: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : :
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


TüRkİyE'nİn ''EN'' SüPer FoRuM SiTeSi
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Sure Sure Diyanet Tefsiri

Aşağa gitmek 
4 posters
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki
YazarMesaj
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:02 am

Tefsiri



35. Bu âyette iki nokta dikkat çekicidir: 1. İbadet, iyilik ve erdem sahibi olmak, bunlar sayesinde kulluk imtihanını kazanmak, yüksek manevî dereceler ve ödüller elde etmek, hâsılı kâmil insan olmak bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur; her İki cins kemal için fırsat eşitliğine sahiptirler. 2. Allah'ın ve Re-sulü'nün rızâsına ermek, âhirette eşi benzeri görülmemiş nimetler elde etmek için Peygamber eşi veya Ehl-i beyt olmak şart değildir. Onların özel bir yerleri bulunmakla beraber bütün müminlerin önünde ilâhî lütuf ve nimet kapıları açıktır; yeter ki insanlar, 35. âyette sıralanan iman, İbadet ve ahlâk kemaline sahip olmak İçin gayret etsinler. [34]



Meali



36, Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve Resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık onların, işlerinde başkasını seçme haklan olamaz. Allah'ın ve Resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır. 37. Bîr zaman, Allah'ın kendisine lütufta bulunduğu, senin de lütufkâr davrandığın kisive "Esinle evlilik bağını koru, Allah'tan kork" demistin. Bunu derken Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi içinde saklıyordun, kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekmiyordun. Zeyd onunla beraber olduktan sonra, müminlere evlâtlıklarının -kendileriyle beraber olup ayrıldıkları- eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah'ın emri elbet yerine getirilecektir. 38-39. Allah'ın hükmü değişmez kaderdir. Allah'ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda Peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Daha önce gelip geçen, Allah'ın vahyini insanlara ulaştıran, O'ndan çekinen, Allah'tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir. 40. Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah'ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilmektedir. [35]



Tefsiri



36. Tefsirciler bu âyetin iniş sebebi olarak Hz. Peygamber'in, Zeyd b. Harise ile Zeyneb bint Cahş'ı evlendirmesini zikretmektedirler. İslâm'ın getirdiği yenilikler içinden kölelik, soyluluk ve evlâtlıkla ilgili olanlar da vardı. Kölelik yaygındı, köleye mal gibi muamele ediliyordu, kurtuluş imkânı da sınırlı idi. Araplar soy bağına önem veriyorlar, insanları şahsî marifet ve erdemlerinden ziyade, geldiği soya göre sınıflandırıp değerlendiriyorlardı. Evlâtlık edindikleri çocukları da kendi çocukları gibi tutuyorlardı. Allah Teâla bu üç âdeti ve uygulamayı fiilî örneklerle de pekiştirerek ortadan kaldırmayı murat etti. Önce Hz. Peygamber, halasının kızı olan Zeyneb ile azatlı kölesi Zeyd'i evlendirdi. Zeyd Zeyneb'i boşadık-tan sonra da Allah Teâlâ Hz. Peygamber'İn Zeyneb ile evlenmesini istedi. Birinci evlilik, bir azatlı köle İle bir soylu kadının evlenmesi idi, ikinci evlilik ise bir evlâtlığın boşadığı kadın ile boşayanın babalığının evlenmesiydi. Böylece insanın değerinin ve evlenmede denkliğin soya sopa göre değil, kişilerin şahsî faziletlerine göre olması gerektiği, Câhiliye'deki şekli ve mahiyeti ile evlâtlık uygulamasının kaldırıldığı, hukuk ve mahremiyet bakımından evlâtlığın, öz evlât gibi olamayacağı Peygamber ve yakınlarının içinde bulunduğu uygulama örnekleriyle tescil edilmiş oluyordu.

Allah ve Resulü bir şeyi emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur'an'dan ve Sünnet'ten, bir şeyi yapmanın veya yapmamanın gerekli olduğu hükmü anlaşıldıktan sonra artık müminlerin önündeki tek seçenek budur; bunu bırakıp başka bir emri, isteği, arzuyu yerine getiremezler. Nitekim Hz. Peygamber âzath köle Zeyd için Zeyneb'e dünür gittiğinde önce Zeyneb ve onun erkek kardeşi kendi soyluluklannı ve Zeyd'in daha dün bir köle olduğunu ileri sürerek buna razı olmadılar. Fakat açıklamakta olduğumuz âyet gelince "Dilediğini yap" diyerek Hz. Peygam-ber'in emrine boyun eğdiler. [36]



37. Bazı tefsir kitaplarında Hz. Peygamber'in Zeyneb'le evlenmesi konusunda birçok akla hayale gelmez rivayetler nakledilmiştir. Bunlara göre güya Peygamber aleyhisselâm bir gün, açık kapıdan Zeyneb'İ görmüş, onun güzelliğine vurulmuş ve "Ey gönüller elinde olan, onları evirip çeviren rabbim! Sen her noksandan uzaksın!" demiş, Zeyneb bu sözü duyup kocasına haber vermiş, kocası Zeyd bu sözden, onun Zeyneb'i beğendiği ve kendisiyle evlenmek istediği sonucunu çıkarmış, kendisine gelerek Zeyneb'i boşamak istediğini söylemiş, Hz. Peygamber bunu kabul etmemiş, fakat Zeyd onu dinlemeyip kansını boşadıktan sonra onunla evlenmiş.. [37]İbn Kesîr ve İbnü'l-Arabî bu rivayetleri hatırlattıktan sonra çok önemli tenkitler yapmışlar, sened ve metin yönlerinden bu rivayetlerin sahih olmasının mümkün olmadığını belirtmişler, günümüz ilim yolcuları için de geçerli bulunan uyarılarda bulunmuşlardır. [38] Kur'an metnine, sahih rivayetlere ve genel ilkelere göre tespit edildiğinde olayın gerçek öyküsü şöyledir: Zeyneb Hz. Peygamber'le evlenmeyi arzu ediyordu, mehir bile istemeksizin onun eşi olmayı teklif etmişti. Yakın akraba oldukları için örtünme emri gelmeden önce Peygamberimiz Zeyneb'i sık sık görüyor ve her yönüyle tanıyordu, çekici bir kadın olmasına rağmen bu teklifi kabul etmedi. Aradan zaman geçmiş, yukarıda sözü edilen sosyal değişimin perçinlenmesine sıra gelmişti. Bu uygulama için uygun bir örnek olarak Zeyneb, pek de istekli olmamakla beraber, Resûlullah'ın tebliğ ettiği emre uydu, köle olarak Hz. Peygamber'e verildiği halde onun ve Allah'ın müstesna lütuflanna mazhar olan Zeyd ile evlendi. Bu evlilik bir yıldan biraz fazla sürdü. Sosyal değerler ve örfe dayalı duygular kısa zamanda değişmediği için Zeyneb kocasını küçük görüyor, ona karşı sert ve kırıcı davranıyordu. Zeyd'İn de kafasından onu boşamak geçiyor, fakat kendilerini Peygamber evlendirdiği için bunu yapamıyordu. Bu esnada Allah Teâlâ Peygamberi'ne, Zeyneb'in boşanacağını ve kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Çok geçmeden Zeyd, boşama niyetini açmak üzere Hz. Peygamber'e geldi, Zeyneb'den şikâyette bulundu, boşamak istediğim açıkladı. Hz. Peygamber, özel bilgisine göre değil, genel, objektif hukuk ve ahlâk kurallarına göre davranarak, bu arada halkın, özellikle münafıkların, "evlâtlığın boşadığı eş ile evlenme" konusunu kötüye kullanıp dedikodu yapmalarından da çekinerek Zeyd'e, eşini bo-samamasını tavsive etti. Buna raemen Zevd esini boşadı. Dul kalan Zevneb. önemli bir inkılâbın yerleşmesinde fedakârca rol aldığı için ödüllendirilmeyi hak etmişti. Allah ona dünyada bu ödülü, Peygamber eşi olma şerefine nâü kılarak vermeyi murad etti. Muradını Peygamber'ine bildirdi, o da emri yerine getirdi.

Mealinde geçen "saklama" ve "çekinme"nin mâkul açıklamaları vardır. İleride Zeyneb'in boşanacağı ve Hz. Peygamber'in eşi olacağı bilgisi, Allah'ın ona verdiği bir sırdı, nasıl olsa zamanı gelince açıklanacaktı. Bu sun önceden açıklamasının birçok sakıncası da vardı. Bu sebeple "Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi gizliyordun" cümlesi bir kınama değil vakıanın ifadesidir. "Kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun" cümlesi de iki mânaya gelebilir: 1. "Sen Allah'tan çok halktan çekmiyorsun"; 2. "Kendisinden çekinilecek olan Allah'tır; O evlenmeni emrettiğine göre halk istediğini söylesin, onlardan çekinmene gerek yoktur." Birinci mâna Hz. Peygamber İçin söz konusu olamaz; çünkü o bütün yapıp ettikleriyle yalnız Allah'tan korktuğunu ve O'na itaat ettiğini ispat etmiştir. İslâm'a inansın inanmasın hiçbir kimse onun, halkı memnun etmek için Hakk'ın emrine aykırı davrandığını söyleyemez. Geriye muteber ve tutarlı mâna olarak ikincisi kalmaktadır. Zaten sûrenin başında, hem Hz. Peygamber hem de müminler, münafıkların yapacakları dedikodular ve çevirecekleri dolaplar karşısında uyarılmışlar, bunlara hazırlanmışlardı, Yukarıdaki cümle de aynı mahiyette bir uyan hatta teselliden İbarettir. [39]



40. "Bir kimseyi evlât edinmekle onun babası olunmaz" kuralı yerleştirildikten ve eski evlâtlığının boşadığı kadınla Peygamberin evlenmesi de sağlandıktan sonra bu kural, Hz. Peygamber'İn adı anılarak bir daha hatırlatılmakta; münafıkların, Câhilİye âdet ve duygularını canlandırma teşebbüslerine set çekilmektedir. [40]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:02 am

Meali



41. Ey iman edenler! Allah'ı çok çok anın. 42. Sabah akşam O'nun yücelik ve eşsizliğini dile getirin. 43. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için O size rahmetiyle lütuflarda bulunuyor, melekleri de dua ediyor. O, müminlere karşı çok merhametlidir. 44. Kendisine kavuştuktan gün onları esenlik dileyerek selâmlayacaktır ve onlar için değerli bir ödül hazırlamıştır. [41]



Tefsiri



41-42. Öncelikle "anma"nın korusu ve şekli sınırlanmadan çok olması teşvik edilmiş, sonra, muhtemelen namazlar kastedilerek tenzih şeklindeki anmaya yönlendirme yapılmıştır. Allah'ı dil ve gönülle anmak, O'nu düşünmek ve bilincinde tutmak kulluğun vazgeçilmez enerjisini, hayat damarını teşkil etmektedir. [42]



43 .Allah kullarına inanmama ve günah işleme Özgürlüğü vermiş olmakla beraber hoşnut olduğu davranış imandır ve sâlih ameldir. Kullar kendi kabiliyetleriyle O'nun hoşnut olduğu hayat tarzını gerçekleştirmekte zorluğa düşmesinler diye peygamberler göndermiş, vahiy yoluyla bilgiler vermiş, doğru yola ışık tutmuştur. İman ve sâlih amel ışıktır, nurdur; inançsızlık ve ibadetsizlik ise karanlıktır, bunalımdır. [43]



44. Allah'ın kullarını selâmlaması onlar için eşsiz bir lütuftur, mutluluk vesilesidir. Bu selâm, bütün nimetlerin sahibi ve kaynağı olan rabbin, selâmın mâna ve içeriğini kullarına lütfetmesi, onlar için bunu en kâmil bir şekilde ve ebedî olarak gerçekleştirmesi olmalıdır. [44]



Meali



45-46. Ey Peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyana, izniyle Allah'a çağı-rıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. 47. Kendileri için Allah'ın büyük bir lütfunun bulunduğunu müminlere müjdele! 48. İnkarcılara ve iki yüzlülere kulak asma, onların sana verdikleri eziyete aldırma. Allah'a dayan ve güven, güvenmek için Allah yeter. 49. Ey iman edenler! Mümin kadınlarla evlenme akdi yapıp da sonra, birleşmeden onları boyadığınızda onlar üzerinde, hesaplayıp bekleteceğiniz bir iddet hakkınız yoktur. Onları bir şeyler vererek memnun ediniz ve güzellikle boşaymız. 50. Ey Peygamber! Mehir-lerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verip de elinin sahip olduğu kadınları, seninle birlikte hicret eden amca kızlarım, hala kızlarını, dayi kızlarını, teyze kızlarını, kendini Peygamber'e mehirsiz olarak bağışlar da peygamber de onunla evlenmek isterse böyle bir mümin kadını -bu sonuncusu diğer müminlere değil, zâtına mahsus olmak üzere- sana helâl kıldık. Müminlere eşleri ve sahip oldukları kadınları hakkında hangi kuralları geçerli kıldığımızı biliyoruz. Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşru kıldık. Allah çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir. 51. Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına alırsın. Uzaklaştırdıklarından birini tekrar istemende senin için bir sakınca yoktur. Bu hüküm onların mutlu olmaları, üzühnemeleri ve hepsinin senin verdiğine razı olmaları için en uygun olanıdır. Allah gönüüerinizdekini bilir, Allah ilim ve hilhn sahibidir. 52. Bundan sonra sana kadınlar helâl olmaz; mülkiyetin altında bulunanlar dışında kadınlarını, güzellikleri hoşuna gitse bile başka eşlerle değiştirmen de helâl olmaz. Allah her şeyi görüp gözetmektedir. 53. Ey iman edenler! Peygamber'in evine size yemek için izin verilmediği vakit asla girmeyiniz, fakat yemeğe çağırıldığınızda -erkenden gidip hazırlanmasını beklemeksizin- giriniz, yemeğinizi yiyince hemen dağdınız, söze dalıp oturmayınız; bu davranışınız Peygamber'i rahatsız ediyor, size söylemeye utanıyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez. Peygamber hanımlarından bir şey istediğinizde, onlar perde arkasında iken isteyiniz; bu sizin kalplerinizin de onların kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur. Resûlullah'ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşlerini de nikâhlayamazsınız. Sizin bunu yapmanız Allah katında büyük bir günahtır. 54. Siz bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şurası muhakkak ki Allah her şeyi bilmektedir. 55. Peygamber hanımlarına babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları ve sahip bulundukları hizmetçileri hakkında (perdesiz görüşmede) bir günah yoktur. Allah'a itaatsizlikten sakınınız. Kuşkusuz Allah her şeye tanıktır. 56. Allah ve melekler Peygamber'e salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyunuz. 57. Allah'ı ve Resulü'nü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lanetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır. 58. Hak etmedikleri halde mümin erkek ve mümin kadınları incitenler apaçık bir bühtan ve günah yüklenmiş olmaktadırlar. [45]



Tefsiri



45-46. Buradan itibaren on iki âyette, Hz. Peygamber'in maddî ve manevî özellikleri, Allah katındaki değeri, bir fâninin altından kalkamayacağı kadar ağır yükü ve kutsal görevi sebebiyle Allah tarafından kendisine lütfedilen istisnaî (kendine özgü) inayetler, hüküm ve kurallar açıklanmaktadır. Resûlullah'ın üstün nitelikleri, görev ve işlevinden kaynaklanan güzel isimleri burada sayılanlardan ibaret değildir. Ebû Bekir İbnü'l-Arabi'nin tespitine göre bunların sayısı altmış yediyi bulmaktadır (III, 1546). Ona özgü hükümler de bu âyetler kümesinde geçenlerden ibaret değildir. Yine aynı âlimin tespitine göre bunların da sayısı otuz beştir (III, 1561-1563).

Allah kullarına peygamber gönderip inanç, amel, ahlâk konularında ne istediğini açıklamadıkça onları sorumlu tutmuyor, birçok âyette "Bilmiyorduk, bilemezdik demeyesiniz diye size peygamberler gönderdim" diyor [46]Bütün bunlara rağmen âhirette "uyanlmadiğı, bilgi verilmediği yolunda" mazeret ileri sürecek olanlara da Allah Teâlâ peygamberleri ve hepsine birden son peygamberini tanık gösteriyor. Hz. Peygamber'in bu niteliği, onun rabbİ rtezdİn-deki değerini gösterir. Çünkü şahitler önce tezkiye edilir, onları tanıyan erdemli kişiler tarafından tanık olabilecekleri ifade edilir. Hz. Peygamber'i tezkiye eden ise bizzat Allah'tır.

Hz. Peygamber hem Kur'an âyetlerini tebliğ etmekle hem de bunları açıklayan, canlandıran İfadeleriyle yeteri kadar müjdeci ve uyarıcı olmuştur. Onun tebliği ve açıklamaları itaat edenler için ebedî mutlulukların müjdesi, inkâr ve isyan edenler için ise felâketlerin haberidir.

Peygamber efendimiz insanları Allah'a çağırmaktadır; yani O'na iman, ibadet ve itaat etmeye davet etmektedir. Burada dikkat çeken bir kayıt, Peygamber'in bunu Allah'ın izniyle yapmakta olduğudur. Allah bir kuluna insanları kendine çağırma izni, yani bilgisi ve yetkisi vermedikçe kimse bu vazifeyi üstlenemez. Bu konuda ümmete düşen görev, Hz. Peygamber'den öğrendiği şekilde insanları Allah'a çağırmaktır. Öğrenmenin yolu İse her mümine açık olan din ilmini tahsil etmektir. Aslı Kur'an'da ve sahih hadislerde bulunan ve tahsille elde edilen din ilmine uymayan bilgi, sezgi, keşif vb. bilgi yollan, insanları Allah'a çağırmak için yeterli ve geçerli değildir.

Beşer bilgisi Allah, varlık, başlangıç ve son, ruh, âhiret, iman, ibadetler, helâller ve haramlar gibi konularda yetersizdir. Bu konularda aydınlığa kavuşmanın, doğru bilgi sahibi olmanın geçerli yolu vahiydir, Peygamber'i dinlemektir. Şu halde Peygamber bir ışıktır, insanoğlunun en önemli bilinemezlerine Allah'ın lütfü ve izniyle onun tuttuğu ışık ortalığı aydınlatmaktadır. [47]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:03 am

47-48. Müminler çektikleri bunca eziyete karşı bu dünyada Allah'ın rahmeti olan bir Peygamber'i tanıdıkları ve

onunla beraber yaşama lütfuna erdikleri, âhirette ise birçok akla hayale gelmez nimete nail olacakları için rahat ve mutlu olmalıdırlar. Resûlullah da Allah'a dayandığı, güvendiği; başına gelenler, kâfirlerin ve münafıkların isteklerini değil, O'nun emrini yerine getirmek için çııpınırken geldiği için acılara katlanmalı, felâketlere dayanmalıdır; çünkü dayanıp güvenmeye Allah'tan ziyade lâyık olan hiçbir varlık yoktur. [48]



49. Hz. Peygamber'in bazı güzel nitelikleri zikredildikten sonra ona özgü hükümlere geçilirken, diğer müminlere ait hükümlerin değişmediğini anlatmak üzere bir açıklama yapılmaktadır. Buna göre bir mümin, evlenme akdi yapıp da cinsel temasta bulunmadan veya buna imkan verecek şekil ve süre İçinde baş başa kalmadan (halvet-i sahıha) önce karısını boşarsa, kadının hamile kalması ihtimali bulunmadığından İddct beklemesi de gerekmemektedir. Boşamadan hemen sonra dilerse bir başka erkekle evlenmesi mümkündür. Onu "güzelce bırakmak"tan maksat boşarken ve fiilen ayrılırken İncitmemektir, mehir belirlenmiş İse bunun yarısını ödemektir, bazı yorumculara göre buna ek olarak da gönlünü almak üzere bazı hediyeler vermektir. [49]



50. Hz. Peygamber'in hiç olmazsa aile hayatında rahat olabilmesi, birden fazla eşiyle yaşarken sıkıntıya düşmemesi için kendisine özgü olmak üzere bahşedilen ruhsatlar, kolaylıklar bu âyetten itibaren bazı açıklamalarla birlikte şöyle sıralanmıştır: Dörtten fazla olan eşlerle evlenmesinin helâl olması, isteyen kadınlarla mehirsiz evlenmesinin caiz olması, kadınlarının yanlarında kalma sürelerini eşit tutma (buna fıkıh kitaplarında, paylaştırma mânasında kasm denilmektedir) mecburiyetinin bulunmaması, bu âyetler geldiğinde evli bulunduğu kadınlardan başka kadınla evlenmesinin ve bunlardan birini boşayarak yerine bir başka kadını almasının caiz olmaması, vefat ettiğinde veya boşadığmda eşleriyle başkalarının evlenmesinin caiz olmaması ve eşlerinin bundan sonra yabancılara karşı daima perde arkasında bulunmaları.

Birçok kadın, peygamber eşi olabilmek için mehirsiz olarak onunla evlenmek istemişlerdir (âyetin ifadesiyle kadınlar kendilerini ona bağışlamışlardır). Bu şartla evlenmesi âyete göre caiz olduğu halde kendisinin bu ruhsatı kullandığına dair örnek yoktur. [50] Ayrıca kendisi, yirmi beş yaşında iken kırk yaşında dul bir hanımla evlenmiş, onunla yirmi beş yıl mutlu bir hayat yaşamış, çocuk sahibi olmuş, Hz. Hatice vefat edinceye kadar da başka bir hanımla evlenmemiştir. Şu halde daha sonra, on yıl gibi kısa bir zaman içinde birçok eşle evlenmesinin cinsel arzuyla izah edilemeyecek sebepleri ve hikmetleri olmalıdır. Fedakârlık eden bazı hanımların ödüllendirilmesi, evlilik yoluyla akrabalık (sıhriyet) bağı kurarak bazı fertleri ve grupları kazanmak, onlarla yakınlık ve dostluk oluşturmak ve bu suretle İslâm'a karşı olan cepheyi zayıflatmak, özel hayatı ve aile ilişkileri başta olmak üzere ümmetin bilmesini istediği hususların eksiksiz zaptedilip başkalarına anlatılmasını, bu amaçla toplumun Peygamber hanımlarının bilgilerinden yararlanmalarını sağlamak bunlardan bazılarıdır. Hanımların da onunla evlenmek istemelerinde birinci saik, peygamber hanımı olarak yaşama ve Ölme şerefine nail olmaktır. Bu sebepledir ki, kendilerini, dünya nimetleri ile Peygamber'den birini seçmede serbest bıraktığında eşlerinin tamamı onu ve Allah nzâsını seçmişlerdir. [51]



51-52. "Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına alırsın" İfadesinden maksat, çeşitli yorumlar arasından bizim tercih ettiğimize göre, beraber kalma süresinin eşit olması mecburiyetinin (kasm) kaldırılmasıdır. Bu izne rağmen Hz. Peygamber, eşlerini incitmemek için eşitliğe riayet etmiştir. [52] Eşleri de ona olan saygı ve sevgileri sebebiyle, boşayabileceğini ima ettiğinde dünyaları yıkılmış, yanlarında eşit kalmaya riayet etmese de, dünya nimet ve ziynetlerinden kendilerini mahrum etse de onun eşi olmayı tercih etmişler, buna razı ve bununla mutlu olmuşlardır. [53]



53-55. Hicâb (perde, örtü) âyeti diye anılan 53. âyet ile onu takip eden iki âyetin gelmesine sebep olarak iki olay nakledilmektedir. Bunlardan birincisine göre Hz. Peygamber'in kayınpederi de olan Hz. Ömer, "Evinize iyiler de kötüler de girip çıkıyor, eşlerine perde arkasında olmalarını söyleseniz!" deyip duruyordu, sonunda hicâb âyeti nazil oldu. En detaylı bir şekilde olayın şahidi Enes b. Mâlik tarafından anlatılan ikinci olay, Hz. Peygamber'in Zeyneb ile evlendiği günün akşamında verdiği düğün yemeği ile ilgilidir. Yemek yendikten sonra davetliler kendi aralarında sohbete dalmışlar, yeni evlileri bir türlü baş başa bırakmamışlardı. Hz. Peygamber birkaç kere dışarı çıkıp girerek rahatsız olduğunu bildirmek istediyse de fayda vermedi, bilhassa sona kalan üç kişi oldukça geç vakitte kalkıp gittiler, Resûlullah tam yatak odasına girmek üzere idi ki bu âyet vahyedildi. [54]

Ayette, kuşkusuz beşerî ilişkiler ve muaşeret kuralları bakımından diğer müslümanlar için de aydınlatıcı olan şu hükümlere yer verilmiştir:

a) Hz. Peygamber'in evine, davet edilmeden yemek maksadıyla girmek yasaklanmıştır.

b)Yemeğe gelenlerin erken gelip yemeğin hazırlanmasını evin içinde bekleyerek hâne halkını rahatsız etmemeleri istenmiştir.

c\ Yemek vendikten sonra davetlilerin kendi aralarında sohbete dalıp evde gereğinden fazla kalmaları menedilmiştİr. Burada Hz. Peygamber'in rahatsız bile olsa bunu sineye çekerek insanları incitmekten geri durduğuna; yani onun güzel ahlâkına, utanıp çekinen kişiliğine, nezaket ve zarafetine de dikkat çekilmiştir.

d) Peygamber eşlerinin her türlü şaibeden, münafıklarla kendini bilmezlerin dedikodu malzemesi olmaktan uzak kalmalarını sağlamak maksadıyla bundan böyle yabancılarla hep perde arkasından görüşüp konuşmaları emredilmiştir.

e) Hz. Peygamber'i üzmek ve kendisinin bırakmasından veya vefatından sonra eşleriyle evlenmek müminlere haram kılınmıştır. 57-58. âyetlerde Resûlullah'ı üzme yasağına müminleri üzmek de eklenmiş, bunları üzenin Allah'ı üzmüş olacaklarına işaret edilmiş ve üzenleri bekleyen korkunç akıbet haber verilmiştir. [55]



56. Türkçe'de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan Salât kelimesinin kök mânası "ateşe tutmak, kizartmak"tır. İnsan kendini ya Allah'a yöneltir, O'na arzeder, O'nun şuurunda olarak yaşar veya O'ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların "salât"ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah'a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah'a vermenin, O'nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Peygamber'e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, "Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?" diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz "salavât-ı şerife"yi öğretmiş, "Bana böyle salât edersiniz" demiştir. [56]Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. [57] Allah'ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetti. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, "rahmet ve övgü" şeklinde tanımlanmıştır.

43. âyette Allah'ın müminlere rahmetiyle lütuflarda bulunduğu, meleklerin de onlara dua ettikleri salât kelimesiyle zikredilmiş, hemen arkasından da bu salâ-tın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah'ın salâtı yalnızca Övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.

"Siz de ona salât ve selâm okuyunuz" emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa Peygamber'e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın nıüstehab (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir[58] İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahabenin, Hz. Peygamber'in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tespitine göre sahabe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürre-şîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s.100-101). Ehl-i sünnet'in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber'e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir. [59]



Meali



59, Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine bürünsünler. Bu tanınıp rahatsız edilmemeleri için en uygun olanıdır. Allah ziyadesiyle bağışlamakta ve çok esirgemektedir. [60]



Tefsiri



59. İffeti koruma amacıyla güzelliklerin kapatılması mânasında örtünme emri daha önce Nur sûresinin ilgili âyetlerinde geçmişti. Burada ise eza ve tacizlerin engellenmesi gayesiyle dışan çıkarken kadınların dış giysi kullanmaları istenmektedir. Hemen bütün tefsirlerin tarihe dayanarak verdiği ortak bilgiye göre Medine evleri dar ve tuvaletsiz idi. Kadınlar ihtiyaçlarını gidermek İçin geceleri evlerinden çıkar, biraz uzaklaşarak ihtiyaçlarını giderir ve dönerlerdi. Bu durumu fırsat bilen bazı münafıklar ve kendini bilmezler uygun yerlerde durur, kadınlara söz ve elle tacizde bulunurlar, yakalandıkları zaman da "Biz onları câriye sandık" derlerdi. Bu mazereti ortadan kaldırmak üzere hür kadınların, dışarı çıkarken, cilbâb ismi verilen dış giysilerine bürünmeleri emredildi. Hz. Ömer, hür kadınları cariyelerden ayırarak asayişi korumak maksadıyla cariyelerin cilbâb kullanmalarını yasaklamıştı, daha sonraki dönemlerde bu yasak kalktı.

el-isfahânf nin el-Müfredafmâa. ("clb" md.) cilbâb, "baş örtüsü ve entari" olarak açıklanmıştır. Başka kaynaklarda "hımâr" denilen baş örtüsünden büyük, vücudun üst kısmına giyilen ridâdan küçük dış örtü olarak tanımlanmıştır. Kelimeye çarşaf mânası verenler de olmuştur. Bu mânanın sözlükte dayanağı bulunmakla beraber cilbâb kelimesine yalnızca çarşaf demenin ilmî dayanağı yoktur.

Konumuz olan Ahzâb sûresinden sonra inen Nûr süresindeki örtünme devamlı ve iffeti korumaya yönelik bir farzdır. Burada emredilen cilbâb giyme ise asayişi korumayı ve tacizi önlemeyi hedefleyen bir geçici tedbirdir. Toplum içinde câriye kalmayınca veya hür-câriye farkını ortaya koyacak başka bir işaret bulunduğunda yahut da tacizi engelleyecek farklı tedbirler alma imkânı hâsıl olunca dışarı çıkarken, usulüne göre tesettür (kapanması gereken yerlerin örtülmesi) yapıldıktan sonra ayrıca bir de, hür kadın alâmeti olarak cilbâb vb. elbiseler giymek gerekli olmaktan çıkmıştır. Genellikle tefsircilerin, "evlerde oturma, zaruret bulunmadıkça dışan çıkmama" emri Peygamber hanımlarına mahsus olduğu halde diğer hanından da bu hüküm çerçevesine almaya çalışmalarını ve dışan çıkarken -tesettüre ek olarak- bîr dış giysiye büriinmeyi devamlı bir farz haline getirmelerini, haklı bir dinî ve ahlâkî gerekçeden çok içinde yaşadıkları çağın ve toplumun âdet ve değerlerine, bir de erkeklerin aşın kıskançlığına bağlamak gerekmektedir. [61]



Meali



60-61. Münafıklar, kalplerinde çürüklük bulunanlar ve Medine'de asılsız haber yayanlar yaptıklarına son vermezlerse seni onların üzerine sevkedece-ğiz; o zaman seninle beraber orada fazla oturamayacaklar, Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olarak nerede bulunsalar yakalanıp öldürülecekler. 62. Bu Allah'ın, daha önce gelip geçenler hakkında koyduğu kanundur; Allah'ın kanununda asla bir değişme bulamayacaksın. [62]



Tefsiri



60-62. İslâm dini, farklı inanç sahipleriyle birlikte yaşamayı reddetmiyor. Farklı inanan ve yaşayanlar yapılan sözleşmeye ve ülkenin kanunlarına, kurallarına riayet ettikleri sürece genel kural olarak müslümanlann hak ve özgürlüklerinden yararlanarak yaşarlar ve gelişirler. Müslüman olmayan tebaa sözleşmeyi bozar, mü si umanlara karsı düşmanlarla is hirli&i vanar veva ülkenin kanunlarına, genel ahlâka ve kamu düzenine aykırı davranırlarsa önce uyarılırlar, sonra da -içinde sürgün ve ölümün de bulunduğu- çeşitli cezalara çarptırılırlar. Medine'de bulunan münafıklarla kalplerinde çürüklük bulunanlar; yani iman-inkâr arasında gidip gelenler, sûrenin başından beri örnekleri verilen çeşitli kötü fiilleri işlemişlerdi. Bunlar içinde halkın moralini bozmak için durmadan asılsız haber yayanlar, müslüman akın-. cılann harekâtı hakkında olumsuz yalan bilgiler verenler de vardı. Âyetler bunlara bir ders vermenin zamanın geldiğini bildiriyor ve gerekli uyarıyı yapıyor. [63]



Meali



63. İnsanlar senden kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. Onlara, "Bunun bilgisi yalnızca Allah'tadır" de. Nereden bileceksin, belki de kıyamet yakında olacak. 64. Allah inkarcıları lanetlemiş, onlara çok yakıcı bir ateş hazırlamıştır. 65. Orada hiçbir koruyucu ve yardıma bulamadan ebedî olarak kalacaklardır. 66. Yüzleri ateşe çevrildiği gün, "Keşke Allah'a itaat etseydik, Resulü dinleseydik" diyecekler. 67. Ve ekleyecekler: "Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. 68. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları ağır bir şekilde lanetle!" [64]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:03 am

Tefsiri



63-64. Kimi inanmadığı kimi merak ettiği için, kimileri alay etmek maksadıyla, bazıları ise korktuğu ve hazır olmak İstediği için insanlar devamlı kıyamet üzerine konuşurlar, birilerinden onun ne zaman kopacağını sorar dururlar. Hz. Peygamber de bu soruya defalarca muhatap olmuş, bazan kendi sözü (hadis) ba-zan da âyetlerle şu cevabı vermiştir: Kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini yalnız Allah bilir, bu bilgiyi bana dahi vermemiştir. Siz onu her zaman bekleyiniz ve imanınızla, güzel ahlâkınız ve davranışlarınızla ona hazır olunuz, inkarcılar ve zalimler de kıyametin vaktim merak edecek yerde orada kendilerini neyin beklediğini[65]



66-68. Allah insanlara akıl vermiş, ona yardımcı olmak üzere peygamberlerle çok değerli bilgiler ve ölçüler göndermiştir. Asıl kullanılacak olan bilgi araçları bunlardır. Bunları bırakıp da din, siyaset, cemiyet, sanat, medya vb. alanlarda meşhur veya karizma sahibi olmuş, otorite kazanmış olan veya öyle sunulan kimseleri taklit edenler, bunların söylediklerini ölçüp biçmeden, tenkide tâbi tutmadan kabul edip uygulayanlar ya doğru yoldan uzaklaşırlar veya tesadüfen onun üzerinde bulunsalar bile bunun şuurunda olamazlar. Hiç kimseyi, dünyada ve âhirette "Filân dedi ben de inandım ve yaptım" gibi bir mazeret kurtaramaz; "insana senin aklın ve iraden neredeydi diye?" sorarlar. [66]



Meali



69. Ey îman edenler! Musa'yı incitenler gibi olmayınız. Allah onun, hakkında söylediklerinden uzak, tertemiz biri olduğunu ortaya koymuştu. Gerçekten o, Allah katında itibarlı idi. 70-71. Ey iman edenler! Allah'a itaatsizlikten sakınınız ve doğru söz söyleyiniz ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder. [67]



Tefsiri



69. Hz. Mûsâ hakkında "bulaşıcı hastalıkları var" şeklinde sözler çıkaranlar, savaşmak gerektiğinde "Sen ve rabbin gidip savaşın, biz burada kalacağız" diyenler, "Bizi Mısır'dan niçin çıkardın? Orada hiç değilse kamımızı doyuruyorduk. Şimdi bu çölün ortasında ne yapacağız?" [68] diye söylenenler olmuş, Allah da peygamberini korumuş, yaptıklarının isabetli, söylediklerinin doğru olduğunu sonuçlarıyla ortaya koymuştu. Münafıklar ile bazı irfanı kıt müslümanlar da zaman zaman Hz. Peygamber'i üzecek sözler söylediler, haberler yaydılar. Eşi hakkında yapılan iftiraya kapılanlar oldu, Zeyneb'le evlendiğinde çıkarılan dedikodulara katılanlar bulundu, ganimet dağıtırken bazı kimselerin müslümanlara dostluğunu veya İslâm'a sevgisini kazanmak için verdiği paylara itiraz edenler çıktı. Hz. Peygamber bir beşerdi, tevazuu ve teklifsizliği sebebiyle imtiyazsız, merasimsiz, külfetsiz bir hayat yasardı. Ama o Allah elçisi, rahmet peygamberi, ilâhî sevginin temsilcisi ve rehberi idi. Onu inciten Allah'ı İncitmiş olurdu, ona karşı edepte kusur etmek, itaatte kusuru da beraberinde getirebilirdi. Bu yüzden müminler uyarılmaktadırlar.

Allah'a itaatsizlikten, onun rızâsına aykın davranışlardan sakınmak mânasın-dakî takva ile aslında buna dahil olmakla beraber önemi sebebiyle ayrıca zikredilen doğru söz, tslâmî erdemlerin iki direği gibidir. Hayat ve ahlâk binasında bu iki direği koruyanlara burada Allah'ın vaad ettiği sonuç gerçekten heyecan vericidir: İşlerin düzeltilmesi, günahların bağışlanması; bir başka deyişle dünya ve âhiret saadeti. Bu iki kazancın, elde edilen bu iki mutluluğun ne kadar Önemli, kapsamlı, büyük ve değerli olduğunu izaha hacet bulunmasa gerektir. [69]



Meali



72. Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. 73. Böyle yaptı ki Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları cezalandırsın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. [70]



Tefsiri



72-73. Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki manasıyla alarak "Allah'ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibarıyla bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği İçin emaneti yüklendiğini" söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve Önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenekte- vnVtenrli&inin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkım yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.

Emanet kelimesinin sözlük anlamı "korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması"dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız "tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe'deki anlamıyla emaneftir. [71] Bunların da tamamım, "insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü" kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara "Niçin böyle yaptın" diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden -ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan- insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aym âyetteki ifadeyle İnsan za-lûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkım verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız İnsanları arasında, Allah'ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse,

sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan

başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir. Âyette geçen

"emanet" Türkçe'deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel

yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi manevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.

Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber'e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen akıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insana bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına İşaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır. [72]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:04 am

32

Secde Suresi

İndiği Yer :

Mekke

İniş Sırası :

75

Âyet Sayısı :

30

Nüzûlü


Mushaftaki sıralamada otuz ikinci, iniş sırasına göre yetmiş beşinci sûredir. Mü'minûn sûresinden sonra, Tûr sûresinden önce Mekke'de İnmiştir. 16-20 veya 18-20. âyetlerinin Medine'de nazil olduğuna dair rivayetler de vardır.[1]



Adı



15. âyetinde gerçek müminlerin teslimiyet ve tevazu İçinde secdeye kapanmalarından söz edildiği için bu adı almıştır. Fussılet sûresinin diğer bir adı da Secde sûresi olduğu için, birbirinden ayırt etmek üzere ona "Hâmîm secdesi", buna da -Lokman sûresinden hemen sonra yer alması sebebiyle- "Lokman secdesi" denmiştir. Aynı amaçla bu sûre, 16. âyette geçen kelimeyle "Madâcı' sûresi" diye de anıhr[2]



Konusu



Önceki sûrenin (Lokman) sonunda Allah'ın birliğinin delillerine ve dünya hayatından sonra gelecek âhiret gerçeğine değinilmişti. Bu sûreye de peygamberlere ve onların getirdiklerine iman konusuyla başlanmıştır. Başta olduğu gibi sonda da ilâhî kudretin delilleri üzerinde düşünme çağrısına temel teşkil eden örnekler verilmiştir. Öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğuna dikkat çekilen sûrede hakiki müminlerin özellikleri ve kavuşacakları nimetlerle inkarcılıkta ısrar edenlerin karşılaşacakları cezalar üzerinde durulmuştur. [3]



Fazileti ve Özellikleri



Hz. Peygamber'in geceleri Secde ve Mülk sûrelerini okumadan uyumadığına dair rivayetler bulunmaktadır. [4]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-mîm. 2. Bu kitabın âlemlerin rabbi tarafından indirilmekte olduğunda asla kuşku yoktur. 3. Buna rağmen "Onu kendisi uydurdu" diyorlar öyle mi? Hayır! O, senden önce kendilerine uyana gelmemiş bir toplumu uyarman için rabbin tarafindan gönderilen hak kitaptır. Umulur ki doğru yolu bulurlar. 4. Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. O'nsuz size ne bir dost ne bir şefaatçi bulunur. Hâlâ düşünüp ders almaz mısınız? 5. O gökten yere her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün işler sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O'nun nezdine çıkar. 6. İşte O, duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bilendir, azizdir, rahimdir. 7. Ki O yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta nisanı çamurdan yaratmıştır. 8. Sonra onun neslini dayanıksız bir suyun özünden meydana getirmiştir. 9. Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve kendi ruhundan ona üflemiş, sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz! [5]



Tefsiri



1. Bazı sûrelerin başında yer alan bu harfler, ayn ayrı okunduğundan dolayı "hurûf-ı mukattaa" diye anılır. [6]



2-3. Resûlullah'm tebliğ görevine başlamasının üzerinden epeyce bir zaman geçmesine rağmen, Mekkeli putperestler hâlâ Kur'an'ı kendisinin uydurduğu iddiasını yayarak etrafmdakileri hak dine girmekten alıkoymaya çalışıyorlardı. Sûreye, dikkat çekme ve uyarma anlamı da taşıdığı kabul edilen “elif-lam-mîm”harfleriyle başlanıp hemen ardından bu kitabın bütün evrenin göriip gözeticisi olan Allah katından geldiği ve kendilerine uzun bir süredir bir uyarıcı gelmemiş bu ilk muhatapların, onu bir nimet sayacakları yerde hak peygamberi uydurmacılıkla İtham etmelerinin çelişki olduğu vurgulanmaktadır.

Hz. Muhammed aleyhisselâmın İlk muhataplarına kendisinden önce uyarıcı gelmemiş olmasından maksadın ne olduğu açıklanırken genellikle bu toplumun ümmî oluşu (ilâhî bir kitaba sahip olmayışı) üzerinde durulur. Her ne kadar âyetin ifade tarzı bu topluma baştan beri hiçbir peygamberin gelmemiş olduğu anlamım düşündürüyorsa da, naklî ve aklî deliller burada kastedilenin şu olduğunu göstermektedir: Bunların hidayet yolunu tanımalarından sonra içine düştükleri dalâlet döneminden beri kendilerine bir uyarıcı gelmemişti. Öte yandan âyetten, Re-sûlullah'ın sırf bu toplumu uyarmak için gönderildiği gibi bir mâna çıkarılması yanlış olur; bu ifadede amaç muhatap kitlesiyle ilgili bir sınırlandırma getirmek değil, ilk muhataplar hakkında Özel bir vurgu yapmaktır. Benzeri bir durum Hz. Peygamber'e gelen ilk vahiylerde uyarma görevine yakınlarından başlamasını isteyen ifadelerde[7] görülür [8] Burada Hz. îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen zaman diliminde yaşayan toplumların (fetret ehli) kastedildiği yönünde bir yorum da yapılmıştır. [9]



4-9. Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O'ndan başka gerçek dost ve hami bulunmadığını far-ketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O'nun yarattıklanndaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir[10]

Tefsirlerde 4. âyette "Allah'tan başka şefaatçinin bulunmadığı" İfade edilirken özellikle müşriklerin şu anlayışlarının reddedildiği belirtilir: Putperestlerin bir kısmı "Bİz göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunduğunu kabul ediyoruz; fakat bu putlar gezegenlerin sureti (sembolü) olduğundan biz onlardan güç ve destele alıyoruz"; bazıları da "Bunlar meleklerin sureti olup bize şefaatçi olacaklardır" diyorlardı. Bu iddiaya karşı âyette Allah'tan başka ilâh bulunmadığı gibi Allah'ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefaatçi de olamayacağı bildirilmektedir [11] Allah şefaat eden değil, katında şefaat edilendir. Ancak, O'nun katında şefaat edecekler O'na rağmen, O'ndan bağımsız olarak değil, O'nun izin ve rızasıyla şefaat edebileceklerdir. [12]

7. âyette geçen Cenâb-ı Allah'ın yarattığı her şeyi güzel kıldığına ilişkin ifadeyi Zemahşerî şöyle açıklar: Allah Teâlâ'nın yarattığı her şey hikmetin gereklerine ve maksada uygunluk ilkesinin icaplarına göre düzenlenmiştir; güzellik bakımından kendi aralarında derecelendirilebilirse de bütün yaratılmışlar güzeldir. "Güzel yapma" anlamına gelen "ahsene" fiilinin Arapça'dakİ bazı özel kullanımlarından hareketle bu cümleyi "Her bir şeyi nasıl yaratacağını çok İyi bilir" şeklinde anlayanlar da olmuştur (III, 219). Bu ifade için yapılan diğer bazı yorumlar şöyledir: a) Allah gerek güzel gerekse çirkin her şeyi yaratmakla mükemmel bîr sanat ortaya koymuştur; b) Her şeyi uygun biçimde ve yerli yerince yaratmıştır; c) Yarattığı her şeye muhtaç olduğu bilgiyi ilham etmiş yani onları fonksiyonlarına uygun biçimde programlamıştır. [13]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:04 am

Meali



10. İnkarcılar şöyle derler: "Toprakta kaybolup gittiğimizde mi biz yeniden yaratılacakmışız?" Aslında onlar rablerinin huzuruna çıkacaklarım inkâr etmektedirler. 11. De ki: ''Sizin için görevlendirilmiş bulunan ölüm meleği canınızı alacak, sonra rabbinize döndürüleceksiniz." 12. O günahkârları rablerinin huzurunda başlarını önlerine eğmiş halde şöyle derlerken bir görsen: "Rabbimiz! Gördük ve işittik; bizi geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık!" 13. Dikseydik elbette herkesin doğru yolda yürümesini sağlardık. Fakat şu sözüm mutlaka gerçekleşecek: Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım! 14. (Onlara denecek ki "Bugünle karşılaşmayı unutmanız sebebiyle cezayı tadın bakalım! İşte şimdi biz de sizi unuttuk; haydi yaptıklarınızın bedeli olarak ebedî azabı tadın şimdi!" [14]



Tefsiri



10, İnkarcıların toprağa kanşıp gittikten sonra yeniden yaratılmayı alaycı bir üslûpla eleştirmelerine değinilmekte ve "Aslında onlar rablerinin huzuruna çıkacaklarını inkâr etmekteler" denilerek, onların Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerini, bir başka anlatımla sadece öldükten sonra dirilmeyi değil bütünüyle âhi-
ret hayatını inkâr ettiklerine dikkat çekilmektedir. [15] Âyetin ifade akışı, onların bu tutumunun, Allah'ın varlığını inkâr etmekten değil, cesetlerin çürümesinden sonra yeniden can kazanmasını kabullenmek İstememelerinden kaynaklandığını göstermektedir; nitekim başka birçok âyette de belirtildiği üzere onlar Allah'ın varlığını ve kudretini kabul etmekteydiler. [16]



11. Bu âyette ve birçok hadiste[17] insanların canını almakla görevlendirilen melekten ölüm meleği diye söz edilmektedir. Bu kavram ve Tanrı tarafından Ölümü gerçekleştirmek üzere melek veya meleklerin görevlendirildiği inancı Yahudilik'te ve Hıristiyanlık'ta da vardır. Rabbİlere (yahudi din bilginlerine) ait eserlerde ondan fazla ölüm meleği adı yer alır ki bunlardan biri AzraePdir. İslâmî literatürde ve müslümanlar arasında da ölüm meleğinin Azrail adıyla anılması yaygınlık kazanmıştır. Azrail kelimesi muhtemelen İbrânîce asıllı olup Kur'ân-ı Kerîm'de ve sahih hadislerde geçmemektedir. Burada ve başka bazı âyetlerde can almakla görevli melek hakkında tekil kalıbı kullanıldığı halde, bir kısım âyetlerde de[18] kelimenin çoğul şekli (melâİke) kullanılmıştır. Buradan hareketle bu âyette geçen ve Azrail olarak bilinen meleğin ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu veya meleklerden yardımcılarının bulunduğunu söylemek mümkündür. Bazı âyetlerde, ölüm meleklerinin kötülüklerden korunan müminlerin ruhlarını kabzederken şefkat ve merhametle davranıp kendilerine selâm verdikleri (Nahl 16/32), kötülüklere saplanarak kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken ise yüzlerine ve arkalarına vurarak onlara karşı sert ifadeler kullandıkları[19] belirtilirse de; Azrail'in dünyayı kaplayacak kadar büyük, yetmiş bin ayaklı, dört bin veya dört kanatlı, canlıların sayısınca gözü ve dili, dört tane yüzü olduğu, bir kimsenin canını alacağında Allah'ın önüne düşürdüğü yapraktan onun ismini okuyup onu kırk gün sonra öldürdüğü gibi bilgilerin Kur'an ve sahih hadislerden dayanağı bulunmamaktadır; bu tür hurafeler Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde müslüman olan bazı yahudi mühtedilerin rivayet ettikleri îsrâiliyât türünden haberlere dayanmaktadır. [20]



12-14. Bu âyetlerde âhiret sahnelerinden biri canlı bir biçimde tasvir edilip güçlü bir uyan yapılmaktadır: Dünya hayatının var ediliş hikmeti olan sınavın süresi sona erdikten sonra iman etmenin ve pişmanlık sergilemenin hiçbir değeri olmayacaktır; bu sebeple herkes ecel gelip çatmadan aklını başına toplamalı ve Allah'ın ezelî ilmindeki gerçekle yüz yüze gelmeden kendisine tanınan fırsatı değerlendirmelidir. Yüce Allah dileseydi elbette herkesin dünya hayatında doğru yolu izlemesini sağlayabilirdi; fakat O bu hayatı şuurlu varlıklar için bir imtihan alanı kılarak anlamlandırmayı murad etmiş, yükümlü tuttuğu varlıklara da bunu bildirmiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ'nın cehennemi hem insanlardan hem de cinlerden bir kısmı ile dolduracağını haber vermesi onları peşinen mahkûm etme değil, aksine kendilerine tanınan fırsatı hatırlatma anlamı taşımaktadır. Nitekim 14, âyette, günahkârlara verilen cezanın gerekçeye bağlandığı, bu cezanın mutlaka kendi yaptıklarına karşılık olduğu belirtilmektedir. Ayrıca birçok âyet ve hadiste, kişinin işlemediği bir günahtan ötürü ceza görmeyeceği, hatta şartlarına uygun bir tövbe ve benzeri vesilelerle günahlarının bağışlanacağı, buna karşılık yaptığı her iyiliğin de karşılığım göreceği bildirilmiştir. Şu halde 13. âyetten çıkarılması gereken sonuç şu olmaktadır: Cennet ve cehennem sembolik bir anlatımın öğelerinden ibaret sa-nılmamalı, vahiy yoluyla âhiret hayatına dair verilen bilgiler sorumluluk bilincini sürekli biçimde zinde tutmayı sağlayan birer gerçeklik olarak algılanmalıdır.

12. âyette geçen "mücrimin" kelimesinin sözlük anlamı "suçlular, günahkârlar" olmakla beraber, burada öncelikle -10 ve 11. âyetlerde belirtildiği üzere- öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerden ve dünyada iken inanmadıklarını âhirette itiraf edenlerden söz edildiği için bu kelimeyi "inkarcılar" şeklinde anlamak gerekir. 14. âyette inkarcıların âhiret gününü hatırdan çıkarmasından ve buna karşılık âhirette de ellerinden tutulmamasmdan söz edilirken "unutmak" anlamına gelen nisyân masdanndan türetilmiş fiiller kullanılmıştır. Bazı müfessirler bunlardan birincisini gerçek anlamda "unutmak" yani hiç hatırına getirmemek şeklinde anla-mışlarsa da, tefsirlerde daha çok birincisinde inkarcıların dinî bildirimleri ihmal ve terketmeleri, ikincisinde de İlâhî yardımdan yoksun bırakılıp ateşe terkedİlmeleri anlamına ağırlık veren yorumlar yapılmıştır. [21]



Meali



15. Âyetlerimize gerçekten iman edenler ancak o kimselerdir ki, banlarla kendilerine öğüt verildiğinde büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve rablerini hamd ile teşbih ederler. 16. Korku ve ümit içinde rablerine ibadet ve dua etmek üzere vücutları yatak görmez, kendilerine verdiğimiz muttan da Allah için harcarlar. 17. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için saklanan mutlulukları hiç kimse bilemez. 18. İman etmiş kimse günaha batmış kimse gibi olur mu? Bunlar elbette eşit değildirler. 19. İman edip iyi işler yapanlar için, yapmış olduklarına karşılık, hazır olarak onları bekleyen, huzur içinde kalacakları cennetler vardır. 20. Günaha batanların varacaktan yer ise ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine şöyle denir: "Asılsız saydığınız cehennem azabını tadınız!" 21. Belki dönüş yaparlar diye, onlara o büyük azaptan önce daha yakın azaptan muhakkak tattıracağız. 22. Kendisine rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz, günahkârlara lâyık oldukları cezayı mutlaka veririz. [22]



Tefsiri



15-19. İnkarcıların hakikatleri açık seçik gördükten sonra "Artık kesin olarak inandık" diyeceklerim, ama bunun Allah katında bir değer taşımayacağını bildiren âyetleri takiben, kimlerin gerçek mânada iman etmiş sayılacakları açıklanmakta, bu kapsamdakilerin övgüye lâyık hallerinden ve kendileri için hazırlanan nimetlerin eşsizliğinden söz edilmektedir. Buna göre gerçek müminler Allah'ın âyetlerine sırf O'nun katından gelmiş olduğu için teslimiyet gösterenlerdir. Müminlerin övgüyle anılan özelliklerinin başında kibirden uzak olmaları, Allah'ın âyetlerine derin bir saygı duymaları ve rablerini hamd ile teşbih etmeleri gelmektedir. Bu da kişinin ancak, kendisi için en büyük değerin yüce yaratıcıya kul olma idrakinde yattığını anlaması halinde evrendeki yerini iyi belirleyebileceğini ve insana yaraşır bir hayat sürmeyi başarabileceğini göstermektedir.

İbn Âşûr, burada müminlerin Allah'ın âyetleri hatırlatıldığında hemen secdeye kapanmalarından ve rablerini hamd İle teşbih etmelerinden söz edilmesinin, imanın en üst düzeyinde bulunanları ve Resûlullah'ın ashabının o gün bilinen bir durumunu anlatmak üzere yapılmış bir tasvir olduğunu, dolayısıyla bu nitelikleri taşımayanların gerçek mânada iman etmiş sayılmayacakları gibi bir anlam çıkarılamayacağım belirtir (XXI, 227-228). Secdeye kapanmanın tam teslimiyetin ve kulun mabuduna olan derin saygısının sembolü olduğu ve âyette büyüklük tasla-manıaya özel vurgu yapıldığı dikkate alındığında, kanaatimizce, o dönem için dahi lafzı bir yoruma gitmeksizin, burada Allah'a gayb yoluyla iman etme, kulluk tevazuu ve bilinci içinde O'na gönülden teslimiyet ve saygı göstermenin övüldüğü anlamı Öne çıkarılabilir.

Âyetin, "vücutları yatak görmez" diye çevrilen kısmını lafzen "yanlan yataklardan ayrı kalır, uzak durur" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Tefsirlerde, burada övgüyle sözü edilen müminlerin Allah'ı anmak, O'na yalvarmak, ibadet etmek ve özellikle nafile namaz kılmak için gece uykularını terketmelerinin kastedildiği yorumuna ağırlık verildiği ve değişik gece namazı türlerinin zİkredildiği görülmektedir. [23] Burada daima Allah'ı anan ve O'nu asla dilinden, gönlünden uzak tutmayan müminlerin kastedildiği yorumunu yapanlar da olmuştur [24] Ayette geçen korku ve ümit, bir taraftan Allah'ın azabına uğramaktan endişe duyarken diğer taraftan da O'nun rahmetinden ümit kesmemek şeklinde açıklanır. Müminin hayata ve geleceğe bakışı konusunda dengeli olmayı öğütleyen bu içerikteki âyet ve hadislerden hareketle İslâm âlimleri havf ve recâ terimlerini geliştirmişlerdir. Özellikle tasavvufta bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur. [25]

15-16. âyetlerde müminlerin övgüyle anılan özelliklerinin başında kişinin rabbine mutlak saygı ve teslimiyet içinde bulunması gelmektedir. Böyle bir İmanın davranışlara yansıması da İki yönlü olmaktadır. Bu tezahürün psikolojik yönü,insanın kendisini sürekli kontrol altında tutabilmesi, ne kadar geniş imkânlar içinde veya ne büyük mahrumiyetlerle karşı karşıya olursa olsun kendisini olayların akışına bırakıvermemesi, özellikle ibadet ve duadan güç alarak bir irade sınavı içinde olduğunun bilincini koruması; sosyal yönü de, kişinin içinde yaşadığı sosyal ortamı ve başkalarına karşı ödevlerini görmezden gelmemesi şeklinde ifade edilebilir ki, âyette "Kendilerine verdiğimiz nzıktan da Allah için harcarlar" bu-yurularak bu hususa dikkat çekilmiştir. [26]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:04 am

Dünya hayatını İnsana yaraşır biçimde değerlendirebilenlerin âhiretteki en büyük ödülleri Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğunu öğrenmeleri olacaktır. Dünyadaki güzel davranışları karşılığında orada verilecek nimetlerin bu hayattaki tasavvurlara sığmayacağı birçok âyet ve hadisten anlaşılmaktadır. Resûl-İ Ekrem Cenâb-ı Allah'ın "Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hayal edemeyeceği şeyler hazırladım" buyurduğunu ifade ettikten sonra Secde sûresinin 17. âyetini okumuştur. [27] 19. âyette geçen "cennetü'l-me'vâ" tamlamasını bazı âlimler müstakil bir isim olarak düşünmüşlerdir; bu anlayışa göre tamlamayı "Me'vâ cenneti" şeklinde ve bir özel isim tarzında çevirmek gerekir. Fakat hâkim kanaate göre burada geçen "sığınılacak, barınılacak yer" anlamındaki me'vâ kelimesi cenneti nitelemektedir. [28] bu sebeple, belirtilen tamlama, mealinde "huzur içinde kalacakları cennetler" şeklinde çevrilmiştir. [29]



20-22. İlk cümlede geçen ve sözlükte "günah işlemek" anlamına geten "fese-ka" fiilinin buradaki bağlamında -başka bazı âyetlerde de olduğu gibi- günahların en büyüğü olan "inkarcılıkta diretme" mânasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple, 20. âyette sözü edilen kişiler mealinde "günaha batanlar" şeklinde ifade edilmiştir. Tefsirlerde genellikle, 21. âyette geçen "büyük azap"tan maksadın âhi-ret azabı olduğu belirtilir; "yakın azap" ise daha çok dünya hayatındaki belâ ve sıkıntılar şeklinde açıklanır. Bazı müfessirler bunu kabir azabı olarak yorumlamışlar; İbn Mes'üd'dan da burada müşriklerin Bedir Savaşı'nda mağlûp olacaklarına işaret bulunduğu yorumu nakledilmiştir. [30] İnkarcılık günahına saplananlara yakın azabın mutlaka tattınlaca-ğı ve bunun tuttukları yanlış yoldan dönmelerine fırsat verme amacı taşıdığı belirtildiğine göre, bu ifadeyle söz konusu kişilerin dünya hayatında vicdan muhasebesi yapmalarına imkân sağlayan özellikle maddî-mânevî sıkıntılara ve bunalımlara mâruz bırakılmasının kastedildiği söylenebilir. Müteakip âyette kendisine bu tür fırsatlar sağlandığı halde bağnaz tutumunda direnen kişinin haksızlığın zirvesine tırmanmış ve artık cezayı kesin olarak hak etmiş olduğunun belirtilmesi de bu mânayı desteklemektedir. [31]



Meali



23. Andolsun biz Musa'ya kitabı vermiştik; senin de ona kavuşacağından şüphen olmasın ve biz onu

İsrâiloğulları için kılavuz yapmıştık. 24. Sabredip âyetlerimize kesin olarak iman ettikleri zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yolu gösteren rehberler tayin etmiştik. 25. Muhakkak ki rabbin, ihtilâf edip durdukları hususlarda kıyamet günü onların arasında hükmünü verecektir. 26, Halen yurtlarında gezip dolaştıktan kendilerinden önceki nice nesilleri yok etmiş olmamız, onların doğru yolu görmelerim sağlamadı mı? Bunlarda elbette ibretler var. Hâlâ kulak vermeyecekler mi? 27. Görmediler mi ki biz, kupkuru yerlere suyu ulaştırıyoruz da onunla gerek hayvanlarının gerekse kendilerinin yediği ekini çıkarıyoruz. Hâlâ ibret gözüyle bakmayacaklar mı? 28. "Eğer söylediğiniz doğru ise bu hüküm ne zaman?" diye soruyorlar. 29. De ki: "İnkâr edenlere o hüküm günü inanmaları fayda vermeyecek ve kendilerine mühlet de tanınmayacak! 30. Artık sen onlara aldırma ve bekle. Zaten onlar da bekliyorlar. [32]



Tefsiri



23. Âyetin, "ki senin de ona kavuşacağından şüphen olmasın" şeklinde çevrilen kısmında yer alan "o" zamirinin neyin veya kimin yerini tuttuğu hususundaki tercihe göre bu kısım için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunların başhcalan şöyledir: a) O kitabın Musa'ya ulaşmış olmasından kuşku duyma, b) Musa'nın Allah'a kavuşmasından yani o kitabı vahiy olarak Allah'tan aldığından şüphen olmasın, c) Musa'ya (Mi'rac gecesinde veya âhirette) kavuşacağından kuşkun olmasın, d) Musa'nın karşılaştığı durumlarla yani bazı eziyetlerle senin de karşılaşacağında tereddüdün olmasın, e) Senin de kitaba kavuşacağından şüphen olmasın[33]

Ayette sûrenin başında değinilen hususıi yani Kur'an'm âlemlerin rabbi olan Allah tarafından indirildiği gerçeğini teyit için Hz. Mûsâ örneğine yer verilmektedir. Şu halde burada Yûnus sûresinin 94. âyetinde olduğu gibi, Hz. Muhammed'e, yakın çevresindekilerin bildiği üzere önceki bazı peygamberlere nasıl Allah tarafından vahiy ve kitap verilmişse kendisine de yine O'nun katından bir kitap verilmekte olduğu ve Hz. Mûsâ gibi kendisinin de bu vahyin tamamını alacağından şüphe duymaması gerektiği bildirilmektedir. [34] Burada ilâhî kitaplar arasındaki kaynak ve öz birliğine işaret bulunduğu fikrine de dikkat çekildiği söylenebilir; fakat Süleyman Ateş'in "Bu âyetlerden de Kur'an'da ma'rife olarak kullanılan "el-kitâb" İle, daha önce Musa'ya ve ondan sonraki peygamberlere verilmiş olan Tevrat ve eklerinin kastedildiği anlaşılmaktadır" (VII, 130-111) şeklindeki düşüncesine, özellikle Kur'an'ı Tevrat'ın "eki" olarak nitelemesine katılmak mümkün değildir. [35]



24. Kur'an'in birçok yerinde İsrâiloğullan'na verilen nimetlerden ve kendilerine sağlanan üstünlükten söz edilir. Fakat burada da vurgulandığı üzere içlerinden doğru yolu gösteren rehber ve önderler çıkarılması şeklinde tezahür eden büyük nimet, onların sağlam bir imana sahip olmaları ve Allah'ın buyruklarına uyma hususunda güçlüklere karşı direnmeleri, inançlarını muhafazada azim ve sebat göstermeleri şartına bağlanmıştır. Bu niteliklerini kaybettiklerinde nimeti ve ilâhî desteği de hak etmez duruma düşmüşlerdir. Onların bu konudaki zaaflarına da Kur'an'da değişik vesilelerle değinilmiştir. Âyetin "lemmâ saberû" şeklindeki kısmı "limâ saberû" şeklinde de okunmuştur; bu sebeple belirtilen kısma birinci kıraate göre "iman edip sabrettikleri zaman, sürece" mânası verilebileceği gibi ikinci kıraate göre "iman edip sabrettikleri için" anlamı da verilebilir. [36]



25-30. Allah katından gelen bildirimleri düzmece olarak niteleyen inkarcılara evrendeki olaylar ve bunlara yön veren yüce kudret üzerinde düşünme çağrısı yaparak başlayan sûre, buna paralel bir içerikle, fakat bütün bu uyarı ve yol gös- » ısrar «tenler kin acı akıbetin kaçınılmaz olduğu ve Peygamber'in de bu hususta başka yapacak bir şeyi bulunmadığı bildirilerek sona ermektedir. İnsanlar, Allah'ın kudreti karşısında kendilerinin ne kadar âciz olduğunu ve O'nun vaadinin gerçekliğini anlamaları için 26. âyette arkeoloji gibi beşerî bilimlerin, 27. âyette de jeofizik ve ziraat gibi pozitif bilimlerin verileri ışığında düşünmeye davet edilmekte, 28. âyette yine de hesap gününe inanmamakta direnen ve bu yöndeki uyarıları hafife alan kimselerin bulunduğu belirtilmekte, 29. âyette o gün gelip çattığında "iman ettik" demenin yarar sağlamayacağı hatırlatılmakta, son âyette de Resûl-i Ekrem'in ve onun yolundan giderek gerçekleri tebliğ etmeye çalışanların İnatla İnkarcılıklarını koruyanları zorla iman dairesine dahil etmek gibi bir görevlerinin bulunmadığı, tebliğ görevi yapıldıktan sonra onlan irade smavı ile baş başa bırakmak gerektiği bildirilmektedir. 28. âyetin "bu hüküm ne zaman?" şeklinde çevrilen kısmı, "Aramızdaki kesin hüküm ne zaman verilecek?" veya "Sözünü ettiğiniz bu mükâfat ve ceza ne zaman gelecek?" şeklinde açıklanmıştır. 29. âyetin "o hüküm günü" şeklinde tercüme edilen kısmı için "Bedir zaferinin kazanıldığı gün" veya "Mekke'nin fethedildiği gün" anlamını verenler olmuşsa da âyetin bağlamı burada kıyamet gününün kastedildiğini göstermektedir. [37]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:05 am

31

Lokmân Suresi

İndiği Yer:

Mekke

İniş Sırası:

57

Âyet Sayısı:

34

Nüzulü


Mushaftaki sıralamada otuz birinci, iniş sırasına göre elli yedinci sûredir. Sâffât sûresinden sonra, Sebe' sûresinden önce Mekke döneminin ortalarında inmiştir. 27-28. âyetlerin veya 27-29. âyetlerin Medine'de indiği söylenirse de bu yöndeki rivayetler güvenilir bulunmamıştır.[1]



Adı



12 ve 13. âyette Hz. Lokmân'ın adı geçtiği için Lokman adını almıştır.[2]



Konusu



Konusu Lokmân'ın oğluna öğütlerini içeren âyetlerde özetlenen şirk inancının yasaklanması, ana babaya saygı gösterip meşru buyruklarına uyma, sorumluluk duygusu, iyilik için çalışma, sabır, tevazu gibi dinî ve ahlâkî ödevlerdir. Daha sonra putperestleri şirkten vazgeçirmeyi ve onlara kurtuluş yolunu göstermeyi amaçlayan bilgiler, kanıtlar ve uyarılara yer verilmiştir. [3]



Meali



Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-mîm. 2-3. Bunlar, güzel işlerin peşinde olanlara hidayet ve rahmet kaynağı olan hikmetli kitabın âyetleridir. 4. Namazlarını özenle kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananlar. 5. İşte rablerinden gelen doğru yol üzerinde olanlar onlardır, kurtuluşa erenler de Yalnız onlardır. [4]



Tefsiri



1. Bazı sûrelerin başında bulunan bu harflere "hurûf-ı mukattaa" denir. [5]



2-5. Kitaptan maksat Kur'ân-ı Kerîm veya onun, bu sûrenin öncesinde inmiş olan kısmıdır. Kur'an'm niteliği olarak zikredilen hakîm kelimesi, onun en doğru ve en yararlı bilgiler içerdiğini ifade eder; 3. âyetteki hüdâ ve rahmet kelimeleri de bu anlamı açmaktadır. Kur'an âyetleri insanlık İçin bir nimet olmakla birlikte onlardan ancak "güzel işler peşinde olanlar" yararlanabileceklerdir. 4. âyette bu kimselerin Özellikleri namazı özenle kılmak, zekâtı vermek ve âhirete kesin olarak inanmak şeklinde özetlenirken Allah'a iman şartının açıkça belirtilmesine gerek görülmemiştir, çünkü 3. âyetin sonundaki "muhsİn" kelimesinin maştan olan "ihsan" kavramı Allah'a imanı da içermektedir. [6] Nitekim bir hadiste ihsan, "Allah'a O'nu görüyormuş gîbi ibadet etmektir" buyurulmuştur. [7]

Bu sûrenin indiği dönemde henüz beş vakit namazın ve zekâtın farz kılınmadı ğı dikkate alınırsa buradaki namazı umumi mânada Allah'a "ibadet ve dua" veya o dönemdeki şekliyle namaz, zekâtı da bilhassa o sıralarda putperestlerin zulüm ve baskısı altında büyük sıkıntılar yaşayan müsl umanlar için özel bir önem taşıyan "malî dayanışma" olarak anlamak yerinde olur. [8]



Meâli



6. İnsanlar arasında öyleleri vardır ki bilgisiz olarak başkalarım Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence vesilesi kılmak için eğlendirici sözleri satın alırlar; işte bunları alçaltıcı bir azap bekliyor. 7. Böyle birine âyetlerimiz okunduğunda sanki kulaklarında ağırlık varmış da onu işitemiyorrauş gibi büyüklük taslayarak sırt çevirir; ona acıklı bir azabı müjdele! 8-9. iman edip hayırlı işler yapanlara gelince onları da nimetlerle dolu, içinde ebedî kalacakları cennetler bekliyor. Bunu Allah gerçek olarak vaat] etmiştir. O azizdir, hakimdir. 10. O, gökleri görebileceğiniz herhangi bir destek olmadan yarattı, sizi sarsmaması için yere sağlam dağlar yerleştirdi, orada her türlü canlının çoğalmasını sağladı. Biz, gökten su indirip (bununla) yeryüzünde her türden faydalı bitkiler bitirdik. 11. İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır; şimdi gösterin bana, O'ndan başkası ne yaratmış! Hayır, zalimler açık bir sapkınlık içindedirler. [9]



Tefsiri



6-7. Dünyada maddî haz ve mutluluktan başka gayeleri olmayan insanlar, başkalarını da bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak, alıkoymak, boş şeylerle uğraşmak maksadıyla akıl ve bilgi temeline dayanmayan anlamsız, içi boş sözlere (veya bir yoruma göre) çalgılı eğlencelere kendilerini kaptırır, hayatın gayesini bunlardan İbaret görür, bunlara para harcar; bunları konuşup bunları dinlerler; Allah'ın hikmetli, anlam yüklü ve dolayısıyla kurtarıcı âyetleri kendilerine okunduğunda ise büyüklenerek bunlara kulak tıkayıp sırt çevirirler. Böylece inançlı ve inkarcı kesimler arasındaki temel bir mantık ve zihniyet farkı ortaya konmaktadır.

"Eğlendirici söz" diye çevirdiğimiz 6. âyetteki "lehve'l-hadîs" deyimi klasik tefsirlerin çoğunda mûsiki olarak açıklanmış ve bazı tefsirlerde bu âyete dayanılarak şarkı söylemenin, çalgı çalmanın, dinlemenin, bu işin ticaretini yapmanın haram olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu deyimin şirk İnancı içeren sözler veya daha genel olarak insanlar için herhangi bir fayda getirmeyen boş ve lüzumsuz konuşmalar olduğu yolunda görüşler de zikredilmektedir. [10] İmam Mâlik bir soru üzerine âyetteki "Allah yolundan saptırmak için" ifadesine dayanarak, "Eğer (müzik) İnsanı Allah'a karşı görevlerinden alıkoyuyorsa haramdır" demiştir. [11] Kurtubî mûsikinin haram olduğu yolunda aktarılan bazı rivayetleri sıraladıktan sonra ünlü fıkıh bilgini Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'ye[12]dayanarak kendi görüşünü özetle şöyle belirtir: İnsanların kötü duygularım tahrik eden, haramları öven şarkıların haram olduğu açıktır; ancak bu tür sakıncalar taşımayan; bayram, düğün gibi sevinçli ve mutlu zamanlarda veya dinlenmeye ve rahatlamaya ihtiyaç duyulduğu durumlarda caizdir (XIV, 55-56).

Bize göre -Taberî'nin de belirttiği gibi (XXI, 63)- lehve'l-hadîs deyiminin özel olarak şarkı ve mûsiki anlamına geldiğine dair âyette herhangi bir işaret bulunmadığına göre bu deyimin anlamını musiki olarak sınırlamak doğru değildir.Bu iki âyette özetlenen İnkarcı psikoloji ve tavır dikkate alındığında bunun, genel olarak müşriklerin, ilâhî mesajın insanlar üzerindeki etkisini kırnak İçin ileri sürdükleri içi boş iddialar, laf cambazlıkları şeklinde yorumlanması gerekmektedir. Nitekim 6. "âyetteki "bi-gayri ilm" (bilgisiz olarak) tabiri de bunu desteklemektedir. Eğer mûsiki, şiir vb. etkinlikler böyle bir kötü amaca alet ediliyorsa bunu yapanlar da âyetin eleştiri kapsamına girer. Ayrıca burada, sadece o dönemdeki inkarcıların söz konusu tutumları değil, hangi dönemde olursa olsun "Ailah"ın yo-lu"nu tıkama amacına yönelik zihniyet ile bunun ürünü olan tavır, tenkit ve faaliyetler de eleştirilmektedir.

"Tür" diye çevirdiğimiz zevç kelimesi, sözlükte "eş, bir şeyin zıt yönden dengi, eşiti, bileşik varlığın her bir öğesi" anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî kelimeyi, "varlıklar topluluğunu oluşturan her bir tür" anlamında da açıklamış olup[13] mealinde bu açıklama dikkate alınmıştır. [14]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:05 am

Meali



12. Andolsun ki vaktiyle Lokmân'a hikmeti vermiş, şöyle demiştik: "Allah'a şükret, O'na şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük eden de bilmelidir ki Allah zengindir, her türlü övgüye lâyıktır." 13. Lokman, oğluna öğüt verirken ona şöyle dedi: "Sevgili oğlum! Allah'a ortak koşma; çünkü O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır." 14. Biz insana ana babasıyla ilgili öğütler verdik. Annesi, güçten kuvvetten düşerek onu karnında taşımıştır; çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bunun için (ey insan), hem bana hem ana babana minnet duymalısın; sonunda dönüş yalnız banadır. 15. Eğer ana baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarda bu durumda onlara uyma; yine de onlara dünyada iyi davran; yüzünü ve Özünü bana çevirenlerin yolunu izle; dönüşünüz yalnız banadır, O zaman yapıp ettiklerinizin sonucunu size bildireceğini. 16. Lokman, "Sevgili oğlum" (dedi), "yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklansa veya göklerde yahut yerin dibinde bulunsa yine de Allah onu açığa çıkarır. Kuşkusuz Allah her şeyi bütün gizlilikleriyle bilir, O her şeyden haberdardır. 17. Yavrucuğum, namazını özenle kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, basma gelene sabret. İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir. 18. Gurura kapılarak insanlara burun kıvırma, ortalıkta çalım satarak yürüme; unutma ki Allah gurura kapılıp kendini beğenen hiçbir kimseyi sevmez. 19. Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini yükseltme; çünkü seslerin en çirkini eşek sesidir." [15]



Tefsiri



12-13. Lokman, Kur'ân-ı Kerîm'de ismi sadece bu sûrede geçen, aynı zamanda sûrenin de ismiyle anıldığı sâlih bir kişidir. Âlimlerin çoğunluğu, Lok-mân'ın peygamber olmadığını, ancak Allah'ın kendisini bilgi ve hikmetle şereflendirdiğini belirtirler. İslâm öncesi Arap toplumunda da onun bilge bir kişi olduğu kabul edilir, saygıyla anılırdı. İslâm tarihi kaynaklarında ve tefsirlerde soyu, milliyeti, hayatı ve sözleriyle ilgili güvenilirliği tartışmalı çeşitli rivayetler vardır. [16]

Müfessirler 12. âyette Loknıân'a verildiği bildirilen hikmet kelimesini, "din konusunda derin bilgi, sahih inanç, akıl, yerinde ve doğru konuşma, isabetli görüş ve davranış" olarak açıklamışlardır. [17] Hikmet hem doğru bilgi, inanç ve düşünceyi hem de bu zihnî birikimin mümkün olan en mükemmel şekilde hayata geçirilmesini ifade eder.

Bilgi birikimi olan bir insan bu birikimini doğru, yerinde ve gerektiği ölçüde kullanmaz yahut yanlış yerlerde kullanırsa bu insana âlim denebilirse de hakîm denemez; çünkü hikmet kavramı, "bilgiyi yerli yerince kullanma" anlamına da gelir. Buna göre bilgisini doğru ve gerektiği şekilde kullanmayan insan, bilginin şükrünü verine getirmemiş olur; bilgisini belirtildiği şekilde kullanan ise şükür ödevini yerine getirdiği gibi bunun faydasını da yine kendisi görmüş, yani bilgisini değerlendirmiş ve sonuçta onu kendisi için faydalı hale getirmiş olur. 12. âyette "O'na şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur..." buyurulurken bu gerçeğe de işaret edilmiştir.

Lokmân'a verilen hikmetin çerçevesi çizilirken tevhid inancının başta geldiği görülmektedir. Esasen bu, şükrün de birinci şartıdır; bu sebeple Lokman, kendisi Allah'ın birliğine inandığı gibi oğluna da şirkten uzak durmayı öğütlemiştir. Âdil olmayan hakîm olamaz; adalet, "her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermek"tir. Herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşan yani Allah'tan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyen kişi, Allah'ın hakkı olan tanrılığı başkasına vermiş, böylece haksızlık (zulüm) yapmış demektir; üstelik bu tutum, haksızlıkların en büyüğüdür. Bu sebeple âyette "O'na ortak koşmak çok büyük bir haksızlıktır" buyu-rulmuştur. Esasen İslâm'ın en başta şirki ortadan kaldırmayı hedeflemesi de Allah'a ortak koşmanın, bütün kötülüklerin başında geldiği ve diğer birçok kötülüğün temel sebebi olduğu anlayışına dayanır. [18]



14-15. Sûrenin Lokmân'a ayrılan bölümünde, araya ana babaya itaat konusundaki bu iki âyetin girmesiyle ilgili iki farklı açıklama yapılmıştır. Bir yoruma göre bu iki âyet de Lokmân'a ait sözlerdir. Buna göre âyetin başında "Allah bana buyurdu ki..." şeklinde bir ifade takdir etmek gerekir. Diğer bir yoruma göre bu âyetler araya sokulmuş bir açıklama (i'tirâzıyye) mahiyetinde olup amaç, ana babaya saygının Önemini, ayrıca bunun sınırını ve Allah'a saygıyla ilişkisini ortaya koymaktır.

"Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur" şeklinde çevirdiğimiz ifade, emzirmenin normal süresi İki yıl kadar olmakla birlikte bunun mutlaka tamamlanması gerekmediğine, ana-baba isterlerse çocuğun iki yıl dolmadan da sütten kesebileceğine işaret eder. [19]

"(Ey insan), hem bana hem ana babana minnet duymalısın" buyurularak Allah'a minnettarlıkla ana babaya minnettarlığın birlikte emredilmesinin sebebi, Allah'ın insanı var edip onu nimetleriyle rızıklandırması, ana babanın da insanın hem dünyaya gelmesine vesile olması hem de hayatının en zayıf dönemlerinde, çocukluğunda, hastalığında ona kol kanat germesi, yetiştirip büyütmesi, beslemesi ve eğitmesidir. [20] Âyette annenin fedakârlığına özel bir vurgu yapıldığı görülmekte, dolaylı olarak onun daha çok ilgi ve sevgi beklediğine işaret edilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de, "Yâ Resûlellah! Kİ-me iyilik etmeliyim?" şeklindeki bir soruya, "annene" diye cevap vermiş; "Sonra kime9" denilince vine "annene" demiş; üçüncü defa tekrarlanan soruya da aynı cevabı vermiş; nihayet dördüncüsünde "babana" buyurmuştur. [21]Ancak Allah'ın hakkı bütün hakların önünde olduğu için ana-ba-ba çocuklarını bu hakkı ihlal etmeye yani onu tevhid İnancından sapmaya veya Allah'ın açıkça yasakladığı başka işler yapmaya zorlarlarsa kesinlikle onların bu baskısına boyun eğilmeyecek; bununla birlikte meşru ve mâkul olan istekleri yerine getirilecektir. [22]



16-19. Lokmân'ın oğluna yönelttiği bu öğütler de Allah'ın ona verdiği hikmetin meyveleridir. Kuşkusuz insanın yaptığı her şey -ne kadar saklanırsa saklansın- Allah'ın mutlaka onu bildiği, dolayısıyla onun hesabını soracağı İnancı ve bilinci ile bundan doğan sorumluluk duygusu ve kaygısı ahlâkî hayatın temelidir. Nitekim meşhur bir özdeyişte "Hikmetin başı Allah korkusudur" denilmiştir. Büyük şairimiz Mehmed Akif'in, "Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandrr" şeklindeki beyti de bu gerçeğin güzel bir ifadesidir.

İnsanın iyi ve itaatkâr bir kul olduğunu gösteren üç örnek davranışın sıralandığı 17. âyetteki "namaz" Allah'a kulluk ödevini, "iyi olanı emredip kötü olana karşı koymak" toplumsal davranışlar karşısındaki kulluğun gerektirdiği yapıcı tutumu, "sabır" ise maddî ve sosyal çevreden gelen sıkıntıları, belâları birer imtihan bilip ****netle karşılama olgunluğunu yansıtır. Âyetteki "İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir" ifadesi, bu müsbet davranışların, kulluktaki kemali gösteren birer örnek olduğunu, hayatın şartları içinde yerine getirilmesi gereken böyle daha başka yüksek davranışlar da bulunduğunu gösterir. 18-19. âyetlerde ise kaçınılması gereken olumsuz davranışlardan örnekler verilmektedir. Bu örneklerin, özellikle kendini beğenmişlerin, başka insanları aşağılayıcı tutumlarından seçilmiş olması ve bunların Allah sevgisinden mahrum kalacakları uyarısında bulunulması, Kur'an'in insan onuruna verdiği değeri yansıtması bakımından Özellikle dikkat çekicidir. [23]



Meali



20. Allah'ın, göklerde ve yerde bulunan şeyleri hizmetinize verdiğini, nimetlerini gizli ve açık olarak Önünüze bolca serdiğini görmez misiniz? İnsanlardan öyleleri vardır kî bilgisizce, bir rehber ve aydınlatıcı bir kitap obuadan Allah hakkında tartışmaya kalkışırlar. 21. Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde, "Hayır, biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız" dediler. Peki ama ya şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyorsa! 22. Her kim kendini iyiliğe adayarak özünü Allah'a teslim ederse sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah'a varır. 23. Kim de inkâr ederse artık onun inkârı seni üzmesin: çünkü onların dönüp varacakları yer yalnız bizim huzurumuzdur; yaptıklarının sonucunu kendilerine bildireceğiz; Allah kalplerin derin-liklerindekini dahi çok iyi bilmektedir. 24. Onlara kısa bir süre hayatın nimetlerini tattım-, sonra da onları çok ağır bir azaba katlanmaya mecbur bırakırız. 25. Onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, mutlaka "Allah" diyeceklerdir. De ki: "Bütün övgüler Allah'a mahsustur"; ama onların çoğu bilmez. 26. Göklerde ve yerde olan her şey yalnız Allah'ındır; kuşkusuz sadece Allah'tır zengin olan ve her türlü övgüye lâyık olan. 27. Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, ardından ona yedisi daha eklenmek üzere deniz de mürekkep olsaydı yine de Allah'ın sözleri tükenmezdi; Allah azizdir, hakimdir. 28. Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de sadece bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir; Allah her şeyi işitir, her şeyi görür. 29. Allah'ın geceyi gündüze kattığım, gündüzü de geceye kattığını; her biri belirli bir süreye kadar hareketini sürdürmek üzere güneşi ve ayı (buyruğuna) boyun eğdirdiğini ve Allah'ın yapıp ettiklerinizden kesin olarak haberdar olduğunu bilmez misin? 30. Bu böyledir, zira Allah hakikatin kendisidir; O'nun dışında taptıkları şeyler ise asılsızdır ve Allah, yalnızca O, çok yücedir, çok büyüktür. 31. Görmez misin, varlığının kanıtlarından bir kısmını size göstersin diye denizde gemiler Allah'ın lütfuyla nasıl yüzüp gidiyor! Bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için açık işaretler vardır. 32. Dalgalar onları yoğun gölgeler gibi kapladığında dini Allah'a özgü kılarak O'na yaka-rırlar; Allah kendilerini sağ salim karaya çıkardığında ise içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Hıyanete gömülmüş nankörler topluluğundan başkası âyetlerimizi inkâr etmez. 33. Ey insanlar! Rabbinize saygısızlıktan sakının; hiçbir babamn evlâdından fayda göremeyeceği, evlâdın da babasından hiçbir yarar sağlayamayacağı bir günden korkun. Allah'ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o, yoldan çıkarıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi ayartmasın. 34. Kıyamet saati hakkındaki bilgi yalnız Allah'ın kalındadır; O, yağmuru yağdırmakta; rahimlerdekini bilmektedir. Hiç kimse yarın ne elde edeceğim bilemez; hiç kimse nerede öleceğini bilemez; ama Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır. [24]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:05 am

Tefsiri



20-21, Yukarıda (13. âyet), Lokmân'm dilinden "Allah'a ortak koşmak çok büyük bir haksızlıktır" Duyurulmuştu. İşte bu ve bundan sonraki âyetlerde Allah'ın varlık ve birliğine dair kanıtlar sıralanarak insanların bu büyük haksızlığa sapmaktan kurtarılması amaçlanmaktadır. Allah'ın, göklerde ve yerde bulunan şeyleri insanların hizmetine vermesinden maksat, hu varlıkların, insanların yararlanabileneği şekilde yaratılmış, düzenlenmiş olmasıdır. Nitekim âyetin devamındaki "nimetlerini gizli ve açık olarak önünüze serdiğini..." şeklindeki ifade de bunu göstermektedir. Ayetin başındaki "görmez misiniz" sorusu, insanların varlık düzenini sağlıklı bir şekilde incelerlerse bu gerçeği kendi akıllanyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir.

Tefsirlerde 20. âyet metnindeki "ilim" akla veya nakle dayanan bilgi, "hüdâ" akıl ve basiret, "kitâbün münîr" ise ilâhî vahiy olarak açıklanmıştır. [25] Buna göre putperestlerin ve benzer inanç sahiplerinin atalarından devraldıkları bâtıl inanç lan, gelenekleri, hurafeleri yaşatmakta ısrar etmeleri ne doğru bilgiye ne akıl ve basirete ne de İlâhî vahye dayanmaktadır; aksine sadece şeytanın bir aldatması olup 21. âyette ifade bu-yurulduğu üzere sonu da kaçınılmaz olarak cehennem azabıdır. [26]



22. Yukarıda Allah'ın yolunu bırakıp atalarının bâtıl İnanç ve geleneklerini sürdürenlerin şeytanın davetine uydukları bildirilmişti; burada ise kendilerini Allah'a teslim edenlerin, yani Allah'a inanıp O'nun yolundan gidenlerin bu doğru ve kurtarıcı tercihleriyle "sağlam kulp"a yapışmış olacakları, yani yollarının doğru, akıbetlerinin hayırlı ve güvenli olacağı müjdelenmektedir.

"Kendini iyiliğe adamış" diye çevirdiğimiz muhsin kelimesi, sözlükte "iyilik eden, güzel davranan, yaptığını güzel yapan" gibî anlamlara gelir. Ancak bu bağlamda özellikle "içten bir kulluk sergileyerek Allah'a yönelme" şeklinde dinî bir anlam içerdiği anlaşılmaktadır. Nitekim bîr hadiste, muhsin kelimesinin masdan olan ihsan kavramı, "Allah'a O'nu görüyormuş gibi ibadet etmektir" şeklinde açıklanmıştır. [27]



23-24. Resûlullah muhataplarının İslâm davetini kabul ederek kurtuluşa ermelerini büyük bir arzuyla istiyor, bunun için canla başla çalışıyor, ancak onun bu iyi niyetine, yüksek insanî tavrına rağmen halkının önemli bir kısmı eski yanlış İnançlarında direniyor, bu da onu son derece üzüyordu. İşte bu âyetlerde Allah Te-âlâ resulünü teselli etmekte; inkarcılara da kalplerinin derinliklerindeki kin, öfke, düşmanlık gibi kötü duygu ve düşüncelere varıncaya kadar her türlü hallerini eksiksiz bildiğini haber vererek akıbetleri konusunda onları uyarmaktadır. [28]



25-29. Putperest Araplar, aslında Allah'ın varlığına inanıyor, sorulduğunda O'nun yaratıci kudretini tanıdıklarını ifade ediyorlardı; fakat putlarını aracı tanrılar saydıkları için Allah'ı bırakıp putlara tapıyor, onlara sığınıyor, böylelikle şirk inancına sapıyorlardı. 25. âyetteki "Bütün övgüler Allah'a mahsustur" İfadesi, Allah'tan başka hiçbir varlığa tanrılık sıfatı, işlevi ve kutsallığı yüklenemeyeceği,76. âvetten sûrenin sonuna kadar devam eden kısım, neden bütün övgülerin Allah'a mahsus olduğu sorununun âdeta cevabı mahiyetindedir. Zira 26. âyete göre müşriklerin taptıkları putlar da dahil olmak üzere evrendeki her şey Allah'a aittir, O'nun mülküdür; her şey O'na muhtaçtır ve O'nun hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, dolayısıyla yaratma ve yönetmesinde kayıtsız bir hürriyete sahiptir. 27. âyette Allah'ın bilgisinin zenginliği ve sınırsızlığı, 28-29. âyetlerde kudretinin mükemmelliği, kusursuz ve hikmetli yaratıcılığı özetlenmektedir. Kısaca 25. âyetteki "Bütün övgüler Allah'a mahsustur" hükmü, 27-29. âyetlerde şu üç öncüle dayandırılmıştır: a) Allah evrenin mutlak ve özgür yöneticisidir; b) O'nun, insan zihninin kuşatamayacağı derecede sınırsız ilmi vardır; c) Her şeyi kolaylıkla var eden, varlığını sürdüren veya varlığına son veren üstün kudretin sahibidir. [29]



30. Allah'ın irade, İlim ve kudreti hakkındaki bu kesin bilgilerden sonra 30. âyette artık reddedilmesi mümkün olmayan kesin hüküm ortaya konmaktadır: "Allah hakikatin kendisidir; O'nun dışında taptıkları şeyler ise asılsızdır ve Allah, yalnızca O, en yücedir, en büyüktür." [30]



31-33. Allah'ın insanlığa sayısız nimetlerinden biri daha hatırlatıldıktan sonra 32. âyette insanların çaresiz kaldığı zamanlarla esenlik zaman!anndaki dinî tutumları arasında görülen tutarsızlığa dikkat çekilmekte; 33. âyette ise ön yargj, inat, taassup gibi olumsuz şartlanmalarla gönül ve zihin dünyası yoksullaşmamış her normal insan için kurtarıcı değer taşıyan uyanlar yer almaktadır.

"Ortada kalır" diye çevirdiğimiz muktasıd kelimesi tefsirlerde farklı şekillerde açıklanmıştır. İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Râzî, Şevkânî gibi âlimler bu kelimeyi, "Tehlike sırasında ulaştığı samimi inancım kurtulunca da sürdürür" şeklinde olumlu bir tutum olarak açıklarken Mücâhİd, Taberî gibi bazı müfessirler de "Sözüyle dengeli, ölçüye uygun yani doğru bir inancı ifade etmekle birlikte inkârını içinde saklar" şeklinde olumsuz bir anlamda yorumlamışlardır. [31] Bize göre -Râgıb el-İsfahânî'nin el-Müfredâfmda, Fâtır sûrestnin 32. âyetindeki aynı kelimeye getirdiği açıklama dikkate alındığında-âyetin bağlamına, "İnkâr etmekle inanmak arasında tereddüde düşer, ortada kalır" şeklindeki yorum daha uygun düşmektedir; mealinde de bu anlam tercih edilmiştir muktasıd kelimesinin anlamı için ayrıca bk. Fâtir 35/32[32]



34, Sûre, Allah'ın ilminin ve kudretinin kusursuzluğunu özetleyen ve ilâhî bilgi ile insan bilgisi arasındaki büyük farkı gösteren ifadelerle son bulmaktadır. Klasik tefsirlerde bu âyete dayanılarak, kıyametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman vaeacasını. rahimlerdekİ hehepin rinsivefmin ve ten renginin tip. Ne olduğunu, insanın ileride neler elde edeceğini, gelecekte ne gibi durumlarla karşılaşacağını ve ne zaman nerede öleceğini Allah'tan başkasının bilemeyeceği ileri sürülmüş, dolayısıyla bunlara "mugayyebât-ı hams" (beş bilinmeyen) denilmiştir. [33] Halbuki âyette kıyametin ne zaman kopacağı bilgisinin sadece Allah'a ait olduğu, keza hiç kimsenin yarın ne elde edeceğini ve nerede öleceğini bilemeyeceği, dolayısıyla bu bilgilerin de sadece Allah'a ait olduğu belirtilmekte; fakat yağmurun yağma zamanı ve rahimdeki bebek hakkında "Bunları da yalnız Allah bilir" gibi bir sınırlama bulunmamakta; sadece yağmuru Allah'ın yağdırdığı, dolayısıyla zamanını da bildiği; keza O'nun rahimlerdekinİ de bildiği ifade edilmektedir. Bu ifadeden kesinlikle bu iki konuda Allah'tan başkasının önceden bilgi sahibi olamayacağı anlamı çıkmaz; diğer bir ifadeyle âyette diğer üç konudaki bilginin yalnız Allah'a mahsus olduğu açıkça belirtilirken yağmurun vakti ve henüz doğmamış olan bebeğin cinsiyeti ve özellikleri hakkında böyle bir sınırlamaya yer verilmemiştir; bu da -eski tefsircİle-rin iddiasının aksine- belirtilen iki konuda insanların önceden bilgi sahibi olabileceklerini gösterir. Nitekim çağımızda bilim bu noktaya gelmiştir. Ancak, kuşku yok ki bu, İnsanın belirtilen konularda veya benzerlerinde önceden bildiklerinin mutlaka aynıyla gerçekleşeceği anlamına gelmez; zira olmuş ve olacak tabiat olaylarını bütün yönleriyle eksiksiz bilen yüce Allah, insanların bilgilerini ve tahminlerini alt-üst eden yeni durumlar yaratabilir ve böylece insanların olmasını bekledikleri olaylar gerçekleşmeyebilir. [34]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:07 am

30



Rûm Sûresi

İndiği Yer
: Mekke


İniş Sırası
:84


Âyet Sayısı
:60



Nüzulü


Mushaf'taki sıralamada otuzuncu, iniş sırasına göre seksen dördüncü sûredir. İnşikak sûresinden sonra, Ankebût sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 17. âyetinin Medine'de nazil olduğuna dair bir rivayet de vardır.[1]



Adı



2. âyetinde Rûm kelimesi geçtiği için sûre bu adı almıştır,[2]



Konusu



Sûreye, Ehl-i kitap olan Bizanslıların ateşperest olan İranlılara -daha önce mağlup olmuşken bir süre sonra- galip gelecekleri ve müslümanlann sevinecekleri bildirilerek başlanmakta; geçmişteki inkarcı toplumların durumlarından ibret alınması öğütlenmekte; Yüce Allah'ın varlığı, birliği, eşsiz kudreti ve evrendeki mutlak egemenliğinin kanıtları, insan fıtratının önemi ve insanların yapıp ettikleri yüzünden ortaya çıkan olumsuzluklar üzerinde durulmakta; kıyamet günü inkarcıların karşılaşacakları bazı hallere değinilip Hz. Peygamber'in şahsında bütün müminlerden, tevhid inancına bağlı kalarak, âhiret hayatına hazırlığı ihmal etmeden, darlıkta da bollukta da Allah'a olan saygı ve itaatlerini devanı ettirmeleri ve inançsızların tutumlarından etkilenmemeleri istenmektedir. [3]



Meali



Rahman re rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-mîm. 2-4. Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler. Önce olduğu gibi sonra da Allah'ın dediği olur. O gün müminler sevinecekler; 5. Allah'ın yardımıyla. O dilediğini muzaffer kılar. Ve O, çok güçlüdür,engin merhamet sahibidir. 6. Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; ama insanların çoğu bunun şuurunda değildirler. 7. Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret hakkında ise tamamen gaflet içindedirler. 8. Kendi kendilerine bir düşünmezler mi? Allah gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmıştır. Fakat şu bir gerçek ki insanların birçoğu Rab-lerine kavuşmayı hâlâ inkâr etmektedir. 9. Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerinin sonu ne olmuş görmezler mi? Onlar kendilerinden çok daha kudretliydiler; toprağı iyice işlemişler, yeryüzünü bunların imar ettiğinden daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri nice açık kanıtlar getirmişti. Şu halde Allah onlara asla zulmetmiş değildir, asıl onlar kendilerine zulmetmişlerdir. 10. Sonunda, Allah'ın âyetlerini yalan saymaları ve onları alaya almaları yüzünden, kötülük yapan o kimselerin akıbeti pek fena oldu. [4]



Tefsiri



1. Bazı sûrelerin başında yer alan bu harfler, ayrı ayrı okunduğundan dolayı "hurûf-ı mukatta'a" diye anılır. [5]



2-6. Rum kelimesi, Araplar tarafından Yunanlılar, Slavlar ve Latin asıllı Romalılardan oluşan halkı anlatmak üzere kullanılan bir isimdir.[6] 2. âyette bu isimle, Doğu Roma olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu tebasının kastedildiği anlaşılmaktadır.

IV. yüzyılın sonlarına doğru, Bizans İmparatoru Konstantinos’un Hristiyanlığı kabul etmesi üzerine Sâsâni İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hristiyanlar Bizans’ın dostu ve Sâsâni devletinin düşmanı sayılmaya başlamış, Ermenistan da Hristiyanlığı kabul edince eski ihtilaflar canlanmıştı. Böylece İranlılar ile Bizanslılar arasındaki çatışmalar yeni bir boyut kazanmış oldu. Uzun zamandır İranlılar ile Bizanslılar arasında süregelen savaşlar miladi VII. Yüzyılın başlarında Bizanslılar aleyhine bir gelişim seyri gösteriyordu. 590 yılında babasının yerine İran tahtına çıkarılan II. Hüsrev 601’de ülkede birliği sağlayıp Bizans’a yöneldi ve onlarla yapılan savaşı kazandı. Buna karşılık, Bizans karışıklıklar içindeydi. İmparator Phokas’ın tedhiş rejimine karşı ayaklanan Kartaca valisi Herakleios, kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunu Kuzey Afrika birliklerinden oluşan bir filonun başında İstanbul üzerine gönderdi. 3 Ekim 610’da İstanbul’a ulaşan oğul Herakleios halk tarafından kurtarıcı olarak selamlandı. İki gün sonra da patriğin elinden imparatorluk tacını giyerek Bizans tahtına çıktı. Phokas idam edildi. Bu sıralarda devlet ekonomik açıdan çökmüş vaziyette idi. Para olmadığı için ücretli asker toplamaya dayanan ordu sistemi de işlemiyordu. Bu ve benzeri sebeplerle Bizans İmparatoru Herakliyus (Herakleios) ilk yıllarda Sâsâniler’in imparatorluk topraklarını istilasını önleyemedi. 613’te Irminiye ve Suriye’ye giderek Dımeşk’i işgal eden Sâsâniler, ertesi yıl Kudüs’ü zaptederek burada günlerce katliam yaptılar ve Mukaddes mezar Kilisesi’ni yakarak İsa’nın gerildiği kabul edilen kutsal haçı alıp Medain’e (Ktesiphon) götürdüler. 615 yılında Anadolu’ya yeniden Sâsâni akınları başladı. Sâsâniler 619 yılında Mısır’ı da işgal ettiler.

Ateşperest olan İranlılar’ın o güne kadar inen ilgili ayetlerde kendileri hakkında müşrik Araplar’a nispetle daha sıcak bir üslup kullanılan Kitap ehli Bizanslılar karşısındaki bu galibiyetleri putperest Mekkeliler’de büyük bir sevinç meydana getirmişti. Mekke müşriklerinin bu gelişmeyi müslümanlara karşı böbürlenme aracı olarak kullanması üzerine Yüce Allah mü’minlerin maneviyatını yükseltecek bir müjde verdi: İlahi bir kitaba inanan Bizanslılar kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekler ve o zaman müslümanlar büyük bir sevinç yaşayacaklardı.[7]

4. âyette geçen ve mealde "birkaç" anlamı verilen kelimesi Arap dilinde 10'u aşmayan azlığı ve daha çok 3-9 arasındaki sayıları ifade etmek üzere kullanılır, Bu kelimenin kullanımı bir yönüyle Bizanshlar'm üstün gelmelerinin tek bir savaşın kazanılması biçiminde değil, muayyen bir süreye yayılacak galibiyetler olarak belireceğine de işaret ediyordu. O sıralarda iç isyanlardan ve İktisadî krizden ötürü perişan hale gelmiş olan Bizans İmparatorluğu'nun birkaç yıl İçinde toparlanıp galibiyet elde etmesi kimsenin hatırından bile geçiremeyeceği bir sonuç idi. Fakat Kur'an'ın gelecekle ilgili bu mucizevî haberi aynen gerçekleşti. 5 Nisan 622'de yapılan büyük bir dinî törenden sonra başşehirden ayrılan Herakliyus, önce Anadolu topraklan ile İrmîniye bölgesini Sâsânî işgalinden kurtardı. Daha sonra Dvin'i ve birçok şehri zaptetti, ardından Sâsânîler'in kutsal şehri Gence'yİ ele geçirdi. Bu arada Herakliyus'un kardeşi Thedoros, Şahin adlı bir kumandanın idaresindeki başka bir Sâsânî ordusunu bozguna uğrattı. Sâsânîler'in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ni-nevâ'da (Ninova) kesin yenilgiye uğratan Herakliyus, Ocak 628'de II. Hüsrev'in sığındığı Destgird'e girdi. Kısa bir süre sonra II. Hüsrev tahtından indirilip öldürüldü. [8] Müslümanlar da bir taraftan kendi kutsal kitaplarının verdiği bu haberin gerçekleşmesinin ve kitap ehli komşularının galip gelmesinin, diğer taraftan da Allah'ın kendilerine lütfettiği başka basanların sevincini yaşadılar. [9] Tefsirlerde âyetteki vaadin gerçekleşmesi izah edilirken, Bizans galibiyetinin Bedir savaşının kazanıldığı veya Hudeybiye Antlaşması'nın yapıldığı tarihlere denk geldiği yönünde rivayetlere yer verilmesini de[10] bu açıdan değerlendirmek uygun olur. Zaten âyette sevinçle ilgili ifade sadece Bizanshlar'm galibiyet haberine bağlanmaksızın "o gün müminler sevinecekler" şeklinde mutlak biçimde yer almıştır. Râzî, Bedir savaşı günü İranlılar'ın yenildiği haberinin henüz müslümanîara ulaşmamış olduğu gerekçesiyle âyette kastedilen sevincin müslümanların müşriklere galip gelmesiyle ilgili olduğu yorumunu tercih ederse de (XXV, 96), Arap dilinde böyle bir bağlamda "gün" kelimesinin tek bir gün değil "zaman" anlamında kullanıldığı göz önüne alındığında, yukarıda belirtildiği üzere bu sevincin değişik sebeplere bağlanmasına'bir engel bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur'an1 in verdiği haberin gerçekleşmesinin Hudeybiye Antlaşması'na tesadüf ettiğine ilişkin bilgiyi şöyle izah edenler de olmuştur: Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması'nı takiben muhtelif devlet başkanlarına İslâm'a davet mektupları göndermişti. Herakliyus'a yolladığı elçi, mektubu imparatora Suriye'de takdim ederken o burada zaferini kutlamaktaydı. Bu sebeple birçokları zaferin o sıralarda kazanıldığını zannetti. Oysa Herakliyus zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye'ye gelmiş bulunuyordu. [11]

Tefsirlerde, bu âyetlerle Bizanslılar'in kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekleri bildirilince Hz. Ebû Bekir'in Bizans yenilgisinden sevinç duyan müşriklerle bahse giriştiğine dair rivayetler yer alır. [12] hatta bazı âlimlerin bu olaydan kumarın hükmü hakkında fıkhı çıkarımlar yaptıkları üzerinde durulur. [13] Yakın geleceğe ait haber içeren bu âyetlerin inmesi üzerine Mekke müşrikleri ile Kur'an'in bildirdiklerine gönülden inanan müslümanlar ve özellikle Resûlullah'a duyduğu derin güven sebebiyle onun söylediklerini araştırmaya gerek duymaksızın hemen tasdik ettiği için "sıddîk" lakabını almış olan Hz. Ebû Bekir arasında bu konuda bazı tartışmaların ve iddialaşmaların ortaya çıkması tabiî olmakla beraber, söz konusu rivayetler -gerek birçok farklılıklar taşıdığı, gerekse olayı çevreleyen şartlar dikkate alındığında- bu tür fıkhı sonuçlar çıkarmaya elverişli bir malzeme olarak görünmemektedir. [14]

2 ve 3. âyetlerdeki "ğulibe" ve "seyağlibûn" kelimeleri "galebe" ve "seyuğ-lebûn" şeklinde okunduğunda "Rumlar galip geldiler... Ama yakında yenilecekler" anlamı çıkmaktadır. Elmalılı bu okunuşun esas alınması halinde de, âyetlerin mucizevî bir haber içerdiğinin görüleceğini, yani burada Bizanslılar'in İranlılar'a karşı zafer kazanmasından sonra müslümanlara yenik düşeceklerine işaret bulunduğunu belirtir (VI, 3801-3802); fakat bu kıraat İslâm âlimlerince genellikle zayıf bulunmuştur. [15]

3.âyetin "yakın bir yerde" şeklinde çevirilen kısmı için tefsirlerde değişik yer isimleri de belirtilmekle beraber, burada İran sınırına veya Hicaz Arapları'na en yakın Bizans topraklan kastedilmiş olmalıdır. [16]

4.âyette "Önce olduğu gibi sonra da Allah'ın dediği olur" buyurularak Bizanslılar'in galibiyeti ile dünyada emir ve iradenin onların eline geçeceği gibi bir sonuç çıkarılmaması gerektiğine, geçmişte ve gelecekte bütün sonuçların yine yüce Allah'ın iradesi gereğince dünya hayatındaki sınav düzeni içinde gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'in gelecekteki bir olayı belirli zaman dilimi vererek bildirmesi mucizesinin yer aldığı bu âyetler bir taraftan Kur'an'ın verdiği haberlerin tarihî verilerle doğrulanmasının bir örneğini insanlığın gözleri önüne sererken, diğer taraftan da inkarcılığını inatla sürdürmek isteyenler için hiçbir kanıtın fayda sağlamadığını açıkça göstermektedir. Başka âyetlerde belirtildiği üzere Yüce Allah dileseydi, kuşkusuz herkesin doğru yolda gitmesini sağlardı; fakat O, şuurlu varlıkların İradî seçimleriyle kendisine kulluk etmelerine imkan veren bir sınav düzeni oluşturmayı murad etmiştir. Dolayısıyla bu âyetleri okurken Kur'an'ın böyle bir mucizeyle bütün insanların imana gelmesini sağlama gibi bir amacının bulunmadığına dikkat edilmelidir. Hatta Bizanslıların galibiyeti için kesin bir tarih verilmemesinin de bu hususu destekleyici olduğu söylenebilir. [17]



7. İmandan yoksun ve âhiretten yana tamamen gaflet içindeki kimselerden söz eden bu âyet açıklanırken tefsirlerde daha çok, bu gibi kimselerin dünya hayatını zevku sefa içinde geçirebilmek için gereken şeyleri öğrenip emeklerini bu yöne teksif ettiklerine, buna karşılık âhireti hiç akıllarına getirmediklerine işaret edildiği belirtilir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Bu ifadede bir kınama anlamı bulunmakla birlikte, söz konusu kimselerin kötülenen tutumu dikkatlerini âhiret hayatından tamamıyla uzaklaştırmış olmalarıdır; yoksa dünya hayatına ve bu hayatın icaplarına dair bilgi sahibi olmak kınanmış değildir. Nitekim müminler de dünya hayatının görünen yüzünden haberdar idiler. İki grup arasındaki fark inkarcıların bu görünen maddî âlemin ötesinde başka bir âlemin daha varlığına dikkat etmemeleri ve bu hususa önem vermemeleridir.

Âyetin İlk cümlesiyle ilgili yorumların özellikle şu iki noktada yoğunlaştığı görülür: a) Cümle "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler" şeklinde anlaşılırsa dünya hayatının bir görünen (zahir) bir de görünmeyen (bâtın, hakikat) tarafı olduğu anlamı tercih edilmiş olur. Bu tercihe göre birinci yönünü bilmekten maksat dünya süsü, zevki ve nimetleriyle haşir neşir olmak, dünyadan kâm almaya çalışmak; ikinci yönünü bilmekten maksat ise dünya hayatının asıl varlık sebebini yani âhiret kurtuluşunun önemini kavramak ve ona uygun bir hazırlık içinde bulunma çabası içinde olmaktır, b) Âyetin bu kısmı "Onlar dünya hayatının sadece bir yüzünü bilirler" şeklinde anlaşıldığı takdirde âyetin yorumu şu olur: Dünyanın birçok görünümü olduğu halde o kimseler bunların içinden sadece birini bilirler, bütün emeklerini gözlem ve deneyle bilinenlere hasrederler; bunlardan hareketle fikir yürütüp daha ötelere ulaşmaya, varlık ve olayların arkasındaki kudreti teşhis etmeye, gözlem ve deneyle bilinenlerin inceliklerine inmeye ve bunların var edilmesindeki gerçek amacı belirlemeye çalışmazlar. [18]

Söz konusu cümle -lafza daha uygun olduğunu düşündüğümüz için- mealde "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler" şeklinde çevrilmiştir. Bu ifadeye göre varlıkları bilinme, bilgiye konu olma yönünden üçe ayırmak gerekir: a) Dünya hayatından (dünyadan) bilinenler, b) Dünyaya, görünen yüze dahil ve bilinebilir olduğu halde bilinmeyenler, c) Görünen yiize, dünyaya, madde âlemine dahil olmadığı için bilinmeyen ve Allah bildirmedikçe bilinemez olanlar. [19]



8. Bu âyetin ilk kısmı gramer açısından tahlil edildiğinde "Kendi kendilerine bir düşünmezler mi ki, Allah'ın gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmış olduğunu anlasınlar veya bunu dile getirsinler!" şeklinde bir mânaya ulaşılabildiği gibi, âyetin bu kısmına "Kendileri hakkında ve Allah'ın gökleri, yeri bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmış olduğu hakkında bir düşünmezler mi!" anlamını vermek de mümkündür. [20] İkinci anlam esas alınarak yapılan yoruma göre âyette insanlar önce kendi varlıkları, sonra da evrendeki diğer varlıklar üzerinde düşünmeye çağınlmakta, bu konudaki sağlıklı bir muhakeme sayesinde, bütün bunların bir başlangıcı olduğu gibi sonunun da kaçınılmaz olduğu anlaşılacağı halde, birçoklarının hâlâ rablerinin huzuruna çıkarılacağını inkârda direndiği ifade edilmektedir. [21]Bu yorumu işleyen bazı müfessirler insanın anatomisi ile ilgili bir takım inceliklere ve insan vücudunun ihtiva ettiği harikulade sistemlere de işaret ederler. [22] Âyetin "ancak ve ancak hak ve adalet
temelinde yaratmıştır" şeklinde çevrilen kısmı için yapılan başlıca yorumlar şunlardır: Ancak adaletle, hakkı ayakta tutmak üzere yaratmıştır. [23] anlamlı bir gayesi olmadan ve boş yere yaratmamış, üstün bir hikmet gereği yaratmıştır. [24] sağlam bir düzen içinde yaratmıştır. [25]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:07 am

9. Yeryüzünde gezip dolaşma ve ibret alma çağrısına yer verilirken, muhataplar, sahip oldukları güç ve yeryüzünü imar açısından kendileri ile önceki toplumlar arasında bir mukayese yapmaya davet edilmektedir. Tefsirlerde genellikle Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekkelİler'i esas alan yorumlar yapılmış, özellikle bu bölgenin ziraat ve toprağın işlenmesi açısından çok sınırlı imkânlar taşıdığı, buna karşılık onlar tarafından haberleri bilinen birçok geçmiş toplumun büyük insan gücüne ve servete sahip oldukları, dolayısıyla toprağı çok iyi işledikleri ve görkemli mimari eserler vücuda getirdikleri üzerinde durulmuştur. Bu karşılaştırmanın böyle başlatılması tabiî olmakla beraber, burada bütün İnsanlara yöneltilmiş ve kıyamete kadar sürecek bir çağrının bulunduğunda da şüphe yoktur. Zira âyetin İçerdiği temel mesaj, insanların gerek birey gerekse topluluk olarak sahip oldukları güç ve imkanların kendilerini ilâhî bildirimleri inkâr etme şımarıklığına götürmemesi, beşerin kendisi hakkında yapacağı mukayesenin de hiç bir zaman Allah'ın mutlak iradesi ve karşı konulamaz kudreti dairesine uzanmaması gerektiğidir. Yine bu ve mütaâkip âyette, önceki kavimlerin başına gelen kötü sonuçlar incelenirken, bu sonuçların kendi kötülükleri yüzünden meydana geldiğine ve Allah'ın haksızlık etmesinin asla söz konusu olamayacağına dikkat çekilmektedir. [26]



10. Bu âyetin "kötülük yapan o kimseler" şeklinde çevrilen kısmı, sonunda yer alan gerekçe de dikkate alınarak "inkarcılıkta direnenler" şeklinde açıklanmıştır. [27]



Meali


11. Allah mahlûkatı baştan yaratır, sonra bunu tekrar eder. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz. 12. Kıyamet koptuğu gün, günaha saplanmış kimseler ümitsiz ve şaşkın kalıverecekler. 13. Allah'a ortak koştukları arasında hiç şefaatçileri olmayacak, zaten kendileri de ortak koştuklarının tanrılığını reddedecekler. 14. Yine kıyamet koptuğunda, işte o gün onlar birbirinden tamamen ayrılacaklar. 15. İman edip iyi işler yapanlar güzel bir bahçede ağırlanırlar. 16. İnkâr edenlere, âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan sayanlara gelince, onlar da azabın içine bırakılırlar. 17. Akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah'ı teşbih ediniz. 18. Göklerde ve yerde her türlü övgü O'na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de O'nu teşbih ediniz. 19.0 ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor ve yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız. [28]


Tefsiri


11. Allah Teâlâ'nın bütün mahlûkatı hiçbir ortak ve yardımcıya ihtiyaç duymaksızın ve başka bir temel maddeye dayalı olmadan sırf kendi eşsiz kudretiyle baştan inşa ettiği, bunları yok ettikten sonra da tekrar aynı şekilde yaratma gücüne sahip olduğu belirtilmektedir. [29] Yaratmanın tekrar edilmesi ifadesiyle, tabiattaki sürekli yenilenmenin yine yüce Allah'ın irade ve kudretiyle gerçekleştiğine veya kıyamet sonrası dirilişe ya da bunların her ikisine işaret edilmiş olabilir. Ayetin son kısmında belirtildiği üzere bunlara değinilmesindeki asıl amaç, insanın, yaratılış ve yeniden yaratılışla ilgili bütün bu gelişmelerin hikmeti üzerinde düşünmesini sağlamak ve sonunda mutlak kemal sahibi Allah'ın huzuruna çıkarılıp hesap vermenin kaçınılmaz olduğunu hatırlatmaktır. [30]



12-13. İlk âyette geçen ve "suçlular" anlamına gelen "mücrimûn" kelimesi müteakip âyetin ışığında "günaha saplanmış kimseler" şeklinde çevrilmiştir. Belirtilen kelimeyle bu bağlamda özellikle şirk günahına saplanıp kalmış yani Allah'tan başka varlıklara tanrılık yakıştıran kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır.

"Ümitsiz ve şaşkın kalrverecekler" şeklînde çevirdiğimiz "müblisûn" kelimesinin mastarı olan "iblâs", ümit kesmenin yanı sıra kişinin ne yapıp edeceğini şa-şmr bir hale düşmesini de ifade eder. Arap dilinde bu kelime özellikle, başına aniden gelen bir musibet sebebiyle şaşkına dönen[31] yahut bir konuyu tartışırken karşı tarafın ileri sürdüğü güçlü bir argüman karşısında suspus olan [32] kişiler için kullanılır. Râzî âyette şirk günahına saplanıp kalanlar hakkında bu kelimenin kullanılmasındaki İnceliği şöyle bir örnekle açıklar (XXV, 103-104): Bir insan düşünelim ki eğlenmesine ve dünyadan kâm almasına yarayan imkânlarla donatılmış, yeşillikler içinde bir köşkte böbürlene böbürlene müreffeh bir hayat sürmektedir. Sözüne güvenilir bir kimse, karşı konulamaz, amansız bir düşmanın kendisine yaklaşmakta olduğunu ve ona yakalandığı takdirde perişan olacağını haber vermiş, artık kaçış ve kurtuluş çareleri aramak gerektiği kesin olarak anlaşılmıştır. Bu sırada bir çocuk veya akıl hastası ona, altında bulunduğu ağacın, altındakileri düşmanlara karşı koruyan bir özelliğe sahip bulunduğunu söylemiş, bu gafil de o çocuk veya akıl hastasının sözü üzerine ağaca güvenip zevku sefaya devam etmeye karar vermiştir. Düşman gelip orayı kuşatınca ona göstereceği ilk felâket o ağacı kökünden sökmek olacak, o da şaşkın, ümitsiz ve yardıma muhtaç bir hale düşecektir. İşte günaha saplanmış kimsenin durumu da böyledir; dünyada kendini nefsinin arzularına kaptırmışken sözünün doğruluğunda kuşku bulunmayan peygamber ona perişan ve rezil rüsvâ edecek bir azabın kendisine doğru gelmekte olduğunu haber verir, şeytan ve kötülüğü emreden nefis İse o putların kendisini kurtaracağını söyler. Ama kıyamet günü gelip çattığında ilk karşılaşacağı manzara o putların ateşe atılışıdır, bunu görünce o da ümidini büsbütün yitirir ve şaşkınlık içinde donar kain".[33]



13. âyette geçen "ortaklar" ile dünyada iken kendilerini sapkınlığa teşvik eden ve kötülükleri işlemekte yardımlaştıklan kimselerin veya Allah'a ortak koştukları varlıkların kastedildiği yorumlan yapılmıştır. Buna paralel olarak âyetin "Zaten onlar da o ortaklarını inkâr edeceklerdir" şeklinde çevrilen kısmı için ya suç ortaklarını veya o varlıkların tanrılık vasfını inkâr edecekleri açıklaması yapılmıştır. Gramer özellikleri dikkate alınarak bu cümleyi "Onlar dünyada iken o ortaklar sebebiyle İnkarcılık yapıyorlardı" biçiminde tercüme etmek de mümkündür. [34]



14-16. Dünya hayatında sınav ortamının İcaplarından olmak üzere müminler ve inkarcılar biramda yaşarlarken, mahşer günü bu birliktelik sona erecek, iman edip Allah'ın hoşnutluğuna uygun yararlı işler yapanlar Allah katında itibarlı bir mevki kazanmanın ve cennet nimetlerine kavuşmanın mutluluğunu yaşayacaklar, inkâr edip ilâhî bildirimleri yalan saymayı inatla sürdürenler ise âhiret azabı ile baş başa bırakılacaklardır. 14. âyetin "onlar birbirinden tamamen ayrılacaklar" dİ-ye çevrilen kısmı, müminlerin görecekleri muamele açısından kâfirlerden ayırde-dileceğİ veya müminlerin bir daha bir araya gelmemek üzere kâfirlerden ayrılacakları şeklinde açıklanmıştır. [35] 15. âyetin "güzel bir bahçede" şeklinde tercüme edilen kısmıyla genellikle cennetin kastedildiği kabul edilmektedir. Bu âyetin "ağırlanırlar" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "sevindirilirler, nimetlere mazhar kılınırlar, kendilerine iyi muamele yapılır, ikramda bulunulur" anlamlan da verilmiştir. [36]



17-18, İnsanın dünya meşgalelerinin anaforuna kapılıp varlık amacını unutturacak bir hayat tarzı tutturmaması için, günün değişik vakitlerinde ulu rabbinin şanını yücelterek anması istenmektedir. Bazı müfessirler 17. âyette geçen "teşbih" kelimesiyle namaz kılmanın kastedildiği ve burada beş vakit namaza işaret bulunduğu kanaatindedirler; bazı müfessirlere göre ise burada maksat "tenzîh"tir yani Allah'ı yüceltmemiz, O'nu her türlü noksanlıktan uzak bilip kemal sıfatlarıyla ve övgülerle anmamız emredilmektedir. Birincisini de içine aldığından ikinci yorum daha kuvvetlidir. Zira burada söz konusu olan tenzih, merkezden dışa doğru üç daireden oluşur. Merkezde kalp ile tenzih bulunur ki bu, kuşkulardan arındırılmış bir iman demektir ve tenzihin özü de odur. İkinci dairede yüce Allah'ı güzel sözlerle anmak mânasına gelen dil ile tenzih vardır. Üçüncü daire ise önceki iki şartı koruyarak ortaya konan sâtih amellerden meydana gelir. Bunlardan ikincisi birincinin, üçüncüsü de ikincinin semeresidir. Şöyle ki,kişi bir şeye İnandığında bunu dili ile İfade eder, söylediğinin doğruluğunu da eylemleriyle ortaya koyar; dil kalbin tercümanı, davranışlar da dille söylenenlerin kanıtıdır. [37]

Tefsirlerde genellikle, 17. âyetin "akşam vaktine eriştiğinizde" şeklinde çevrilen kısmıyla akşam ve yatsı namazlarının, "sabah kalktığınızda" kısmıyla sabah namazının, 18. âyetin "akşam üstü" şeklinde tercüme edilen kısmıyla ikindi namazının, "öğle vaktine ulaştığınızda" kısmıyla da öğle namazının kastedildiği yorumu yapılmıştır. Dolayısıyla âlimler arasında, -diğer delillerin yanı sıra- sûrenin Mekkî oluşu dikkate alınarak beş vakit namazın Mekke'de farz kılındığı görüşü ağır basmaktadır. Tâbiûn âlimlerinden Hasen-i Basrî ise namazın muayyen vakitlere bağlı bir fariza haline gelmesinin Medine dönemine rastladığı ve 17, âyetin Medine'de nazil olduğu kanaatindedir. [38] Allah'ı teşbih etme talebine ilişkin vakitlerin genellikle insanların uyku İhtiyacının yoğunlaştığı, gecenin orta zamanlan dışında tutulması bir taraftan ibadetlerde ortalama insan gerçeğine uygun bir düzenlemenin hedeflendiğini, diğer taraftan da ibadetin, şuurun açık olduğu bir sırada yapılmasıyla değer taşıdığını yani asıl amacın kulluk bilincinin canlı tutulması olduğunu göstermektedir. Müzzemmil süresindeki (73/1) gece namazına kalkma hitabı ise ibadet şuuru hep açık olan Resûlullah'a yönelik olup bu ibadet müminlere farz kılınmamıştır. Onların nafile olarak bu ibadeti yapmaları ibadet haz ve şuurunun beşerî ihtiyaçlara galip gelmesini sağlayacak; daha doğrusu kendilerini buna alıştırmış olacaklardır. [39] Tefsirlerde yer alan bir rivayete göre Resûhıllah ashabına "Size Yüce Allah'ın, dostu İbrahim peygamberi niçin 'vefakâr' olarak nitelediğini haber vereyim mi?" demiş, ardından "çünkü o sabah akşam şu sözü tekrar ederdi" buyurmuş ve bu iki âyeti okumuştur. [40]



19. Cenab-ı Allah'ın ölüden diriyi diriden de ölüyü çıkardığını belirten ifade değişik şekillerde açıklanmıştır. [41] Râzî önceki âyetlerde akşam vaktine erişmekten ve sabah kalkmaktan söz edildiğini hatırlatarak, bu bağlamda uykudan uyanma ve uykuya dalma olayına dikkat çekildiğini, bunların da Allah'ın irade ve kudretinin eseri olduğu gerçeğine işaret ettiğini belirtir (XXV, 107). [42]



Meali


20.0'nun kanıtlarından biri, sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra bir baktınız ki, çoğalarak yeryüzüne dağılmış beşeriyetsiniz. 21. Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O'nun kanıtlanndandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. 22. O'nun kanıtlarından biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır, Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır. 23. Gece ve gündüz uyuyabilmeniz ve Allah'ın lütfundan nasibinizi aramaya çalışmanız da O'nun kanıtlanndandır. Bunda, dinleyen kimseler için elbette dersler vardır. 24. Yine O'nun kanıtlanndandır ki, korku ve ümit vermek üzere size şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından yeryüzünü onunla canlandırıyor. Gerçekten bunda, aklını kullanan kimseler için ibretler vardır. 25. Göğün ve yerin Allah'ın buyruğu ile düzen içinde durması da O'nun kanıtlanndandır. Sonunda O sizi (bulunduğunuz) yerden bir çağırdı mı hemen çıkıverirsiniz. 26. Göklerde ve yerde bulunanlar hep O'na aittir, hepsi O'na boyun eğmiştir. 27. Baştan yaratan, sonra bunu tekrar eden O'dur ve bu O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat O'nundur. O mutlak galiptir, hikmetle yönetendir. [43]


Tefsiri


20. Bu ve müteakip beş âyette Yüce Allah'ın kudretinin açık kanıtlarından kesitler verilmekte; dört âyetin sonunda, İyi düşünen, bilen, hakikatlere kulağını açık tutan ve aklını kullananların bunlardan önemli sonuçlar çıkarabileceği, bu sayılanlarda böyle kimselerin alacağı ibretler bulunduğu ifade edilmektedir. Bu üslûp farklılığı ile ilgili değişik yorumlar yapılabilir. [44] fakat bunların ortak çizgisini, belirtilen kanıtların insanın aklına, muhakemesine, basiretine ve gönlüne hitap etmesi oluşturmaktadır.

Allah Teâlâ'nın ilk insanı topraktan yarattığı Kur'an-ı Kerîm'de değişik vesilelerle ifade edilmiştir. Burada genel bir hitapla "sizi topraktan yarattı" buyurul-ması ise daha çok şu iki biçimde açıklanır: a) Bu, "Sizin aslınız olan, kendisinden tiirediğiniz ilk insanı topraktan yarattı" demektir, b) Her insanın yaratılışı toprakla ilintilidir, çünkü insanı meydana getiren erkek ve dişi hücrelerinin (sperm ve yumurtacık) oluşumunda nebatî ve hayvanı gıdaların katkısı vardır, bunların her ikisi de topraktan beslenmektedir. [45]



21. İnsanlar için kendi nefislerinden eşler yaratılmış olması değişik şekillerde açıklanmıştır. Bunlar arasında, insanın eşinin kendi özünden ve kendi türünden yani kadın ve erkeğin aynı özden yaratılmış olduğu mânası, Kur'an'm diğer açıklamalarına en uygun görünenidir. [46] Burada, cinsiyeti belirlemede erkek spernıindeki kromozomların etkili olduğu gerçeğine işaret bulunduğu yorumu da yapılmıştır. [47] tabiî ki bu yorum, âyette erkeğe hitap edildiği ve "eşler"le kadınların kastedildiği anlayışına dayalıdır.

Âyetin "onlara ısınıp kaynamasınız" şeklinde çevirdiğimiz kısmı eşlerin yaratılış amacını açıklamakta, dolayısıyla insanın eşini kendisiyle huzur ve mutluluk bulacağı varlık olarak görmesini telkin etmektedir. Şu halde aile hayatında mutluluğun ön şartı eşlerin böyle bir bakış açısına sahip olmalarıdır.

"Sevgi ve şefkat duygulan" şeklinde tercüme ettiğimiz meveddet ve rahmet kelimeleriyle ilgili olarak tefsirlerde değişik yorumlar yapılmıştır; bunların ortak noktası şudur: "Eş olma" hissinin ve olgusunun, kan hısımlığına dayalı olmaksızın hatta -çoğu kez- yakın zamana kadar birbirlerini tanımayan iki ayrı cinsi çok güçlü psikolojik ve biyolojik bağlarla birbirine bağlaması, bunun üzerine insana yaraşır bir üreme ve yaşama biçiminin yani temelinde iffet anlayışı bulunan, karşılıklı güven, sevgi ve esirgeme duygularıyla geliştirilen aile kurumunun bina edilebilmesi, yüce Allah'ın insanlığa en büyük lütuflanndandır. Âyette ifade Duyurulduğu üzere İyi düşünen kimseler için bundan çıkarılacak önemli dersler vardır. [48]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:09 am

22. Yüce Allah'ın kudretinin kanıtlarına değinilirken göklerin ve yerin yaratılmasının insanların özellikleriyle birlikte zikredilmesi ve ardından da bunda bilenler için ibretler bulunduğunun belirtilmesi, evrenin yaratılmasının insanla anlam kazandığını, insanın da bunları bilmesiyle değerli olduğunu göstermektedir. [49]

İnsanların dillerinin ve renklerinin farklılığı objektif olarak gözlemlenebilen bir olgudur. Bundan ibret alınması ise bilme şartına bağlanmıştır. "Bilenler" şeklinde çevirdiğimiz "âlimin" kelimesi dar anlamıyla alınırsa bunu "âlimler, ilim sahipleri" şeklinde tercüme etmek mümkündür; fakat burada her insanın fıtrî özellikleriyle bilebileceği bir durumdan söz edildiği için kelimenin geniş anlamı esas alınmıştır. Konu üzerinde özel araştırmalar yapan uzmanların bu kapsamda sayılması ise zaten evleviyet gereğidir. Fakat "bilme"nin başkaları tarafından telkin edilen veya öğretilen bilgileri alıp bellekte koruma anlamında olmadığına dikkat edilmelidir. Zira âyette geçen kelimenin kökünde "varlık ve olayların hakikatini anlamak, temyîz etmek yani farklı şeyleri birbirinden ayrıştırmak, bir şeyin mahiyetini iyice kavramak, bir işi sağlam ve düzgün yapmak" gibi anlamlar bulunmaktadır. Şu halde âyette muhataplardan istenen, bir kökten geldikleri halde İnsanların biyolojik ve kültürel farklılıklara sahip olmaları üzerinde dikkatle düşünüp bundan sonuçlar çıkarmaktır.

Farklı dillere sahip olma, değişik etnik gruplara mensup toplulukların farklı dilleri konuşması, aynı dili konuşanlar arasında lehçe, şive ve ağız farklılıklarının bulunması şeklinde açıklanabileceği gibi, her bir ferdin ses, konuşma ve ifade özelliklerindeki farklılıklar biçiminde de anlaşılabilir. Çevremize baktığımızda sesinin gürlüğü-zayıflığı, inceliği-kalınlığı, konuşmasının düzgünlüğü-bozukluğu. üslûbu vb. bütün hususlarda birbirinin aynı iki kişiye rastlamanın hemen hiç mümkün olmadığını görürüz. Aynı şekilde, her bir ferdin deri rengi, yüz hatları ve vücut biçimindeki farklılıklar bir taraftan insanın kendine özgü hususiyetleriyle "kendisi" olmasını sağlarken diğer taraftan da insanların birbirleriyle ayrı kişiler olarak ilişki kurmalarını mümkün kılar. Nitekim Hucurât sûresinin 13. âyetinde insanlığın değişik halklara ve oymaklara ayrılmasının amacı, onların tanışmasının sağlanması şeklinde açıklanmıştır ki bunun tabiî sonucu karşılıklı beşerî ilişkilerin kurulmasıdır. Şayet bu farklılıklar bulunmasa ve insanlar tek tip olarak yaratılmış olsaydı dünyanın böyle beşerî ilişkilere sahne olması mümkün olmaz, düzenin yerini kaos alırdı. Bunu daha iyi tasavvur edebilmek için, meselâ, aynı kıyafeti giymiş ikiz iki kişiyi ayırdetmenİn zorluklan ve böyle bir durumda üzerlerinde farklı kıyafet bulunmasının sağladığı kolaylık göz önüne getirilebilir. [50] Yine, âyette değinilen bu olgu üzerinde düşünürken, üslûp ve ifade farklılıklarının insana verilen düşünme ve muhakeme yeteneğinin verimliliğini sağlamadaki, ilim, fikir ve sanat hayatının geliştirilmesindeki etkileri hatta medeniyetlerin temelinde bu farklılıkların yattığı dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. İnsanların dil ve renk hususiyetleri temeline dayalı bilim dallarının alt disiplinlere ayrılması bu âyette dikkat çekilen olgu üzerinde düşünmenin önemini teyit ettiği gibi, bu alanlarda yapılacak yeni araştırmaların, konunun inceliklerine daha çok ışık tutan verilerin tespitine imkân sağlayacağı muhakkaktır. [51]



23. İnsanın günlük yaşantısının iki temel görünümünden biri çalışmak diğeri dinlenmektir. Dinlenmenin doruk noktasını uyumak oluşturur; çalışmanın da en değerli biçimi, Allah'ın kendisine lütfedeceği nasibi aramak yani ulvî bir amaç uğruna gayret sarfetmektir. Günlük hayatın akışı içinde sıradan bir olay olarak gördüğümüz uyumanın gerçekte ne büyük bir nimet olduğunu ancak uyuyamama rahatsızlığı çekenler ile bazı dert ve ıztıraplar sebebiyle uykusuz kalanlar idrak edebilir. Şu beyitte bu husus çok güzel dile getirilmiştir: "Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir. Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat" (En uzun geceyi astrolog ve vakit uzmanı ne bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu dert sahibine sor). Ayette uyumanın çalışmadan önce zikredilmesi de bunun önemine yapılmış bir vurgu sayılabilir. Zira çalışabilmek için istirahat gereklidir; yine istirahat vücudun tabiî ihtiyacıdır, özünde gereklilik vardır, çalışma ise ihtiyaçlara göre devreye girer. [52]

Normal çalışma düzeni içinde çoğu kez önemi farkedilmese de iş güç sahibi olmak hayatın düzen ve anlam kazanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Konunun toplumsal boyutunu daha iyi görebilmek için, bir taraftan işsizlik probleminin çözümü amacıyla insanlığın geniş kapsamlı özel örgütler kurduğu gerçeğine, diğer taraftan da günümüz fütüroloji çalışmalarının ana konularından birini iş hayatındaki daralma ve tatil zamanlarının artması karşısında insan için uygun meşguliyetler bulunmasının oluşturduğuna dikkat etmek gerekir.

Âyet, çalışma konusuna sadece insan hayatındaki önemi açısından değinmiş olmayıp şu mesajları da içermektedir: a) İnsan çalışmalı, fakat elde ettiği nasibi kendinden bilmememeli, Allah'ın lütfü olduğu bilincini taşımalıdır, b) "Allah'ın lütfundan" şeklinde çevirilen "min fadlihî" ifadesinde "ziyade ve artma" anlamı vardır; şu halde kişi her gün kendini geliştirme, yükselme ve mevcut imkanlarını daha da arttırma çabası içinde olmalıdır, c) Nasibi aramaya koyulmak Allah'ın lüt-funu sezmek ve ummaktır, hatta çalışarak kısmeti arayabilmenin kendisi bile Allah'ın fazhndandır. [53]

Bunlardan dersler çıkarılabilmesi, "dinleyen kimselerden olma" şartına bağlanmıştır ki bu, gerçeklere kulaklarını tıkamamış, bilincini doğrulan ve yanlışları ayırdetmeye açık tutan kişileri ifade etmektedir. [54]



24. Aynı olay ile iki zıt etkinin oluşturulması örneğine yer verilen 24. âyette simsek hem korku hem de ümit kavnağı olarak nitelenmiştir. Bunu iki farklı acıdan yorumlamak mümkündür. Bir bakışa göre korku veren şimşek, ümitlendiren ise onun akabİnden gelmesi beklenen yağmurdur. Şimşeğin korku vermesi de yıldırım düşme endişesine yol açması veya yağmur yağacakmış gibi görünüp yağmaması şeklinde açıklanmıştır. Diğer bir açıdan bakıldığında, burada korku ve ümidin asıl sebebi yağmur olup şimşek onun habercisidir: Yolcular, güneşe bağlı üretim yapanlar gibi kimi insanlar yağmur yağmasından endişe ederken, kimileri de onu dört gözle bekler; dolayısıyla şimşeğin görülmesi bazıları için korku, bazıları İçin de sevinç ve ümit kaynağı olur. İslâm âlimleri, Allah'ın mutlak gücüne ve engin rahmetine iman eden bir kimsenin, dünyadaki beklentileri konusunda olduğu gibi Allah'ın azabına uğrama veya rahmetine nail olma konusunda da korku ve ümit arasında bulunmayı Öğütleyen âyet ve hadislerden hareketle havf ve recâ terimlerini geliştirmişler ve İslâm tasavvurunda bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur. Hayata ve geleceğe bakışını bu anlayış üzerine kuran bir mümin, o ana kadarki maddî ve manevî durumu ne olursa olsun, bir yandan kendini garantili bir konumda görmeyip sınav bilincini korur ve ödevlerini yerine getirmeye özen gösterir, diğer yandan da asla gelecekten ve Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez. [55]



25. Tabiattaki ince sanat eserlerinin ve evrendeki düzenin işlerliğini sağlayan yasaların sahibi olan yüce Allah, şimşek ile yağmur arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte; ardından da, öldükten sonra insanları diriltmeye kadir olduğunun kolayca anlaşılabilmesi için somut bir örnek gösterip onları bu konu üzerinde düşünmeye çağırmaktadır: Kupkuru olmuş toprağa gökten indirdiği su ile yeniden can veren yüce kudretin insanlara da öldükten sonra yeniden can verebileceğini farketmek akıl sahipleri için hiç de zor olmamalıdır. [56] Âyetin son cümlesindeki çağrı, İsrafil'in sûru ikinci defa üflemesi şeklinde açıklanmaktadır. [57]



27. "Bu O'nun için pek kolaydır" şeklinde çevrilen kısım lafzen "bu O'nun için daha kolaydır" şeklinde de tercüme edilebilir. Fakat birçok müfessir Arapça'da karşılaştırma anlamı içeren ism-i tafdîl kalıbının aşırılık zarfı olarak da kullanıldığım dikkate alarak Cenâb-ı Allah açısından mukayeseli İfadenin kullanılmamasını tercih etmiştir. Zira yüce Allah "ol" deyince murad ettiği şey oluverir, O'nun kudreti karşısında hiçbir şey diğerinden daha zor veya kolay değildir. [58] Yine bu âyetin "en yüce sıfat O'nundur" şeklinde çevrilen kısmına daha çok şu mânalar verilmiştir: Kelime-i tevhîd O'nundur; O'nun benzeri adı. tjr.Wıif rvtınn murad ettiei "ol" demekle oluverir; en yüksek şan, eksiksiz kudret, tam anlamıyla hikmet, yaratıcıük ve mâbudluk sıfatlan O'nundur[59]


Meali


28. Allah size kendinizden bir örnek gösteriyor: Elinizin altında bulunan köleleriniz arasında, size verdiğimiz

miktarda sizinle eşit haklara sahip ve birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var

mı? İşte aklını kullanacak kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz. 29. Gel gör ki zulme saplanmış olanlar bir bilgiye dayanmadan kişisel arzu ve heveslerinin peşinden gitmektedirler. Allah'ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir! Böylelerinin yardımcıları da yoktur. 30.0 halde sen lıanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel. Allah'ın yaratışında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. 31-32. Bütün gönlünüzle O'na yönelin, O'na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan, dinlerini parçalayıp her bir grubun kendindekini beğendiği fırkalara ayrılanlardan olmayın. 33. İnsanların başına bir sıkıntı gelince yalnız rablerine sığınarak O'na yalvarırlar; sonra onlara kendi katından bir rahmet tattırdığında bakarsın ki bir kısmı kalkıp rablerine ortak koşar. 34. Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefa sürün; ama yakında öğreneceksiniz! 35. Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de o mu şirk koşmalarını söylüyor? 36. insanlara bir nimet tattırdığımızda buna sevinirler; fakat yapıp ettiklerinden ötürü başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler. 37. Görmezler mi ki Allah rızkı dilediğine bol veriyor, dilediğininkini de kısıyor? Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır. 38.0 halde akrabaya da hakkım ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu isteyenler için en iyisidir. İşte gerçek kurtuluşa erenler de onlardır. 39. İnsanların mallarında artış olsun diye ribâ yoluyla verdikleriniz Allah katında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte (manevî kârlarını) kat kat arttıranlar onu verenlerdir. 40. Allah, sizi yaratan ve sizi rızıklandırandır. Sonra O, hayatınızı sona erdirecek ve size tekrar can verecektir. Peki sizin o ortak koştuklarınız arasında bunlardan herhangi birini yapabilecek olan var mı? Allah onların ortak koştuklarından tamamen münezzehtir, yüceler yücesidir. [60]



Tefsiri


28-29. Kur'an'in bazı konular için insanların yakın çevrelerindeki olay veya ilişkilerden temsil getirme üslûbunun bir örneğini yansıtan 28. âyette, Allah'a şirk koşma, yani O'nu tanrı kabul etmekle beraber başka bazı varlıkları da tanrılıkta O'na ortak olarak görme yaklaşımının, özündeki sakatlığın yanı sıra aynı zamanda çelişkiler içeren bir tutum olduğu somut bir anlatımla ortaya konmaktadır. Bu örnek özetle "köleyi efendisine eşit saymıyorsunuz da, yaratılmış olanı yaratıcısına nasıl eşit görürsünüz!" anlamında bir eleştiri ve uyan anlamı taşımaktadır. "Kendinizden bir örnek gösteriyor" ifadesini "Yakın çevrenizden ve kolay tahlil edebileceğiniz bir örnek veriyor" şeklinde yorumlamak mümkün olduğu gibi, bunun "Unutmayın ki siz nihayet yaratılmış, âciz varlıklarsınız, buna rağmen Allah iyi bir muhakeme yapmanıza fırsat vermek üzere sizi bile bu mukayesede temel alma lütfunda bulunmaktadır" gibi bir anlam taşıdığı [61] ve insanları Allah'a karşı edebe davet etmeyi amaçladığı düşünülebilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:09 am

Âyetin "elinizin altında bulunan köleleriniz" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmını yorumlarken öncelikle Kur'an'm geldiği dönemde yaygın ve yerleşik bir uygulaması bulunan köleliğin hatırlanması gerekir. Beşerî ilişkiler içinde "sahiplik" kavramının en üst düzeyde kullanımına imkan vereni efendilİk-kölelik ilişkisidir. Fakat bunda dahi birincisi diğerinin varlık sebebi, yaratıcısı olmak bir yana, -İslâ-mî kurallara göre- onun üzerinde ölüm dirim hakkına sahip değildir, hatta birçok konuda birbirleriyle eşit tutulmuşlardır; ontolojik açıdan da aralarında bir fark bulunmamaktadır. Kaldı ki "size verdiğimiz nzıklarda" ifadesinin içerdiği uyarıya dikkat edilirse, size ait olan şeyler gerçekte sîzin değil Allah'ın size vermiş olduklarıdır, O'na ait olanlar ise hakiki anlamda da O'nundur. Böyle olduğu halde efendiler kölelerinin kendileriyle eşit haklara sahip olmasına rıza gösterirler mi ve diğer hür ortaklarıyla olan ilişkilerinde olduğu gibi onlardan çekinirler mi? Meselâ kârın bölüşümünde ortaklarının haksızlık yapmasından endişe ettikleri gibi kölelerinin de böyle bir hak gasbında bulunabileceğinden endişe ederler mi? Asla! Zaten onlarla bir paylaşım İçine girmeye razı olmazlar ki! Bu hususları göz önüne aldıktan sonra cevaplanması gereken soru şu olmaktadır: Peki evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı, gerçek sahibi ve mâliki olan Allah Teâlâ'ya onun bu yarattıklarından bazılarını ortak saymak büyük bir tutarsızlık değil midir? Âyetin "birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz" şeklinde çevrilen kısmı , "O taptıklarınızın ne yarar ne zarar verme gücü olmadığına göre birbirinizden korktuğunuz gibi onlardan niye korkasınız ve korkup da onlara niye tapasınız ki!" şeklinde de açıklanmıştır. Yine bu kısma "kendinizi saydığınız gibi saydığınız" anlamı da verilmiş ve şöyle bir yorum yapılmıştır: Sizin tanrılık yakıştırdığınız varlıklar için "Onlar Allah katında bizim için şefaatçi oluyorlar, bu sebeple onlara tapıyoruz" şeklindeki bahaneniz de tutarsızdır, çünkü siz, kendiniz gibi hür kimselere gösterdiğiniz saygıyı kendinizle aynı nitelikleri taşıyan kölelerinize göster-miyorsunuz ki yine Allah Teâlâ'nm mülkiyetinde olan fakat O'nunla hiç bir benzerliği bulunmayan varlıklara aynı hürmeti gösteresinİz! [62]

Öte yandan bu temsilin anlaşılması için konuyu daima hukuki bir statü olarak efendi-köle ilişkisi çerçevesinde ele almak zaruri değildir. Hatta temsilin teması açısından, "sahiplik" fikri ve duygusunun daha zayıf ve sınırlı olduğu ilişkilerden vararl anılması evievivetle mümkündür. Meselâ bir fabrikanın sahibi orada çalışürdığı işçilerin emeğini satın aldığı ve bu emeğe mâlik olduğu fikri ve duygusuyla hareket eder; sosyal mülâhazalarla işçi haklan konusunda ne kadar mesafe alınırsa alınsın, onların kendisine ait bütün mal varlığı hatta sırf o fabrikanın mülkiyeti üzerinde eşit haklara sahip olmasına razı olmaz. Yine, âyetin anlamının Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerinin şirk tarzı ile sınırlı düşünülmemesi gerekir. Âyetin bütün zamanlar ve coğrafyalar için geçerli olan mesajı şudur: Hangi saikle ve hangi biçimde olursa olsun, Allah'ın yegâne yaratıcı olduğu, mutlak iradesini hiçbir gücün smırlayamayacağı gerçeği ile bağdaşmayan her inanç ve O'ndan başkasına kulluk etme veya kullukta başkasını aracı kılma anlamı taşıyan her davranış şirktir ve âyette vurgulanan çelişkiyi taşır. [63]



29. âyetin "zulme saplanmış olanlar" şeklînde çevirilen kısmı ile şirke saplanıp kalmış olanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü zulüm, her şeyi yerli yerince yapmak ve her hak sahibine hakkını vermek demek olan adaletin ziftidir; şirkde sadece Allah'ın hakkı olan tanrılık sıfatında başkalarını O'na ortak etmek anla
mına geldiğinden çok büyük bir haksızlıktır, meselâ Lokman sûresinin 13. âyetinde bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir. [64]"Allah'ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir!" ifadesinden Allah'ın hiçbir sebebe bağlı olmadan bazı kimseleri şaşırttığı düşünülmemelidir; zira bu ve başka birçok âyetteki açıklamalar ışığında, mezkûr ifadeyle şu mânanın kastedildiği ortadadır: Bütün uyan ve delillere rağmen, bir bilgiye dayanmadan, sırf kişisel arzu ve hevesleri peşinde gitmeyi yeğledikleri için bu haksız tutumlarında ısrar eden kimseleri Allah
kendi şaşkınlıkları ile başbaşa bırakır, bu durumda artık onlan kimse doğruya eriş-tiremez. [65]



30-32. Hanîf kelimesi Kur'an dilinde, her türlü şirk izinden arınmış bir tan-n inancına sahip olan, sapkınlıklardan uzak duran, kısaca tevhid inancına samimiyetle teslim olup yalnız Allah'a kulluk eden mânasına gelir. [66] 30. âyetin lafzen "yüzünü dine çevir, yönelt" anlamına gelen kısmı, dine yönelİp hiç sapmadan bu yol üzerinde kararlılıkla yürümeyi ve ona önem vermeyi anlatan temsilî bir ifade olduğu [67] veya buradaki "yüz" mânasını taşıyan "vech" kelimesi kişinin zat ve sıfatlanyla bütününü anlattığı[68] İçin, "Bütün varlığınla dine yönel" şeklinde tercüme edilmiştir.

30. âyetin "Allah insanlan hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona ..." şeklinde çevirdiğimiz kısmı "dîn" veya "hanîf kelimesini açıklamaktadır. Fıtrat kelimesi Kur'an'da sadece bu âyette geçer. Aynı kökten gelen "fetara" fiili "yarattı" ve "fâtır" İsmi de "yaratan" anlamında olmak üzere defalarca kullanılmıştır. Sözlükte "ilk varatılıs hali, temiz ve aslî tabiat anlamına gelen fıtrat,beşerî varlığın Allah'ın yaratma fiili sonucunda ortaya çıkan başlangıçtaki saf ve aslî halini ifade eden ahlâk ve psikoloji ile ilgili bir terimdir. Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in hadislerinde fıtrat kelimesinin, insan kişiliğinin çevre etkilerinden bağımsız olarak var olan özünü ve bütün insanlar için ortak ve genel olan oluşum ve gelişim kapasitesini belirtmek üzere kullanıldığı görülür. Tek tek her bir insanın geliştirdiği kişilik özellikleri bu ortak fıtrattan beslenir. İslâmî Öğretiye göre insanın ilk yaratılış durumu, temiz ve günahsız, gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli, insan olmanın ve insanca yaşamanın gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri bünyesinde taşıyan bir potansiyel tamlığa sahiptir, İnsan fıtratında Allah'ın varlığını ve birliğini tanımaya doğru tabiî bir eğilim vardır. Hatta İslâm âlimleri genellikle, bu eğilimin ilk yaratılış anında insanla Allah arasında yapılmış temsilî sözleşme ile ilintili olduğu kanaatindedirler[69] Din duygusu insan fıtratının temel bir özelliği olmakla beraber, bu kendiliğinden uyanıp gelişmez. Zira insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca götürecek kabiliyet ve imkanlar vardır. İnsan kendi iç dünyası veya dış âlem üzerinde derinlemesine bir araştırma ve düşünmeye koyulduğunda yahut 33. âyette ve Kur'ân-ı Ke-rîm'in başka yerlerinde [70] değinildiği üzere, çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı bir anda bu duygunun belirtileri açıkça gözlenir. Fakat bu tabiî eğilimin kişilik çapında yapılanması ve kalıcı bir özellik halini alması, içtenlikle ortaya konacak ciddi bir arayış ve çabayla birlikte, uygun bir çevrede gerçekleşebilir. Nitekim vaktiyle birçok cana kıydıktan sonra bundan pişmanlık duyup tövbe etmek isteyen kimseye o dönemdeki peygamberin çevresini değiştirmeyi tavsiye ettiğim belirten Resûl-i Ekrem bu hususa işaret etmiştir. Yine Hz. Peygamber'in şu hadisi, din duygusunun fıtrî olduğunu fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle ailenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yahut bütünüyle körelmesin-de önemli etkiye sahip bulunduğunu göstermektedir: "Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar"[71] Bir başka hadiste de çocuğun konuşmaya başlayıncaya kadar fıtratını koruduğu belirtilerek [72] kültür değerleriyle İlişki kurmanın en önemli vasıtası olan dilin bu konudaki etkisine İşaret edilmiştir. İslâm bilginlerine göre göze görme kabiliyeti verildiği gibi fıtrata da Allah'ı tanıma ve O'nakul olma yatkınlığı verilmiştir. Henüz dış tesirlerin etkilemediği ve bozmadığı fıtratın yönü hayıra, iyiye ve Allah'ın birliğini tanımaya yöneliktir. Fıtratın fâtmna (yaratıcısına) delâleti tabiî olduğu için her İnsanın fıtratında, vicdanının derinlerinde bir hak duygusu ve marifetullah gizlidir. Ancak nasıl ki bir hastalık veya bir engel sebebiyle geçici veya sürekli olarak gözün görmesi mümkün olmuyorsa, fıtrat da dış etkilerle gerçek kabiliyet ve hedefinden uzağa düşebilir. Bir başka anlatımla, fıtratın belirleyici bir özelliği varsa da zorlayıcı bir etkisi yoktur; o daha çok haricî tesirlere göre değişik şekiller alır. Bu sebeple, insandaki Öfke, şehvet, menfaat düşkünlüğü gibi eğilimlerin de varlığını dikkate alan İslâm ahlâkçıları, dinî ve ahlâkî kurtuluş için tek başına fıtratın yeterli olmadığını, doğru dine yöneltecek bir peygambere ve ayrıca insanın aklını ve İradesini geliştirmesi için samimi bir çaba ortaya koymasına İhtiyaç bulunduğunu belirtmişlerdir. İşte âyette "Sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel" buyurularak fıtrat ile din arasındaki uyuma, fıtrattaki saf ve temiz yapıya, ayrıca insana da bu konuda görev düştüğüne, yani onu korumak İçin gayret sarfetmesi ve iradesini kontrol altında tutması gerektiğine işaret edilmektedir. Fıtrat kelimesinin İslâmî terminolojideki diğer bir anlamı da "âdet ve sün-neftir. Bütün peygamberlerin ve ilâhî dinlerin doğru ve güzel bulup benimsedikleri ve müslümanlann yapmaları gerekli olan dinî âdet ve uygulamalara da fıtrat denir. [73]

Âyetin "Allah'ın yaratışında değişme olmaz" şeklinde tercüme edilen kısmını "Allah'ın yaratmasının yerine başka şey konamaz, alternatifi yoktur" şeklinde anlamak da mümkündür. Bu cümle ile İlgili başlıca yorumlar şöyle özetlenebilir: a) Allah'ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın, çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz, zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiç bir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız, b) Allah'ın yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, ahkâm koymaya kalkışmayın, c) Allah'ın yaratmasını başkalarına İsnat etmeye, başkalarını da yaratıcı yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin, zira Allah'ın mülk ve egemenliği sizinkiler gibi değişikliğe uğra-tılamaz, d) Din, fıtratı değiştirmek için değil fıtrattaki gene) selâmeti geliştirmek içindir [74] e) Allah Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik yapmaz [75]

31. âyetin "Bütün gönlünüzle O'na yönelin" şeklinde çevrilen kısmı, durum bildiren bir yan cümle olduğu için "Bütün gönlünüzle O'na yönelmiş olarak" anlamına gelir; tefsirlerde bunun gramer açısından izahı yapılırken ya daha önce geçen "O doğru dine yönel" cümlesine bağlanır ve öznenin Hz. Peygamber ile birlikte bütün müminler olduğu kabul edilir veya "müşriklerden olmayın" cümlesinin delaletiyle "(vönelmis) olun" şeklinde takdir edilecek bir ana cümleye bağlanır.Yine âyetin bu kısmına, "münîbîn" kelimesinin kök anlamına göre "O'na dönün, tövbe edin; O'na itaati sürdürün" gibi mânalar verilebilir. [76]

32. âyet, önceki âyetin son cümlesini açıklamaktadır; bu da, dini ve fıtratın gereklerini olduğu gibi kabullenmedikleri için onu bölen ve bu sebeple fırkalara ayrılanların da bir tür şirk içine düştüklerini göstermektedir. Bu tutumun şirk olarak nitelenmesi, söz konusu kişilerin kendi iradelerini ve kişisel arzularını ilâhî irade ve bildirime eşdeğer görüp dine ve fıtrata kısmen uymaları ve işlerine gelmeyen kısmında başlarına buyruk olmayı tercih etmeleri, üstelik kendi İsteklerine taassup göstererek bağlandıkları için onları din mertebesine çıkarmalarıdır; böylece bu kimseler, şirkin hatıra İlk gelen mânasına yaklaşmakta yani başka varlıkları Allah'a ortak koşma kapsamına girmiş olmaktadırlar. Tefsirlerde genellikle burada, değişik fırkalara ayırılan yahudi ve hıristiyanlann, hak din olan İslâm'ı terkeden-lerin veya İslâm ümmeti içinde bid'atler geliştirenlerin ve bölünmeyi körükleyenlerin kastedildiği yorumu yapılmıştır. Bazı müfessirler ise[77] burada kişisel eğilim ve tercihlerine göre mabud seçip ayrılık İçine düşen müşriklerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Her halükârda âyetin, dini kitlelere hâkimiyet aracı olarak kullanıp tefrika çıkaranlara ve böylece onu aslî hüviyeti dışına taşırmaya çalışanlara yönelik ağır bir eleştiri içerdiği, aynı zamanda tarihsel tecrübe ışığında müslümanlara yönelik önemli bir uyan taşıdığı açıktır. Tabiî ki bu, dinin sağlıklı biçimde anlaşılması için çaba harcamayı ifade eden içtihadın ve ictihad farklılıklarının kınanması anlamına gelmez; zira bu çerçevedeki faaliyet bizzat Re-sûlullah tarafından övülmüş ve teşvik edilmiştir. Âyetin son cümlesine "Her foka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır" şeklinde de mâna verilebilir. [78]



33-36. İnsan psikolojisi İle ilgili önemli iki hal ve tavra yer verilen bu âyetlerde, darlığa düşen ve kendi aczini ayan beyan gören insanların son ve vazgeçilmez sığınağın ilâhî rahmet olduğunu anladıkları ve içtenlikle Allah'a yalvardıkla-n; rahata kavuştuklarında ise bir kısmının daha önceki hallerini tamamen unutup bu sonucu kendilerine veya Allah'tan başka varlıklara izafe etmeye kalkıştıkları, hatta Allah'a ortak koşmaya varacak nankörlükler ettikleri belirtilmekte, bu tutumun hiçbir haklı gerekçesi bulunmadığına ve böyle kimselerin akıbetinin hiç de zannettikleri gibi olmayacağına dikkat çekilmektedir.

34. âyetin "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım!" şeklinde tercüme edilen kısmını, cümledeki yeriyle ilgili farklı değerlendirmelere göre "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler diye" veya "Kendilerine verdiklerimizin sonucu olarak nankörlük ederler" şeklinde de çevirmek mümkündür[79]

35. âyeti "Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de, o mu şirk koşmalarını söylüyor?" şeklinde çevirmek lafza daha uygun olup mealde bu tercih edilmiştir. "Konuşma, söyleme" anlamına gelen fiil burada mecaz olarak kullanılmıştır, öznesi "delil, kanıt" olunca, "O delil bunu mu gösteriyor, bu fikri mi destekliyor?" mânasına gelir[80]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:09 am

34. âyetin "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım!" şeklinde tercüme edilen kısmını, cümledeki yeriyle ilgili farklı değerlendirmelere göre "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler diye" veya "Kendilerine verdiklerimizin sonucu olarak nankörlük ederler" şeklinde de çevirmek mümkündür[79]

35. âyeti "Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de, o mu şirk koşmalarını söylüyor?" şeklinde çevirmek lafza daha uygun olup mealde bu tercih edilmiştir. "Konuşma, söyleme" anlamına gelen fiil burada mecaz olarak kullanılmıştır, öznesi "delil, kanıt" olunca, "O delil bunu mu gösteriyor, bu fikri mi destekliyor?" mânasına gelir[80]

Bazı müfessirler 36. âyetteki ifade akışından "İnsanlara bir nimet tattırıldı-ğında buna sevinmelerTnden olumsuz biçimde söz edildiği anlamı çıktığını düşündükleri için, bunun Allah'ın lütfundan ötürü sevinç duymanın kötü görüldüğü mânasına gelmediğini, burada "sevinme"nin, şımarıkça bir tavır sergileme mânasında kullanıldığını belirtirler. Ayrıca, Yûnus sûresinin 58. âyetinde ifade buyurul-duğu üzere Allah'ın nimetleri ve lütfundan dolayı sevinmenin, O'na derin minnet duygusu ve samimi şükür eşliğinde olduğu takdirde, Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmaya vesile olacağını hatırlatırlar. İbn Âşûr ise, âyetin zahirine göre, buradaki sevinmeyi şımarıklık etme şeklinde açıklamaya gerek bulunmadığını ve âyetin şöyle yorumlanmasının uygun olacağını savunur: Allah'ın lütuflanna maz-har olduklarında nasıl ki bunun sona erebileceğini hatırlarından dahi geçirmiyor-larsa, aynı tutumun mantıkî sonucu olarak, başlarına sıkıntı geldiğinde de bunun ortadan kalkacağı ümidini yitirmemeleri ve sabretmeleri gerekirdi; oysa onlar hemen ümitsizliğe düşmektedirler (XXI, 100). [81]



37-40. Bu âyetlerde önce insanların farklı imkânlara sahip olması, özellikle iktisadî farklılıklar İçinde bulunmaları realitesine yine onların gözlemleri tanık tutularak değinilmekte, bunun Allah Teâlâ'nın iradesi ve koyduğu kanunlar gereğince böyle olduğuna dikkat çekilmekte, ardından -bu hakikati kavrayanları bekleyenbazı sosyal yardımlaşma görevleri hatırlatılmakta, paranın sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasında önemli bir işlem olan ribânın (faizcilik, tefecilik) Allah'ın hoşnutluğundan uzak olduğuna dair bir uyarı yapılmakta, nihayet bu kümenin başında (28. âyet) canlı bir temsil ile anlatılan Allah'ın birliği ve ortaklardan münezzeh olduğu gerçeği bir daha vurgulanmaktadır.

Geniş anlamıyla insanların sahip olduğu her türlü imkânı, dar anlamıyla da iktisadî imkânları ifade eden rızik açısından kişiden kişiye farklılıklar bulunduğu herkesin kolayca gözlemleyebileceği bîr realitedir. İmkanların paylaşımıyla ilgili olarak beşeriyetin geliştireceği usul ve sistemler ancak daha âdil kabul edilme veya daha ikna edici olma özelliği bakımından başarılı sayılabilir; fakat bu farkların tamamen ortadan kaldırılması mümkün değildir. Zira bu durum ilâhî iradeden ve bu iradeye bağlı evrensel yasalardan, zihin ve beden güçlerinin eşitsizliği, coğrafya ve iklim farklılıkları, ekonomik ortam ve sistem farkları gibi doğal veya pozitif farklılıklardan kaynaklanmaktadır. 37. âyette söz konusu realiteye dikkat çekilirken "görmezler mi ki" ifadesiyle insanın tanıklığı ön planda tutulmuş, bundan çıkarılacak sonuçlar ve onların pratik hayata yansıtılması hususunda ise "Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır" buyurularak iman esas alınmıştır. Buna göre rızkı verenin Allah olduğuna gönülden inanan kimseler için, kendisi ile başkaları arasındaki imkân farklılıkları bir bunalım, kıskançlık ve çatışma sebebi olmak yerine kişiyi yüce yaratıcısının lütfundan daha fazla talepte bulunma çabası içine iten bir motivasyon sağlayacak, ama elde ettiği imkânların gerçek kaynağını görmezden germeyecek ve bunların kendisine yüklediği sorumluluğun bilinci içinde hareket edecektir. Nitekim bu inancın önemine dikkat çekildikten hemen sonra 38. âyette "o halde" diye başlayan bir ifadeyle bu sorumluluğun bazı temel gereklerine değinilmiştir. Bunlardan biri, kişinin yakınlarını görüp gözet-mesidir ki daha sonra nazil olacak birçok âyette bu ilkeye yapılan vurgu ısrarla sürdürülecek, buna İlâve olarak gönüllü yardım sınırını aşan nafaka ve mirasçılık hükümlerine yer verilecektir[82] Sözü edilen ikinci görev zekâttır ki bu, bütün topluma yönelik, ilk zamanlarda gönüllü yardımlar şeklinde, Medine döneminde ise miktarı, nispetleri ve harcama yerleri belirli hale gelecek malî vecibenin ve buna dayalı yardımlaşma müessesesinin adıdır. [83] Burada, zekâtın harcama yerleri ayn ayrı sayılırken görülecek olan sekiz harcama kaleminden[84] öncelikle bireyleri ilgilendiren ve değişen durum ve şartlardan fazla etkilenmeyen şu İki kesimin hakkına İşaret edilmekle yetinilmiştrr: YoksuJlar ve yo/da kalmışlar. Âyette sadece akrabalar ve bu iki kesimin zikredilmesinin sebebi açıklanırken, burada bireylerin topluma karşı genel görüp gözetme vecibesine dikkat çekmenin amaçlandığı ve yardımda bulunma imkânı olanlara -zekât yükümlülüğü ile ilgili şartlan taşısın taşımasın- asla ihmal etmemeleri gereken bir görevin hatırlatıldığı yorumu da yapılmıştır. [85] Yine bu âyetteki buyrukla ilgili önemli bir husus, "hakkını ver" ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Buna göre ister gönüllü yardım isterse malî vecibe çerçevesinde olsun, imkânı olanların, akrabalarını görüp gözetmeyi, yoksullara veya yolda kalmışlara destek olmayı kendi lütuf ve bağışlan olarak değil, onların "hakkı" olarak görmeleri gerekir. Zira rızkı veren Allah'tır, O'nun verdiği nimetlerin bir kısmından başkalarım yararlandırmak da O'nun buyruğu uyarınca bir görevdir ve diğerlerine tanınmış bir haktır. Birçok âyet ve hadiste ifade edildiği üzere Allah'ın hoşnutluğuna layık olan harcamalar, başa kakmadan, o anlama gelebilecek tavırlar sergilemeden, kendisi diğer tarafın yerinde olsaydı nasıl davranılma-smı arzu ederdi ise o şekilde yapılanlardır. 39. âyette ise, iktisadî adaleti temelden sarsan ve toplumda büyük tahribat yapan ribâ uygulamalarına karşı Kur'an'in çok sert bir tavır takınacağının ilk işareti verilmiş, bu yapılırken insanların ribâdaki amacına atıfta bulunularak zekâtla bir mukayese yapılmıştır: Mevcut varlığını daha da arttırmayı amaçlayan ve bunun için ribâya başvuranlar -şayet iman ediyorlarsa- bilmelidirler ki başkalarının sömürülmesi esasına dayalı bir işlemle elde edilecek kazanç zahirî bir artıştır, manevî yönden bir artış değildir, bereketi de yoktur. Gerçek yatırım Allah'ın hoşnutluğuna uygun malî tasarruflarda bulunmaktır ki bunların başında geniş anlamıyla zekât gelmektedir. 40. âyette vurgulanan husus da şudur: Bütün bu davranış hükümlerinin asıl amacı Allah'ın iradesine râm olma ve O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışma olduğuna göre mümin, kendisini yüce Allah'ın yaratıp rızıklandırdığı; hayat verenin, hayatı sona erdirenin ve tekrar can verecek olanın O olduğu bilinciyle davranmalı ve Allah'a ortak koşanların ne kadar yanlış bir yolda olduğuna dikkat etmelidir.

39. âyetin mealinde, bu âyette geçen ribâ kelimesinin "faize verilen mal veya para" anlamı esas alınmıştır. Bunun "verilen faizin kendisi" şeklinde anlaşılması da mümkündür. Bu takdirde meal şöyle olur: "İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz ribâ Allah katında artmaz." Bazı müfessirler burada bir yasak ifadesinin bulunmamasından hareketle bu kelimeyi haram olmayan fakat Allah katında da değeri bulunmayan bazı beşerî ilişkilerle, özellikle "karşılığında teşekkür bekleyerek veya bir menfaat umarak başkasına bir bağışta bulunma, hediye verme" gibi mânalarla da açıklamışlardır. [86]


Meali


41. İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor. 42. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nice oldu bir bakın. Onların çoğu şirke sapmış kimselerdi." 43.0 halde Allah katından geri çevrilemez bir gün gelmeden önce bütün varlığınla o sağlam dine yönel. O gün onlar birbirlerinden ayırt edileceklerdir. 44. Kim inkâr ederse inkarcılığı kendi aleyhine olacaktır. İyi işler yapanlar da kendileri için hazırlık yapmış olmaktadırlar. 45. Zira Allah, iman edip iyi işler yapanları lüt-fuyla mükâfatlandıracaktır. Şüphesiz O, inkarcıları sevmez. 46. Müjdeler taşıyan rüzgârları göndermesi de O'nun kamtlarındandır, ki böylece size rahmetinden tattırsın, gemiler buyruğu ile yüzsün; siz de O'nun lütfundan nasibinizi arama çabası gösteresiniz re şükredesiniz. 47. Andolsun senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Buna rağmen günaha saplananların cezasını hakkıyla verdik. İnananlara yardım etmek de bize düşer. 48, Bulutları harekete geçirsin diye rüzgârları gönderen Allah'tır. Derken O, bulutları gökyüzünde dilediği gibi yayar ve parçalara ayırır; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Onu dilediği kullarının üzerine yağdırınca da o kullar sevince boğulurlar. 49. Oysa onlar yağmurun yağdırılmasından az önce bütün ümitlerini iyice yitirmiş ve saskın bir halde idiler. 50. Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak: Todrağa Ölümünün ardından nasıl can veriyor! İşte ölüleri diriltecek olan da O'dur. O'nun her şeye gücü yeter. 51. Andolsun ki, bir rüzgâr göndersek de onu (ekini) sararmış görseler, hemen nankörlük etmeye başlarlar. 52. Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da çağrıyı duyu-ramazsın. 53. Sen körleri yanlış yoldan doğruya yÖnlendiremezsin. Sen (çağrını) ancak âyetlerimize inanıp teslim olanlara duyurabilirsin. [87]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:10 am

Tefsiri


41. Bu âyetin, karada ve denizde bozulmanın ortaya çıkmasıyla ilgili kısmı hakkında tefsirlerde yer alan belli başlı yorumlar şunlardır: Karada ve denizde tufan çıkması endişesi; bazı arazilerin bitki bitirmez duruma gelmesi ve tatlı suların tuzlu su haline dönüşmesi; gerek şehirlerde gerekse kırsal kesimde bozulmanın yaşanması (Arap dilindeki mecazî bir kullanıma dayanılarak buradaki "deniz" anlamına gelen bahr kelimesi "yerleşim merkezleri ve şehirler" şeklinde yorumlanmıştır); kaynak sularının azalması; kıtlık, yangın, sel gibi felâketlerin ve Ölümlerin çoğalması; geçim sıkıntısının artması, her şeyin bereketinin kaçması[88] Âyetin "insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" şeklinde tercüme edilen kısmı da genellikle, "işledikleri günahlar ve yaptıkları haksızlıklar sebebiyle" biçiminde yorumlanmıştır. Bazı müfessirler ise bu âyet ile önceki âyetler arasındaki mâna ilişkisini şöyle izah etmişlerdir: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin de göğün de düzeni bozulurdu"[89] anlamındaki âyette şirk İnancı, bozulma ve kaos sebebi olarak gösterilmiştir; önceki âyetlerde şirke saplanıp kalanlardan söz edildiğinden burada insanların bu tutumunun kısmen ilâhî bir cezaya çarptırılması mânası taşıyan bozulmaya değinilmektedir. [90]

"Bozulma" şeklinde tercüme edilen ve başında belirlilik takısı bulunan fesâd kelimesiyle muhatapların bildiği bir bozulma türü veya bu kelimenin kapsamına girebilecek her türlü bozulma kastedilmiş olabilir. [91] Yine, "düzen bozuldu" şeklinde tercüme edilen cümlenin yüklemi (zahera fiili) geçmiş zaman olduğu için burada, gözlemlenebilen veya güvenilir bir haberle bilinen fiilen ortaya çıkmış bir durumdan söz edildiği düşünülebileceği gibi, bu durumun beklendiğini haber verme ve uyanda bulunma anlamının bulunduğu da söylenebilir. [92]

"Li yüzîkahüm..," cümlesinin başındaki lâm harfinin sonuç bildirme veya gerekçe belirtme anlamlarına göre âyete değişik mânalar verilebilir. Mealde birinci anlam esas alınmış ve Allah'ın insanlara yaptıklarının bir kısmını tattırmasının, fiillerinin sonucu oldu İhın u belirtmek üzere önceki cümleye "böylece..." denerek bağlanmıştır, İkinci anlama göre ise şöyle bir meal verilebilir: "... ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de dönerler."

Bu cümlenin "yaptıklarının bir kısmı" diye tercüme edilen bölümü genellikle, insanların yaptığı yanlışlıkların bütün karşılığının burada değinilenden ibaret olmadığı, bilhassa âhiretteki cezanın bu dünyadakinden çok daha ağır olacağı şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca bazı müfessirler buradaki ilgi zamirinin "... ki onlar ne yaptıklarını da iyi bilirler" gibi bir mâna île anlatıma güç kattığını belirtmişlerdir. [93]

Kanaatimizce burada karadan ve denizden söz edilmesini âyetin mânasını daraltacak yorumlara temel kılmak yerine, "karasıyla deniziyle her yerde" anlamının kastedilmiş olduğunu düşünmek[94] hatta âyeti evrenin insan faaliyetlerinin etkili olduğu bütün bölgelerini içine alacak biçimde yorumlamak daha isabetli olur. Şevkânî'nin haklı olarak belirttiği üzere, bazı müfessirlerin burada sözü edilen karadaki bozulmayı Hz. Âdem'in oğlu Kabil'in kardeşi Hâbil'i Öldürmesi, denizdeki bozulmayı ise -Kehf sûresinde (18/71) zikri geçen- bir hükümdarın sağlam gemileri gasbetmesi şeklinde açıklamaları, naklî bir delile dayanmayan, aklî açıdan da garip bir yorumdur (IV, 261-262).

Derveze bu âyet için şöyle bir yorum yapar: Sûrenin indiği sıralarda Hicaz ve yakın çevresinde birtakım güvenlik soranları ve gıda maddelerindeki kıtlık sebebiyle krizler yaşanmış olabilir. Orada fiilen böyle bir durum yaşanmamış olsa bile dünyanın değişik bölgelerindeki felâketlerle ilgili haberler Hicaz'a ulaşmaktaydı. İşte bu vesileyle Kur'an muhataplarına bir uyanda bulunmuştur. İnsanlara -Allah'a kulluğa ve hakikat yoluna dönmeleri için- bu tür felâketlere kendi işledikleri günahlar yüzünden duçar olduklarını hatırlatmanın gerekçesi daima mevcuttur (VI, 301-302). Yazarın âyetin tarihsel bağlamından hareketle yaptığı ve bütün zamanlar için çıkarılacak mesaja açık duran bu yorumu makul görünmekle beraber, âyetin günümüzdeki açılımları üzerinde düşünmeye fırsat vermesi bakımından Esed'in şu açıklamalarını aktarmayı yararlı buluyoruz: "Böylece, günümüzde korkunç bir şekilde -üstelik henüz kısmen- ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada 'insanın kendi yapıp-ettiklerinin bir sonucu', yani insanın, kendini tahrip eden -çünkü katı materyalist bir temele dayanan- teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha Önce hayal bile edemediği ekolojik felâketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması: vaveın uvusturucu ve eörünürde 'favdalı' ilaç kullanımı sebebivle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçlan ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz. Bunların tümü, son tahlilde, İnsanın Allah'a ve mutlak manevî ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, 'maddî İlerleme'yi tek önemli hedef sayan inançlara tutsaklığının bir sonucudur" (II, 828-829). Bu bağlamda, ürkütücü sonuçlarıyla dünya gündeminde ağırlıklı bir yer tutan ozon tabakasının delinmesi sorununun tam olarak âyetteki ifadeyle örtüştü-ğünü yani "insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" ortaya çıkmış bir bozulma olduğunu da canlı bir örnek, olarak hatırlamak gerekir.

Yeryüzündeki ve uzaydaki olumsuz gelişmeler ile bu âyetteki uyarı arasında bağ kurulurken, -bazı kimselerin yaptığı gibi- Kur'an'ın teknolojiye ve maddî ilerlemeye karşı olduğu tarzında aşırı bir yoruma kayılması, âyeti amacı ve anlam çerçevesi dışına çıkarmak olur. Yine, doğal çevredeki her türlü bozulmayı münhasıran günah kavramından hareketle gerekçelendirmek doğru olmaz; âyette "İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" buyurulduğu dikkate alınarak insanların her şeyi yerli yerince yapmamaları tarzında genel bir gerekçe üzerinde durulması uygun olur. Öte yandan âyette insanlara yapıp ettiklerinin bir kısmını tattırmanın gerekçesi "dönebilsinler diye" şeklinde açıklandığına göre, beşeriyetin bu olumsuzlukları yaşaması yine onların eğriyi doğrudan ayırt etmeleri için tanınmış bir fırsat ve insanın dünya hayatındaki varlık sebebi olan sınavın toplumsal boyutu olarak değerlendirilmeli ve herkes İnsanlığın bu ortak serüveninden dersler çıkarmalıdır. [95]



42, Kur'an'ın, yeryüzünde dolaşılması ve önceki toplumların başına gelenlerden ibret alınması ile ilgili ısrarlı teşvikinin yanına burada bir bilginin ilâve edildiği görülmektedir: "Onların çoğu şirke sapmış kimselerdi." Bu, geride iz ve eserleri, harabeleri kalan toplumlarda çok tanrıcılık inancının hakim bulunduğuna işaret olabilir. [96]



47-50. Her gün iç içe yaşadığımız ve çoğu kez sıradan durumlar olarak algıladığımız tabiat olaylarının gerçekte Allah'ın birliğinin ve kudretinin açık kanıtları olduğu ve aklını İşleten kimselerin bunlardan önemli sonuçlar çıkarabileceği Kur'an'da değişik vesilelerle belirtilmiştir. Doğal çevrede ortaya çıkan bozulmaya değinilen 41. âyetten sonra bu hususa dikkat çekilmesi de oldukça manidardır. Buna göre tabiat, Allah'ın verdiği düzenle işlerken yaratanına kanıt değeri taşıyacak kadar mükemmeldir; ne var ki bu, insan eliyle bozulabîlmektedir. [97]

47. âyette yer alan ve "İnananlara yardım etmek de bize düşer" şeklinde tercüme edilen cümlenin lafzına bakarak, müminlerin Allah'a karşı hak iddia edebilecekleri ve O'nun da kendilerine karşı görevinin bulunduğu gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Zira bu, inananların Allah katındaki dereceleriyle ilgili bir iltifat ifadesi olup onlara moral verme ve onları onurlandırma amacı taşımaktadır. Hz. Peygamberin "Şayet müslüman bir kimse din kardeşinin namusunu müdafaa ederse, Allah'ın da kıyamet günü mutlaka onu cehennem ateşinden korumasını hak eder" buyurduktan sonra âyetin bu cümlesini okuduğu rivayet edilmiştir[98]

51. âyetteki "onu" anlamına gelen zamirin, bitki, rüzgar veya bulutun yerini tuttuğuna dair görüşler vardır[99] Bütün bu yorumların ortak noktası şudur: Allah Teâlâ insanları sınamak üzere onlara bazı sıkıntılar verdiğinde, meselâ onlara zarar veren bir rüzgar gönderdiğinde hemen tavırları değişir, kendilerine verilen nimetleri unutup inkâra kalkışırlar veya nankörlüğe yeltenirler. [100]


Meali


54. Sizi cücsiiz yaratan, güçsüzlüğün ardından kuvvet veren, kuvvetli halinizden sonra da güçsüzlüğe duçar eden ve ihtiyarlattıran Allah'tır. O dilediğini yaratır. O hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir. 55. Günaha saplanmış olanlar kıyamet koptuğu gün (dünyada) sadece çok kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar (oradayken de) kendilerini böyle kandırıyorlardı. 56. Kendilerine ilim ve iman verilenler ise şöyle derler: "Andolsun ki siz, Allah'ın yazısına uygun olarak yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, diriliş günüdür; fakat siz onu tanımıyordunuz." 57. Artık o gün zulmedenlerin ileri sürecekleri mazeretler fayda sağlamayacak, onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları da istenmeyecektir. 58. Andolsun ki biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü örneği verdik. Şayet sen onlara bir mucize getirecek olsan, inkâr edenler mutlaka şöyle diyeceklerdir: "Siz ancak aslı esası olmayan şeyler ortaya koymaktasınız!" 59. İşte Allah, ilimden nasibi olmayanların kalplerini böyle mühürler. 60. Şimdi sen sabret. Bil ki Allah'ın vaadi gerçektir. İman etmeye yanaşmayanlar sakın seni gevşekliğe sevketme-sin! [101]


Tefsiri


54. Önceki âyetlerde ilâhî kudretin dış âlemde gozlemlenebilen kanıtlarına değinildikten sonra burada insanın özbenliğinde tespit edebileceği delillere dikkat çekilmektedir. [102]Bunların özeti, kişinin kendi geçirdiği evreleri iyi bir incelemeye tâbi tutmasından İbarettir. İnsan, başlangıçta aşılanmış bir yumurta (zigot) olduğunu, birçok aşamadan geçtikten sonra güçlü dönemine eriştiğini, ama hiç kimsenin -kendisine uzun ömür verilmişse- gençlik dönemindeki bu gücünü aynen koruyamadığını, hele hiç kimsenin dünya hayatında ebedî kalmayı başaramadığını düşünürse, bütün bunların varlıklar âlemine egemen olan üstün ve karşı konulamaz bir İradeden kaynaklandığını anlar. Bu sürecin bir benzerinin, içinde yaşadığı evren bakımından da kaçınılmazlığını ve onun da bir sonu olduğunu kabullenmekte güçlük çekmez [103]



55-58. Kıyamet koptuğunda günaha saplanmış olanların ancak kısa bir süre kaldıklarını söyleyeceklerinin belirtildiği 55. âyette nerede kaldıklanyla ilgili bîr açıklama bulunmadığı için, burada, dünyada veya kabirlerde geçirdikleri ya da dünyanın sona ermesiyle haşir günü (öldükten sonra dirilme vakti) arasında geçen sürenin kastedilmiş olabileceği[104] yorumları yapılmıştır. 56. âyetin "fakat siz onu tanımıyordunuz" şeklinde çevirilen son cümlesi lafza uygun olarak "fakat siz bilmiyordunuz, anlamıyordunuz" şeklinde de tercüme edilebilir; mealde "siz onu onavlamıyordunuz" tarzındaki izahlar esas alınmıştır. [105] "Siz onu yalanladığınız ve alaya aldığınız için çabucak gelmesini istiyordunuz" tarzındaki yorum da[106] bu mânayı desteklemektedir. 58. âyette Kur'an'da insanlar İçin her türlü örneğin verilmiş olduğu ifade edilirken, Allah'ın varlığı, birliği, Kur'an'in Allah katından geldiği, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilecekleri hususunda inkarcılara hiçbir mazeret bırakmayacak açıklıkta kanıtlar getirildiği ve uyanlara yer verildiği, bundan sonra inkarcılıkta direnmenin katı bir inattan başka bir şey olmadığı ve Peygamber'e hiçbir kusur izafe edilemeyeceği anlatılmış olmaktadır. [107]



59-60. İfade akışı incelendiğinde 59. âyette "ilimden nasibi olmayanlar" diye sözü edilenlerden maksadın zihniyet açısından cahil, gözünün önündeki gerçekleri ve delilleri görmezden gelme İnadını sürdüren kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumdaki kimselerin kalpleri mühürlenmiştir; yani hakikatlere kulak vermemekte direnmeleri ve iradelerini kötü yolda kullanmaları sebebiyle ilâhî yardımdan mahrum edilmişler, kendi bağnazliklanyla başbaşa bırakılmışlardır. [108]

Sûre, sabrı ve inkarcılara karşı Allah'a güvenmeyi telkin eden vurgulu bir ifadeyle son bulmaktadır. 60. âyette Resûl-i Ekrem'e ve onun şahsında müminlere teselli ve moral verilmekte, aynı zamanda şartlardan etkilenmeksizin kendi çizgilerinde yürümeleri istenmektedir. Âyetin son cümlesi "imana çağn görevini aynı titizlikle sürdür" anlamının yanı sıra, "seni etkilemelerine fırsat verme; zihnine şüphe sokmalarına veya seni küçümsemelerine izin verme; onların tavırları seni üzüntüye, tedirginlik veya telaşa düşürmesin" gibi mânalarla da açıklanmıştır. Bu âyetlerin Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret İçin fikrî hazırlık yaptığı sıralarda indiği dikkate alınarak, burada, şartlar yeterince olgunlaşmadan hareket edilmemesi yönünde bir uyarının bulunduğu da düşünülebilir. [109]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:11 am

29

Ankebût Sûresi

İndiği Yer :

Mekke

İniş Sırası :

85

Âyet Sayısı :

69

Nüzulü


Mushaftaki sıralamada yirmi dokuzuncu, iniş sırasına göre seksen beşinci sûredir. Rûm sûresinden sonra, Mutaffıfîn sûresinden önce-ağırlıklı görüşe göre-Mekke'de inmiştir. Tamamının Medine'de indiği de söylenmektedir. Bir rivayete göre geniş bölümü Mekke'de, baş tarafından on veya on bir âyeti de Medine'de inmiştir. Aksine İlk dokuz âyetinin Mekke'de, daha sonraki kısmının Medine'de indiği de söylenmiştir. Bu rivayetlerden çıkan sonuca göre tamamı hicretin hemen öncesine ve/veya sonrasına denk gelen bir zaman dilimi içinde inmiştir.[1]



Adı



41. âyette, Allah'tan başkasına güvenenlerin durumunun örümcek (ankebût) ağına güvenip dayananlara benzetilmesi dolayısıyla Ankebût adını almış; Hz. Peygamber döneminden beri de bu adla anılmıştır.[2]



Konusu



Ankebût sûresinin ana konusu doğru inanca sahip olmak ve bu minval üzere yaşamaktır. Sûre insanoğlunun başı boş yaratılmadığını, Allah karşısında sorumlu olduğunu, dolayısıyla bir imtihan hayatı yaşadığını bildiren âyetlerle başlar ve Allah'ın gerçek müminlerle münafıkları mutlaka birbirinden ayıracağını bildirir. Daha sonra Nûh, İbrahim, Lût ve Şuayb peygamberlerle Âd ve Semûd kavimlerinin yanı sıra Mûsâ ile ilgili kıssaların ibret alınması gereken yönleri özetlenir. Namazın mahiyeti ve ahlâkî yararlan hatırlatılır. Mekke putperestlerinin Hz. Peygamber ve Kur'an'la ilgili kuşkulan ve itirazları cevaplandırılır; onların iman konusunda içine düştükleri çelişkilere değinilir. Allah yolunda içtenlikle çaba gösterenlere Allah'ın destek ve yardımım müjdeleyen âyetle son bulur. [3]



Fazileti



Dârekutnî'nin Sünen'İnde (II, 64) nakledilen bir hadise göre Hz. Âişe, "Re-sûlullah aleyhisselâm, güneş ve ay tutulmalarında dört rek'atlı, dört secdeli namaz kılar, bu namazın ilk rek'atmda Ankebût veya Rûm sûresini, İkinci rek'atında Yâ-sîn sûresini okurdu" demiştir. [4]



Meali



Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-mâm-mîm. 2. İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? 3. Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de kesinlikle sınamıştık. Allah, elbette doğru olanları ortaya çıkaracaktır; keza O, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır. 4, Yoksa kötü işler yapanlar, bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar! 5. Kim Allah'a kavuşmayı arzu ederse bilsin ki Allah'ın belirlediği sürenin sonu mutlaka gelecektir. O, her şeyi bilir, her şeyi işitir. 6. Her kim elinden gelen çabayı gösterirse yalnız kendi iyiliği için çabalamış olur; çünkü Allah'ın, hiç kimsenin hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur. 7. Biz, iman edip güzel işler yapanların (önceki) kötülüklerini mutlaka sileriz ve onları yaptıklarının daha güzeliyle ödüllendiririz. [5]



Tefsiri



1. Sûrelerin başlarında bulunan bu harflere hurûf-ı mukattaa denir. İlk bakışta birer rumuz gibi görünen harflerin değişik anlamlara İşaret ettiği ileri sürülmüştür. [6]



2-3. Putperestlerin başta Bilâl-i Habeşî, Ammâr ve Yâsir gibi kimsesizler olmak üzere, müslümanlara uyguladıkları baskı ve zulümlerin dayanılmaz noktalara ulaştığı Mekke döneminin sonlarında inen bu âyetler, gerçek mümin ve müslüman olmanın anlamım ve şartlarını ana çizgileriyle ortaya koyması bakımından büyük önem taşımaktadır. Buna göre insanların sorumluluklarım yerine getirmiş sayılmaları, dolayısıyla gerçek mânada müslünıan olmaları için yalnızca "inandık" diyerek sözlü bir iman ikrarında bulunmaları yeterli değildir. Asıl dindarlık, Allah'ın insanları inançları uğrunda bazı güçlüklerle imtihan ettiğinde ortaya çıkar.

İbn Atıyye'nin de ifade ettiği gibi (IV, 305) her ne kadar bu âyetlerin, belirtilen tarihsel bağlamla ilgili olarak indiği kabul edilirse de içerdiği anlam ve mesaj süreklidir, evrenseldir; kapsamı da insanoğlunun karşılaşabileceği yoksulluk, hastalık, ölüm, savaş gibi bütün acı olayları, hatta yerine getirmek zorunda olduğu ödev ve sorumluluklara katlanmayı da içine alacak kadar geniştir. 3. âyette geçmiş çağlardaki toplulukların da bu tür fitnelerle imtihan edildikleri, yani düşmanlarının baskı ve zulümlerine mâruz kaldıkları belirtilmek suretiyle bü âyetlerin evrenselliğine işaret edilmiştir. Buna göre iyilikle kötülük, iyilerle kötüler, müminlerle münkirler arasındaki çatışma insanlık tarihinin sadece bir döneminde yaşanıp bitmiş bir olgu değildir; aksine bu "sünnetullah"tır, yani Allah'ın sürüp giden şaşmaz bir yasasıdır. [7] başlangıcından sonuna kadar dünya hayatı bireyler için olduğu kadar topluluklar için de bir imtihan alanıdır. Nitekim müslü-manlar, ilk zamanlarda olduğu gibi tarihin sonraki dönemlerinde de sıkıntılar yaşamışlar, inançlarını ve kutsal değerlerini yok etme hareketleriyle karşılaşmışlardır. Günümüz müslümanlan da aynı durumu ağır bir şekilde yaşamaktadırlar; tarihin gelecek dönemlerinde de bu tür tehlikelerle karşı karşıya kalabileceklerdir. Şu halde bu âyetler sadece ilk müslümanlan değil, her dönemdeki bütün inançlı insanları, -sadece "inandım" demekle yetinmeyip- kişisel ve toplumsal varlıklarına, değerlerine, hak ve özgürlüklerine, ülkelerine ve bağımsızlıklarına sahip çıkmaya; bu uğurda özveride bulunmaya, zorluklara ve acılara katlanmaya çağırmakta; doğrularla yalancıların, yani gerçekten mümin ve müslüman olanlarla sözde müslümanlann bu şekilde ortaya çıkacağını, bunların Allah katındaki değerlerinin de bu imtihandaki başarı derecelerine göre belli olacağını İfade etmektedir. [8]



4, İnsanlar yalnızca hastalıklar, can ve mal kayıpları, baskı ve zulümler, savaşlar gibi sıkıntılarla imtihan edilmezler. Daha genel olarak yaşadığımız dünya bir imtihan dünyasıdır; önümüze çıkardığı iyilik ve kötülükleriyle hayatın kendisi bir imtihandır. İyilikleri seçenler Allah nezdinde imtihanı kazanmış olurlar; kötülükleri seçenler ise -âyetteki ifadesiyle- Allah'tan kaçıp kurtulabileceklerini düşünmemelidirler. Onlar böyle düşünüyor, böyle hükmediyorlarsa bu çok kötü, çok yanlış bir hükümdür; aksine onlar Allah'tan kaçamayacaklar, O'nun huzurunda hesap verip hak ettikleri cezayı çekeceklerdir. [9]



5-6. "Allah'a kavuşmayı arzu eden"den maksat, dünyada O'nun iradesine uygun olarak yaşayıp O'nun hükümlerini yerine getirenler ve bunun karşılığının kendilerine verileceğini umanlar, dolayısıyla âhiret hayatına inananlardır. "Allah'ın verdiği sürenin sonu" ifadesiyle de ölüm veya öiüm sonrasında insanların yaptıklarının karşılığım bulacaktan âhiretteki yargılanma zamanı kastedilmiştir. [10] Hayat geçicidir; sonunda varılacak yer Allah'ın huzurudur. Dünyada acılara katlanma pahasına, Allah'ın yüklediği görevleri yerine getirerek büyük sınavı başaranlar, "Allah'a kavuşmayı arzu edenler"dir. Bunlar, iyi olmak ve iyiliği hâkim kılmak için gayretler göstermişlerse kendi iyilikleri için yapmışlardır, Çünkü "Allah'ın hiçbir kimsenin hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur." İnsanların bütün iyi işleri er veya geç ama mutlaka kendi faydalarına sonuç verir; onun insanlıkta ve müslümanlıkta kemalini arttırır; Allah katındaki değerini ve derecesini yükseltir. Âyetten anlaşıldığına göre insanlar bir kere gönülden niyet edip karar vererek hayırlı işlere, üstün gayretlere giriştiler mi artık Allah'ın yardım ve desteği de onlarla olur ve bu sayede üstesinden gelemeyecekleri kadar ağır gibi görünen işleri bile başarabilirler, ulaşılamaz zannedilen hedeflere ulaşabilirler. Bu gerçeğe sûrenin son âyetinde de yer verilecektir. [11]



7. Kur'an'ın en çok önem verdiği, zihinlere yerleştirmeyi istediği ilkelerden biri de şudur: İnsanın İnancı ne kadar yanlış, işleri ne kadar kötü olursa olsun, onun için kurtuluş kapısı daima açıktır; insan bir kere içtenlikle Allah'a dönüp bu kapıdan girdikten, yani istikametini düzeltip Allah'ın istediği ruh temizliğini gerçekleştirdikten, kalbini imanla ve hayatını güzel işlerle donattıktan sonra artık günahları anlamını kaybedecek ve tamamıyla silinip yok edilecek; o İnsan tertemiz bir mümin olarak hayata yeniden başlamış sayılacaktır; hatta âyete göre Allah böyle insanları, yaptıkları iyi işleri sayesinde hak ettiklerinden daha güzeliyle ödüllendirecektir. Bu ödüllendirmenin bir âhiret yönünün bulunduğu muhakkaktır; fakat âyette bunun sadece âhirette olacağına dair sınırlayıcı bir ifade bulunmadığına göre, burada hem uhrevî hem dünyevî ödüllendirmenin kastedildiği düşünülebilir. Özellikle âyetteki "güzel işler"in her türlü hayırlı, verimli gayretleri; gerek bireyin gerekse toplumun maddî ve manevî gelişmesine, kalkınmasına katkıda bulunan faydalı İşleri kapsadığı düşünülecek olursa dünyevî ödüllendirmenin anlamı daha iyi ortaya çıkar. Buna göre kısaca eğer insanlar iman edip güzel işler yaparlarsa Allah da onları eskiden yaptıkları kötü işlerin zararlı sonuçlarından kurtarır; bundan böyle yapacakları güzel işlerin sonuçlarının daha da güzel olmasını sağlar; onların hem bireysel hem de toplumsal planda gelişmelerini, güçlenmelerini, mutlu ve huzurlu olmalarım; eğitimde, kültürde, sağlıkta, uygarlığın diğer nimetlerinde hem bunlan üretme hem de bunlardan İstifade etme yönünde onlara yardım eder. Kuşkusuz âyetteki "sâlih amelleri işleme" ifadesi, Allah'ın rızâsına ve yoluna uymayan her türlü kötülüklerle mücadeleyi de içine aldığına göre -bir önceki âyetle de bağlantısı dikkate alındığında- Allah'ın bu ödüllendirme vaadi, kötülüklerle mücadelede başarıyı, dolayısıyla erdemli bir toplum gerçekleştirmeyi de kapsar. [12]



Meali



8. Biz insana ana babasına iyi davranmasını emrettik. Ama onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara uyma! Sonunda dönüşünüz yalnız bana olacaktır. İşte o zaman, vaktiyle yapmış olduğunuz her şeyi önünüze koyacağım. 9. iman edip güzel işler yapanlara gelince onlan mutlaka erdemli insanlar arasına alacağız. 10. İnsanlar arasında öyleleri de vardır ki, "Allah'a inanıyoruz" derler; ama Allah uğrunda bir sıkıntıyla karşılaşınca insanlardan gördükleri eziyeti Allah'tan gelen bir ceza gibi düşünürler. Ama rabbinden bir yardım gelecek olsa o zaman da mutlaka (gerçek müminlere), "Aslında biz hep sizinle olduk" derler. Peki ama herkesin kalbindekileri en iyi bilen Allah değil inidir? 11. Muhakkak ki Allah, gerçekten iman edenleri de bilir, inanmış gibi görünenleri de bilir. 12. İnkarcılar müminlere, "Gelin bizim yolumuza uyun, günahınızı biz yüklenelim" derler. Oysa onların bir parça günahlarını bile gerçekten yüklenecek değillerdi; hakikatte onlar katıksız yalancılardır. 13. Onlar mutlaka kendi günahlarıyla birlikte başka yükler de taşıyacaklar; düzüp koştukları iddialardan dolayı kıyamet gününde kaçınılmaz olarak sorguya çekileceklerdir. [13]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:11 am

Tefsiri



8. Ana babaya İyi davranma konusu Kur'an'ın önem verdiği, dolayısıyla İslâm ahlâkının öncelikli ödevlerinden biridir. Burada ana babaya İyiliğin Özellikle hatırlatılmasının sebebi, böylesine önemli olan bu Ödevin dahi tevhid inancından daha önemli ve önde tutulamayacağına işaret etmektir. İnsan sadece dışarıdan gelen baskılara değil, bizzat ebeveyninin baskılarına mâruz kalarak da bir sınav geçirebilir. Şu halde eğer ana baba evlâtlarından, Allah'ın varlığım ve birliğini tanımama yönünde, bu sonucu doğurabilecek bir istekte bulunurlarsa bu isteğe uyul-mayacaktır. Ancak burada ana babalar, inkâr ve şirkin dışında, açıkça günah ve haram olan başka şeyler buyururlarsa bu buyruğa itaat edilmesi gerektiği şeklinde bir anlam çıkarılmamalıdır. Zira hiçbir buyruk Allah'ın buyruğundan daha önemli olamaz; dolayısıyla hadislerde de belirtildiği gibi kural olarak Allah'a âsi olma anlamına gelebilecek hiçbir buyruğa İtaat edilemez. [14]

Ayet bazı putperest Araplar'in, müslüman olan evlâtları üzerinde baskı kur-malanyla ilgilidir. Ancak müminler bu tür baskılarla her zaman karşılaşabilirler; evlâtlarının dindarlığından rahatsızlık duyan ve onlar üzerinde baskı kurmaya çalışan ailelere her dönemde rastlamak mümkündür. Böyle durumlarda bir yandan Allah'ın buyruklarına karşı gelmekten sakınmak, diğer yandan da yine Allah'ın buyruğu olan ebeveyn hukukuna riayet etmek için samimi bir çaba göstermenin evlatlar için oldukça zor ama ecri büyük bir davranış olacağını ve bu gerilime katlanmanın da bu dünyada tâbi olduğumuz sınavın bir parçası olduğunu daima göz önünde tutmak gerekir. [15]



9. Yukarıda 7. âyette de geçtiği gibi "İman edip güzel işler yapma" ifadesi, Kur'an'ın sık sık tekrar ettiği son derece kapsamlı bir ifadedir. 7. âyette iman edip güzel işler yapanlara geçmişteki hatalarının bağışlanacağı, yaptıkları iyiliklerin daha güzelleriyle ödüllendirilecekleri bildirilmişti. Burada ise Allah, iman edip güzel işler yapanları mutlaka erdemli insanlar arasına alacağını vaad etmektedir. "Erdemli İnsanlar" diye çevirdiğimiz âyetteki "sâlihîn"in tekili olan sâlih, "düzenli, uygun, iyi, doğru, yararlı, barışçı, uzlaşmacı" gibi anlamlarda hem eylemlerin hem de insanların sıfatı olarak kullanılır. İlgili âyetler bir bütünlük içinde düşünüldüğünde, özellikle Enbiyâ sûresinin 105. âyeti de dikkate alındığında sâlih kelimesinin, din ve dünya işlerinin hakkını vererek yapan, dünya ve âhirette huzurlu ve mutlu olmanın gerektirdiği şartlan taşıyan insanı ifade etmektedir. [16]



10-11. Bu iki âyette münafıklann tutumundan söz edilmektedir. Münafıkken Medine'de ortaya çıktıklan dikkate alınarak bu âyetlerin Medine döneminde -çiğini kabul edenler vardır. Ancak özellikle Mekke döneminin sonlarına doğru putperestlerin müslümanlar üzerindeki baskılarının şiddetlenmesi sebebiyle, müs-'. .iman olmuş bazı kişilerin zaaf gösterdikleri, münafıkça davrandıkları da düşünü-".ebiiir. Burada asıl önemli nokta, insan gerçeğinin son derece ciddi bazı zaaflarına işaret edilmesidir.

Diğer bütün canlılardan farklı olarak insan, inançları ve değerleri uğruna gerektiğinde güçlüklere katlanmayı göze alan bir varlıktır. O, bedeni ve organları ne kîdar kendi varlığının bir parçası ise aynı şekilde İnancını, manevî değerlerini, r.îklannı ve ödevlerini de kişiliğinin vazgeçilmez unsurları olarak gördüğü, gerek-ağınde bunlar uğruna fiziksel zorluklara göğüs gerip kişiliğini koruduğu sürece yaratılmışların üstünü olma ayrıcalığına sahip olur. 10. âyet bu temel insanlık şuuruna ulaşamamaları, bu yüzden farklı durumlarda farklı kişilikler sergilemeleri sebebiyle -İslâmî literatürde münafıklar denilen- sözde inanmışları eleştirmekte; böylece müslümanların önüne yüksek bir insanlık ideali koymaktadır. Daha sonra Allah'ın, insanların kalplerindeki en gizli niyetleri bildiği gibi kimin özü sözü bir, kimin iki yüzlü, kimin sahtekâr olduğunu bildiği uyarısında bulunulmakta; böylece zımnen müminle münafık arasındaki önemli bir farka işaret edilmektedir ki, bu fark da yukarıda belirtilen kişilik yapısına, insanlık idealine ulaşma derecesinde ortaya çıkmaktadır. [17]



12-13. Bu âyetlerin yukarıdaki iki âyetle bağlantısı dikkate alındığında, bazı Kureyşli putperestlerin -biraz da alay kokan bir üslûpla- müslümanlan dinlerinden döndürmeye çalıştıktan anlatılmaktadır. İyî incelendiğinde görülecektir ki Kur'ân-ı Kerîm, inançsız da olsa kendi halindeki kişilerden çok, gerçek inanca ve erdemli yaşayışa düşman olan, bu tür değerlere karşı savaş veren, bu yolu benimsedikleri için insanlara düşman olan ve onları yollarından döndürmek için alay eden, hakarette bulunan ve ağır baskılara kadar her türlü yola başvuran, insanlık fıtratı bozulmuş, militan, zorba ve beyinsiz (sefih) inkarcılara karşı mücadele vermektedir. Kur'an'ın yönelttiği asıl uyan, inanan insanın kişiliğini böyle bir sapkınlıktan koruması, sonra da o sapkınları iyi tanıyarak zararlarını önlemesidir.

Bu şekilde insanları saptırmaya kalkışanlar, kendi günahlarının yanında, saptırdıkları insanlarınki kadar başka günahlar da yüklenirler. Nitekim Hz. Peygamber bu gerçeği daha genel bir çerçevede şöyle ifade etmiştir: "Kim İslâm'da bir güzelliğe önder olursa kıyamete kadar o yolda gidenlerin sevabınca sevap kazanır, ötekilerin sevabından da bir şey eksilmez. Ama kim bir kötülüğe önder olursa kiyamete kadar onu yapanların günahları kadar günah işlemiş olur, ötekilerin günahları da eksilmiş olmaz"[18]



Meali



14. Vaktiyle biz Nuh'u kendi kavmine resul olarak göndermiştik. Nûh, bin yıldan elli yıl daha az bir süreyle onların arasında kaldı. Sonunda zulümlerini sürdürürlerken onları tufan yakaladı. 15. Fakat biz Nuh'u re gemide-kileri kurtardık ve bunu bütün insanlık için bir ibret yaptık. [19]



Tefsiri



14-15. Sûrenin 3. âyetinde önceki toplulukların da imtihandan geçirildikleri bildirilmişti. Buradan itibaren 43. âyete kadar bazı peygamberlerin tebliğlerinin özünü oluşturan konulardan ve kendi topluluklarının bu peygamberler karşısında sergiledikleri inkarcı tutumlardan, bu yüzden uğradıkları felâketlerden örnekler verilerek insanlık tarihinin din bağlamında ders alınmaya değer yönleri özetlenmekte; böylece bir yandan İslâm'ın muhatapları olanlar uyarılırken bir yandan da İslâm peygamberinin karşılaştığı inkarcı ve düşmanca davranışların benzerleriyle önceki peygamberlerin de karşılaştığı hatırlatılarak Resûlullah ve müminler teselli edilmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de kavmiyle giriştiği inanç mücadelesi hakkında bilgi verilen ilk peygamber Hz. Nuh'tur; ayrıca yine Kur'an'da kaç yıl yaşadığı bildirilen tek peygamber de odur. Tevrat'ta da Nuh'un 950 yıl yaşadığı bildirilmektedir. [20] Ancak, bir tarih kitabı mahiyetinde olan Tevrat'ın Tekvin bölümünde (5/28; 9/29) Nuh'un hayatı ayrıntılı olarak anlatılırken Kur'an'da sadece onun hayatının ders almaya değer yönleri verilmiştir. [21]



Meali



16, İbrahim'i de (resul olarak gönderdik). Kavmine şöyle demişti: "Allah'a kul olunuz ve O'na saygıyla itaat ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. 17. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız inançlar uyduruyorsunuz. Kuşkusuz Allah'ı bırakıp da taptığınız bu şeyler size nzık vermekten âcizdirler. O zaman rızkınızı Allah'ın katında arayınız, O'na kul olunuz, O'na şükrediniz; sonunda O'na döneceksiniz. 18. Eğer (gerçeği) yalanlamaya kalkışırsanız, bilesiniz ki sizden önceki nice topluluklar da böyle yalanlamalarda bulundular. Elçinin görevi açık bir tebliğden ibarettir." 19. Peki onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra onu ardarda sürdürdüğünü görmezler mi? Kuşkusuz bu, Allah için kolaydır. 20. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşınız ve Allah'ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görünüz. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir; Allah her şeye kadirdir. 21.0, dilediğine azap verir dilediğini esirger. Hepiniz dönüp dolaşıp O'na varacaksınız. 22. Ne yeryüzünde ne de gökte Allah'ı çaresiz bırakabilirsiniz. Allah'ın dışında bir himayeciniz ve yardımcınız da yoktur." 23. Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler, işte bunların rahmetimden ümitleri yoktur ve bunlar için acı bir azap vardır. 24.Kavminin (İbrahim'e) cevabı, "Onu öldürün ya da yakın!" demekten ibaret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. İşte bunda inanan bir topluluk için ibretler vardır. 25. İbrahim onlara şöyle dedi: "Sizler, sırf dünya hayatında aranızdaki sevgi (ve çıkar) ilişkisini sürdürmek için Allah'ı bırakıp kendinize birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımayacak, birbirinize lanetler yağdıracaksınız. Varacağıma: yer cehennemdir; hiçbir yardımcınız da olmayacaktır." 26. Bunun üzerine Lût ona iman etti. "Artık ben, rabbime göç edeceğim. Şüphesiz O güçlüdür, hikmet sahibidir" dedi. 27. Ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık, soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik. Ona bu dünyada mükâfatım verdik; o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. [22]

Tefsiri



16-18. Hz. İbrahim'in kavmiyle ilişkileri ve tebliğ faaliyetleri hakkında daha

önceki sûrelerde başka vesilelerle bilgi verildiği için burada ayrıntılı açıklama yapmayı gerekli görmüyoruz. Şu kadarını belirtelim ki İbrahim, öncelikle halkını, bütün peygamberlerin tebliğlerinin ortak ilkesi olan bir Allah'a kul olmaya, tanrı diye taptıkları putlann gerçekten tanrı niteliklerine sahip olup olmadıkları üzerinde düşünmeye çağırmış; daha önce başka toplumların da kendi peygamberlerini yalancılıkla suçladıklarını hatırlatarak onların akıbetlerinden ibret almaları gerektiğini ima etmiştir.

Hz. İbrahim'in, "Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" şeklindeki ifadesi (16. âyet) özellikle şu gerçeklere işaret etmektedir: İnsanın Allah'a kul olup O'na saygıyla itaat etmesinin faydası yine insanın kendisinedir. Çünkü Allah'tan başkasına kul olmak öncelikle insanlık onurunu, kişiliğini tahrip eder; ayrıca inkarcılık insanların âhiretteki kurtuluşunu imkânsız kıldığı gibi eninde sonunda dünya hayatlarına da zarar verir. 18. âyette bazı eski toplulukların yanlış tutumlarının hatırlatılması da inkarcılığın yol açtığı dünyevî kayıp konusunda uyan maksadı taşımaktadır. [23]



19-23. Bu bölümün, Hz. İbrahim ve onun halkıyla ilgili önceki âyetlerin devamı sayılabileceği gibi -bir tür parantez içi ifadesi olarak- Hz. Peygamber ve onun kavmiyle ilgili olabileceği de belirtilmektedir. Her iki durumda da Önemli olan, varlığı, oluşu ve hayatı başlatanın da devam ettirenin de Allah olduğunun ortaya konmasıdır. Bu gerçeğin "... görmezler mi?" şeklinde soru ifadesiyle dile getirilmesi ise insanın duyu ve zihin imkânlarını kullanmasının gerekliğine işaret etinektedir. Ayrıca sağlıklı bir şekilde İncelenip üzerinde düşünüldüğünde varlığın arkasındaki hikmeti, planı ve o pJanın sahibini anlama imkânının elde edilebileceğine de işaret vardır. Bu yaratılış olgusunun hatırlatılmasında, -Kur'an'da değişik vesilelerle sık sık altı çizildiği gibi- aynı yaratıcı kudretin âhiret denilen ikinci hayatı gerçekleştirmeye de muktedir olduğuna bir ima bulunmaktadır.

19. âyeti şu şekilde anlayanlar da vardır: "Görmez mi onlar, Allah varlığı İlk baştan nasıl yoktan yaratıyor? Sonra O, yaratılışı tekrar gerçekleştirecektir." Bu yoruma göre önce evrendeki sürekli yaratılış hatırlatılmakta, ardından da âhiret hayatının başlangıcı olmak üzere ikinci yaratılışın gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir. İlk yaratılışın geniş zaman (muzâri) fiiliyle zikredilmesi bu yaratılışın sürekliliğine işaret eder. [24] Ancak âyetin bütününde dünyadaki yaratılışa, bu yaratılışın sürekliliğine dikkat çekildiği şeklindeki görüş daha isabetli görünmektedir. 20. âyette ise hem dünyadaki yaratma hem de dünya hayatının sona ermesinin ardından ikinci hayat için diriltme söz konusu edilmiş; ilk yaratma, ikinci yaratmanın mümkün olduğuna delil olarak gösterilmiştir. [25] 21. âyette ikinci yaratılışın yani âhiret hayatının gerçekleşme sebebi dolaylı bir ifadeyle belirtilmiştir ki bu da Allah'ın dilediğine azap etmesi, dilediğine de merhametiyle muamele edip azaptan esirgemesidir. Kuşkusuz Allah, adalet ve hikmet sahibi olduğu için, dünya hayatını inkâr ve isyanla geçirenleri cezaya çarptıracak, iman ve itaatle geçirenleri de azaptan koruyup lütuf \e merhametiyle onlara ikramda bulunacaktır. Nitekim 23. âyet, ilâhî rahmetin ve cezanın adalet temeline dayandığına dikkat çekmektedir. [26]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:11 am

24-25. Hz. İbrahim, kavminin bayram şenliği için kasabanın dışına çıktığı bir sırada, en büyükleri dışındaki bütün putlarını kırmış, bu yüzden onu ateşe atarak cezalandırmaya kalkıştıklarında Allah Teâlâ bir mucize gerçekleştirip, o dehşetli ateşi serinliğe dönüştürmüştü, İbrahim de sağ salim kurtulmuştu. [27] Fakat bu olay da kavmi üzerinde ciddi bir tesir bırakmadı; 25. âyetten anlaşıldığına göre bunun bir sebebi de putperestliğin, söz konusu kavim arasında bir dayanışma ruhu doğurmuş olmasıydı. Yani onlarda din, bir inanç konusu olmaktan ziyade bîr toplumsal kaynaşma aracı idi. Böylece onlar için dinî inançların doğru veya yanlış olmasının önemli görülmediği, toplumda bir sevgi bağı oluşturacak şekilde geleneksel bir kurum olmasının yeterli bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda bir gerçeklik konusu değil de sadece bir töre ve çıkar konusu, bir kültür unsuru olarak benimsenen dinin ebedî kurtuluşu sağlamaktan uzak olacağı da açıktır. Dolayısıyla, 25. âyette belirtildiğine göre, dünyada böyle bâtıl bir din etrafında birleşenler, sadece gerçek olanların değer taşıyacağı âhirette aynı sevgi bağını sürdüremeyecekler; aksine tapanlar, tapılanlar, birbirini aldatıp haktan saptıranlar ve körü körüne onlara kapılıp sapanlar, hepsi birbirinden kopacak, hatta birbirine ağır eleştiriler yönelteceklerdir; ama bu suçlamalar hiçbirini hak ettikleri cezaya çarptırılmaktan, Allah'ın yardımından mahrum kalmanın doğuracağı çaresizlikten kurtaramayacaktır. [28]



26-27. Lût, İbrahim'in kardeşi Haran'ın oğludur. [29] Amcasının Harran'da yaymaya çalıştığı dini benimsemiş, daha sonra kendisi de peygamberlikle şereflendirilmiştir.

"Artık ben, rabbime göç edeceğim" mealindeki ifadeyi Hz. Lût'a nispet edenler olmuşsa da bunu Hz. İbrahim'in söylediği yönündeki görüş daha isabetli görünmektedir. Nitekim İbrahim aleyhisselâm, putperest halkı tarafından atıldığı ateşten en küçük bir zarar görmeden kurtulmasıyla sonuçlanan mucizeye rağmen yine de halkı kendisine iman etmeyince artık Harran'da kalmanın mânâsız hale geldiğini anlamış ve Kenan diyarına hicret etmeye karar vermişti. [30]

İshak, İbrahim'in İsmail'den sonra dünyaya gelen oğlu, Ya'kub da onun İs-hak'tan torunudur. Ya'kub'un diğer bir adı da İsrail'dir; İsrâiloğullan ismi buradan gelmektedir. Âyette İshak ile birlikte Ya'kub'un da Hz. İbrahim'e bir bağış ve armağan olarak anılması, onun İsrâiloğullan'nm tarihindeki önemine işaret eder.

İbn Atıyye, Hz. İbrahim'e dünyada verilen mükâfatı, ateşten kurtarılması, âdil davranması, doğru ve yararlı işler yapmayı İlke edinmesi, her çağda saygıyla anılması, sonraki bütün nesillerin onu manevî önder ve rehber olarak görmeleri, Hz. İsmail gibi gönlü saygıyla dolu bir evlâda sahip olması şeklinde özetlemiştir (IV, 314). [31]



Meali



28. Lût'a gelince o, kavmine demişti ki: "Siz, kesinlikle daha önce hiçbir milletten hiç kimsenin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz. 29. Siz hâlâ erkeklere yaklaşacak, meşru yolu kapatacak, toplantılarınızda ahlâk dışı işler yapacak mısınız?" Kavminin tek cevabı şu oldu: "Hadi, doğru söyleyenlerden isen başımıza Allah'ın azabını getir de görelim!" 30. Lût, "Şu bozguncular topluluğuna karşı bana yardım et rabbim!" diye dua etti. 31. Elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirdiklerinde, "Biz bu memleketin halkım yok edeceğiz; çünkü oranın halkı zulme sapmışlardır" dediler. 32. İbrahim, "Ama orada Lût da yaşıyor!" dedi. "Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz; onu ve karısı dışındaki bütün ailesini elbette kurtaracağız, karısı geride kalanlar arasında yer alacak" dediler. 33. Elçilerimiz kendisine geldiğinde Lût, onlardan dolayı huzursuz oldu, onlara karşı çaresizlik hissetti. Ama onlar korkma, tasalanma!" dediler; "Biz seni ve karın dışında bütün aileni kurtaracağız; karın ise kalanlar arasında yer alacak. 34. Biz, yoldan çıkmalarının cezası olarak bu memleket halkının üzerine gökten alçaltıcı bir belâ indireceğiz!" 35. İşte o memleketten geriye akimi kullananların yararlanabileceği açık bir ibret vesikası bıraktık. [32]



Tefsiri



28-35. Bu âyetlerde aktarılan Lût aleyhisselâm ve kavmiyle ilgili bilgiler, önemli ölçüde önceki bazı sûrelerde de yeri geldikçe birbirine yakın ifadelerle verilmiştir; ayrıca oralarda konuyla ilgili gerekli açıklama ve yorumlan da sunmuş bulunuyoruz. [33] Şu kadarını bir defa daha hatırlatalım ki, Allah Teâlâ varlık düzeni içinde doğal üremeyi ve cinsel hayatı erkekle dişi arasındaki birleşmeye bağlamıştır. Gerek burada gerekse diğer sûrelerin ilgili bölümlerinde Hz. Lût, erkekler için tek meşru ilişki yolunun kadınlarla evlenme olduğunu açıkça belirtmiş; aynı yerlerde eşcinsellik kesin bir dille yasaklanmış; bu ahlâksızlığın yaygınlık kazandığı toplumu bekleyen akıbetin ağır bir felâket olduğu bildirilmiştir. [34]



Meali



36. Medyenliler'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. "Ey kavmim" dedi, "Allah'a kul olun, âhiret gününü ümitle bekleyin; yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın!" 37. Ama onu yalancılıkla suçladılar. Bunun üzerine kendilerini o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler! 38. Ad ve Samûd kavimleri de öyle. Onların durumlarını meskenlerinin kalıntıları size apaçık gösteriyor. Şeytan onlara, (kötü) işlerini güzel gösterip kendilerini doğru yoldan saptırmıştı; oysa gerçeği görme yeteneğine de sahiplerdi. 39. Karun, Firavun ve Hâmân'ın akıbeti de aym oldu. Gerçekte Mûsâ onlara açık seçik kanıtlar getirmişti; ama onlar yeryüzünde ululuk tasladılar. Oysa kaçıp kurtulmaya güçleri bile yoktu. 40. Her birini günahından dolayı cezalandırdık; kiminin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah'ın muradı onlara kötülük etmek değildi, fakat onlar kendi kendilerine kötülük ediyorlardı. [35]



Tefsiri



36-37. Şuayb aleyhisselâm Hz. Musa'nın çağdaşı olan bir peygamberdir. Ki-tâb-ı Mukaddes'te bildirildiğine göre[36] uzun süre Musa'yı hizmetinde çalıştırdıktan sonra onu kızıyla evlendirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu olay Hz. Şuayb'ın ismi zikredilmeden anlatılmakta[37] tefsirlerde ise Hz. Şuayb'ın kayınpederinin Şuayb aleyhisselâm olduğu bildirilmektedir. Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adı olan Medyen'de pey-cimber olmuş; fakat onun bütün gayretlerine rağmen halkı, başka günahları yanınözellikle iş ve ticaret hayatında hukuk ve ahlâk kurallarını çiğnedikleri, insanların yolunu kesip hak dini öğrenmelerine engel oldukları için helak olmuşlardır[38]



38. Âd ve Semûd iki eski Arap kavmidir. İlkine Hûd aleyhisselâm, ikincisine de Hz. Salih peygamber olmuştur. [39] Âyette şeytanın, bu toplulukların yapıp ettikleri üzerindeki etkisinden söz edilmekle birlikte, aslında onların gerçeği görme yeteneğine (istibsâr) sahip olduktan özellikle belirtilmektedir. Bu açıklama, insanın çeşitli olumsuz motivasyonlara rağmen, bunları aşacak zihinsel ve iradî güçlerle donatılmış bulunduğunu göstermesi bakımından özel bir Önem taşır. [40]



39-40. "Yeryüzü" diye çevirdiğimiz 39. âyetteki arz kelimesi Kur'an'da çoğunlukla hakkında bilgi verilen kişi veya topluluğun yaşadığı yeri, şehri veya ülkeyi ifade etmekte; dolayısıyla burada Mısır kastedilmektedir. Âyette zikri geçen kişiler, Hz, Musa'nın davetini etkisiz kılmaya çalışan bu ülkenin yöneticileridir. [41] Bu yöneticilerin eleştirilecek birçok kötülüğü bulunmakla birlikte âyette istikbâr kavramıyla ululuk taslamaları, kendilerini herkesten üstün görmeleri, özellikle hak din mensuplarına tepeden bakıp onların inançlarını aşağılamaları söz konusu edilmiştir. Bu da açıkça Kur'an'ın ilke olarak baskıcı ve despot yönetimlere karşı tavrının somut bir örneğini ortaya koymaktadır. Âyetin sonundaki "Oysa (Allah'tan) kaçıp kurtulma imkânları yoktu" cümlesi, bütün baskıcı yöneticilerin er veya geç Allah katında hak ettikleri cezayı görmekten kurtulamayacaklarını ifade etmekte, 40. âyette de bu baskıcı kesimlerden bazılarının, kötülük ve inkârları yüzünden başlarına gelen felâketlerden örnekler verilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili yerlerinde Lût kavminin taşları savuran fırtınalarla, Semûd kavmiyle Medyenliler'in korkunç bir sesle gelen deprem felâketiyle, Nuh kavmiyle Firavun'un adamlarının da sulara gömülerek cezalandırıldıkları bildirilmiştir. [42]



Meali



41. Allah'tan başkasını dayanak edinenlerin durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva yapar, ama yuvaların en çürüğü örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi! 42. Allah, onların kendisini bırakıp da ne türlü şeylere yalvarıp yakardıklaruıı şüphesiz bilmektedir. O, azizdir, hakimdir. 43. İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz ama bunların hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamamaktadır. 44. Allah gökleri ve yeri hikmet ve fayda esasma göre yarattı. Şüphesiz, inananlar için bunda ibret vardır. [43]



Tefsiri



41. Putperestlerin dinlerinin anlamsızlığını, çürüklüğünü; onların tanrı diye inanıp bağlandıkları, sığınıp güvendikleri nesnelerin yararsızlığını anlatan âyet, daha genel olarak Allah'ı bırakıp O'ndan başkasını tann tanıyan veya böyle açıkça olmasa bile, tutum ve davranışlarıyla bir fâniye -olağan ve makul saygı sınırlarının ötesine geçerek- tann gibi bağlanan ve sadece Allah'tan bekleyebileceği yardım ve desteği ondan bekleyen insanın, içine düştüğü büyük yanılgıyı etkileyici bir benzetmeyle anlatmaktadır. 42. âyet, bu tür yanlış inanç ve davranışta olanlara bir uyandır. Bir önceki âyette Allah'tan başkasını dayanak edinenlerin ne kadar zayıf bir sığınağa güvendikleri belirtilmişti. Bu âyetin sonunda ise Allah'ın özellikle azîz (sınırsız derecede güçlü) ve hakim (kusursuz hüküm ve hikmet sahibi) isimlerine vurgu yapılmakla şu gerçeğe işaret edilmiştir: Allah, düzmece tanrılan, fâni varlıkları kendisinin yerine koyarak onlara dayanıp güvenenleri,üstün gücüyle hikmetinin gerektirdiği şekilde cezalandıracaktır. Nitekim önceki âyetlerde kıssalarına değinilen kavimler bu cezayı tatmışlardır. [44] Buna karşılık yalnız Allah'ı sığınak ve koruyucu (velî) bilenler, O'na inanıp bağlananlar, başka hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede güvenilir ve yararlı bir sığınak seçmişlerdir. Onlar bu seçimi yapmakla, kendilerine eksiksiz güveni, nihaî huzur ve mutluluğu bahşedecek olan bir velînin, sonsuz derecede güç ve hikmet sahibi bir koruyucunun himayesini hak etmişlerdir. [45]



43. "Gerçek bilgi sahibi olanlar" diye çevirdiğimiz "âlimûn" kelimesi bu bağlamda, yukarıda ana hatlanyla değinilen ilâhî hakikatleri anlama yeteneğine, birikimine sahip olan; kendilerine okunanlarla gözlemledikleri şeyler üzerinde düşünerek[46] doğru sonuçlar çıkaran inançlı ve kavrayışlı zihinleri ifade etmektedir. Gerek bu âyetin gerekse bundan önceki âyetin sonunda geçen ilim ve akıl kavramlarıyla insanın zihinsel yeteneklerine vurgu yapılmakla, dünya işlerinde olduğu gibi dinî konularda da bu yeteneklerin önemli rolüne dikkat çekilmiştir. [47]



44. Mealindeki "hikmet ve fayda esasına göre" ifadesinin karşılığı "bi'l-hak-ki" deyimidir. Kur'ân-ı Kerîm'de yaratmayla İlgili olarak kullanıldığı yerlerde bu Je\im. genellikle evrende yaratılmış hiçbir şeyin bâtıl, yersiz, faydasız ve mânamız olmadığına; aksine Allah'ın yaratmasının hakimane yani eksiksiz kusursuz olduğuna: ayrıca canlısıyla cansızıyla her varlığın, Hakk'ın eseri, dolayısıyla O'nun kudret ve hikmetinin bir tecellisi ve bu anlamda yaratılanın da hak olduğuna işaret eder. [48]



Meali



45. Kitaptan sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayasızlık ve kötülükten meneder. Allah'ı anmak her şeyden önemlidir. Allah yaptıklarınızı bilir. 46. İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i ki-tap'la mücadelenizi sadece en güzel yolla sürdürün ve deyin ki: "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O'na teslim olmuşuzdur." 47. İşte biz kitabı sana böyle indiriyoruz. Daha Önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar, şunlardan da ona

inananlar var. Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez. 48. Sen bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de onu kendi elinle yazabiliyordun; öyle olsaydı gerçeği çürütmeye çalışanlar kuşkuya düşerlerdi. 49. Hayır! O (Kur'an), bilgiye mazhar kılınmış olanların gönüllerine yerleşmiş âyetlerden ibarettir. Ayetlerimizi zalimlerden başkası inkâr etmez. 50. Onlar hâlâ, "Rabbinden ona bazı mucizeler indirilmeli değil miydi?" diyorlar. De ki: ''Mucizeler yalnız Allah'ın katındadır; ben sadece bir uyarıcıyım." 51. Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır. 52. De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilmektedir. Bâtıla inanan ve Allah'ı inkâr edenlere gelince, işte hüsrana uğrayacak olanlar onlardır. [49]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:12 am

Tefsiri



45. Kitaptan maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. Her ne kadar burada, "Kur'an'dan önce indirilmiş Tevrat ve ekleri"nin kastedildiğini ileri sürmüşse de[50] bu.yorum, her şeyden önce âyetin lafzına uymamaktadır. Çünkü burada açıkça Hz. Muhammed'e hitap edilerek "kitaptan sana indirilen" denilmektedir. Kuşkusuz Kur'an'da, -aynı ifadelerle olmasa da- daha önce Tevrat'ta yer alan konular, özellikle geçmiş peygamberlere dair kıssalar bulunmaktadır. Fakat buna dayanarak âyette Peygamber'in okuması istenen kitabın, "Kur'an'dan önce indirilmiş Tevrat ve ekleri" olduğu, dolayısıyla burada Resûlullah'a, "Tevrat ve eklerini oku" gibi bir buyruk bulunduğu ileri sürülemez. Nitekim hiçbir müfessir âyette Resûlullah'a "Tevrat'ı oku" gibi bir anlamın bulunduğunu söylememiştir. Esasen Ateş, "Kur'ân-ı Kerîm'de mârife olarak "el-kitâb", Tevrat ve eklerini... gösterir" diyorsa da (VI, 517) böyle bir genelleme yanlıştır. Kur'an'da "el-kitâb", eski peygamberlere indirilen kitaplar için kullanıldığı gibi Kur'an'ı da ifade etmektedir; ayrıca "Allah'ın ezelî ilmi, takdiri" veya "insanların bu dünyada yapıp ettiklerinin kaydedildiği ve âhirette ortaya konacak olan bir nevi tutanak, yani amel defteri" gibi başka anlamlarda da kullanılmıştır. Nitekim Süleyman Ateş de -"Kur'ân-ı Kerîm'de mârife olarak "el-kitâb", Tevrat ve eklerini... gösterir" şeklindeki kendi iddiasının aksine- "el-kitâb" kelimesinin geçtiği âyetlerden meselâ Nahl sûresinin 64. âyetinde "... bu kitabın Hz. Muhammed'e indirildiği bildirilmektedir" (V, 120); aym sûrenin 89. âyetinde "... Kur'an'ın, her şeyi açıklamak ... için indirildiği bildirilmektedir" (V, 132); Kehf sûresinin 1. âyetinde "1-5. âyetlerde Kur'an'ın.... indirildiği... bildirilmektedir" (V, 289); R'ad sûresinin 39. âyetinde "... yapılacak her şeyin yazılmış, tespit edilmiş bir zamanı vardır ..."; Kehf sûresinin 49. âyetinde "... herkesin kitabı yani yaptığı işlerin tutanağı ortaya konur" (V, 302) diyerek "el-kitâb" kelimesini hem "Kur'an" hem "Allah'ın ezeldeki yazısı, takdiri" hem de "amel defteri" anlamında açıklamıştır.

"Hayasızlık" diye çevirdiğimiz fahşâ kelimesi, Arapça'da aynı kökten olan fuhuş kelimesiyle eş anlamlı olup genellikle çirkin sözler ve fiiller için kullanılır. [51] daha genel olarak başta zina olmak üzere edep, iffet, haya gibi erdemlerle çelişen söz ve davranışları ifade eder. "Kötülük" şeklinde çevirdiğimiz mttnker ise ma'rûf kavramının zıddı olarak genellikle "aklın ve sağ duyunun çirkin bulduğu, erdemli toplumun yadırgadığı tutum ve davranışlar" anlamına gelir. [52]

Âyete göre gerek abdest, kıraat, rükû, secde, ta'dîl-i erkân gibi zahirî şartlarına ve rükünlerine gerekse ihlâs, huşu, takva gibi manevî şartlarına özen göstererek kılınan namaz, İslâm'ın ve sağ duyu sahibi erdemli toplumların edepsizlik, hayâsızlık ve kötülük sayıp reddettiği tutum ve davranışlarla uyuşmaz, âdeta bir na-sihatçı, bir uyarıcı gibi[53] namaz kılan kişiyi bu davranışlardan meneder. Böylece âyette namazın ahlâkî tesirlerine, kötülüklere karşı koruyucu özelliğine işaret edilmekte; namaz kıldıkları halde hak hukuk gözetmeyen, edep ve ahlâk kurallarına uymayanlara da dolaylı bir uyarı bulunmaktadır.

Yaygın yoruma göre "Allah'ı anmak" diye çevirdiğimiz "zikrullah"tan maksat namazdır. Nitekim Cum'a sûresinde de cuma namazı için aynı tabir kullanılmıştır. Namazın zikir kelimesiyle anılması, onun tam bir ibadet bilinciyle, Allah'ın huzurunda bulunulduğu şuuru ve sorumluluğu ile eda edilmesi şartıyladır ki belirtilen ahlâkî etkiyi gösterecek kaliteye ulaşmış olacağını ima eder. Bu şekilde namaz kılarak Allah'ı anmak en büyük İbadettir. Namazın insandaki Allah şuurunu güçlendirme işlevi, diğer faydalarından daha önemlidir. Ayette namazın böyle bir bilinç ve sorumluluk duygusundan uzak olarak kılındığı oranda ibadet kalitesini de kaybedeceğine işaret vardır. [54]



46. Ankebût sûresinin Mekke'de indiği yönündeki rivayet kabul edildiği takdirde[55] buradaki Ehl-İ kitap'tan maksat, Mekke'de bulunan az sayıdaki rnristiyanlardır. Hz. Peygamber'in bu hıristiyanlarla ilişkisinde ciddi bir sıkıntı bulunmadığı bildirilmekte, âyette de bu ilişkilerin iyi yolda götürülmesi yönünde talimat verilmektedir. Şayet sûrenin tamamının veya bu Ayetin de içinde bulunduğu bir bölümünün Medine döneminin başlarında indi- yönündeki bilpi doğru kabul edilirse buradaki Ehl-İ kitabın ağırlıklı olarak Medine hırımla yııhııtlilerle iliş haksızlığa sapanlar dışında" şeklinde bir istisnanın yer alması, bazı Medineli ya-hudilerin daha ilk zamanlarda İslâm'a, Peygamber'e ve müslümanlara karşı olumsuz bir tavır takınmaya başladıklarını göstermektedir. Bazı müfessirler, "haksızlığa sapanlar"la cizye vergisi vermeye yanaşmayan Ehl-i kitap mensuplarının kastedildiğini ileri sürmüşlerse de [56] henüz o dönemde cizye uygulamasının bulunmadığı, cizye âyetinin[57] hicretin IX. yılında indiği dikkate alınırsa bu yorum isabetsizdir. Şu halde Zemahşerî'nin de belirttiği gibi (III, 192) burada Ehl-i kitap içinden müslümanlar karşısında düşmanca tavır takınan sertlik yanlıları kastedilmiş, sertliğe sertlikle karşı konulmasına izin verilmiş olmalıdır.

Âyetin devamında müslümanlann Ehl-i kitap mensuplarına, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tannmız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O'na teslim olmuşuzdur" demeleri istenmiştir. Bu ifade müslümanlann onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira -putperest Araplar'ın aksine- müslümanlarla Ehl-i kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani müslümanlar onların kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i kitap'taki tev-hid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak müslümanlann temel inanç konulannda kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i kitabı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, müslümanlardan kaynaklanmış değildir; nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklamalar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i kitap'la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin savaşa izin veren daha sonraki âyetlerle neshedildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin, "içlerinden haksızlığa sapanlar dışında" şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır. [58]



47. "İşte biz kitabı sana böyle indiriyoruz" ifadesi çoğunlukla, bir önceki âyetin, "Ve deyin ki: Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tannmız da sizin Tannnız da birdir" mealindeki bölümüyle bağlantılı olarak, "İşte biz Kur'an'ı sana böyle (daha önceki ilâhî kitaplan onaylayan, onlardaki Allah'ın birliği inancını teyit eden, dolayısıyla ilâhî vahyin evrensel doğrulanm tekrarlayan) bir kitap olarak indiriyoruz" şeklinde yorumlanmıştır. Ancak âyetin bu bölümünü, "İste biz önceki peygamberlere kitaplar indirdiğimiz gibi sana da bu kitabı,Kur'an'ı indiriyoruz" şeklinde açıklayanlar da olmuştur. [59]

"Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler" ifadesi de farklı şekillerde açıklanmıştır. Yaygın yoruma göre burada, yahudi iken müslüman olmuş Abdullah b. Selâm ve yakınları kastedilmiştir. [60] Ancak İbn Âşûr, âyetteki "yü'minûne" Fiilini -bizim de çeviride tercih ettiğimiz şekilde- geniş zamanlı bir fiil kabul ederek burada, o gün İslâm'ı hak din olarak kabul etmiş ve daha sonra da kabul edecek olan Ehl-i kitap mensuplarının söz korusu edildiğini belirtmiştir (XXI, 9). "Şunlardan da ona inananlar var" ifadesinde ise -ağırlıklı görüşe göre- Araplar arasında müslüman olanlardan söz edilmiştir. Bu sûrenin indiği dönemde Araplar'ın çok büyük kısmı henüz müslüman olmadığı için âyette böyle bir ifade kullanılmıştır, [61]



48. Okumak ve yazmak, birinden öğrenim görmenin en temel iki yoludur. Âyette Hz. Peygamber'in başka birinden bu şekilde öğrenim görmediği belirtilmektedir. Zira onun okuması yazması olsaydı o zaman Kur'an'ı inkâr etmek için bahane arayanlar, onu başka birinden, meselâ bir Ehl-i kitap mensubundan okuyup yazdığını ileri sürebilirlerdi. Nitekim yine de bu tür iddialar gündeme getirilmiş fakat etkili olamamıştır. Bunun önemli sebeplerinden biri, bu ve benzeri âyetlerde ifade buyurulduğu üzere, Resûlullah'ın -en azından yirmi üç yıllık peygamberlik süresinin on üç yılını oluşturan Mekke döneminde- okuma yazmasının olmaması, yani ümmî oluşudur. [62]



49. "Apaçık âyetler" şeklinde çevirdiğimiz "âyâtün beyyinât" İfadesini Zemahşerî, "mucize olduğu apaçık belli âyetler" (İÜ, 193), Kurtubî de "bilgiye mazhar kılınmış olanlar" diye çevirdiğimiz "ûtü'1-ilm" tabirini, "Allah kelâmı ile beşer sözünü ... birbirinden ayırma yeteneğine sahip olanlar" (XIII, 367) şeklinde açıklamıştır. Buna göre Kur'an, Resûlullah'ın başka bir insandan okuyup yazarak derlediği, kendisinin ürettiği bir eser değildir; zaman zaman müşriklerin ileri sürdüğü gibi bir şiir veya bir sihir ürünü de değildir; aksine o, zihinsel yetenekleri gelişmiş olan inançlı ve iyi niyetli İnsanların, ilâhî kelâmda bulunması gereken apaçık mucizevî özelliklere sahip olduğunu anlayıp kavradıkları âyetlerden oluşur.

Zemahşerî (III, 193), bu âyette Kur'an'ın iki özelliğine vurgu yapıldığı kanaatindedir: 1. Kur'an'ın, apaçık mucize olan âyetlerden oluşması, 2. Âyette "sudur" (kalpler) kelimesiyle ifade edilen hafızalarda ezberlenip korunması. Kur'an bu iki özelliği ile öteki kutsal kitaplardan ayrılmaktadır. Çünkü o kitaplar, a) Mevcut şekliyle doğrudan Allah kelâmı, dolayısıyla apaçık mucizevî âyetler değildir, aksine onlar -bugün bilimsel olarak da tespit edildiği gibi- bazı Kitâb-ı Mukaddes yazarlanmn kaleminden çıkmış eserlerdir; b) Yahudi ve hıristiyan kültüründe bu eserler ezberlenerek korunmuş değildir; hafızlık geleneği sadece müslümanlarda vardır. [63]



50-52. Peygamber dönemindeki inkarcılar, genellikle iyi niyetli olarak Re-sûl-i Ekrem'in gerçekten peygamber olup olmadığım öğrenmek, dolayısıyla gerçeği anlamak için değil, fakat sırf akıllarınca onu güç durumda bırakmak maksadıyla sık sık geçmişteki bazı peygamberler gibi onun da hissî (duyulara hitap eden) mucizeler göstermesini isterlerdi. 50. âyette öncelikle mucize göstermenin Allah'a ait olduğu, Peygamber'in görevinin ise insanları inanç ve amel hayatı konusunda uyarmak ve aydınlatmaktan ibaret bulunduğu bildirilmekte; 51. âyette ise çok önemli bir noktaya dikkat çekilmektedir: "Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?" Şu halde Peygamber efendimizin en büyük mucizesi Kur'an'dır; insanlara asıl gerekli olan, gelip geçici hissî mucizeler değil, benzerini asla ortaya koyamayacakları, hayatın her anında feyzinden yararlanmaları mümkün olan bu ebedî mucizedir. [64] Öteki mucizeler duyulara hitap eder, gelip geçicidir; Kur'an ise okunan mucizedir, akla hitap eder. [65] insanlığın dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için muhtaç olduğu doğru inanç ve düzgün yaşayışın ilkelerini verir. Âyette Kur'an'in bu özelliği iki kelimeyle verilmektedir: Rahmet ve ibret (zikrâ). Rahmet dünya ve âhire-te dair bütün güzellikleri kapsayan bir kelimedir; çünkü Allah kuluna rahmetiyle muamele edince ona lâyık olduğu güzellikleri ihsan eder; ibret ise Kur'an'm üslûbuna baştan sona hâkim olan kanıtlar, uyanlar, derslerdir; aslında bunlar da Kur'an'ın tabiriyle "akıl sahipleri" (İİlü'l-elbâb) için birer rahmettir. Ama âyete göre Kur'an'daki rahmet ve ibret kaynaklarından feyiz alınanın yolu -putperestler vb. inatçı ve inkarcı zümrelerin yaptığı gibi Kur'an'a ve Peygamber'e savaş açmak değil- hakikatleri görünce inanmaya hazır bir içtenliğe, dürüstlüğe sahip olmaktır.

Uyarı üslûbu taşıyan 52. âyete göre bütün evreni kuşatan ilmiyle her şeye şa-hİt olan, eksiksiz kusursuz bilen Allah, sonuçta kimin ne yaptığını da görüp gözetmekte olup müminlerle münkirler arasındaki ihtilâflarda nihaî hükmü verecek ve o zaman "bâtıla (uydurma tanrılara) inanan ve Allah'ı inkâr edenler", nefsânî İhtiraslarına, benlik iddialarına kapılarak doğru yola ve bu yolun yolcularına karşı verdikleri zalimce savaşın kendilerine neler kaybettirdiğini göreceklerdir. [66]



Meali



53. Onlar senden, azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Eğer önceden belirlenmiş bir vade olmasaydı elbette azap tepelerine inmişti. Ama onlar farkında olmadan o ansızın kendilerine gelecektir. 54. (Evet) Onlar senden azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Kuşkuları olmasın, cehennem inkarcıları kuşatmış durumda! 55.0 gün azap onları tepeden tırnağa saracak ve Allah, "Yaptıklarınızın cezasını tadın!" buyuracaktır. 56. Ey inanan kullarım! Benim arzım geniştir; o halde yalnız bana kul olmakta sebat edin. 57. Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz. 58-59, İnanıp hayırlı işler yapanlara gelince, işte onları içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştireceğiz; sıkıntılara katlanan, yalnız Allah'a dayanıp güvenerek işlerini gerektiği gibi yapanlara ne güzel karşılık! 60. Nice canlı var ki rızkım sırtında taşımıyor; onları da sizi de besleyip barındıran Allah'tır. O, her şeyi işitir, her şeyi bilir. [67]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:12 am

Tefsiri



53-55. İnkarcıların Hz. Peygamber'den tehdit edilip uyarıldıkları azabı çabuklaştırmasını istemeleri, gerçekten böyle bir azaba İnandıkları ve ona razı oldukları anlamına gelmez; onlar, bu ifadeleriyle aksine azaba inanmadıklarını açıkça ortaya koyarak alaylı bir üslûpla Peygamber'e karşı meydan okuyorlardı. 53. âyete göre söz konusu azabın gerçekleşme zamanı ilâhî hikmet tarafından tayin edilmiş olup o zaman gelince, onlar farkında bile olmadan azap ansızın başlarına gelecektir. İnkarcıların cezasının hemen verilmeyip belli bir zamana ertelenmesinin, tuttukları yanlış yoldan dönmelerine fırsat vermek, Allah'ın ne kadar sabırlı ve merhametli olduğunu göstermek gibi hikmetleri vardır. [68]

Tefsirlerde 53. âyetteki azapla putperestlerin, Bedir Savaşı'nda yaşadıkları

eİ vorumu da yapılmıştır. Nitekim müslümanlar karşısındaki ilk mağlûbiyetleri olan bu savaş onlar için sonun başlangıcı olmuştur. Böylece "Hadi bizi tehdit ettiğin azabı hemen şimdi getir!" diyerek meydan okuyanlar, daha dünyada cezalandırılmışlardır. 54-55. âyetler ise inkarcıların kendi yapıp ettikleri yüzünden âhirette uğrayacakları cezanın dehşetini, kaçınılmazlığını ve kuşatıcılığım özetlemektedir. Tarihsel bağlamda Kur'an'ın ilk muhatapları konumundaki putperest Araplar'ı uyaran bu âyetler, evrensel planda her devirde İslâmî inanç ve değerler karşısında benzer düşmanlıkları sergileyenleri ilgilendiren umumi bir ikaz anlamı da taşımaktadır. [69]



56. Bu sûrenin on âyetinde Mekkelİ müslümanlann, "Allah'a inanıyoruz" dedikleri için eziyete uğradıklarına işaret edilmiş; sonraki âyetlerde de yeri geldikçe putperestlerin psikolojik baskı ortamı doğuran küstah ve alaycı tutumlarına işaret edilip bunlar eleştirilmişti. Konumuz olan âyette ise Allah Teâla, "Ey inanan kullarım!" şeklindeki iltifatkâr ifadeyle hitap ettiği müslümanlara, dünyanın geniş olduğunu hatırlatarak onlardan her türlü uydurma tanrıları bir yana bırakıp yalnız kendisine kul olmaya devam etmelerini, dolayısıyla dinlerinde kararlı olmalarını istemektedir. Bu ifadeler de ilk müslümanlann bir baskı ortamı içinde bulunduklarına İşaret eder. Âyet müminlere bu şartlar karşısında hicret yolunu göstermektedir. Çünkü -müfessirlerin de ittifakla belirttikleri gibi- "Benim arzım geniştir" İfadesi, "Mekke'de inancınızı açığa vurmanıza imkân vermeyen bir baskı altında bulunuyorsanız dininizi rahatlıkla yaşamanıza elverişli başka bir yere göçebilirsiniz" anlamına gelir. Nitekim giriş kısmında da kaydedildiği gibi bu sûrenin inmesinden kısa bir süre sonra Medine'ye hicret olayı gerçekleşmiştir.

Âyetin hükmünü sadece Medine'ye hicret olayıyla sınırlı görmek de isabetli olmasa gerektir. Elbette Kur'ân-ı Kerîm yeri geldikçe, emir bi'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker hakkındaki âyetler başta olmak üzere, doğrudan ve dolaylı ifadelerle müslümanlardan, içinde yaşadıkları topraklarda dinlerini özgürce yaşamalarına imkân verecek şartlan oluşturmak için çaba göstermelerini istemektedir. Ancak bu âyete dayanarak bîr kimsenin inanç ve düşüncelerini özgürce hayata geçirme imkânının bulunmadığı ve mevcut olumsuzlukları ortadan kaldırma ümidinin tükendiği durumlarda şartların elverişli olduğu başka yerlere göç etmek gerektiği düşünülebilir. Nitekim İbn Aüyye (IV, 324), Zemahşerî (III, 194), Şevkânî (IV, 241) gibi birçok müfessir de böyle bir yoruma yer vermiştir. [70]



57-60. Geçim kaygısı sebebiyle Medine'ye hicret etmekten çekinen, bu hususta tereddüt yaşayan bazı müslümanlan hicrete teşvik amacı taşıyan[71] bu âyetlerin ilkine şöyle mâna verilmiştir: Hicretmek gerektiğinde gittiğiniz yerde nasıl geçineceğinizi, ne yiyip ne içeceğinizi kaygı çekmeyiniz. Çünkü sonuçta her canlı gibi siz de Allah'ın takdir ettiği kadar yaşayıp sonunda öleceksiniz; fâni olan bu hayatın geçim kaygısı, öldükten sonra Allah'ın huzuruna vardığınızda ebedî kurtuluşunuzu sağlayacak olan kulluk vecîbelerinizi ikinci plana atmanıza yol açmasın.

Âhiret nimetlerinin özendirici bir özetinin verildiği 58-59. âyetlerde bu nimetlere kavuşmanın başlıca şartları zikredilmiştir. Bunlardan iman ve amel-i sâlih ebedî kurtuluşun genel şartlarıdır; sabır ve tevekkül kavranılan ise bu bağlamda özellikle dini yaşama özgürlüğü ve bu özgürlüğün ortamını oluşturma, arama, bu uğurda karşılaşılabilecek güçlükler ve baskılar karşısında tahammüllü, kararlı ve onurlu bir kişilik sergileme anlamını içerir. Buradaki tevekkül ayrıca geçim kaygısıyla hicretten çekinmemek, bu hususta Allah'ın yardım ve desteğine güvenmek gerektiğine de işaret etmektedir[72] Nitekim 60. âyette de geçim kaygısıyla hicret etmekten korkanlara, diğer canlılar gibi insanların rızkını verenin de Allah olduğu hatırlatılarak bu hususta bir güvensizliğe kapılmanın yanlışlığına dikkat çekilmiştir. [73]



Meali



61. Şayet onlara, "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?" diye soracak olsan, hiç tereddütsüz "Allah'tır" derler. Ohalde haktan nasıl yüz çevirirler? 62. Allah, kullarından rızkı dilediğine bol bol, dilediğine de ölçülü verir; kuşkusuz Allah her şeyi hakkıyla bilir. 63. Yine onlara, "Göklerden su indirip de onunla ölü toprağa hayat yeren kimdir?" diye sorsan, hiç tereddütsüz "Allah'tır" derler. De ki: "Hamd Allah'a mahsustur; ama onların çoğu akıllarım kullanmazlar. 64. (Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi! 65. Onlar bir gemiye bindikleri zaman (fırtına korkusuyla), kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla tek Allah'a yakarırlar; fakat onları sağ salim karaya çıkardığında bakarsın kî yine Allah'a ortak koşuyorlar. 66. Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa da sürsünler! Ama yakında anlayacaklar! 67. Görmezler mi ki, çevrelerindeki insanlar durmadan yerinden koparılıp götürülürken biz (Mekke'yi) güvenli, dokunulmaz belde yapmışızdır? Hâlâ asılsız şeylere inanıp Allah'ın nimetine karşı nankörlük mü edecekler? 68. Allah hakkında yalan yanlış şeyler uyduran yahut kendisine hakikat geldiğinde onu yalanlayandan daha zalimi kimdir! İnkarcıların sürekli kalacağı yer cehennemin içinde değil midir? 69. Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarf edenlere gelince onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz Allah iyilik yapanların yanındadır. [74]



Tefsiri



61-63. Önceki âyetlerde Mekke putperestlerinin baskılan karşısında bunalan müminlerden, bir kurtuluş yolu olmak üzere, hicret etmeleri istendikten sonra bu âyetler grubunda baskıcı putperestlerin asıl sorunları olan çarpık inançlarından ve bu yüzden içine düştükleri çelişkilerinden örnekler verilmektedir. Buna göre onlar, bir yandan sorulduğunda yeri göğü yaratan, değişmez yasaları uyarınca ay ve güneş gibi gök cisimlerinin hikmetli ve amaçlı bir düzen içinde işleyişlerini sağlayan, keza gökten su indirip ölü toprağı canlandıran gücün Allah olduğunu söylüyor; fakat öte yandan Allah'ı bırakıp âdi nesnelere tapıyorlardı. 61. âyette bu tutumun haktan yüz çevirme anlamına geldiği, 63. âyette de akılsızlık olduğu bildirilmektedir. Zira gerçek mânada insan, inancında ve yaşayışında hakikatle uyum içinde olmalıdır. Oysa müşrikler, bir yandan evreni yaratıp yöneten gücün Allah olduğunu söylerken diğer yandan Allah'tan başka şeyleri tanrı sayıp onlara tapıyorlardı; tevhidden sapma demek olan bu tutum hem bir çelişki hem de insanın en değerli meziyetlerinden olan aklı kullanmamak, akıl ölçülerinden uzaklaşmak demektir. Bu durumda putperestlerin, sorulduğunda Allah'ı yaratıcı güç olarak tanıdıklarını söylemelerinin pratikte bir anlamı kalmamaktadır. Çünkü onlar, Allah'ın dinini, peygamberini ve kitabını inkâr ediyor; buyruk ve yasaklarım tanımıyor; eylemlerini sanki Allah yokmuş, O'na karşı sorumlu değillermiş gibi sürdürüyorlardı. Kuşkusuz ilk muhatapları müşrikler olduğu için onlara hitap eden bu âyetler, aynı zamanda benzer tutumları sergileyen bütün insanları kapsamaktadır. [75]



64. Putperestlerin anılan tutumu benimsemelerinin temelinde dünya tutkusunun bulunduğuna işaret edilmektedir. Aslında bu durum birçok İnkarcı için de geçerlidir. Çünkü din bir yasalar bütünüdür; buyrukları ve yasaklan vardır ve bunlar insanın arzularını sınırlar. Bu noktada insan bir ikilemle karşı karşıya kalır: Aklının ve vicdanının buyruklarını nefsanî isteklerine hâkim kılanlar iradelerini inançlarıyla bütünleştirir; dinin buyruk ve yasaklarının mâkul, değerli ve uyulması gerekli ödevler olduğuna hükmederler. Nefsânî arzulan akıl ve vicdanlarına galip gelenler ise söz konusu buyruk ve yasaklan birer külfet olarak gördükleri için bun-lann anlamsız ve yararsız olduğuna hükmederek sonuçta din karşıtı bir düşünceyi ve hayat çizgisini benimserler. Konumuz olan âyet, bu kesimlerin algıladığı anlamda bir dünya görüşünün yanlışlığına dikkat çekmekte; bu anlayışla yaşanan bir dünyanın sadece sıradan, gelip geçici zevkler ve nazlardan ibaret olduğu uyansın-da bulunmaktadır. Halbuki insan için önemli olan, "âhiret yurdu"ndaki asıl hayatı kurtarması, oradaki mutluluk ve esenliği için çalışmasıdır. İşte insan, hedefini dünyanın geçici zevkleriyle sınırlamayıp kendini "baki kalan sâlih işler"e[76] adadığı takdirde sadece âhİretİ için çalışmakla kalmayıp dünyasını da anlamlı kılmış olur. Artık bu İnsan, kendisine "Yeri göğü yaratan kimdir?" diye sorulduğunda sadece "Allah'tır" demekle kalmaz; aynı zamanda din ve dünya ile ilgili bütün işlerinde Allah'ı tek ve mutlak otorite olarak görür, yalnız O'na kul olur, O'na itaat eder; yanlış ve yanıltıcı olması asla düşünülemeyecek olan ilâhî iradeye uygun bir hayat sürer; dünyanın güzelliklerini de âhiretin güzelliklerini de O'ndan bekler[77] nihayet bu iman ve ihlâs ile yaşadığı sürece her iki güzelliği de elde eder. [78]



65-66. Bir felâketle karşı karşıya kaldıklarında içten bir inanç ve bağlılıkla Allah'a yakaran, normal hayata döndüklerinde ise her zaman olduğu gibi alelade şeyleri Allah'a tercih ederek Allah'ı bırakıp onlara kul olan müşriklerin inançla-nndaki samimiyetsizliğe ve tutarsızlığa yeni bir örnek verilmekte; ardından da bunun bir nankörlük olduğu belirtilerek yakında gerçeği anlayacakları, dolayısıyla bu tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır. [79]



67-68. İslâm hâkimiyetinden önce Arap yanmadasıda can ve mal emniyeti yoktu; insanlar öldürülür veya yurtlarından yuvalanndan koparılıp sürülür, malları yağmalanırdı. Buna karşılık içinde kutsal Kabe'nin bulunması sebebiyle Mekke şehri bir güvenlik merkezi olarak kabul edilir, Kureyş sûresinde de bildirildiği gibi Mekkeliler çevredeki Arap topluluklarından saygı görür, bu sayede daha güvenli bir hayat yaşarlardı. 67. âyette bu durum, Allah'ın Mekkeliler'e bir lütfü olarak gösterilmekte; bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde Allah'ı hatırlarken, güvenlik ortamına kavuşunca yine bâtıl inançlarına dönmelerinin bir nankörlük olduğuna işaret edilmektedir. 68. âyette ise onların uydurma tanrılar ihdas ederek bunları Allah'a ortak koşmaları, Allah'ın gönderdiği hakikati yani Peygamber'İ ve vahyi inkâr etmeleri bir zulüm olarak değerlendirilmiştir. Adaletin zıddı olan zulüm teriminin asıl anlamı, "birine hak ettiği şeyi vermemek, onun hakkı olan şeyi başkasına vermek" demektir. Buna göre tanrılık yalnızca Allah'a ait olduğu halde O'ndan başkasına tanrılık isnat ederek Allah'a gösterilmesi gereken saygıyı ona göstermek bir zulümdür, haksızlıktır. Nitekim Lokman sûresinde (31/13) "O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bîr haksızlıktır (zulümdür)." [80]



69, Putperestlerin, bütün uyanlara rağmen inkarcı ve inatçı tutumlarını devam ettirmelerinden üzüntü duyan müminleri teselli amacı taşıdığı anlaşılan sûrenin son âyeti, müminler İçin anlamlı bir müjdedir. Zira âyette Allah, düşmanlarının baskılan karşısında sabır ve ****netle inançlarını koruyan, çizgilerinden sapmayan müminleri mutlaka başarıya ulaştıracağım, çünkü kendisinin daima iyilerin yani inançları doğru, işleri düzgün olanlann yanında olduğunu müjdelemektedir. [81]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:12 am

KASAS SURESİ

28


İndiği yer:

Mekke

İniş Sırası:

49

Ayet Sayısı:

88


Mushaftaki sıralamada yirmi sekizinci, iniş sırasına göre kırk dokuzuncu sûredir. Nemi sûresinden sonra, İsrâ sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 85. âyetinin hicret esnasında Cuhfe denen yerde, 52-55. âyetlerinin de Medine'de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır.[1]



Adı



Adını 25. âyette geçen "kasas" (kıssa, hayat hikâyesi) kelimesinden almıştır. Doğumundan peygamberliğine kadar Hz. Musa'nın kıssası geniş bir şekilde anlatıldığı için bu adın verilmiş olması da muhtemeldir.[2]



Konusu



Başlangıçta Kur'an'm aydınlatıcı âyetlerine dikkat çekildikten sonra büyük bir kısmında Hz. Musa'nın hayat hikâyesi ve Firavunla olan mücadelesi anlatılmakta: Şuarâ ve Nemi sûrelerinde kısa olarak geçen konulara dair tamamlayıcı bilgiler verilmektedir. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e karşı olumsuz tutum ve davranışları ile Ehl-i kitabın olumlu davranışlarından söz edilmekte, büyük bir servetin sahibi olan Karun'un kıssasından kesitler verilerek mümin zihniyet ile inkarcı zihniyet arasındaki fark ortaya konmaktadır. Sûrenin son bölümüade Mekke'nin fethine işaret edilerek Hz. Peygamber teselli edilmiş, Allah'ın âyetlerine bağlı kalması ve O'ndan başka hiçbir tanrı tanımaması istenmiş, çünkü var edilenlerin hepsinin yok olacağı ve hükümranlığın yalnız Allah'a ait olduğu hatırlatılarak sûre son bulmuştur. [3]



Meali



Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Tâ-sîn-mîm. 2. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir. 3. İman eden bir topluluk için Mûsâ ile Firavundun haberlerinden bir kısmını gerçek şekliyle sana anlatacağız. 4. Kuşkusuz ülkesinde Firavun despotluk ediyor, halkını gruplara ayırıyordu. Onlardan bir grubu güçsüz düşürmek istiyor, erkek çocuklarını kıyımdan geçiriyor, kızlarını sağ bırakıyordu. Hiç kuşkusuz o huzur ve güveni bozanlardandı. 5-6. Oysa biz o ülkede güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak, onları (ülkelerinin) vârisleri yapmak, o ülkede iktidarı ele almalarını sağlamak, Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına sakındıkları şeyi onların eliyle başlarına getirip göstermek istiyorduk. 7. Musa'nın annesine, ''Onu em/ir, başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre bırak. Korkup kaygılanma. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız" diye vahyettik. 8. Böyle de oldu. Firavun ailesi onu bulup aldı. Ama sonunda o kendileri için bir düşman ve tasa sebebi olacaktı. Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yoldalardı. 9. Firavun'un karısı, "O, senin ve benim göz aydınlığımız, muradımız olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz" demişti. Onlar işin farkında değillerdi. 10. Musa'nın annesinin yüreği yalnızca çocuğuyla meşguldü. Eğer, inanıp güvenen biri olması için onun kalbini pekiştirmiş olmasaydık neredeyse işi meydana çıkaracaktı. 11. Musa'nın ablasına, "Onu izle" dedi. O da ötekiler farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi. 12. Biz önceden onun, başka sütanneleri kabul etmesini engellemiştik. Bunun üzerine ablası, "Sizin adınıza onun bakılmasını üstlenecek bir aile bulayım mı?" dedi. 13. Böylelikle biz anasının gönlü rahatlasın, gam çekmesin ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye onu anasına geri verdik; fakat oradakilerin çoğu bilmiyorlardı. [4]



Tefsiri



1-4. Bazı sûrelerin başında bulunan bu tür harflere "hurûf-i mukattaa" adı verilmektedir[5]. Müfessirlerin çoğunluğu bu ve benzeri yerlerdeki kitaptan maksadın Kur'an olduğunu ifade etmişlerdir [6] "Apaçık" diye tercüme ettiğimiz mübîn kelimesi "açıklayıcı" anlamına da gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de 136 yerde adı geçen Mûsâ aleyhisselâm, Kitâb-ı Mukaddes'te de kendisine en geniş yer verilmiş olan peygamberdir. Tevrat'a göre MÛsâ, Ya'kub'un oğlu Levi'nin soyundandır. Babası Amran (İmrân), annesi Yoke-bed'dir. [7] Kur'an'da Hz. Musa'nın hayat hikâyesine bazan kısa ba-zan da geniş bir şekilde yer verilmiştir. Kasas sûresinde de konu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.

Mûsâ dünyaya geldiği sırada Mısır'ın yönetimini elinde bulunduran Firavun (II. Ramses), ülkesinin sınırlarını genişletmiş, bu durum onu şımartmıgtı. Bu yüzden donemin despotlarından biri haline geldi. [8] O, Kur'an'da değişik jönlerden eleştirilmekle birlikte asıl eleştirilen yönü tanrılık taslaması, kendini herkesten üstün görmesidir. Despotizmi uygulamak için ülkesini fizikî olarak eyaletlere ayırdığı gibi, halkım tabakalara bölmüş, 4. âyette de işaret buyuruluğu üzere özellikle İsrail asıllı olanlara insanlık onuruna yakışmayacak şekilde muamele etmiştir. Bu sebeple aynı âyetin son cümlesinde onun fesad çıkaranlardan olduğu ve normal düzeni bozduğu ifade edilmektedir. Mısır'da çoğalıp kendisine isyan edeceklerinden kaygılandığı için İsrail asıllı olanların erkek çocuklara kıyım uyguladı. Ayrıca insanları ağır işlerde çalıştırıp özellikle yaşlıların ölümüne sebep oldu. [9]



5-6. Hâmân, Firavun'un veziri veya saraydaki önemli şahsiyetlerden biri olup adı Kur'an'da altı yerde Firavun'la birlikte anılmaktadır. [10] İlâhî irade Firavun'un istediği istikamette tecelli etmedi. Tam tersine Allah Teâlâ, onun zulmü altında ezilen, horlanan, fakir ve muhtaç duruma düşürülmüş olan, yok edilmek istenen İsrâiloğulları'nı zulümden kurtarıp hayırlı işlerde insanlara önderler yapmak, ülkelerinin vârisleri kılıp vaad ettiği topraklara güvenlik içinde yerleştirmek, kendilerine iktidar vermek istiyordu. Nitekim İsrâ-iloğulları soyundan insanlara din ve dünya hayatında önderlik etmiş olan birçok peygamber gelmiş, onlar Dâvûd ve Süleyman zamanında bölgenin en güçlü devletine sahip olmuşlardı. [11]



7-9. Hz. Musa'nın annesine yapılan vahiy muhtemelen peygamberlere yapılan vahiy değil, seçkin kulların kalbine doğan ilham anlamındadır. Sıkı bir şekilde uygulanan bu katliamdan Musa'yı kurtarması için Allah tarafından annesine, onu bir süre emzirmesi, çocuğun hayatının tehlikeye düştüğünü hissettiği anda onu bir sandukaya koyup Nil nehrine bırakması ilham edilmiş, bunun üzerine annesi hiç tereddüt etmeksizin Musa'yı nehre bırakmıştı. Çünkü Allah ona, "Korkup kaygılanma, biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız" diye ilham etmişti. Nitekim sonunda ilâhî takdir tecelli etmiş, Firavun ailesi, İsrâ-iloğullan'na yapmış olduğu zulmün karşılığı olarak ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak bebeği Nil kıyısında bularak Firavun'a getirmişlerdir. Âyette Firavun ve beraberindekilerin gerek Allah'a karşı nankörlüklerinin gerekse İs-râiloğullan'na uyguladıkları zulmün yanlışlığına, dolayısıyla Hz. Musa'nın ileride bunlara karşı vereceği mücadeleye işaret edilmektedir. Yüce Allah Mûsâ'nm korunup kollanması ve kendi gözetiminde yetiştirilip olgunlaşması için onu katından bir sevgi ile kuşatmış keza ona karşı insanların kalbine de sevgi yerleştirmiştir. [12] Bundan dolayı Firavun'un eşi Asiye [13] çocuğun hayatına kıyılmaması ve kendisinde kalması için Firavun'a ricada bulunmuş; "O, senin ve benim göz aydınlığımız, muradımız olsun!" diyerek bir sevinç ve mutluluk kaynağı olduğuna işaret ettikten sonra ondan faydalanabilecek veya onu evlât edinebileceklerini söyleyip kocasım razı etmiştir. "Onlar işin farkında değillerdi" cümlesi Firavun ve adamlarının ileride Hz. Mûsâ sebebiyle başlarına gelecek olanları bilmediklerine işaret etmektedir. [14]



10-13. Öte yandan Musa'nın annesinin üzüntüden aklı başından gitmiş, ne olup bittiğinden haber alamadığı için dehşete kapılmıştı. Haber almak için gösterdiği telâş sebebiyle neredeyse durumu ifşa edecekti, fakat Allah gönlünü pekiştirdi, ona sabretme gücü verdi ve sonunda çocuğuna kavuşacağı inancında karar kıldı. Musa'nın ablasına, gelişmeleri uzaktan takip etmesini söylemişti. O da hemen nehrin kenarında kardeşinin peşine düşmüş, Firavun'un adamlarına hissettirmeden, Musa'nın Firavun'un sarayına götürülüşünü izlemişti.

Firavun'un hanımı çocuğa sütannesi aramaya başladı; ancak Allah Teâlâ izin vermediği İçin Mûsâ saraya getirilen kadınlardan hiçbirinin memesini emmedi. Bu hususun 12. âyette "Bİz önceden onun, başka sütanneleri kabul etmesini engellemiştik" şeklinde İfade buyunılması, olayın tesadüfi bir gelişme olmayıp ilâhî irade tarafından özel olarak planlandığını göstermektedir. Durumu öğrenen ablası emzikli bir kadın olarak "annesini" tavsiye etti; teklifi kabul edildi ve Mûsâ emzirilmek üzere annesine iade edildi. [15] Emzirme süresi bitince Mûsâ tekrar Firavun ailesine teslim edildi. Firavun, kendi ailesi içinde büyütülüp yetiştirilen çocuğun kendi yolundan gidecek ve ona mutluluk verecek bir evlât olacağım düşünmüştü. Genellikle ilgi ve eğitim bu sonucu verebilirdi, fakat Allah, Mûsâ vasıtasıyla Firavun'un zulmüne son vermek istiyordu ve sonunda O'nun muradı gerçekleşti. [16]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:13 am

Meali



14, Mûsâ yetişip olgunlaşınca, ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle ödüllendiririz. 15. Mûsâ, ahalisinin haberi olmadığı bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi halkından, diğeri düşman taraftan olan iki adamın birbirleriyle kavga ettiğini gördü. Kendi halkından olan kişi, düşman taraftan olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine Mûsâ ötekine bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu; sonra şöyle dedi: "Bu şeytanın işidir; o gerçekten ayartıcı ve apaçık bir düşman! 16. Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim; beni bağışla!" Allah da onu bağışladı. Çünkü O, gerçekten çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir. 17. Mûsâ, "Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler hakkı için suçlulara asla arka çıkmayacağım" dedi. 18. Şehirde korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen adam bağırarak ondan yine yardım istiyor! Mûsâ ona, "Açıkçası sen düpedüz serserinin birisin" dedi. 19. Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince o şöyle dedi: "Ey Mûsâ! Dün birini öldürdüğün gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? Demek ki sen haksızlıkları düzelten biri olmak istemiyorsun da bu ülkede sadece azdı bir zorba olmak istiyorsun" dedi. 20. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve dedi ki: "Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında görüşme yapıyorlar; derhal çıkıp git! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim" 21. Mûsâ korku içinde etrafı gözetleyerek oradan ayrıldı. "Rabbim! Beni zalimler topluluğundan kurtar" dedi. [17]



Tefsiri



14-17. Hz. Mûsâ sarayda iyi bir eğitim gördü. Olgunluk çağına ulaşınca Allah tarafından kendisine "hüküm (peygamberlik) ve ilim" verildi. [18] . Mûsâ, kendisine daha peygamberlik gelmeden veya geldikten sonra Fira-vun'un yanlış yolda olduğunu idrak etmiş, düşüncesini yakınlarına açmış, muhalefeti ağızdan ağıza yayılınca gözden kaybolup kendini gizlemişti. Şehre ancak geceleri çıkıyordu. Ahalisinin haberi olmadığı bir sırada girdiği şehrin neresi olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber nıüfessirlerin çoğunluğuna göre Mısır'da Fira-vun'un ikamet ettiği şehirdir. Müfessir Dahhâk buranın geçmişte müstakil bir yerleşim merkezi olan bugünkü Ayni şems olduğunu söylemiştir. [19] Şevkânî'ye göre ise Kahire'dir (IV,158); Kuzey Mısır'ın merkezi Menfıs olabileceğini söyleyenler de vardır. [20]

Rivayete göre Hz. Mûsâ, öğle vakti halfan istirahata çekilmiş olduğu bir sırada bu şehre girmiş, şehirde biri İsrâiloğullan'ndan, diğeri Kıptîler'den olan iki kişinin kavga ettiğini görmüş, İsrailli'nin kendisinden yardım istemesi üzerine Mûsâ Kıptî'ye bir yumruk vurarak ölümüne sebep olmuştur.

Tefsirlerde Hz. Musa'nın günahsız olduğunu göstermek için 15. âyeti çeşitli şekillerde yorumlayanlar olmuştur. Şevkânî bu yorumların "Peygamberler günah İşlemekten masumdur" prensibine dayandığını, ancak peygamberlerin (küçük günah değil) büyük günah işlemekten masum bulunduklarını, Mûsâ da adamı kasten öldürmediği için bu olaym büyük günah sayılmayacağını ifade etmektedir (IV, 158). Esasen bu sırada Hz. Musa'ya peygamberliğin gelmemiş olduğu da göz önüne alınmalıdır. Muhamnıed Esed'in yorumunda ise olaym sâiki hakkında önemli bir iddia vardır. Esed'e göre "16-17. âyetler göstermektedir ki, yukarıda anlatılan olayda Mısırlı değil, İsrâiloğullan'ndan olan adam suçludur. Görünüşe bakılırsa Hz. Mûsâ hangi tarafın haklı olduğunu anlamaya çalışmadan, İsrâiloğullanndan olan adamın yardımına koşmuş; ama hemen sonra, sadece bir adam öldürdüğü için değil, fakat bunu kabilevî bir gayretle yaptığı için ciddi bir suç işlemiş olduğunu farketmiştir. Açıkça görülmektedir ki, Kur'an'ın Hz. Mûsâ'mn kıssasının bu bölümünde asıl işaret etmek istediği husus budur (II, 785).

Bize göre Hz. Musa'nın kavgaya müdahelesi hor görülen ve ezilmekte olan bir topluluktan olan birinin imdat istemesi üzerine olmuştur ve bunda bir kusur yoktur. Yaptığı şey, sadece tedbirsizlikle bir tokat veya yumruk vurmaktı. Böyle bir darbenin ölüm sonucunu doğurması nâdirdir. Şu halde Musa'nın yaptığı, "istemeden ölüme sebep olmak" şeklinde ifade edilebilir. Irk bağının müdanele sebebi olduğu delilsiz bir yakıştırmadır. Musa'nın yaptığı, zayıfın yanında yer atmak şeklinde bir erdem olarak da değerlendirilebilir. Fiilen kavga yapılırken haklıyı haksızdan ayırmak mümkün değildir. Onun kendisini günahkâr görmesi, fiilinin ölüme sebep olmasındandır. 15. âyete göre Musa'nın şeytana gönderme yapması da kötü kastının olmadığını gösterir. İleride gelecek âyetlere bakılırsa bu sırada Mûsâ'ya peygamberlik de gelmiş değildir. Özellikle Tevrat'm çok daha sonra, İsrâ-üoğullan'nı Mısır'dan Sînâ çölüne geçirmesinin ardından inzal edildiği bilinmektedir. [21]



18-19, Kıptî'nin kim tarafından Öldürüldüğü henüz duyulmamıştı. Hz. Mûsâ ise onu Öldürdüğü için başına gelebilecek kötülükleri düşünerek geceyi korku İçinde geçirdi. Ertesi gün etrafı gözetleyerek şehirde dolaşırken bir gün önce başını derde sokan İsraillinin yine bir Kıptî ile kavga ettiğini gördü. İsrailli, Musa'dan yine yardım istedi. Mûsâ dün başını belâya sokmuş olan İsrailli'ye, "Doğrusu sen serserinin birisin" diyerek onu azarladı. Bununla birlikte her ikisine de düşmanca davranan Kıptî'ye vurmak isteyince, İsrailli azarlanmış olmanın da etkisiyle kendişine vuracağını sanarak, "Ey Mûsâ! Dün birini öldürdüğün gibi şimdi beni de mi öldüreceksin?" dedi. Kelâmın akışına bakarak bu sözün Kıptî'ye ait olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlara göre Kıptî olayın failini daha önce İsrailliden öğrenmişti. [22]



20-21. Kıptî'yi kimin öldürdüğü ortaya çıkınca haber Mûsâ'nm durumundan rahatsız olan ve onu engellemek İçin fırsat kollayan Firavun'a ulaştırıldı ve hemen yakalanması için gereken tedbir alındı. Hz, Musa'nın iyiliğini düşünen bir kişi koşarak gelip bu durumdan onu haberdar etti ve şehirden çıkıp gitmesi için nasihatte bulundu. Bunun üzerine Hz. Mûsâ Medyen'e gitmek üzere şehri terketti. [23]



Meali



22. Mûsâ Medyen'e doğru yöneldiğinde, "Umarım rabbim beni doğru yola iletir" dedi. 23. Medyen suyuna vardığında orada hayvanlarını sulayan bir grup insanla karşılaştı. Onların biraz ötesinde de (hayvanlarının suya gelmesini) engelleyen iki kadın gördü. Onlara, "meseleniz nedir?" diye sordu. "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır" dediler. 24. Bunun üzerine Mûsâ, onların hayvanlarını sulayı-verdi. Sonra gölgeye çekilip "Ey Rabbim! Bana lütfedeceğin her türlü hayra

muhtacım!" diye niyazda bulundu. 25. Bu esnada kızlardan biri utangaç bir eda ile yürüyerek yanma geldi; "Bizim için yaptığın sulamanın karşılığını ödemek üzere babam seni çağırıyor" dedi. Mûsâ, yanma gelip de ona başından geçenleri anlatınca, "Korkma, zalimler topluluğundan kurtuldun" dedi. 26. O iki kızdan biri, "Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olanıdır" dedi. 27. Babaları Musa'ya şöyle dedi: "Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini seninle evlendirmek istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan o senin bir iyliğin olur; yoksa seni zorlamak istemem. İnşallah benim iyi kimselerden olduğumu göreceksin." 28. "Bu seninle benim aramızda bir sözleşmedir; bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, aleyhimde bir talep ve dava olmayacak! Söylediklerimize Allah şahittir" diye cevap verdi. [24]



Tefsiri



22-24. Medyen, Akabe körfezinin kuzeyindeki Maan yakınlarında ve Mısır'a yaya yürüyüşü ile sekiz günlük mesafede bulunan eski bir şehirdir. [25] Buranın halkı Arap asıllı olduğu için Hz. Musa'nın soyundan olan İb-rânîler'e hem ırk hem de dil bakımından yakındılar, dolayısıyla ona yardım etmiş olmaları tarihen mümkündür. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Musa'nın Medyen suyu başında gördüğü iki kadın Medyen halkına peygamber olarak gönderilmiş olan Şuayb aleyhisselâmm kızları olup ancak halk hayvanlarını sulayıp kuyunun başından ayrıldıktan sonra hayvanlarını sulayabiliyorlardı. Bunların Şuayb'in kardeşi oğlunun veya Medyen halkından sâlih birinin kızları olduğuna dair rivayetler de vardır. [26] Kızlar, Mû-sâ'mn sorusu üzerine kendilerinin güçsüz, babalarının da ihtiyar olduğunu söyleyerek dolaylı bir şekilde yardım istemişlerdir. Hz. Musa'nın, "Ey Rabbim! Bana lütfedeceğin her türlü hayra muhtacım!" şeklindeki duasından o sırada onun da yalnız ve desteksiz kaldığı, yardım ve himayeye muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. [27]



25-28. Kızlar babalarına gidip Musa'nın kendilerine yaptığı iyiliği anlatınca babalan da bu İyiliğin karşılığını ödemek için kızlarından birini gönderip Musa'yı evine davet etmiş; Mûsâ başından geçenleri ve Mısır'dan kaçış sebebini anlatınca o zat da artık korkmamasını, zira Firavun'un zulmünden kurtulup emin bir belde-deye gelmiş olduğunu ifade etmiş ve kızlardan birinin teklifi üzerine âyette belirtildiği şekilde bir hizmet sözleşmesi yapılmıştır. [28]



Meali



29. Mûsâ bu süreyi doldurup ailesiyle birlikte yolda giderken Tûr tarafında bir ateş gördü; ailesine, "Siz bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm" dedi. 30. Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben yalnızca âlemlerin rabbi olan Allahim. 31. Asam yere bırak!" Mûsâ asayı yılan gibi kıvrılır görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Mûsâ! Beri gel, korkma, çünkü sen güvendesin. 32. Şimdi elini koynuna sok; bir hastalık yüzünden olmaksızın bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açılıp savrulan kollarını normal konuma getir. İşte bu ikisi Firavun ve adamlarına karşı göstereceğin, rabbin tarafından iki kesin delildir. Onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır" 33. Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum! 34. Kardeşim Hârûn benden daha açık ve düzgün konuşur. Onu da beni onaylayan bir yardımcı olarak yanımda gönder. Zira beni yalancılıkla itham etmelerinden endişe ediyorum." 35. Allah buyurdu: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki, bu sayede sîze erişemeyecekler, mucizelerimizle siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." [29]



Tefsiri



29. Hz. Musa'nın Medyen'de kayınpederinin yanında çalışarak sekiz mi yoksa on yılı mı tamamladığı Kur'an'da açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte müfessirler, bazı rivayetlere ve peygamberlerin "ahde vefa" ilkesine bağlılıklarına dayanarak on yılı tamamladığını söylemektedirler. [30] Mûsâ, belirlenmiş olan süreyi tamamladıktan sonra ailesiyle birlikte Mısır'a gitmek üzere yola çıkmış, yolda giderken Tûrdağı tarafında uzakta parlayan bir ateş görmüştür. [31] Tefsirlerde bu olayın soğuk bir kış gecesinde ve Mûsâ'nm yolunu kaybettiği bir sırada meydana geldiği, kendisine yol gösterecek birini bulmak ümidiyle gördüğü ateşin bulunduğu yere gittiği kaydedilmektedir. [32]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:13 am

30-32. Mûsâ ateşin bulunduğu yere vardığında, ateş zannettiği o ışığın gerçekte ilâhî bir nur olduğunu görmüştür. Bu nur, onun ilâhî huzura çağrılmasına vesile kılınmış ve bu mazhariyete erdikten sonra Musa'ya vahiy gelmiş, mucizelerle donatıldığı kendisine gösterilerek Firavun'a gitmesi emredilmiştir.

"Vadinin sağ tarafı" tabiri, izafî olarak Musa'nın gidiş yönüne göre -ki batı yönünde gidiyordu- verilmiş bir isim olabileceği gibi, Arap geleneğine göre kıbleye dönüldüğünde sağda kalan tarafı da ifade edebilir. [33] Bununla birlikte "sağ taraf' diye tercüme ettiğimiz "eymen" kelimesi "bereketli" anlamına da gelmektedir. Yüce Allah burada mübarek (bereketli) bir bölgede bulunan vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan geliyor izlenimi veren bir sesle "Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben yalnızca ben âlemlerin Rabbi olan Allahım" diye seslenerek Hz. Mûsâ ile vasıtasız olarak konuşmuş, böylece Mûsâ da (a.s.) bu ilâhî sesi duymanın korkulu heyecanını burada yaşamıştır.

30. âyette bildirilen mübarek bölgeden maksat Musa'ya vahyin ilk indiği yerdir. Hz. Musa'ya peygamberlik görevinin burada verilmesi ve Allah Teâlâ'nın onunla konuşmuş olması sebebiyle burası mübarek kılınmıştır. [34]

İlâhî mesajı Firavun'a tebliğ etmekle görevlendirilmiş olan Hz. Mûsâ, dokuz mucize ile desteklenmiştir Ancak bunlardan sadece ikisi burada zikredilmiş, diğerleri ise başka sûrelerde anlatılmıştır. [35] 32. âyetteki "Korkudan açılıp savrulan kollarını normal konuma getir" cümlesi beklenmedik bir anda korkutucu bir şeyle karşılaşan ve gayri ihtiyarî olarak elini kolunu açıp kendini korama durumuna geçen insanın, korku sebebi ortadan kalktıktan sonra kolunu indirerek kendini toparlamasını dile getiren deyim olup 31. âyetin son cümlesine paralel düşmektedir. [36] Her iki âyet de görevini korkusuzca yerine getirebilmesi için Hz. Musa'ya ilâhî güvencenin verilmiş olduğunu ifade eder[37]



33-35. Mûsâ daha önce Kıptîler'den birini öldürdüğü gerekçesiyle Firavun'un eline geçtiği takdirde kendisinin de öldürülebileceğinden, dolayısıyla peygamberlik görevini yerine getiremeyeceğinden endişe ediyordu. Ayrıca kardeşi Hârûn kendisinden daha düzgün konuşuyordu. [38] Bu sebeple Harun'u da kendisiyle birlikte görevlendirmesi için Allah'tan niyazda bulundu, Allah Teâlâ da dileğini kabul etti. [39]



Meali



36. Mûsâ onlara apaçık mucizelerimizle gelince, "Bu, olsa olsa düzmece bir sihirdir. Geçmişte atalarımız zamanında böyle bir şeyin olduğunu da duymadık" dediler, 37. Mûsâ dedi ki: "Kendi katından kimin hidayet getirdiğini ve bu ülkede sonunda kimin kalacağını en iyi bilen rabbimdir. Muhakkak ki zalimler kurtulamaz. 38, Firavun, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum, Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Musa'nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum" dedi. 39. Firavun ve askerleri, bize döndürülmeyecekler! kanaatine kapılarak yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. 40. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denizin içinde bıraktık. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu! 41. Böylece onları, halkı ateşe çağıran öncüler durumuna getirdik. Kıyamet gününde onlar yardım görmeyeceklerdir. 42. Bu dünyada onların peşine laneti taktık, kıyamet gününde de bunlar kınanmış kimselerden alacaklardır. [40]



Tefsiri



36-37. Hz. Mûsâ kardeşi Harun'u yanına alarak, Allah'ın emrini tebliğ etmek ve İsrâiloğulları'm Mısır'dan çıkarmak üzere Firavun'a gitti ve gereken tebliği yaptı. Fakat kibirlerine mağlûp olan Firavun ve adamları onun gösterdiği mucizelerin sihir olduğunu, atalarının zamanında da böyle bir şeyin varlığını işitmediklerini ileri sürerek getirdiği ilâhî mesajı reddettiler. Oysa daha önce Hz. Yûsuf da Mısır'da peygamber olarak Allah'ın dinini tebliğ etmişti[41] Kıssanın bu safhası özet olarak verilmekte, diğer sûrelerde ise Firavun, adamları ve sihirbazlarla Mûsâ arasında cereyan eden konuşmalar ve gelişen olaylar geniş bir şekilde anlatılmaktadır. [42]



38-40. Firavunlar Mısır halkı tarafından tanrının oğlu, dolayısıyla tanrı kabul edildiği ve kendisine tapınılma derecesinde yüceltildiği için Mûsâ'nm muhatabı olan Firavun, muhtemelen beşer olduğunu bildiği halde kendisini "en büyük Tanrı" olarak görmekte[43] ve Hz. Musa'nın tarif ettiği âlemlerin rab-bi olan Allah ile alay eder bir tavırla veziri Hâmân'a "Bana bir kule yap belki oradan Mûsâ'nm tanrısını görürüm" diye emir vermektedir.

Hz. Mûsâ, Firavun'a karşı yıllarca mücadele verdi. Bu süre içerisinde Firavun Allah tarafından birçok felâket ve sıkıntıya uğratıldı. Buna rağmen gerçeği görmek ve kabul etmek istemediği için hidayete eremedi[44] Sonunda Mûsâ, Allah'ın emri uyarınca bir gece İsrâiloğulları'nı alıp Sînâ yarımadasına geçmek üzere Kızıldeniz'e doğru yola çıktı. Durumdan haberdar olan Firavun da askerlerini alarak peşlerine düştü, Bir mucize sonucu denizin yol vermesiyle Mûsâ ve İsrâiloğullan karşıya geçerken, aynı yoldan geçmeye çalışan Firavun, ordusuyla birlikte denize gömüldü[45] Firavun denizde boğulmak üzere İken Allah'a İman etmiş fakat yeis halindeki imanı kabul edilmemiştir [46]



41-42. "Öncüler" diye çevirdiğimiz eimme kelimesi "önder" anlamına gelen İmâm kelimesinin çoğuludur. Firavun ve adamları inkarcılıkta ısrar ettikleri, halkı da emir ve teşvikleriyle peşlerinden küfre sürükleyip âhirette cehenneme girmelerine sebep oldukları ve bu konuda onlara Önderlik ettikleri için âyette, "ateşe çağıran öncüler" olarak anılmışlardır. Şüphesiz ki kendileri de ateşe çağırdıkları kimselerle birlikte cehenneme gireceklerdir. Bu durum Allah'ın onlara bir haksızlığıveya adaletsizliği değil, onların kendi tercihlerinin sonucudur. Bu sebeple dünyada Allah'ın lanetine uğramışlar ve tarih boyunca kitaplı dinlerde kötü şöhretle anı-lagelmişlerdir. Kıyamet gününde de Allah'ın vereceği cezadan kendilerini kurtaracak herhangi bir yardımcı bulamayacaklar ve lanetlenmiş kişiler arasında kalacaklardır. [47]



Meali



43. Muhakkak ki biz, önceki nesilleri yok ettikten sonra, düşünüp ders çıkarsınlar diye Musa'ya insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o kitabı verdik, 44. Musa'ya emrimizi vah) ettiğimiz sırada sen (ey Muhammed, vadinin) batı tarafında bulunmuyordun ve olayın tanıklarından da değildin. 45. Bilâkis (aranızda) biz nice nesiller meydana getirdik re onların ömrü nice yıllar sürdü. Sen âyetlerimizi kendilerinden okuyarak Öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da depsin; aksine (bu bilgileri sana) gönderen biziz. 46. Evet, Musa'ya seslendiğimiz zaman sen Tûr'un yanında değildin. Fakat senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için rab-binden bir rahmet olarak (sana da vahyettik); umulur ki düşünüp öğüt alırlar. 47. Kendi iradeleriyle önceden yaptıklarından ötürü başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz! Ah, ne olurdu, bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık!" diyecek olmasalardı... 48. Fakat onlara tarafımızdan o gerçek gelince, "Ona da Musa'ya verilenin benzeri verilmeli değil miydi?"dediler. Peki daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler iniydi? "Birbirini destekleyen iki sihir!" demişler ve eklemişlerdi: "Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz." 49. De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız, Allah katından bu ikisinden daha doğru yol gösteren bir kitap getirin de ben ona uyayım!" 50. Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar sırf kendi bencil arzularına uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi bencil arzularına uyandan daha ziyade yolunu yitirmiş kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez. 51. Gerçek şu ki düşünüp öğüt alsınlar diye biz sözü (vahyi) onlara birbiri ardınca ulaştırmışızdır. [48]



Tefsiri



43, Yiice Allah, peygamberleri yalancılıkla itham eden isyankâr birçok kavmi helak ettikten sonra Hz. Musa'yı peygamber olarak göndermiştir. Kavmini Fİra-vun'un zulmünden kurtarıp onlarla birlikte Sînâ yarımadasına ulaşan Mûsâ, kardeşi Harun'u kavminin başında bırakıp rabbinin çağrısına uyarak ilâhî vahyi almak üzere Tûrdağı'na gitti ve kırk gece orada kaldı [49] Âyette açık delil, hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere üç ana özelliği anlatılan Tevrat Musa'ya burada vahyedilmiştii[50]Muhammed Esed, Tevrat'ın tedvin edilmiş (yazıyla kayda alınmış) İlk vahyî yasalar kitabı olması dolayısıyla insanlığın dînî tarihinde yeni bir safhayı başlatmış olduğunu kaydetmektedir (II, 790).

"Önceki nesiller" diye tercüme ettiğimiz "el-kurûni'1-ûlâ" tamlaması Elmalılı Muhammed Hamdİ'ye göre Kur'an dilinde başlangıçtan Firavun'un helak edilmesine kadar geçen zamanı kapsamaktadır. Aynı müellif, Firavun'un helak edilmesinden itibaren Hz. Muhammed'in hicretine kadar geçen süreyi "kurûn-i vustâ", bundan sonki zamanı da "kurûn-i uhrâ" (âhir zaman) olarak isimlendirmiştir[51]



44-45. Hz. Musa'nın TûrdağVnda ilâhî vahyi aldığı yer ve zamana işaret edilmekte, Hz. Peygamber'in o esnada Tûr'da bizzat hazır bulunmadığı ve batı tarafında Hz. Musa'yı bekleyenler, yani kırk günlük mikat için seçtiği kimseler arasında olmadığı hatırlatılmaktadır [52] böylece âyet, Hz. Peygamber'in Kur'an'ı Ehl-i kitap birinden öğrendiğini iddia edenlere verilmiş bir cevap teşkil etmekte ve Kur'an'da anlatılan Hz. Mûsâ kıssasının Hz. Peygamber'e vahyin dışında bir yolla intikal etmediğini, dolayısıyla Kur'an'in da şüphe götürmeyecek bir biçimde vahiy ürünü olduğunu ifade etmektedir. 45. âyette de Hz. Mûsâ ile Hz. Peygamber arasındaki uzun zaman dilimi içinde birçok neslin gelip geçtiği; Hz. Musa'nın Medyen halkı ile olan münasebeti hakkında bilgi veren Hz. Muhammed'm o tarihte ve o şehirde yaşamadığı, aradan bunca zaman geçtikten sonra onlardan Allah'ın âyetlerini öğrenmesinin mümkün olmadığı ve onlar hakkında verdiği bilgilerin tamamen vahye dayandığı ortaya konmaktadır. [53]



46. Hz. Musa'ya buradaki ilâhî sesleniş (nida) 30. âyetteki seslenişten farklıdır. Oradaki Musa'nın ailesiyle birlikte Medyen'den Mısır'a dönerken ilk vahyin gerçekleştiği sesleniş olduğu halde buradaki kırk günlük mîkatta yapılan sesleniştir[54] Âyet Hz. Musa'ya Tevrat vahyedi-lirken Hz. Peygamber'in orada bulunmadığını ama kavmini uyarması ve onlara nasihatte bulunması için Allah'tan bir rahmet olarak Mûsâ ile ilgili haberlerin kendisine vahyedildiğini ifade etmektedir. [55]



47-48. Allah Teâlâ insanoğlunu yarattıktan sonra ona doğru yolu gösterecek kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Eğer bunu yapmamış olsa ve insanların yanlış yolda gitmelerinden dolayı gerek dünyada gerekse âhirette başlarına sıkıntılar gelseydi, o zaman Allah'a karşı doğru yolu göstermediği şeklinde bir mazeret ileri sürebilirlerdi. 47. âyet İnsanların bu tür mazeretlere sığınmamaları için peygamberler ve kitaplar gönderildiğini ifade etmektedir. Ancak peygamber ve kitap geldiğinde de çokları iman etmemiş, ilâhî çağrıya uymamakta direndikleri için helak olup gitmişlerdir. Nitekim 48. âyet Hz. Peygamber ve Kur'an geldiğinde Mekke müşriklerinin de inkârda direndiklerim, Musa'ya toptan İndirilmiş olan Tevrat'ın benzeri bir kitabın Hz. Muhammed'e de indirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Oysa Mû-sâ'ya indirilmiş olan kitap da inkâr edilmişti. Ayrıca Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlayanlar Musa'yı da yalanlamış sayılırlar. Çünkü her ikisi de özünde farklı olmayan inanç ve hayat ilkelerini savunmuş, birbirini teyit etmişlerdir. Nitekim müşrikler, "Birbirini destekleyen iki sihir!" sözleriyle hem Tevrat'ın hem de Kur'an'in sihir olduğunu iddia etmişler, ardından her ikisini de reddettiklerini açıkça ifade etmişlerdir.

Âyette "... diyecek olmasalardı ..." diye çevrilen kısmın devamı belli olduğu için ifade edilmesine gerek görülmediği anlaşılmakta ve tefsirlerde cümlenin devamı, "... seni göndermezdik" veya "... hemen cezalarını verirdik" şeklinde takdir edil- nî. IV. 204[56]



48. âyette "Birbirini destekleyen iki sihir!" diye çevirdiğimiz cümleyi farklı kıraate göre, "Birbirini destekleyen iki sihirbaz!" şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Bu takdirde söz konusu ithamın sahibi olan İnkarcılar, Mûsâ ile Harun'u veya Mûsâ ile Peygamber efendimizi kastedilmiş olurlar, [57]



49-51. Allah katından inmiş, muhtevalarında beşeriyetin İhtiyaçlarını karşılayacak din, ahlâk, hukuk ve diğer alanlarla ilgili kurallar taşıyan Tevrat'ı ve Kur'an'i sihir sayan müşriklere meydan okunmakta, iddialarında doğru iseler insanlara hidayet yolunu bu iki kitaptan daha iyi gösteren başka bir kitabı Allah katından getirmeleri istenmektedir; hatta bunu yapabilİrlerse Resûlullah'ın da o kitaba uymaya hazır olduğu ifade edilmektedir. Ardından müşriklerin Kur'an'ın meydan okumalarına cevap veremeyeceği, çünkü iddia ve tutumlarının objektif olmadığı belirtilmekte, Allah'ın hidayeti olmadan kişilerin kendi arzularına göre davranmalarının ise sapkınlığın en koyusu hatta zulüm olduğuna işaret edilmektedir. "Söz" (vahiy) diye çevirdiğimiz 51. âyetindeki kavi kelimesi Kur'an'ı veya peygamberlerle ilgili haberleri ifade etmektedir, "sözü birbiri ardınca ulaştırmaktan maksat ya birbirini takip eden peygamberler ve onlarla ilgili haberlerin veya yirmi üç yılda gelen Kur'an âyetlerinin ulaştırılmasıdır. [58] Âyet "Sözü birbiri ardınca açıkladık", "Sözü tamamladık" şeklinde de yorumlanmıştır. [59] Yüce Allah insanların çıkmaz yollardan kurtulup doğru yolu bulmaları ve onu ruhlarına sindirebilmeleri için Kur'an'ı peyderpey indirmiştir. [60]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty
MesajKonu: Geri: Sure Sure Diyanet Tefsiri   Sure Sure Diyanet Tefsiri - Sayfa 7 Empty2007-11-01, 11:13 am

Meali



52. Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler buna da iman ederler. 53. Onlara Kur'an okunduğu zaman, "Ona iman ettik, şüphesiz o rabbimizden gelmiş gerçeğin kendisidir. Esasen biz bundan önce de rabbimi-ze boyun eğmiştik" derler. 54. İşte sabretmelerinden ötürü onlara mükâfatları iki defa verilecektir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızâsı için harcarlar. 55. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve "Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size; esen kalın; bizim cahillerle işimiz yok" derler. 56. Sen de istediğini hidayete erdiremezsin. Ama Allah dilediğini hidayete erdirir ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir. 57. "Seninle beraber doğru yola uyarsak yurdumuzdan sökülüp atılırız" diyorlar. Peki biz onları, dokunulmaz, güvenli, katımızdan bir rızık olarak her şeyhi ürünlerinin orada toplandığı bir yere yerleştirmedik mi? Fakat çoğu bunun şuurunda değildir. 58. Oysa biz, bolluk içinde azmış nice toplumları helak etmişizdir. İşte yerleri! Onlardan sonra oraların pek azında oturulabildi; hepsi bize kalmıştır. 59. Merkezinde halka âyetlerimizi okuyan bir peygamberi göndermedikçe Rabbin memleketleri helak etmez. Biz, memleketleri ancak halkı zulümde karar kıldığı durumda helak ederiz. [61]



Tefsiri



52-55. Yaygın yoruma göre daha önce kendilerine kitap verilen ve Kur'an inince ona da iman edenler, Abdullah b. Selâm ve Rifâa b. Rifâa gibi bazı yahudİ-lerle Varaka b. Nevfel ve Süheyb-i Rûmî gibi bazı hıristiyanlardır [62]Bir görüşe göre de hiristiyan olan Habeşistan Necâşî-si'nin Hz. Peygamber'in durumunu tetkik edip hakkında bilgi getirmek için Mekke'ye gönderdiği, Hz. Peygamber'in telkinleriyle İslâm dinini kabul etmiş olan on iki kişilik bir heyetidir[63] Ancak âyeti genel olarak değerlendirmek, Ehl-İ kitap'tan olup da Hz. Peygamber zamanında İslâm'a girmiş ve kıyamete kadar girecek olanların bu âyetin kapsamında düşünmek daha uygun olur [64]53. âyetteki "Esasen biz bundan önce de rabbimize boyun eğmiştik" ifadesi, Ehl-i kitabın, Hz. Peygamber'in geleceğine dair kendi kitaplarındaki müjdeye veya genel olarak Allah'ın birliğine ve gönderdiği peygamberlere inandıklarına işaret etmektedir. Bunlar hem Kur'an'dan önceki kitaplara hem de Kur'an'a iman ettikleri ve bu uğurda kendi toplumları tarafından uygulanan hertürlü maddî ve mânevi baskıya, boykot ve eziyete katlandıkları, 54 ve 55. âyetlerde zikredilen diğer ahlâkî özelliklere de sahip bulundukları için mükâfatlan iki defa yani diğer müminlere verilecek mükâfatın iki katı veya kat kat fazlası onlara verilecektir. [65]



56. "Allah dilediğini hidayete erdirir" diye çevirdiğimiz cümle "Allah dileyeni hidayete erdirir" şeklinde de tercüme edilebilir. Sahih kaynaklarda nakledilen rivayetlere göre Hz. Peygamber ölmek üzere olan amcası Ebû Tâlib'e İslâm dinini telkin etmiş, ancak Ebû Talib kabul etmemiş, bundan dolayı son derecede üzülen Hz. Peygamber'i teselli etmek üzere bu âyet inmiştir. [66] Bununla birlikte âyeti muayyen bir sebep veya zamana tahsis etmeden genel anlamda değerlendirmek, bir birini -kendi istek ve eğilimi olmadıkça- doğru yola getirmeye çalışmanın bir noktadan sonra yararsız olduğunu söylemek daha uygun olur[67] Allah Teâlâ, peygamber ve kitap gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde kullananları zorla doğru yola iletmez; bilâkis onlan kendi İrade ve tercihleriyle başbaşa bırakır; gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanlara yardım ederek onlan doğru yola iletir[68]



57. "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak yurdumuzdan sökülüp atılırız" cümlesi, Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekkeli müşriklerin Kur'an'da gösterilen yolun doğru olduğunun farkına vardıklarını ve bunu itiraf ettiklerini, ancak çevrelerindeki diğer müşrik Arap kabileleri tarafından atalarının dinine ihanet etmekle suçlanmaktan ve bu sebeple yurtlarından çıkarılıp sürgün edilmekten çekindikleri için İslâm düşmanlığım devam ettirdiklerini göstermektedir. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in duası bereketiyle[69] içinde kutsal Kabe'nin bulunduğu Mekke'yi -insan dahil- her türlü canlı ve bitkinin korunduğu güvenlikli bir şehir kılmış, Kureyşliler'i de buraya yerleştirmişti. Yarımadadaki genel güvensizliğe rağmen Mekkeliler bu sayede çevredeki Arap toplumlanndan saygı görüyor ve güvenli bir hayat yaşıyorlardı[70] Ayrıca Mekke'nin çoraklığı ve verimsizliği, Kabe'nin bereketi sayesinde dışarıdan gelen ürünlerle telâfi ediliyordu. Âyette bu durum Allah'ın Mekkeliler'e bir lütfü olarak gösterilmekte, Hz. Peygamber'e iman ettikleri takdirde herhangi bir saldırıya uğramaktan ve yurtlarından çıkanlmaktan korkmamalan gerektiği hatırlatılmaktadır. [71]



58-59. Güçlerine ve servetlerine güvenip şımaran, azan ve İnkarcılıkta direnen bazı eski toplulukların tarih sahnesinden silinmiş olduklan hatırlatılarak insanlık uyarılmaktadır. Helak olan o şımarık topluluklann izleri gösterilmekte, onlardan sonra buralann terkedildiği, harap olduğu ve ancak pek azında insanların oturabüdiği bildirilmektedir. Bazı tefsirlere göre ise yurtlarında insanların çok kısa bir süre veya çok az kimsenin barındığı bildirilmektedir. Bunlar, o kalıntılarda bsa bir süre için konaklayarak dinlendikten sonra kalkıp giden yolculardır[72] Bununla birlikte insanlara Allah'ın âyetlerini okuyup onları yeteri kadar aydınlatacak ve doğru ile eğrinin ne olduğunu gösterecek bir peygamber göndermeden Allah'ın, herhangi bir ülke halkını -haksızlığa, taşkınlığa sapmadıkça- helak etmeyeceğini haber vermektedir. [73]

"Hepsi bize kalmıştır" cümlesi belde halkı helak olduktan sonra yurtlarına vâris olacak kimsenin kalmadığına, dolayısıyla beldelerin ıssız ve sahipsiz kaldığına işaret etmekte, ayrıca mülkün hakiki sahibinin Allah Teâlâ olduğu gerçeğine imada bulunmaktadır.

"Merkez" diye çevirdiğimiz "üm" kelimesi gönderilen peygamberin ümmetine ait şehirlerin en büyüğü ve en ünlüsünü ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber, yörenin en önemli beldesi olan Mekke'de gönderilmiştir. Büyük şehirlerin tercih edilmesnin sebebi, oralarda dinî tebliğe muhatap olacak istidatlı (farklı kabiliyetler taşıyan) kimselerin daha çok bulunması ihtimalidir. [74]



Meali



60. Size verilen şeyler dünya hayatına ait, faydası geçici nesneler ve gü-zdbkkrden ibarettir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız? 61. Buna göre kendisine güzel bir şey vaad ettiğimiz ve ona kavuşacak olan kimse, dünya hayatının geçici menfaat ve zevkini yaşattığımız, sonra kıyamet gününde huzurumuza getirilecek kimse gibi olur mu? 62.0 gün Allah onları çağırarak, "Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz tanrılar şimdi nerede?" diye sorar. 63. Kendileriyle ilgili azap hükmü kesinleşmiş olanlar, "Rabbimiz! Şunlar azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak onlan da öyle azdırdık. Sorumluluklarını yüklenmiyor, onları senin hükmüne bırakıyoruz. Onlar zaten bize tapmıyorlardı" derler. 64. Allah'a koştuğunuz ortaklarınızı çağırın!" denir. Çağırırlar ama çağırdıkları onlara cevap vermezler. Ve azabı görürler! Keşke vaktiyle doğru yola girmiş olsalardı! 65. O gün Allah onları çağırarak, "Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diye sorar. 66. İşte o gün kurtarıcı cevapların bütün kapılan yüzlerine kapanmıştır, birbirlerine de soramazlar. 67. Fakat tövbe edip iman eden ve iyi işler yapan kimseye gelince, işte onun kurtuluşa erenler arasında obuası umulabilir. 68. Rabbin, dilediğini yaratır ve tercih eder. Onların tercih hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve sânı yücedir.

Rabbin, onların kalplerinde gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.

İşte O, Allah'tır; O'ndan başka tanrı yoktur. Önünde de sonunda da hamd O'na mahsustur, hüküm de O'nundur; sadece O'na döndürüleceksiniz. [75]



Tefsiri



60-61. Mekke müşriklerine hitap edilerek onların sahip olduğu dünya nimet ve zînetlerinin geçici, Allah'ın âhirette vereceği nimetlerin ise daha hayırlı ve kalıcı olduğu ifade edilmekte, ardından da 62. âyette bu iki farklı nimetten faydalanacak olan iki grup mukayese edilmektedir. Bu mukayesede, dünyevî sıkıntılara göğüs gererek kararlı bir şekilde doğru yolda yürüyüp bu sayede Allah'ın kendilerine vaad ettiği âhiretteki kalıcı ve güzel nimetlere kavuşacak olanların orada mutlu bîr hayat yaşayacaklarına; dünyanın geçici zevklerine aldanıp da âhireti unutanların, kendilerine bahşedilen dünyevî nimetleri kaybetme korkusuyla inanç ve yaşayışta haktan sapanların, böylece o nimetleri kötüye kullananların, nihayet nimetleri Allah'tan başka güçlere isnat ettikleri için Allah huzurunda yargılanacak olanların da mutsuz ve bedbaht olacaklarına işaret edilmektedir. [76]



62-63. Birtakım varlıkları veya kişileri Allah'a ortak koşanlar âhirette hesaba çekildiklerinde Allah onlara, "Benim ortaklanın olduğunu iddia ettiğiniz tanrılar şimdi nerede?" diye soracaktır. Allah'ın yargısının aleyhlerine gerçekleştiğini gören kimseler, özellikle toplumlarına yanlış inanç ve değer ölçüleri empoze eden din ve düşünce önderleri, zorba liderler kendileri nasıl öncekilerin telkin ve teşvik-Leriyle azmış, doğru yoldan çıkmışlarsa onlardan devraldıkları düşünce ve hayat tarzını aynı şekilde sonrakilere empoze ederek onları azdınp yoldan çıkardıklarını itiraf ederler. Bununla birlikte onların kendilerine değil, arzularına kul olduklarını; bu konuda kendilerinin, herhangi bir günahları bulunmadığını da Allah'a arze-derler. Ancak örneklik ve telkinleriyle toplumlarının yanlış yola girmelerine sebep oldukları için bu savunmaları işe yaramayacaktır. [77]



64. Sözde tanrı sayıp taptıkları varlıkların hiçbir fayda vermeyeceğini göstermek maksadıyla, müşriklere alay yollu hitap edilerek âhiret azabından kendilerini kurtarmaları için tanrılarını yardıma çağırmaları istenir. Onlar da tanrılarından yardım isterler, ancak tanrıları yardım etmek şöyle dursun onlara cevap dahi veremezler. "Keşke vaktiyle doğru yola girmiş olsalardı!" cümlesi inkarcılar adına söylenmiş olup, onların Allah'a ortak koşmanın cezasının ne olduğunu görünce dünyada iken doğru yolu seçmediklerine hayıflanacaklarını dile getirmektedir. [78]



65-67. "O gün kurtarıcı cevapların bütün kapılan yüzlerine kapanmıştır" ifadesi yargılama sırasında suçluların, kendilerini savunacak ve cezadan kurtaracak hiçbir mâkul söz ve meşru mazeret bulamayacaklarını ifade etmektedir. Birbirlerine de herhangi bir şey soramayacaklardır; çünkü cevap alabilseler bile bu cevabın faydası olmayacaktır. 67. âyet İse Allah'a ortak koşmaktan vazgeçip peygamberin getirdiği mesajı kabul eden ve güzel işler yapanlann âhirette kurtuluşa ereceklerini ifade eder. [79]



68-70. Allah varlıkları yaratırken ve görevlendireceği peygamberleri seçerken kullara sormaz; çünkü yaratma ve tercih O'na mahsustur. Kulların tercih hak ve imkânları sorumlu tutulduklan kararlan ve eylem alanlarıyla ilgilidir. 69. âyette Allah'ın tercihi ve yaratması gibi, kullanmn bütün durumlarını gizüsiyle açığıyla istisnasız ve kusursuz bilecek şekilde ilminin de geniş ve sınırsız olduğu ifade edilmektedir,

"Önünde de sonunda da hamd O'na mahsustur" dîye çevirdiğimiz 70. âyetteki cümleyi müfessirler, "Bu dünyada da âhirette de hamd O'na mahsustur" şeklinde yorumlamışlardır. [80]



Meali



71. De ki: "Ne dersiniz, eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde devamlı kılsa, Allah'tan başka size ışık getirecek bir tanrı var mıdır? Hâlâ söze kulak vermeyecek misiniz!" 72. De ki: "Ne dersiniz, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyamet gününe kadar devamlı kılsa, Allah'tan başka size istirahat edeceğiniz geceyi getirebilecek bir tanrı var mı? Hâlâ gerçeği görmeyecek misiniz?" 73. Allah, rahmetinden geceyi ve gündüzü yarattı ki dinlene-siniz, iiitfundan rızkınızı arayasınız ve bütün bunlara şükredesiniz. 74.0 gün Allah onlara seslenerek, "Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz şeyler hani nerede?" diye soracaktır. 75. Her ümmetten bir şahit çıkarıp, "Kesin delilinizi getirin!" diyeceğiz. O zaman anlarlar ki gerçeklik hükmü Allah'a mahsustur ve uydurageldikleri şeyler (putlar) kendilerim bırakıp gitmişlerdir. [81]



Tefsiri



71-73. Evrendeki düzen amaca uygunluk bakımından olabileceklerin en mükemmelidir. Bunun tesadüfen olması ihtimali aklen mümkün değildir. Düzenin bozulmadan devam etmesi de tek kudret elinden çıktığını, tek iradeye tâbi olduğunu göstermektedir. [82]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
 
Sure Sure Diyanet Tefsiri
Sayfa başına dön 
7 sayfadaki 9 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : : :: İMAN VE İNSAN :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: