bu cümleyi şöyle çevirmiştir: "Göğün ve yerin ne kadar az kısmının önlerine serildiğini, ne kadarının da gizlendiğini anlamazlar mı?" Aynı yazar âyetin devamındaki "yerin dibine geçirme ve gökten parçalar düşürme" ifadesinin, önceden kestirilemeyen jeolojik ve kozmik olaylara -yer sarsıntısı, meteor veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar vb.- yapılan bir atıf olduğunu, bunun yukarıda verilen tercümeyi desteklediğini ve Allah'ın bilgisinin kuşatıcıhğına ve yüceliğine nazaran insanın güçsüzlüğünü vurguladığını belirtmektedir (II, 872,873). Ancak "Göğün ve yerin ne kadar az kısmının önlerine serildiğini, ne kadarının da gizlendiğini anlamazlar mı?" mânasını âyetin lafzından çıkarmak kolay değildir, zira âyet, yerin ve göğün önde ve arkada olanlarını ayırmadan, her iki kısım için "bakıp düşünmezler mi!" (lafzan "görmüyorlar mı!") de* mektedir. Bağlam da göz önüne alındığında mâna şöyle olmaktadır: İnkarcılar kendilerini kuşatmış bulunan yere ve göğe bakar ve üzerinde düşünürlerse onları yaratan Allah'ın insanları yeni bir yaratılışla diriltmeye ve dünyada gökten ve yerden gelecek felâketlerle onları cezalandırmaya kadir olduğunu anlayacaklardır. [25]

Meali



15. Andolsun ki oturduktan yerlerde Sebe' kavmi için büyük bir işaret vardı. Biri sağda diğeri solda iki bahçe. "Rabbinizin bahşettiği nzıktan yiyin ve O'na şükredin. Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir rab!" 16. Ama onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, acı yemişli, ılgınü ve birkaç da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. 17. Nankörlük etmelerinden ötürü onlan işte böyle cezalandırdık. Biz, başka değil, ancak nankörlük edenleri cezalandırırız. 18. Bereketli kıldığımız beldeler ile onlar arasında birbirini gören birçok yerleşim yeri oluşturduk ve bunlar arasında seyahati uygun konaklara ayırmış olduk. "Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde seyahat edin" dedik. 19. Onlar ise "Rabbimiz! Konak yerlerimizin arasını uzaklaştır" dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onlan ibret kıssaları haline getirdik ve darmadağın ettik. Kuşkusuz bunda, yeterince sabretmesini ve şükretmesini bilenler için ibretler vardır. 20. Gerçek şu ki, İbÜs onlar hakkındaki tahminini doğrulamış oldu; çünkü inanan bir gurup hariç hep ona uymuşlardı. 21. Oysa onun onlar ü/erinde hiç bir zorlayıcı gücü yoktu. (Şeytana, kendine uyanları ayartma fırsatı vermemiz ise) sadece, âhirete manam ona şüpheyle bakandan ayırt etmemiz içindir.

Rabbin her şeyi görüp gözetir. [60]



Tefsiri



15-17. Şükreden iki kulunu, Dâvûd ve Süleyman'ı iyi örnek olarak zikrettikten sonra yüce Allah, kötü bir örneğe, nankör bir toplum olan Sebe' halkının başından geçenlere dikkat çekmektedir.

Bu âyetlerde Seba halkının bunca nimete ve -rivayete göre on üç peygamberin yaptığı uyarılara[61] rağmen Allah'a kulluktan ve O'na şükretmekten yüz çevirdikleri, bu sebeple büyük bir sel felaketiyle cezalandırıldıkları, had bilmezlikleri yüzünden verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin de mahrumiyetlere dönüştüğü belirtilmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:58 am

Türkçe eserlerde yaygın kullanımı Seba veya Saba şeklinde olan Sebe', Arabistan'ın güneybatısında hüküm sürmüş, Ahd-i Atik'te, Yunan, Roma ve Arap edebiyatında sık sık zikredilen bîr kavmin ve devletin adıdır[62] Kurucusu Sebe' b. Yeşcüb adlı kişi olduğundan devlet ve hükmettiği kavim bu ismi almıştır. Anılan şahsın bu adı almasıyla ilgili olarak değişik izahlar yapılmıştır. Bir görüşe göre Sebe' Yemen hükümdarlarının ilkidir; Yemen Araplannın bütün kabile ve hükümdarları onun soyundandır. Hz. Peygam-ber'e "Sebe' nedir? Bir erkek, kadın, dağ, hayvan veya yer ismi midir?" diye sorulmuş; o da "O, Araplardan bir adamın adıdır; on çocuğu vardı, altısı hayırlı, dördü hayırsız çıktı" cevabını vermiş ve bunlardan türeyen kabilelerin isimlerini saymıştır. 15. âyette geçen Sebe' kelimesiyle bîr şahıs değil bir toplumun kastedildiği açıktır. Seba yönetimi -Nemi 27/22-44 !te açıklandığı üzere- kraliçe Belkıs döneminde Hz. Süleyman'a bağlılığını bildirmiş; o sıralarda güneşe tapmakta olan bu kavim Hz. Süleyman'ın çağrısına uyarak tevhid inancını benimsemişti. [63]

Seba (Saba) devletinin başkenti olan Me'rib şehri (Türkçe eserlerde yaygın kullanımı "Mârib" veya "Ma'rib" şeklindedir), Balak dağının doğusunda uzanan ve binlerce sene muazzam bir balçık tabakası bırakarak, bitkilerin gelişmesine elverişli şartlar oluşturan Zenne (Azana) vadisinin suladığı, deniz seviyesinden 1160 metre yükseklikteki Seba ovasında bulunmaktadır. Aynı ismi taşıyan şimdiki kasaba, şehrin eski duvarları içinde, çok eski büyük bir harabe bakiyesi üzerinde San'â'nın doğusuna düşer. Belirtilen müsait konumu sayesinde Mârib Arabistan yarımadasının güneybatı köşesinin esas kısmını teşkil eden ve değişik devirlerde, Hadramut ve Mahra dahil olmak üzere, Aden körfezinin doğu hinterlandına da sahip olan Seba devletinin merkezi olmuştu. Bunun yanısıra Mârib günlük isimli baharatı üreten bölgeler ile Akdeniz'i (Gazze) birleştiren önemli kervan yolu üzerinde bulunuyor.Bu yol Necran’a doğru, oradan da Mekke, Yesrib (Medine), Fedek. Hayber, Teymâ,Tebük, Medyen, Ezruh'tan Petra'ya, oradan da Gazze'ye doğru gidiyordu. Mârib aynı zamanda, Necran üzerinden Vâdiddevâsir'i takip eden yol ile, Yemâ-me, Basra Körfezi sahilleri ve Babilonya'ya bağlanıyordu. Ülkenin zenginleşmesi iki temel sebebe dayanıyordu: a) Halkın ticarî faaliyetlere yoğun ilgisi ve Mâ-rib'den kuzeyde Suriye'ye, doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufâr'a doğru ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin'e bağlanan deniz yollan ile birleşen baharat yolunu kontrol etmeleri, b) Sebalılar'ın başkent Mârib'in çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman dilimi içinde, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış harikulade bentler, barajlar ve sulama şebekeleri inşa etmeleri (Seddülarim veya Seddülme'rib diye meşhur olan büyük barajın özellikleri ve tarihî süreç içinde geçirdiği değişiklikler ile ilgili ayrıntılar İçin bk, Adolf Groh-mann, "Mârib [Ma'rib]", İA, VII, s. 330-337). Klasik tarih ve coğrafya kaynakları Saba ülkesinin tabiî güzellikleri, mutedil iklimi ve arazisinin verimliliği ile ilgili geniş ve ilginç tasvirler içerir[64] Yine bu kaynaklarda, "seylü'I-arim" diye bilinen büyük felâketin nasıl meydana geldiği ve sonuçları hakkında değişik öyküler ve canlı anlatımlar yer almaktadır. Ne var ki tarihçiler şeddin ne zaman yıkıldığı hususunda, milattan önce dördüncü asırdan miladî altıncı asır arasında değişen farklı tarihler vermektedir; bu farklılık felaketin muhtelif zamanlarda tekerrür etmiş olmasıyla da açıklanabilir [65] Şeddin yıkılış sebebi de kesin olarak bilinememektedir. Hükümdarların iç çekişmeler dolayısıyla tamirine fırsat bulamamaları veya düşmanlarının tahrip etmeleri sonucunda yıkılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yapının İri fareler tarafından yıkıldığı bilgisi ise hurafeden ibarettir. [66]

15. âyetin "Biri sağda diğeri solda iki bahçe" şeklinde çevirdiğimiz kısmıyla sadece iki bahçenin bulunduğu mânası anlaşılmamalıdır, her iki yanı bahçelerle kuşatılmış olduğundan her bir tarafta mevcut bahçeler topluluğu bir bahçe gibi ifade edilmiştir. [67] Dolayısıyla, bunu "Sağında solunda bahçeler" şeklinde de tercüme etmek mümkündür. Yine bu âyette geçen ve "büyük bir işaret" şeklinde çevirdiğimiz âyet kelimesi "bir delil" olarak tercüme edilebilir. Bu mânaya göre, buradaki nimetlerde Allah'ın varlığına, kudretine, ihsanına ve O'na yapılması gereken şükre delâlet eden açık işaretler vardı, yorumu yapılabilir. Bu kelimeye "ibret" anlamı verildiğinde de ibretin sadece bu bahçelerde olduğu düşünülmemelidir; çünkü burada ibret gösterilen husus Sebalılar'm kıssasının tamamı yani kendilerine sağlanan büyük imkanlara karşılık onların nankörlük etmeleridir

"Rabbinizin bahşettiği nzıktan yiyin ve O'na şükredin" hitabı ile onu takip eden "Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir Rab!" ifadesi onlara gönderilen peygamberlerin sözleri olabileceği gibi, bunlardan önce "Âdeta bu nimetler lisan-ı hal İle onlara şöyle diyordu" veya "Onlar şöyle denmeyi hak ediyorlardı" tarzında bir mâna da takdir edilebilir[68]

"Ne güzel bir belde" diye çevirdiğimiz "beldetün tayyibetün" cümlesinin lafızları ebced hesabıyla İstanbul'un fethedİldiği hicrî 857 tarihine denk düşmekte olup bunun ilk defa Molla Cami tarafından fark edildiği söylenir[69]

16. âyette geçen ve "Arim seli" diye çevrilen "seylü'1-arim" tamlaması değişik şekillerde açıklanmıştır: Arim kelimesi "çok şiddetli, karşı konamaz" anlamında ve sel kelimesinin sıfatı olarak düşünülürse bu tamlamayı içeren cümle için "Biz de üzerlerine o karşı konamaz seli gönderdik" gibi bir mâna verilebilir. Arim kelimesi oradaki şeddin yani barajın adı kabul edilirse mevcut meali "...Arim şeddinin selini gönderdik" şeklinde, oradaki vadinin veya akarsuyun adı kabul edildiği takdirde de "... Arim vadisinin veya ırmağının selini gönderdik" şeklinde anlamak gerekir[70]

"... iki bahçeye çevirdik" ifadesinde edebî bir sanat kullanılmış, âdeta "Görün bakalım, işte bunlar da bahçe!" veya "İşte size yakışan bahçeler de bunlar!" der gibi bir mâna kastedilmiştir. [71]

17. âyetteki "Biz, başka değil, ancak nankörlük edenleri cezalandırırız" şeklinde çevrilen cümle için "Allah kulunu onurlandırmak isterse iyiliklerini kabul eder; kulunu alçaltmak isterse günahını onun üstünde tutar, böylece kıyamet günü karşılığını verir" gibi farklı açıklamalar da yapılmıştır. [72]



18-19. Allah Teâlâ'nm Sebalılar'a lütfü sadece çekici güzelliklere sahip bir ülke nasip etmekle sınırlı değildi; yukarıda açıklandığı üzere bulundukları yer ile Suriye-Filistin bölgesi arasında güvenli bir yol güzergahının ve çok sık yerleşim yerlerinin oluşmasına, seyahat ve ticaretin nimetlerinden yararlanmalarına imkan sağlanmıştı. Onlar ise bu nimetlerin değerini bilemediler, şımarıklık edip Allah'a isyan yolunu tercih ettiler.

18. âyetin "bereketli kıldığımız" şeklinde çevrilen kısmı hemen bütün müfessirlerce Şam bölgesi olarak gösterilmiştir. [73]

TV 41SV haklan ny^nlarak Kudüs'ü zikrederler [74] Bunu "mübarek, kutlu kıldığımız" şeklinde çevirmek de mümkündür. "Belde" ve "yerleşim yeri" anlamlanın verdiğimiz karye kelimesi Arapça'da şehirler ve yer zikredilip oturanlar kastedilmek suretiyle küçük topluluklar için kullanılır. [75] 15-17. âyetlerin tefsirinde belirtilen güzergâhta büyüklü küçüklü çok sayıda yerleşim yeri bulunuyordu [76] "Birbirini gören" anlamını verdiğimiz "zâhiraten" kelimesinin yorumlan şöyle özetlenebilir: Şam'a kadar uzanan yol üzerinde peş peşe gelen yerleşim yerleri [77] birbirinin görüş mesafesinde; yolcuların kolay görebileceği tarzda yani yol güzergahı üzerinde [78]

"Bunlar arasında seyahati uygun konaklara ayırmış olduk" şeklinde tercüme edilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: Bir yerleşim yerinden diğerine muayyen, makul, kolay varılabilir mesafeler vardı, meselâ yarım günde varılabiliyordu[79] birinden yola çıkan kimse azık ve su taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine ulaşabilirdi[80] Muhtemelen mola verilen her durakta yolcular için hazırlanmış binalar ve kuyular vardı, yeterli mal ve hizmet üretimi sağlanıyordu ve bu sistemin yürümesi için belirli görevliler vardı. Bu, çevredekilerin oralara gelip yolcu kafileleriyle temas etmesini cazip kılmaktaydı. [81]

"Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde seyahat edin" şeklinde çevirdiğimiz cümlede yer alan "geceleri, gündüzleri" kaydı ile ilgili başlıca izahlar şunlardır: İster gece ister gündüz seyahat edin, güvenlik durumu vakitten vakte farklılık göstermez veya geceler ve gündüzler boyu seyahat etseniz güvenlik sorunuyla karşılaşmazsınız[82] bir yoruma göre ise burada yerleşim yerlerinin sıklığına işaret edilmektedir[83] Kur*an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in uygulamalarında, seyahat etme, değişik toplumların kültür ve medeniyetlerine muttali olma, bilgi ve fikir alışverişinde bulunmanın önemini gösteren birçok delil vardır. Bu arada güvenlik içinde seyahat edebilmenin ne büyük nimet olduğuna göndermeler yapılmıştır[84] Bu sebeple tefsirlerdeki ortak kanaat dikkate alınarak âyette lafzan yer almayan "güven içinde" kaydı meale eklenmiştir.

Müfessirlerin 19. âyette geçen ve "Rabbimiz! Konak yerlerimizin arasını uzaklaştır" şeklinde tercüme edilen cümlenin anlamı İle ilgili belli başlı açıklamaları şunlardır: a) Rahatlık battı, sunardılar; b) Benî İsrail'in iyiyi kötüyle değiştirmek istemesi[85] gibi davrandılar; c) "Bahçelerimiz bulunduğu yerlerden daha uzak mesafelerde olsaydı istek ve iştahımızı arttırırdı" dediler; d) Şam bölgesi ile aralarında çöller bulunmasını temenni ettiler ve uzun yol hazırlıkları yaparak seyahat etme özlemini dile getirdiler[86] Bu sözleri, kendilerine öğüt veren peygamberlere veya iyi kişilere karşı söylemiş olmaları muhtemeldir[87] Fakat onlar bu tavrı sözle değil, lisan-ı halleriyle yani davranışlarıyla da ortaya koymuş olabilirler[88] Bir okuyuşa göre "rabimİz" kelimesi öznedir ve cümle "Rabbimiz aramızdaki mesafeleri uzattı" anlamına gelmektedir, bunun yorumu ise şöyledir: Nimetler bol ve refah düzeyi yüksek olduğundan, kısacık mesafeler olmasına rağmen uzunluktan şikayet ediyorlar, şımarıklık edip "Rabbimiz aramızdaki mesafeleri uzattı" diyerek sahte bir hüzün izhar ediyorlardı[89] Esed bu kıraatin daha uygun olduğunu savunurken şöyle bir açıklama yapmaktadır: "Çünkü (Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi), Sebe halkının devletlerinin yıkılmasından, nüfusun büyük kısmının sürgüne gönderilmesinden ve neticede (büyük kervan yollan üzerindeki) birçok köy ve kasabanın terkedİlmesinden duydukları gecikmiş üzüntü ve pişmanlığı dile getirmektedir" (II, 876). Oysa bu yorumun kaynağı olarak gösterdiği Zemahşerî'nin açıklaması böyle değil, yukarıda belirttiğimiz şekildedir.

Âyetin "onlan ibret kıssaları haline getirdik" şeklinde çevrilen kısmı İçin "efsaneye, halk masallarına çevirdik" şeklinde tercümeler de yapılmıştır. Burada Se-balılar'ın başına gelenler, özellikle onların parçalanmışlıkları ile ilgili olarak Arapça'da meşhur olmuş özdeyişlere atıf yapıldığı [90] ibret ve öğüt alınacak kıssalar haline getirildiklerinin vurgulandığı ya da o saltanatın yerinde yeller estiğine, onlardan geriye ancak öykülerin kaldığına bir telmihin bulunduğu [91] söylenebilir. Tarihî verilerden, "Darmadağın ettik" diye tercüme edilen cümle ile, büyük sel felaketini takiben Güney Arabistan sakinlerinin özelikle Arabistan'ın içlerine ve kuzey bölgelerine göç etmelerinin, kabilelerin bölünüp birbirlerine iltihak etmek zorunda kalmalarının kastedildiği anlaşılmaktadır[92]



20-21. Cenâb-ı Allah'ın buyruğuna isyan eden İblis, kendisine insanları doğru yoldan saptırmak için fırsat verilmesini istemiş, bu dileği kabul edilince yeryüzündeki sınav düzeni içinde yerini almıştı. İşte 20. âyette, başlangıçta İblis'in Allah Teâlâ'ya hitaben söylediği sözün ve yaptığı tahminin insanların bir kısmı hakkında doğru çıktığı belirtilmektedir. Hicr sûresinin 39-40. âyetlerinde geçtiği üzere İblis şöyle demişti: "Rabbim! Benim sapmama imkan verdiğin için yemin olsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) şirin göstereceğim ve -senin samimi kulların hariç onlann topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım." Ayrıca A'râf sûresinin 17. âyetinde şeytanın şu sözüne yer verilmiştir: "Sonra elbette onlara Önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onlann çoklarını şiikredenlerden bulmayacaksın."

Buna karşılık 21. âyette şeytanın onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücünün bulunmadığı ve sorumluluğun kendilerine ait olduğu hatırlatılmaktadır[93] Nitekim İbrahim sûresinin 22. âyetinde bu hususun iyi anlaşılması için, mahşer günü karşılaşılacak bir sahne şöyle canlandırılmıştır: "Allah'ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: 'Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlayacak gücüm yoktu; benim yaptığını size çağrıda bulunmaktan ibarettir; sk de benim çağrıma uydunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce de beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiştim.' Doğrusu zalimler için elem verici bîr azap vardır." İsrâ sûresinin 65. âyeti de şeytanın istemeyeni zorla saptırma gücünün bulunmadığını göstermektedir[94]"Ayırt etmemiz İçindir" şeklinde tercüme ettiğimiz yan cümle lafzan "bilelim diye" şeklinde çevrilebilir. Burada "bilme ve ayırt etme" den maksat, "bilfiil ortaya çıksın diye" anlamındadır; zira olacak her şey yüce Allah'ın ezelî ilminde mevcuttur; âyetin sonunda "her şeyi görüp gözetir" diye çevrilen hafîz isminin zikredilmesi de bu hususa dikkat çekmektedir. [95]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 10:59 am

Meali



22. De kî: "Allah'tan başka (ilâhî güçlere sahip) sandığınız varlıkları çağırın bakalım! Onlar göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip olmadıkları gibi buralarda herhangi bir ortaklıkları da yoktur; Allah'ın da onlardan bir destekçiye ihtiyacı bulunmamaktadır." 23. Allah katında, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Sonunda kalplerinden korku giderilince "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. Onlar da şu cevabı verirler: "Hak olanı buyurdu, O yücedir, uludur." 24. De ki: "Göklerden ve yerden size nzık veren kimdir?" De ki: "Allah'tır. O halde biz veya siz, iki taraftan biri ya doğru yoldadır yahut açık bir sapkınlık içindedir." 25. De ki: "Bizim işlediğimiz suçlardan dolayı siz sorumlu olmayacağınız gibi sizin yapıp ettiklerinizden ötürü de biz hesaba çekilmeyiz." 26. De ki: "Rabbimiz hepimizi bir araya getirecek, sonra aramızda adaletle hükmünü verecektir. O en âdil hüküm veren ve herşeyi bilendir." 27. De ki: "Ortak diye O'nun yanına kattıklarınızı bana gösterin bakalım! Hayır asla! Bilakis yegane galip ve her şeyi hikmetle yöneten O Allah'tır." 28. Biz seni başka değil, ancak müjdeleyi-ci ve uyarıcı olarak bütün insanlara gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmek istemiyorlar, 29. "Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaad ne zaman gerçekleşecek, söyleyin bakalım!" diyorlar. 30. De ki: "Sizin için öyle bir vakit belirlenmiştir ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz." [96]



Tefsiri



22-27. Önceki âyetlerde verilen örneklerden ve yapılan uyanlardan çıkarılması gereken sonuca geçilmekte ve şirkin her türünün yanlışlığı üzerinde durulmaktadır. 23. âyette canlandırılan sahne ve "sonunda kalplerinden korku giderilince" şeklinde tercüme edilen kısım ile ilgili olarak değişik yorumlar yapılmıştır. Bazı inüfessirlere göre âyetin mânası şudur: Nihayet âhirette müşriklerin kalplerinden korku giderildiğinde melekler onlara sorar; "Dünyadayken rabbiniz size ne demişti?" Onlar: "Hak söyledi" derler ve ikrarın fayda sağlamadığı bir vakitte gerçeği ikrar ederler[97] Bazılarına göre burada sözü edilen korku ölüm esnasındaki korkudur. Ölüm sırasında Allah kalplerden korkuyu giderir, herkes Allah'ın bildirdiklerinin hak olduğunu itiraf eder; bu, önceden aynı şeyi söylemekte olana fayda, aksini söylemekte olana ise zarar verir; her ikisinin ruhu önceki İnanç ve ikrarına göre kabzedilir [98] İbn Atıyye bu ifadenin açıklaması ile ilgili hadislerden hareketle burada meleklerin kastedildiğini savunur. Bu yoruma göre melekler Cebrail'e vahiy verildiğini duyduklarında dehşete kapılırlar ve korkuları zail olduğunda aralarında âyetteki konuşma cereyan eder (IV, 418). Birçok müfessir de şu açıklamayı yapmıştır: Âyetten, âhirette gerek başkalarına şefaatçi yapılma gerekse şefaat edilme umudu taşıyanların bir endişe ve heyecan dönemi yaşayacaklarına ve uzun bîr bekleyişten sonra iznin verileceğine işaret edildiği anlaşılmaktadır. İzin çıktığı belli olduğunda korkulan zail olur, birbirlerini müjdelemeye başlarlar, "Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar... [99] Değişik görüşleri nakleden Taberî'nin -konuyla ilgili rivayetler ışığında- yaptığı tercih şudur: Allah katında ancak O'nun şefaatine izin verdiklerinin şefaati fayda sağlar, Allah'ın kendisine bu yönde müsaade verdiğini duyan kişi büyük bir heyecan duyar, nihayet bu heyecan yatıştığında "Rabbiniz ne buyurdu?" diye meleklere sorar... [100]

24. âyette geçen ve "O halde biz veya siz, iki taraftan biri ya doğru yoldadır yahut açık bir sapkınlık içindedir" şeklinde tercüme edilen cümle ilgili yorumlarda ağırlıklı olarak, üstün bir ifade biçimiyle ve münazara (cedel) kuralları içinde muhatapların iddialannın reddedildiği bejirtilir[101] Râzî ise konuya farklı bir açıdan bakarak şu yorumu yapar: Yüce Allah Resûlü'ne ve müminlere münazara âdabı ve fikrî tartışmaların verimliliği açısından önemli bir metodu hamlatıyor. Tartışan kişi karşı tarafın hatalı olduğunu peşinen ifade ederek başlarsa bu tartışmadan verim alınmaz; halbuki önce iki taraftan birinin hatalı olabileceğinin kabulü, taassubun atılmasına ve tarafların fikirlerini samimi olarak gözden geçirmelerine imkan sağlar (XXV, 257).

26. âyette geçen ve sözlükte "açar" anlamına gelen "yeftehu" fiili bu bağlamda "hak üzere yargılar ve hüküm verir" demektir[102] Bu sebeple mealde gerek bu fiile gerekse aynı kökten türeyen fettâh kelimesine buna uygun bir anlam verilmiştir. [103]



28. "Bütün insanlara" şeklinde çevrilen "kâffeten li'n-nâs" ifadesi, "insanlan uyan ve tebliğ" ile toplayıp birleştiren, onlan küfür ve masiyetten engelleyen" şeklinde de anlaşılmıştır. Hatta bu anlamı savunan Zemahşerî "bütün insanlara" tarzında yorumlanmasını Arap dili kurallan açısından hatalı bulur (III, 260); fakat Taberî (XXII, 96) ve İbn Atıyye (IV, 420) burada kastedilen mânanın bu olduğunu yani Hz. Muhammed'İn peygamberliğinin evrenselliğine vurgu yapıldığını ısrarla belirtirler. [104]



29-30. Burada sözü edilen vaadden maksat kıyamet günüdür. Belirlendiği belirtilen gün de kıyamet ve haşir günüdür; bazı müfessirler bunu ölüm vakti olarak da yorumlamışlardır. [105]



Meali



31. İnkâr edenler şöyle dediler: "Biz ne bu Kur'an'a inanırız ne de bundan öncekilere." Sen o zalimleri rablerinin huzurunda durdurulmuş halde birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Horlananlar büyüklük tamlayanlara şöyle derler: "Siz olmasaydınız, hiç kuşkusuz biz iman ederdik." 32. Büyüklük taslayanlar horlananlara "Size doğru yol gösterildikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, günah işleyenler kendiniz idiniz!" derler. 33. Horlananlar büyüklük taslayanlara şöyle cevap verirler: "Bilakis! İşiniz gece gündüz dolap çevirmekti; bize Allah'ı inkar etmemizi ve ona ortaklar koşmamızı telkin ediyordunuz." Sonunda azabı görünce için için yanarlar. Biz de inkarcıların boyunlarına halkalar geçiririz. Onlar ancak yapıp ettiklerinin karşılığını görürler. 34. Biz hangi topluma bir uyarıcı göndermişsek oranın sefahate dalmış olanları mutlaka şöyle demişlerdir: "Biz sizin tebliğ ettiklerinize inanmıyoruz." 35. Ardından şunu eklemişlerdir: "Biz servet ve nüfus açısından üstünüz; dolayısıyla, azaba uğratılacaklar biz olamayız." 36. De ki: "Rabbim rızkı dilediğine bol verir, dilediğine kısar; fakat insanların çoğu bunu bilmezler." [106]



Tefsiri



31-33. İnkarcılıkta direnenlerin, Kur'an'da ve onun sık sık kendisine gönderme yaptığı diğer ilâhî kitaplarda ortaya konan ibret levhalarına ve ikna edici kanıtlara değer vermeyeceklerini kesin bir dille açıkladıklarına değinildikten sonra, bu dünyada kendinden emin bir biçimde bu bağnaz tavrı sürdüren ve böbürlenen bu kimselerin âhirette ne hallere düşecekleri, bu arada iradelerine hakim olamayan ve onların yolunu izleme zaafı gösterenlerin suçu onlara yüklemeye çalışmalarının bir yarar sağlamayacağı canlı biçimde tasvir edilmektedir.

31. âyetin "bundan öncekilere" diye tercüme edilen kısmı genellikle "daha önceki peygamberlerin getirdiklerine" şeklinde açıklanmıştır. [107]

33. âyette geçen "eserrû'n-nedâmete" cümlesi, iç dünyalarındaki inanç ve hissiyatı belirten bir İfade olduğundan [108]bunu "için için yanarlar" şeklinde tercüme etmeyi uygun bulduk. Bu kısımla ilgili diğer bazı yorumlar İse şunlardır: Önce birbirlerini itham eden sözlerle karşılıklı konuşurlarken azabı görüverince artık pişmanlığa delâlet eden bu birbirini suçlamayı gizlerler yani bundan vazgeçerler. Şöyle bir yorum da yapılabilir: Birbirlerine söz atıp dururlarken azabı görünce Secde sûresinin 12. âyetinde tasvir edildiği üzere Allah'a yalvarıp dünyaya döndürülmeleri ve İyİ işler yapmak için kendilerine bir fırsat daha verilmesi yönünde dilekte bulunurlar. Bir görüşe göre buradaki "eserra" fiili "açığa çıkarma" anlamında olup, cümle "pişmanlıklarını açıkça ortaya koyarlar" demektir. [109]



34-36. Her toplumda görülen sefahate dalmış varlıklı şımarık kesimin ilâhî bildirimler karşısında ortaya koyduğu çarpık mantığın ve küstah tavrın tasvir edildiği bu âyetlerde, rızkın asıl sahibi Allah Teâlâ olduğu halde bazı insanların yine O'nun verdiği imkanlara dayanarak O'na karşı direnmeye ve baş kaldırmaya çalışmasının tutarsızlığına dikkat çekilmektedir. Şayet onların gerekçeleri sağlıklı olsaydı o zaman insanlığın bütün İmkanların paylaşımım kendi tercihlerine göre düzenleyebilmesi gerekirdi. Oysa bu hiç bir zaman gerçekleştirilememiştir. [110]



Meali



37. Sizi bize yaklaştıracak olan, ne servetiniz ne evlatlarınızdır. Ama iman edip iyi işler yapanlar başka, yaptıklarına karşılık onlara kat kat fazlası mükâfaat vardır ve onlar köşkler içinde hiç bir endişe taşımadan yaşayacaklardır. 38. Âyetlerimizi etkisiz kılmak üzere çaba gösterenler ise azap içinde bırakılacaklardır. 39. De ki: "Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar. Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine yenisini verir. O rızık verenlerin en büyüğüdür." 40.0 gün Allah onların hepsini toplayacak ve meleklere soracak: "Bunlar mıydı size tapmakta olanlar?" 41. Melekler şöyle cevap verecekler: "Hâşâ, sen yüceler yücesisin! Bizim velîmiz onlar değil sensin. Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı." 42. Artık bugün birbirinize ne fayda sağlayabilirsiniz ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere şöyle diyeceğiz: "Yalan sayıp durduğunuz ateşin azabım tadın bakalım!" 43. Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğunda "Bu, başka değil, sizi atalarınızın taptıklarından vazgeçirmek isteyen biri" demişler ve eklemişlerdi: "Bu da ancak düzmece bir yalan." İnkar edenler kendilerine hakikat ulaştığında onun hakkında "Bu, besbelli bir büyüdür" demişlerdi. 44. Oysa biz onlara okuyacakları kitaplar vermemiştik ve senden önce onlara uyarıcı da göndermemiştik. 45. Onlardan öncekiler de (ilâhî bildirimleri) yalan saymışlardı. Bunlar onlara verdiklerimizin onda birine bile erişemediler. İşte onlar peygamberlerimi yalancılıkla itham ettiler; benim de karşılığım nasıl oldu ama! [111]



Tefsiri



37. Önceki âyetlerde servet ve nüfusunu her türlü kurtuluşun teminatı gibi görenlerin bu yanlış düşünceleri, rızkı sağlayanın yüce Allah olduğunu unutmaları açısından eleştirilmişti; burada ise bu imkanların kişiyi Allah'a yaklaştırma, O'nun nzasmı elde etme ölçüsü olamayacağı; ancak bu imkanlar sağlam bir imana dayalı olarak ortaya konan iyi davranışlara dönüştürüldüğünde Allah katında değer bulacağı ifade edilmektedir. [112]



39. Hayır amacıyla yapılan harcamalar Allah katında karşılıksız kalmadığı gibi gönül rızasıyla veren kişi bundan

ötürü bir kayba da uğramış olmaz; onların yeri Allah Teâlâ tarafından bir şekilde doldurulur. Bu ya yerine benzeri maddi imkanlar verilmesi ya da bitmez tükenmez bir hazine olan kanaat duygularının geliştirilmesi ve kişinin iç huzurunun arttırılması biçiminde olabilir. [113]



41. Kendilerinden söz edilen müşrikler melekleri de Allah'a ortak koşuyorlardı; dolayısıyla meleklerin buradaki beyanı onların asla kendilerine tapmadıklarını değil buna razı olmadıklarım, buna karşılık cinlerin kendilerine tapılmasmı istediklerini belirtmek içindir. [114]



44-45. Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerine yakın zamanlarda gönderilmiş bir kitap ve peygamber yoktu; dolayısıyla onların Hz. Muhammed'in bildirdiklerine karşı direnmeleri ve peygamberliğini kabul etmeyip onu sihirbazhk vb. sıfatlarla İtham etmeleri hiç bir sağlam kanıta dayanmamaktaydı. [115]

45. âyetin, "Bunlar onlara verdiklerimizin onda birine bile erişemediler. İşte onlar peygamberlerimi yalancılıkla İtham ettiler; benim de karşılığım nasıl oldu ama!" şeklinde çevirdiğimiz kısmına müfessirlerin genel kanaatine göre mâna verilmiştir Rımıın izahı snvlftiiir* Sn müşrikler öncekilerin şahin nldııSıı pik*, nimet ve uzun ömürün ondabirine bile erişemediler; Allah onları cezalandırdığına ve sahip oldukları imkanlar kendilerine bir yarar sağlayamadığına göre şu zayıf kişilerin hali nice olur! Râzî bu yaygın yoruma yer verdikten sonra kendisinin âyeti başka bir yoruma açık gördüğünü belirtir. Onun yorumu şöyledir: Öncekiler Hz. Muhammed'i kavmine gösterilen açık kanıtların ve yapılan açıklamaların onda birine bile sahip değillerdi ve peygamberleri yalanlamalarından ötürü cezalandırılmışlardı; böyle olunca Hz. Muhammed'i yalancılıkla itham edenler nasıl cezalandırılmaz! 44. âyetin ifadesi de bu yorumu destekleyici niteliktedir (XXV, 267). Aynı yorum daha özet biçimde İbn Atıyye'nin tefsirinde de yer almaktadır. Ayrıca o, buradaki zamirlerin her ikisini önceki toplumların yerini tuttuğunu kabul eden üçüncü bir yoruma da değinir. Buna göre mâna, "O önceki toplumlar kendilerine verdiğimiz nimetlerin ondabirinin bile şükrünü eda edebilmiş değillerdi" şeklinde olmaktadır (IV, 424). [116]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 11:00 am

Meali



46. De ki: "Size tek bir öğüt vereceğim: Allah için, başkalarıyla birlikte veya tek başınıza şöyle bir durup düşünün! (Görüyorsunuz ki) arkadaşınızda cinnetten eser yok; o ancak şiddetli bir azap öncesinde sizi uyaran bir kimse." 47. De ki: "Sizden isteyebileceğim bir karşılık varsa o da sizin olsun; benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah'tır. O her şeye tanıktır." 48. De ki: "Kuşkusuz rabbim gerçeği ortaya koyar; O gaybı hakkıyla bilendir." 49. De ki: "Hak gelmiştir; bâtıl ne yeni bir şey var edebilir, ne de eskiyi geri getirebilir." 50. De ki: "Şayet ben yanlış yolda isem bunun vebali banadır. Eğer hu rin rahhimin hana vahvettiei sayesindedir. Süohesiz O işitendir, yakındır." 51. Korkuya ve telaşa kapıldıklarında onları bir görsen! Artık kaçış-kurtuluş yoktur, yakın bir yerden yakalanmışlardır. 52, "Artık ona inandık" diyecekler; ama bu kadar uzak bir yerden (kurtaracak bir imana) kavuşmak ne mümkün! 53. Daha önce onu inkar etmişlerdi, körü körüne gayb hakkında atıp tutuyorlardı. 54. Artık kendileriyle arzuladıkları arasına bir set çekilmiştir; tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onlar sürekli şaşkınlığa iten bir kuşku içindeydiler. [117]



Tefsiri



46-50. Bunca İbret örneği ve delilden sonra artık muhatapların ister vicdanlarıyla başbaşa kalarak ister -çevresel baskılardan uzak ortamlarda- fikir alışverişinde bulunarak, düşüncelerini bir noktaya odaklamaları istenmektedir: Kendilerine çağrıda bulunan kişinin soyu sopu, çocukluğundan itibaren o güne kadar ortaya koyduğu davranışlar hepsinin malumu; hiçbir zaman ve hiçbir şekilde güvenilirliği, hak severliği, söz ve eylemlerinde makul ve tutarlı olma hususunda en küçük bir ithama maruz kalmamış; -son sıralarda belirli kişilerce ortaya atılan (sihirbazlık yaptığı veya aklını yitirdiği gibi) bazı mesnetsiz iddialar dışında- şu an söylediklerinde çelişki bulunduğunu kimse ileri süremiyor, aklî dengesine gölge düşürecek somut bir kanıt gösteremiyor; ayrıca, yaptığı iş için kendilerinden bir karşılık beklemediğini de açıkça ifade ediyor. Şayet bunun üzerinde taassuptan uzak biçimde ve insafı elden bırakmadan düşünebilecek olurlarsa zaten mesele bitmiş olacak, apaçık hakikati Önlerinde bulacaklardır.

"Kuşkusuz rabbim gerçeği ortaya koyar" diye çevrilen 48. âyetteki cümle ile ilgili başlıca açıklamalar şunlardır: Vahiy ile gerçekleri açıklar, peygamberlerinin dilinden delilleri ortaya koyar; gerçekleri kalplere ulaştırır, yerleştirir; hakkı bâtılın üzerine atar ve onu siler[118]



51-54. Sûrenin başında kıyametin kendilerine gelmeyeceğini iddia edenlerden söz edilmişti; bu âyetlerde de, o inkarcıların kaçışı kurtuluşu olmayan güne yakalanmanın telaşı içindeki halleri tasvir edilerek sûre tamamlanmaktadır.

51. âyette geçen "yakın bir yerden yakalanma", bazı mtitessirler tarafından, yeryüzünden, kabirlerden, mahşerde hesap görülen yerden veya bulundukları yerden alınıp cezalandırılma şeklinde açıklanmıştır. [119] Diğer bir yoruma göre ise burada, o kişilerin çepeçevre kuşatılmaları kastedilmektedir. [120]Esed bunu "kendi içlerinden, kişiliklerinden, can damarından" şeklinde yorumlar {II, 883). 52. âyette geçen ve "Ama bu kadar uzak bir yerden (kurtaracak bir imana) kavuşmak ne mümkün!" seklinde çevrilen cümle, imanın fayda vermesi ve kurtuluşa erme fırsatının çoktan kaçırılmış olduğunu veya tövbe etme ve tekrar dünyaya döndürülme isteğinin kabul edilmeyeceğini belirten temsilî bir anlatımdır. [121] 53. âyetin "körü körüne" şeklinde çevrilen kısmı lafzan "uzak yerden" anlamına gelmekte olup, bununla hiçbir sağlam delile dayanmadan ve bilinçsizce ortaya atılan iddialar kınandığı için [122] böyle tercüme edilmiştir. [123]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/369.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/369.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/369.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/370-371.

[5] bu İki kelimeyle hamd arasındaki ince farklar için bk. Fatiha 1/2

[6] A'râf 7/43; Fâtır 35/34; Zümer 39/74

[7] Yûnus 10/10

[8] Râ-zî'nin Kur'an'da "el-hamdü lülâh" diye başlayan beş sûre bulunmasından hareketle yaptığı bir yorum için bk. XXV, 238-239

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/371

[9] Ta-berî, XXII, 59; İbn Atıyye, IV, 404

[10] Râzî, XXV, 240

[11] ayrıca bk. En'âm 6/59

[12] tbn Atıyye, IV, 405

[13] bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96

[14] Taberî, XXII, 61

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/371-372.

[16] İbn Atıyye, IV, 405

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/372.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/372.

[19] Taberî,XXII, 62; İbn Atıyye, IV, 406

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/372-373.

[20] İbn Âşûr, XXII, 133,145-146

[21] İbn Âşûr, XXH, 147-151

[22] İbn Atıyye, IV, 406

[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/373.

[24] Taberî, XXII, 64

[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/373-374.

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/374-375.

[27] Hz. Dâvûd hakkında bilgi için bk. Bakara 2/251; Nemi 27/15

[28] bk. Sâd 38/24,34

[29] Şevkânî, IV, 360

[30] Şevkânî, IV, 360; İbn Âşûr XXII, 155456

[31] bk. Taberî, XXII, 65-66; Zemahşerî, III, 253; İbn Atıy-ye, IV, 407

[32] bk. VI, 3948-3949

[33] Taberî, XXII, 66-67; İbn Atıyye, IV, 407; Râzî, XXV, 245-246

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/375-376.

[35] Râzî, XXV, 246

[36] bk. Enbiyâ 21/80

[37] Taberî, XXII, 67-68; İbn Atıyye, IV, 408). Başka yorumlar da bulunmakla beraber (meselâ bk. Râzî, XXV, 246,249

[38] Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 407-408

[39] Buharı, "Büyü"', 15

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/376-377.

[40] meselâ Taberî, XXII, 68-69; İbn Atıyye, IV, 408-409; Zemahşerî, IE, 253

[41] bk. İbn Atıyye, IV, 408; İbn Âşûr, XXII, 158-159

[42] Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 409

[43] Ömer Faruk Harman, "Süleyman (Hz.)", ÎFAV Ans., IV, 163-164

[44] İbn Âşûr, XXII, 159-160

[45] Zemahşerî, İÜ, 253

[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/377-378.

[47] Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 409

[48] II, 873. Mehârîb kelimesinin tekili olan '*mih-rab"ın anlamlan ve İslam kültüründe camilerde imamın namaz kıldırdığı yere ad oluşu hakkında bilgi için bk. İbn Âşûr, XXII, 160-161

[49] bk. J. Walker, "Süleyman [Sulaymân b. Dâvûd]",/A, XI, 173

[50] meselâ bk. Zemahşerî, m, 253-254; İbn Atıyye, IV, 409; Kitâb-ı Mukaddes'te konuya ışık tutan bazı bilgiler için bk. II. Tarihler 3/10-13,4/1-22

[51] bu hususta bilgi için bk. İbrahim 14/7'nin tefsiri

[52] meselâ bk. Şevkânî, IV, 363

[53] İbn Atıyye, IV, 410

[54] Zemahşerî, III, 253-254

[55] İbrahim 14/34

[56] İbn Atıyye, IV, 410

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/378-380.

[57] meselâ bk. Taberî, XXII, 76

[58] bk. IV, 411

[59] bk. XXV, 247; aynı müfessirin Dâvûd ve Süleyman hakkında zikredilenlerin mukayesesini içeren bir yorumu için bk. XXV, 247-248; yine Râzî'nin Dâvûd zamanında savasın Süleyman zamanında barışın hakim olmasından

hareketle yaptığı bir yorum için bk. XXV, 248; Hz. Süleyman hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102-103; Nemi 27/16-44

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/380-381.

[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/381.

[61] Taherî, XXII, 78; Zemahşerî, III, 255

[62] J. Tkatsch, "Seba [Saba1]", M, X, 267

[63] bk. Ta-berî, XXII, 76-77; Elmalılı, VI, 3937-3938

[64] Tefsirlere yansıyan örnekler için bk. Taberî, XXII, 77; Zemahşerî, III, 255

[65] Sebe' ve Arim seli hakkında geniş bilgi için bk. J. Tkatsch, "Seba [Saba']", İA, X, 267-288; Adolf Grohmann, "Mârib [Ma'rib]", İA, VII, 322-340

[66] îbn Âşûr, XXII, 170

[67] Zemahşerî, III, 255

[68] Zemahşerî, IH, 255

[69] Elmalılı, VI, 3956

[70] kelimenin başka anlamlarıyla birlikte bk. Şevkânî, IV, 367; barajın nasıl yıkıldığına ilişkin bazı anlatımlar için bk. Taberî, XXII, 80

[71] İbn Atiyye, IV, 414; Zemahşerî, m, 256

[72] meselâ bk. Taberî, XXII,82-83; İbn Atıyye, IV, 415; Şevkânî, IV, 367-368

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/382-384.

[73] Taberî, XXII, 83; Zemahşerî, IH, 256

[74] Taberî. XXII. 84

[75] İbn Atıyye, IV, 415

[76] yukarıda sayılanlardan başka aradaki diğer yerleşim yerlerinin isimleri için bk. Adolf Grohmann, "Mârib [Ma'rib]", M, VII, 322

[77] Taberî, XXII, 84

[78] Zemahşerî, III, 256

[79] Râzî, XXV, 252; Şevkânî, IV, 368

[80] Taberî, XXII, 84-85; Zemahşerî, III, 256

[81] İbn Âşûr, XXII, 174

[82] Zemahşerî, İÜ, 256

[83] Râzî, XXV, 252

[84] bu konuda bk. Kureyş 106/1-4

[85] bk. Bakara 2/61

[86] Taberî, XXII, 85-86; Zemahşerî, III, 257; Şevkânî, IV, 369

[87] İbn Âşûr, XXII, 176

[88] Râzî, XXV, 252

[89] Zemahşerî, III, 257; Şevkânî, IV, 369

[90] bk. Taberî, XXII, 86; İbn Atıyye, IV, 415; Zemahşerî, III, 257

[91] İbn Âşûr, XXII, 177-178

[92] Zemahşerî, III, 257

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/384-386.

[93] sözlükte "delil, hüccet" anlamına da gelen sultân kelimesinin burada "zorlayıcı güç" mânasında kullanıldığı kabul edilir; bk. İbn Atıyye, IV, 417

[94] İblis ve şeytan hakkında bilgi için bk. Fatiha 1/1 [Eûzü]; Bakara 2/34; Nisa 4/117-121; Enfâl 8/48; Kehf İS/50

[95] İbn Atıyye, IV, 417

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/386-387.

[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/388.

[97] Şevkânî, IV, 372

[98] Râzî, XXV, 255

[99] Zemah-şen, III, 258

[100] XXII, 89-93; diğer yorumlar için bk. Râzî, XXV, 255; Şevkânî, IV, 372; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48,255

[101] bk. Taberî, XXII, 94-95; Zemah-şerî, III, 259; buradaki edebî sanatlar için bk. İbn Âşûr, XXÜ, 192-193

[102] İbn Atıyye, IV, 420; Şevkânî, IV, 372

[103] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu :IV/388-389.

[104] Arap dili kuralları açısından yapılan itiraza cevap için bk. Şevkânî, IV, 374-375

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/389-390.

[105] Şevkânî, IV, 375; "ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz" ifadesinin açıklaması için bk. A'râf 7/34

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/390.

[106] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/390-391.

[107] Taberî, XXII, 97; İbn Atıyye bazılarının buna "kıyamet vaktinin geleceğine" şeklinde mâna vermesini eleştirir; bk. IV, 420-421

[108] İbn Atıyye, IV, 421

[109] Râzî, XXV, 261; İbn Atıyye de bu kelimenin Arapça'da zıt anlamda asla kullanılmadığı gerekçesiyle bu yorumu eleştirir, IV, 421

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/391.

[110] bk. Rûm 30/3

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/391.

[111] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu :IV/392-393.

[112] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/393

[113] Zemahşerî, III, 262

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/393.

[114] İbn Âşûr, XXII, 223; cin konusunda bilgi için bk. En'ânı 6/100; Hicr 15/27; Kehf 18/50; Cİn 72/1-3

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/393.

[115] Taberî, XXII, 103; Râzî, XXV, 267; "senden önce onlara uyarıcı da göndermemiştik" ifadesinin açıklaması için bk. Secde 32/3

[116] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu :IV/393-394.

[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu :IV/394-395.

[118] Zemahşerî, III, 264; Râzî, XXV, 269-270. "Hak" ve "bâtıl" hakkında bilgi için bk. İsrâ 17/81

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/395.

[119] Taberî, XXII, 107-109; Şevkânî, IV, 384

[120] İbn Atıyye, IV, 426

[121] Taberî, XXII, 110-111; Şevkânî, IV, 384

[122] Şevkânî, IV, 384

[123] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/395-396.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 11:00 am

33



Ahzâb Sûresi

İndiği Yer
: Medine

İniş Sırası
:90

Ayet Sayısı
:73


Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, İniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İnırân sûresinden sonra, Miimtehıne sûresinden önce Medine'de inmiştir, îbn İs-hak'a göre hicretten sonra nazil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine'de nazil olan sûrelerin dördüncüsüdür.[1]



Adı



Güvenilir rivayetlerde ve tespitlerde sûrenin tek adı vardır, o da "grup, bölük, topluluk" mânasında olan hizbin çoğulu olan Ahzâb'dır. Bu sûrenin 20 ve 22. âyetlerinde, İslâm tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Hendek Sa-vaş'ına (Ahzâb Savaşı) atıf yapılarak ahzâb kelimesine yer verildiği için sûre bu isimle anılmıştır. Açıklamalarda yer verileceği üzere burada geçen "ahzâb"dan maksat, müslümanlan yok etmek üzere Mekke ve civarından toplanıp gelen, Me-dİne'yİ kuşatan Kureyş kabilesinin kollan ve bunlara bağlı bulunan diğer gruplar, müttefik güçlerdir.

Bu sûrenin aslında çok daha uzun olduğu, içinde recm âyetinin bulunduğu, sonra bir kısmının kaybolduğu veya neshedildiği konusundaki rivayetler uydurma olarak değerlendirilmiştir.[2]



Konusu



1) Hz. Peygamber'e ve onun şahsında ümmetine takva, tevekkül ve ilâhî emirlere itaat tavsiyesi.

2) Ana-baba ve çocuklar arasındaki meşru ve hukukî bağ, evlât edinme âdeti.

3) Kan hısımlığı dışındaki velayet bağı.

4) Ahzâb savaşı, bu savaş vesilesiyle münafıkların psikolojileri ve davranışlanyla ilgili açıklamalar.

5) Hz. Peygamber'in müstesna şahsiyeti, Allah nezdindeki durumu ve derecesi, aile hayatı; kendisine ve eşlerine mahsus evlenme, boşanma, Örtünme, sosyal ilişkiler konularına ait hükümler, onun ailesiyle müminler arasındaki ilişki.

6) Kadın erkek farkı gözetilmeksizin bütün müminlerin ibadet, itaat ve erdemli davranırlara teşvik edilmesi.

7) Kadınların giysileri.

Cool Emanet kavramı ve emanete riayet etmenin önemi. [3]



Meali



Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... l.Ey Peygamber! Allah'a itaatsizlikten sakın, açık ve gizli inkarcıların sözünü dinleme, Allah her şeyi bilmekte ve hikmetle yönetmektedir. 2. Rabbinden sana vahyedilene uy. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 3. Allah'a güven; güvenip dayanmak için Allah yeter. [4]





Tefsiri



1-3. Bütün peygamberler gibi son peygamber de Allah'a itaatsizlikten sakınır, O'nun vahyettiğine herkesten önce ve en kâmil bir şekilde uyar, yalnızca rab-bine güvenir ve dayanır; bunlar Allah Teâlâ'nın peygamberlerinde yarattığı Özelliklerdir. Sûrenin bu emir ve tavsiyelerle başlaması, Hz. Peygamber'den, o zamana kadar yapmadıklarını yapmasını istemeye yönelik değildir. Aşağıda gelecek olan Ahzâb Savaşı, bu savaşta münafıkların, mealindeki çeviriye göre "gizli inkarcıların (münafıklar) kurduğu tuzaklar, yaydıkları yalanlar, karalamalar, Mekkeli müşriklerle yani "açık inkarcılarla" kurdukları iş birliği, oluşturdukları ortak güç, her vesile ile Hz. Peygamber'e verdikleri eza, çektirdikleri manevî işkence karşısında onu ve ümmetini dayanıp direnmeye hazırlamak, olacaklar konusunda uyarmak maksadıyla sûrenin başında bu emir ve tavsiyelere yer verilmiştir. [5]



Meali



4. Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek haram olsun dediğiniz eşlerinizi analarınız kılmamış, evlâtlıklarınızı da oğullarınız olarak kabul etmemiştir. Bunlar sizin kendi iddianız-dir; hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O gösterir. 5. Evlâtlıklarınızı babalarının soy adlarıyla anın. Bu Allah katında adalete daha uygun bir davranıştır. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız o zaman kendileri sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanıldığınız hususta size günah yoktur, fakat bilinçli ve kasıtlı olarak yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Allah çok bağışlayıcı ve ziyadesiyle esirgeyicidir. [6]



Tefsiri



4-5. Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında da kullanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhilİye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: "Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır". Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, İnanmış gözüken ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm'a aykırı olduğundan münafıklar da inkarcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar. [7] Keza bir İnsanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların Öz evlât olabilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını anasına benzeten, -eski Arap geleneğine göre- "anam olsun, ananıdır, bana haramdır" diverelc vemin eden kimsenin esi onun anası ve dnlayısıyla kendisine haram olmaz. İslâm'dan önce Araplar eşlerine "Sen bana anamın sırtı gibisin" derler ve bu yemin yüzünden onlan mağdur ederlerdi. Zıhar denilen bu âdeti İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir. [8]

Bir başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât edinmek, onların kendi soy kütükleriyle ilişkilerini keserek kendi soylarına eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir tabiat kanunu ise A'nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B'nin çocuğu olamayacağı da bir fıtrat ve tabiat kanunudur. Aynca İslâm'm koyduğu örtünme, evlenme imkânı veya yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların -yakın akraba olmayan ailelerde- ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal ve ahlâkî ıslahat İçinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş, "...babalarının soy adlan ile anın" emri ile bu uygulamaya son verilmiştir. Tefsir kitaplannda bu münasebetle Hz. Peygamber'in evlâtlığı Zeyd b. Hârise'den söz edilir ve âyetin inişine onun bu durumunun sebep olduğu söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirile-rek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice'ye gelmişti. Hatice annemiz Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd'i ona hediye etmişti. Peygamberimiz onu azat etti ve evlât edindi. Zeyd'in ailesi, daha önce Medine'ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah'ın Resulü'nü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Mu-hammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nispet ederek Harise oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanlann din kardeşi, Hz. Peygamber'in sâdık bir bağlısı idi. [9]

İslâm'a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onlan beslemek, büyütmek, sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz "Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım" buyurmuştur. [10] Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü İle ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıların araşma katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak doğru ve gerekli de değildir. Bunun yerine İslâm'ın tavsiyesi koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir dinkardeşi gibi muamele etmektedir. [11]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 11:00 am

Meali



6. Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır, eşleri de onların anneleridir. Aralarında kan bağı bulunanlar Allah'ın kitabında (mirasçılık bakımından), birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; dostlarınıza lütufta bulunmanız başkadır. Bu hüküm kitapta kayıt altına alınmıştır. [12]



Tefsiri



6. Hz. Peygamber ile müminler arasındaki yakınlık, sevgi, bağlılık, itaat, korumada öncelik -hukukî uzantıları olsa da- daha ziyade hissî yakınlıktır. Aile fertlerinin birbirlerine diğer müminlere nispetle daha yakın olmaları ise -hissî tarafı olsa da- daha çok hukukî yakınlıktır; miras, nafaka, diyet gibi konularda kendini gösteren "hak ve borç yükümlülüğü açısından öncelik"tir.

Hz. Peygamber'in niteliklerinden ve vasıflarından birini de bu âyetten öğreniyoruz; o, müminlere kendilerinden daha yakındır. Burada geçen "kendilerinden" iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: a) Her bir miminin kendinden, b) Bir müminin diğer herhangi bir mümine yakınlığından. Resûlullah bu yakınlığın hissî ve hukukî boyutlarını bazı hadislerde kısmen açıklamışlardır:

"Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz 'Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır,..' âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar, eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım"[13]

"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada inan-mtş olmaz"[14]

Kur'an'da ve Sünnet'te Peygamber sevgisinin bu kadar vurgulanmasının birçok sebep ve dayanağı vardır: Onu Allah sevmiştir, bu sebeple kendisine "habî-bullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir. Müminler Allah sevgisine mazhar olabilmek için onun yolundan gitmek durumundadırlar. O, insanlık için kurtuluş reçetesi gibi olan bir dini tebliğ etmiş, insanlara olan sevgisi ve şefkati sebebiyle onu benimsesinler diye kendini helak edercesine gayret sarfetmiştir. Hem şekli, sureti, fiziği hem de ahlâkı emsalsiz güzellikte ve mükemmelliktedir. Âhİrette ümmetine şefaat edeceğine dair sahih hadisler vardır. Bu nitelikleri taşıyan bir kimseyi herkesten ve her şeyden çok sevmeyen kimsenin ilim, irfan ve imanında eksiklik bulunduğunda şüphe yoktur.

İleride gelecek olan 53. âyete göre Hz. Peygamber'den sonra da onun eşleri ile evlenmek müminlere haram kılınmıştır. Bunun ötesinde "Peygamber hanımlarının annelik vasıfları", hukuk ve haram-helâl hükümleri bakımından bir anneliği değil, anne mesabesinde saygınlığı ifade etmektedir.

Müslümanlar Mekke'de her şeylerini bırakarak Medine'ye göçtüler. Peygamberimiz hem ensarla muhacirlerin kaynaşmaları hem de ikincilerin âcil ihtiyaçlarının karşılanması için her bir muhaciri bir Medineli ile kardeş yaptı. Bir süre bu kardeşlik mal ortaklığını ve karşılıklı vâris olma hakkını da kapsadı. Miras âyetleri ile burada geçen ilgİH cümle nazil olunca yapay kardeşliğin miras hakkına dayanak olması hükmü kaldırılmış oldu. Artık müminlerin birbirlerine vâris olabilmeleri için akraba olmaları ve başkaca bir engelin bulunmaması gerekiyordu. Mâkul ve meşru gerekçelere dayalı olan geçici hüküm kalkmış, kitapta yer almış bulunan aslî ve devamlı hüküm yürürlüğe konmuştu. Ancak müminler birbirinin manevî kardeşleri olduğundan, miras dışında karşılıklı yardımlaşma, hediye-leşme, vasiyet yoluyla mal bırakma gibi ilişki ve lütuflara da bir engel yoktu. [15]



Meali



7. Hani bütün peygamberlerden; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu İsa'dan sadakat sözü almıştık, onlardan ağır sorumluluk taşıyan bir söz almıştık, 8. Doğruları, sözlerinde durup durmama konusunda sorgulaması için (bu sözleşmeyi yapmıştı). Allah, inkâr yolunu seçenlere de acı veren bir azap hazırlamıştır. [16]



Tefsiri



7-8. Sorgulanacak olanlar, bizim tercih ettiğimiz tercümeye göre peygamber- "Onlar bile soreu eöreceklerine göre diğerleri düşünsünler!" denilmek istenmiştir. Aynı cümleyi, "peygamberlerin dini tebliğ ettikleri kimseleri sorumlu tutmak ve sorgulamak için" şeklinde anlamak da mümkündür.

Bundar/sonra Ahzâb Savaşı, bu savaşta müminlerin geçirdiği çetin imtihan, münafıkların ve müşriklerin, hak dine ve gerçek peygambere karşı yapıp ettikleri anlatılacağı için bir giriş olmak üzere ezelde veya her bir peygamber vazifelendirilirken yapılan kutsal sözleşme hatırlatılmıştır.

Peygamber'le yapılan sözleşme anlatılırken "yaptık", sorgulama söz konusu edilirken "sorgulamak için yaptı" denilmesi (Arap edebiyatında iltifat adı verilen söz sanatının kullanılması), Allah-kul ilişki bakımından anlamlıdır. Cenâb-ı Mevlâ peygamberleriyle sözleşme yapmakla onlara büyük bir şeref bahsetmiştir, bu lii-tuftan söz ederken de "yaptık" demektedir. Sıra hesap sormaya gelince cemal ve lütuf sıfatlarının değil, celâl ve adalet sıfatlarının tecellisi devreye girmektedir; adaletin icrası farklı ve daha soğuk bir ilişki biçimi olduğundan "sorgulamamız için" değil "sorgulaması için" denilmiştir. [17]



Meali



9. Ey iman edenler! Allah'ın size şu liitfunıı hatırlayın: Üzerinize düşman ordusu gelmişti de onların Üzerine şiddetti bir fırtına ve göremediğiniz bir ordu göndermiştik. Allah bütün yaptıklarınızı görmekte idi. 10. Yukarınızdan ve sizden aşağıda bulunan bölgeden üzerinize gelmişlerdi; korkudan gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti; bu esnada Allah hakkında olmadık zanlara kapılmakta idiniz. 11. İşte o zaman müminler büyük bir imtihan geçirdiler ve adamakıllı sarsıldılar. 12. Yine o zaman münafıklar ve kalplerinde bozukluk bulunanlar "Allah ve Resulü'nün vaadleri bizleri aldatmaktan ibaretmiş!" demişlerdi. 13. Onlardan bir grup "Ey Medineliler! Sizin işiniz burada durmak değildir, hemen dönün" diyorlardı. Onlardan bir bölük de, aslında açıkta olmadığı halde "Evlerimiz açıkta ve korumasız" diyerek Pey-gamber'den izin istiyorlardı; bunların istediği kaçmaktan başka bir şey değildi. 14. Medine'nin her tarafından saldırıya uğrasalardı da kendilerinden bozgunculuk yapmaları işlenseydi (evlerini düşünmez) hiç vakit geçirmeden hemen ona koşarlardı. 15. Halbuki bunlar daha önce ayrılıp dönmeyeceklerine dair yeminle Allah'a söz vermişlerdi ve Allah'a verilen sözün yerine getirilmesi gerekirdi. 16. Onlara şunu söyle: "Ölümden veya öldürülmekten kaçsanız bile bu kaçış size bir fayda vermeyecektir." Kaçıp kurtulmaları halinde de bundan çok az faydalanabileceklerdir. 17. Şunu da söyle: "Allah sizin için bir kötülük dilese Allah'a karşı sizi kim koruyabilecektir? Veya hakkınızda bir rahmet murat etse (kim engelleyecektir)?" Bu durumda Allah'tan başka ne bir velî ne de bir yardımcı bulabileceklerdir. 18-19. İçinizden engelleyicileri ve size karşı nekeslik (cimrilik) içinde arkadaşlarına, "Bize katılın'' diyenleri Allah çok iyi bilmektedir. Zaten bunların pek azı savaşa gelir. Tehlike yaklaştığında ölümden dolayı kendinden geçip gözü kaymış kimse gibi sana baktıklarını görürsün, tehlike geçince de hayra karşı nekeslik içinde size sivri dillerini uzatırlar. Bunlar gerçekte iman etmemişlerdir, Allah da onların yaptıklarını geçersiz saymıştır. Bunu yapmak Allah için çok kolaydır. 20. Düşman birliklerinin hâlâ çekip gitmediklerini zannederler. Düşman bir daha geldiğinde ise size ait haberleri uzaktan almak üzere çöllerde dağınık yaşayan bedevilerin arasında bulunmayı arzularlar. Zaten aranızda da bulunsalardı savaşa çok az katılırlardı. 21. İçinizden Allah'ın lütfuna ve anket gününe umut bağlayanlar, Allah'ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlul-lah'ta güzel bir örneklik vardır. 22. Müminler düşman kuvvetlerini karşılarında görünce "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vaat ettiği durumdur, Allah ve Resulü hep doğru söyler" dediler; bu onların ancak imanlarım ve teslimiyet duygularını arttırdı. 23. Müminlerden bir kısmı Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; vaatlerini asla değiştirmediler. 24. (Böyle oldu ki) Allah, sözünde duranları sadakatleri sebebiyle ödüllendirsin, münafıkları da dilerse cezalandırsın, dilerse bağışlasın! Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. 25. Allah inkarcıları, hiçbir şey elde edemeden, kin ve öfkeleri ile geri çevirdi, Allah müminlere savaş için yetip arttı. Allah güçlüdür, üstündür. 26. Ehl-i ki-tap'tan onlara destek verenleri kalelerinden indirdi, kalplerine korku saldı; artık onların bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz. 27. Onların topraklarım, evlerini, mallarım, o zamana kadar ayak basmadığınız bir toprağı size miras bıraktı. Allah her şeye kadirdir. [18]


Tefsiri



9-11. Birçok hüküm ve hikmet öğretimine vesile olmak üzere buradan 27.âyete kadar anlatılan olay Hendek adıyla da anılan Ahzâb Savaşı, bu savaşta müminlerin ve münafıkların geçirdikleri büyük İmtihandır. İfadeden, âyetler geldiğinde Hendek Savaşı'ntn geride kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Yakında geçirilmiş olan bu tecrübe hatırlatılmakta ve sûrenin ileride gelecek olan âyetlerinde bahse konu olacak münafık davranışına karşı müminlerin nasıl bir tutum takınmaları gerektiğine İşaret edilmekte, topluluk buna hazırlanmaktadır.

Selmân-ı Fârisî'nin tavsiyesi ile şehrin savunulması için kazılan hendek sebebiyle Hendek Savaşı diye tanınan; ayrıca saldırganlar Kureyşliler, Hayber yahu-dileri, Gatafanlılar, Fezâreliler, Esedoğullan, Süleymoğullan gibi birçok kabileden ve bunların tâbilerinden oluştuğu için "gruplar, hizipler" mânasında Ahzâb adlarıyla da anılan savaş, hicrî 5. yılın Şevval ayının 7'sinde[19] başlamış, bîr aya yakın sürmüş, Zilkade'nin 1. günü sona ermiştir. Mekkeliler Suriye ticaret yolunu açmak üzere yaptıkları Uhud Savaşı'nda elle tutulur bir sonuç elde edememişlerdi . Buna karşılık müslümanlar Uhud'dan sonra gerçekleştirdikleri askerî hareketlerle, Suriye yoluna ek olarak Irak yolunu da kontrol altına almışlardı. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları bozdukları, onlara karşı düşmanla iş birliği yaptıkları için 4. yılda Medine'den Hayber ve civarına sürülen Benî Nadîr yahudileri Mekke'ye bir heyet göndererek Kureyşliler'i, müslümanlara karşı kendileriyle birlikte savaşmaya ikna ettiler. Ayrıca yukarıda adları anılan kabileleri de çeşitli teşviklerle yanlarına almayı başardılar. Peygamberimiz düşmanın niyetini haber alınca hemen hazırlıklara girişti, Uhud tecrübesinden yararlanarak düşmanı açık arazîde karşılamak yerine Medine yakınında, kuşatma altında karşılamayı ve savunma harbi yapmayı tercih etti. Şehrin üç tarafı sık ağaçlı bahçelerle ve dar yollarla çevrili idi. Düşmanın girmesi muhtemel bulunan yerlere 5,5 km. uzunluğunda, 9 m. eninde ve 4,5 m. derinliğinde bir hendek kazıldı, birkaç haftada bitirilen kazma işine Hz. Peygamber de (s.a.) bilfiil katıldı. 3000 mevcutlu müslüman kuvvetler şehrin doğusunda, Uhud tarafında, Seli' dağının eteğinde mevzilendiler. Önlerinde de hendek bulunuyordu. Yaklaşık 12 bin mevcutlu düşman kuvvetleri de hendeğe kadar geldiler, daha önce böyle bir şey görmedikleri İçin şaşırdılar. Hendeği geçemedikleri İçin bulundukları yerde mevzilendiler. Müslümanlar yalnızca hendek yönünden değil, üstten (doğudan), alttan (batıdan) büyük bir güç tarafından kuşatılmışlardı. Medine yiyecek İçecek bakımından hazırlık yapmış, kadınlar ve çocuklar güvenli yerlere taşınmıştı; erzak tükenmesin diye asgari gıda ile yetînili yordu. Kuşatmanın son günlerinde yiyecek iyice azaldığından, başta Hz. Peygamber olmak üzere birçok sahâbî, açlığı hissetmemek için midelerinin üzerine taş bağlamışlardı. Kureyş kısa bir sürede sonuç alacağım umduğu İçin kuşatma uzadıkça onlarda da sıkıntı başladı. Bu arada saldırganlar iki önemli teşebbüste bulundular: a) Kabilesinin ileri gelenlerinden Huyey b. Ahtab'ı müslümanlarla antlaşmak bulunan Benî Kurayza yahudilerine göndererek antlaşmayı bozmaları ve miislümanlara karşı kendileriyle beraber hareket etmeleri konusunda onları ikna ettiler. Birleşmiş düşman kuvvetlerinin sayısı ve donanımına ek olarak bir de bu haberin gelmesi müslümanlann moralini hayli bozdu. Müminler çetin bir imtihan geçiriyorlardı. Hz. Peygamber iki birlik göndererek Benî Kurayza mahallesini kuşatma altına aldı. b) Düşmanın ikinci teşebbüsü, başta meşhur savaşçı Amr b. Ab-dîved olmak üzere birkaç süvariyi hendeğin dar bîr yerinden karşı tarafa geçirtmek oldu. Amr müslümanlardan, teke tek vuruşmak için er diledi, başkaları cesaret edemeyince Hz. Peygamber, kendi kılıcını kuşattığı ve sangını sardığı Hz. Ali'yi çıkardı, rakibini küçümseyen Amr onun kılıç darbesiyle can verdi; diğerleri ise içlerinden birini daha kaybetmiş olarak geri çekildiler. Hz. Peygamber, çeşitli tedbirler arasında bir de Gatafân ve Fezâre kabilelerine, o yıl çıkacak Medine hurmasının yarısı karşılığında sulh teklif etmeyi düşündü. Sa'd b. Muâz, Sa'd b. Ubâde gibi ensann ileri gelenleriyle istişare etti. Bunlar, "Onlar müşrik iken satın almadan veya biz ikram etmeden hurmalarımızı yiyemezlerdi; şimdi Allah bizi İslâm'la ve seninle şereflendirdiği halde mi onlara malımızı vereceğiz? Vallahi onlara verebileceğimiz tek şey kılıç darbeleridir, gelsinler bakalım Allah ne gösterecek!" dediler. Peygamberimiz de bu teşebbüsten vazgeçti. Kuşatmanın son günlerinde bir gece, düşman karargâhını altüst eden büyük bir fırtına çıktı, yiyecek ve içecekler zayi oldu, hayvanlar sağa sola kaçıştı. Olup bitenden morali bozulan düşman, yiyecekleri de tükendiği ve haram aylar geldiği için çekilme kararı aldı, hiçbir şey elde edemeden çekilip gittiler. Hendek Savaşı, müslümanlann savaş stratejisi bakımından bir dönüm noktası oldu. Artık taarruz sırası onlara gelmişti. İlk iş olarak da kendilerine ihanet eden Benî Kurayza yahudilerinin üzerine yürüdüler. [20]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 6 Empty2007-11-01, 11:02 am

12-20. Hendek kazılırken büyük bir kayaya rastlanmıştı, kayayı sökmeyi veya kırmayı başaramayan askerler Peygamberimiz'e başvurdular. O, üst giysisini çıkardı, kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta "Allahü ek-ber" diyor ve "Iran, Suriye, Yemen" gibi yerleri zikrederek ileride müslümanlann gerçekleştirecekleri fetihleri bir bir müjdeliyordu. Bu müjdeyi işiten yahudiler ve münafıklar ise "Biz korkudan helaya gidemezken o bize İran ve Bizans'ın hazinelerini müjdeliyor, bu aldatmadan başka bir şey değil" demişlerdi [21]Bu gruptaki âyetlerde münafıkların ortak karakteri, sözlerinden ve davranışlarından örnekler verilerek açıklanmaktadır: Bunlar söz verirler ama yerine getirmezler; fitne fesat fırsatı çıkınca ev bark aile düşünmeyip o fırsatı değerlendirmeye koşarlar; hizmet gerektiğinde ise türlü bahaneler İleri sürerek izin almak isterler; sûret-i haktan görünerek müslümanların moralini bozarlar; çoluk çocuklarını, evlerinin tehlikede olduğunu hatırlatarak savaş alanından çekilmeyi tavsiye ederler; korkunun ölüme faydası olmadığı halde inançsızlıkları sebebiyle savaşmaktan ve ölümden fazlaca korkarlar, korku ortamı geçip zafer kazanılınca da bu sonuçta kendilerinin de payı varmış gibi konuşmaya ve hak talep etmeye kalkışırlar. [22]



21-24. İnsanlar dünyada amaçlarına ulaşabilmek için uygun örnek ve rehberler edinirler, bunların yollarını izleyerek, tavsiyelerine uyarak hareket edip istediklerini elde etmeye çalışırlar. Allah'a iman edip O'nun rızâsını isteyen, âhirette lütfedeceği emsalsiz nimetlere mazhar olmayı uman ve daima Allah sevgisiyle yaşamak isteyen insanlar için eşi bulunmaz örnek, O'nun sevgili külü, elçisi, rahmeti, şahidi, müjdecisi, davetçisi, ışığı olan Muhammed Mustafa'dır. Onun örnekliği yalnızca Hendek Savaşı'ndaki davranışlarında değil müminlerin bütün hayatlarında geçerlidir. İlgili kaynaklarda onun yaptıklarını yapmanın, izinden gitmenin hükmü üzerinde durulmuş, ortaya üç görüş çıkmıştır: 1. Onu örnek almak farzdır, aksine bir delil bulunmadıkça her yaptığı yapılmalıdır. 2. Onun örnekliği, aksine bir delit bulunmadıkça müstehaptır (tavsiye edilmiştir). 3. Dinî konularda birincisi, dünya işlerinde ikincisi doğrudur. [23] Bize göre Peygamberimizin bütün yaptıkları ve söyledikleri tek bir hüküm çerçevesi içine alınamaz. Başta Kur'an olmak üzere diğer deliller ve karineler de göz önüne alınarak her fî-ili ve sözü ayrı ayrı değerlendirilir, bağlayıcı olup olmadığı tayin edilir. Genellikle tefsir ve fıkıh âlimleri de böyle yapmışlardır.

Hendek Savaşı'nda müminler, Hz. Peygamber'İ örnek almışlar, ona itaat ederek dünyada önemli bir zafer kazanmışlar, âhirette ise büyük bir ödülü hak etmişlerdir.

"Münafıkları da dilerse cezalandırsın, dilerse bağışlasın" cümlesi, söze bakıldığında münafıkların da affedilebileceğini ifade etmektedir. Ancak Kur'an âyetleri bir bütün olarak göz önüne alındığında cümleyi "tevbe ettikleri takdirde bağışlasın" şeklinde anlamak gerekecektir. [24]



26-27. Hendek Savaşı'nın ardından düşman çekilip gidince müslümanlara hıyanet eden, antlaşmayı bozarak onları arkadan vurma karan alan Benî Kurayza ya-hudileri, büyük bir korkuya kapıldılar, kalelerine çekilip korunma tedbirleri aldılar. Ancak hak ettikleri akıbete ne korku engel olabildi ne de muhkem kaleler, alınan çeşitli tedbirler. Kuşatma altında bir müddet kaldıktan sonra teslim oldular, anlaşma şartlan gereği ve yahudilerin isteği üzerine Tevrat hükümleri esas alındı, savaşçı erkekleri idama mahkûm edildi. Ancak rahmet Peygamber'İ (s.a.) bu hükmü uygulamadı, bir genel af çıkardı ve isteyenlerin yerlerinde kalarak, ürünü anlaşmaya göre paylaşmak üzere ziraî faaliyetlerine devam etmelerine imkân tanıdı. [25]



Meali



28. Ey Peygamber! Eşlerine şöyle de: "Dünya hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım. 29. Yok eğer Allah'ı, Resulü'nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız şunu bilin ki Allah, içinizden iyiliği seçenlere büyük bir ödül hazırlamıştır." 30. Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa onun cezası ikiye katlanır, bu Allah için kolay bir şeydir. 31. Sizden kim de Allah'a ve Re-sulü'ne itaat eder, güzel şeyler yaparsa onun hak ettiği karşılığı iki kere veririz, ayrıca onun için değerli bir nasip de hazırladık. 32. Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlarından herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah'a karşı çelmekten sakınıyorsanız sözü yumuşak bir eda île söylemeyin ki kalbinde olan kimse ümide kapılmasın. Güzel söz söyleyin. 33. Evlerinizde oturunuz ve daha önce Câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayınız, namazı güzelce kılınız, zekâtı veriniz, Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz. Ey peygamber ailesi! Allah'ın istediği, sizden kirliliği gidermek ve sizi tertemiz kılmaktan ibarettir. 34. Hanelerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti dilinizden dü-şürmeyiniz. Allah bütün incelikleri ve gizlilikleri bilir, her şeyden haberdardır. [26]



Tefsiri



28-29. Hz. Peygamber'in örnekliğinden söz edilince onun ailesinin nasıl olması gerektiğine dair bir açıklık getirilmesi de gerekli bulunmuştur. Eğitim, yönetim, denetim gibi işleri yüklenmiş kişilerin fert ve aile olarak örnek olmaları, söyledikleriyle yaptıklarının tutarlı bulunması birinci şarttır. Peygamber aleyhisselâm birçok yönden bozulmuş, gerilemiş, yaratılış amacından sapmış insanlara, ezelî mesajı bir daha hatırlatmak ve öncekilerin yaptığı ıslahatı, ahlâk eğitimini umam-famak üzere gönderilmiştir. Onun asıl amacı ve konumu aynı zamanda toplumuna lider olması sonucunu da getirmiştir. Bu sebeple muhatabı olan insanların gözü ona ve onun ailesine çevrilmiştir; her yaptıkları konuşulmakta, örnek alınmakta, duruma göre soru işaretleri oluşturmaktadır. Sayfanın bir yüzü böyle olmakla beraber öteki yüzü itibariyle Peygamber hanımları da birer insandır, kadındır; onların da diğer kadınlar gibi duygulan, arzulan, içinde bulundukları durum ve sosyal statü gereği beklentileri vardır. Hz. Peygamber, ümmetin eğitimi için gerekli görerek zühdü (dünya nimetlerinden asgari ölçüde yararlanma yolunu) seçtiğine göre eşleri de ya buna razı olacaklardı veya ondan ayrılıp dünyaya ait güzellikleri, nimetleri, lüksü ve refahı sağlayacak kimselerle beraber olacaklardı. Ayet, Peygamber eşlerini yol ayırımına getirmekte ve onlardan birini seçmelerini İstemektedir, tsteyemeyecekleri şey hem Peygamber eşleri olmak hem de dünya nimetlerinden diğer kadınlar gibi yararlanmak, ziynet ve refah içinde yaşamaktır.

Tefsircilere göre bu âyetin geliş sebebi, Hz. Peygamber'in eşlerinin ondan, lüks, ziynet kabilinden bazı şeyler istemek, birbirlerini kıskanmak suretiyle kendisini üzmeleri, bunun üzerine Hz. Peygamber'in bir ay onlara yaklaşmamak üzere yemin edip (îlâ) ayrı yaşamaya karar vermesidir. Ay dolunca, "eşlerine seçme hakkı verildiği" için bu mânada "tahyîr" adıyla anılan âyet nazil olmuştur. Ayet gelince Hz. Peygamber, o.gün nikâhı altında bulunan eşlerini toplamış ve kendilerine seçim imkânı tanımıştır (tahyîrde bulunmuştur). Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, genellikle tefsircîlerin kaydettikleri dokuz isimden oluşan listeye haklı olarak itiraz etmiş, tahyîr olayında buna muhatap olacak durumdaki eşlerin Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Sevde'den ibaret olduğunu kaydetmiştir (III, 1524). Eşleri bu durum karşısında heyecanlanmış, Hz. Peygamber kendilerini boşamadığı için sevinç göz yaşlan dökerek "Allah ve Resulü'nü tercih ettiklerini" ifade etmişlerdir. [27]



30-31. Kurtubî'nin naklettiğine göre bazı tefsirciler, cezanın ikiye katlanmasını dünyada uygulanan hukukî ceza (had) olarak anlamış ve -Allah Peygamber'i ve ailesini böyle çirkinliklerden koruduğu için yapmaları ihtimali bulunmamakla beraber- faraza onlar ceza gerektiren iffetsizlik suçu işleseler cezalarının da iki kat olacağını söylemişlerdir (XIV, 170). Ancak meseleye âyetlerin bağlamından ve diğer karinelerden bakıldığında burada anlatılmak istenen şeyin, Hz. Peygamber'in eşlerinin meziyetleri, özellikleri ve örneklik vasıflan olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle yetki-sorumluluk, nimet-külfet arasında bir denge vardır. Hz. Peygamber'in hanımları da büyük bir sorumluluk taşımakta, bu büyük ve eşsiz insanın eşi olmanın gerektirdiği büyük İmtihana tâbi bulunmaktadırlar. Başarıları, ödülleri, başarısızlıkları ve cezalan da bu statü ve sorumluluklarıyla mütenasip olacaktır. [28]



32-34. Peygamber hanımlarının taşıdıkları şeref ve nail olacakları mükâfat, Allah'ın lütfü yanında kendilerinin de önemli bir katkısına bağlanmıştır. Bu katkı ittikadır, yani kendilerine yakışmayan her türlü kötülük, çirkinlik ve günahtan sakınmalarıdır. Başkalarıyla konuşurken takınacakları tavra ve seslerinin tonuna, seçecekleri kelimelerin etkisine, gerektiren bir durum olmadıkça evlerinden dışarı çıkmamaya varıncaya kadar buna riayet etmelidirler ki kimse, kendilerine dil uzatmaya, haklarında kötü fikirler kurmaya cesaret edemesin. Onların sorumlulukları yalnızca kötü olanı yapmamak, yani kötü ve zararlı olmamak değil, ayrıca iyi, erdemli ve itaatli olmaktır; namazı kılmak, zekâtı vermek, Allah ve Resulü'nün rızâları doğrultusunda bir hayat sürmektir.

Bir zorunluluk bulunmadıkça evde oturmak, evden dışan çıkmamak bu âyetle Peygamber hanımlarına farz kılınmıştır. Şu var ki, âyetin nüzulünü takiben meydana gelen bazı olaylardan ve Resûlullah'm konuya ilişkin açıklamalarından. [29] bu emrin (farz) sınırlarının ve istisnalarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Hz. Âişe'nin, meşhur Cemel Vak'ası'nda, anlaşmazlığa düşen İki müslüman grubun arasım bulmak maksadıyla evinden çıkıp Basra'ya gitmesine sahabeden itiraz edenler olmuş; genellikle Hz. Ali taraftan olanlar da bunu, Hz. Âişe'nin aleyhinde olmak üzere kullanmışlardır. Onunla beraber hareket eden Talha ve Zübeyr gibi ashap ile onların çizgisinde olan Sünnî âlimler şu sörüsü savunurlar: Peveamber hanımlan nasıl hac etmek üzere çikabiliyorlarsa,ilâhî emir gereği [30]çatışmak üzere olan iki müslüman gurubun arasını düzeltmek için de çıkabilirler. Hz. Âişe ve yanındakiler ictihad etmişler, bunun fayda vereceğini, bu bakımdan çıkmayı caiz kılan sebeplerden birinin gerçekleştiğini düşünmüşler, buna göre hareket etmişlerdir.

33. âyetin "daha önce Câhiliye dönemi" diye tercüme edilen kısmını, İslâm'dan önceki dönem olarak anlıyoruz. Hz. Âdem sonrasından başlayarak başka dönemler olarak yorumlayanlar da olmuştur,

Allah'ın bereketli ve temiz kıldığı, Hz. Peygamber sebebiyle bir mânada kut-sallaşmış bulunan, her salavat okuduğumuzda kendilerine de gönderme yaptığımız Peygamber ailesi (Eht-i beyt) kimlerden oluşmaktadır? En azından buradaki Ehli beyt'e Hz. Peygamber'in eşlerinin de dahil bulunduğunda şüphe yoktur, hatta daha da İleri giderek burada yalnız eşlerinin kastedildiğini söylemek de mümkündür. Başka münasebetlerle Peygamber aleyhisselâm, Ehl-i beyt'ini zikrederken Hz. Fâ-tıma, Ali, Hasan ve Hüseyin'in isimlerini anmış, hatta bir defasında bunları abasının altına alarak (âl-i abâ) onlar için hayır duada bulunmuştur. [31]

"... Dilinizden düşülmeyiniz" şeklindeki tercüme, Peygamber eşlerinin Kur'an âyetlerini, Hz. Peygamber'in bu âyetleri açıklama mahiyetindeki konuşmalarını ve davranışlarını devamlı göz önünde tutmaları, hayatlarını buna göre düzenlemeleri mânasına geldiği gibi, "başkalarına söyleyiniz, ulaştırınız" anlamını da içermektedir. Bu ikinci mânadan hareket eden yorumcular dürüst tek râvinin, kadın olsun erkek olsun rivayetinin kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmışlardır. [32]



Meali



35. Müslüman erkekler, müslüman kadınlar; mümin erkekler, mümin kadınlar; ibadet ve itaat eden erkekler, ibadet ve itaat eden kadınlar; özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar: sonlunu ibadete vermiş erkekler, gönlünü ibadete vermiş kadınlar; yardım yapan erkekler, yardım yapan kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; iffetlerini koruyan erkekler, iffetlerini koruyan kadınlar; Allah'ı çokça anan erkekler, çokça anan kadınlar; işte bunlar için Allah büyük bir ödül hazırlamıştır. [33]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
 
Sure Sure Diyanet Tefsiri
Sayfa başına dön 
6 sayfadaki 9 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : : :: İMAN VE İNSAN :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: