|
| DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 7 | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 7 2007-09-24, 12:22 am | |
| BABİL KİTAPLIĞI – Jorge Luis Borges
GİRİŞ
Kimi yazarlara hem ölesiye kızar, hem de onları delice bir tutkuyla severiz. Zirvelerine ermek için ömrümüzü heba etmeye razı olduğumuz sanatımızı bize sevdirenler onlardır; “Neden iyi bir kısa öykücü olmak için bunca yanıp tutuşuyorum?” sorusunun yanıtı onlardadır. Ama o denli büyük işler yapmışlardır ki, yolumuza tuttukları ışık, bir gökkuşağınınkinden farksızdır; öylesine ışıltılı, büyülü ve ama öylesine erişilmezdir.
Borges, yüzyılımızın yetiştirdiği en büyük öykücülerden biridir. Adrenalin yüklü olduğum o esriklik günlerimden birinde olsaydım, en büyüğüdür deme cesaretini de gösterirdim. Öykü sanatını felsefeyle aşılamış ve sanatımızın salt duygu ve söyleyiş olmadığını, onun aynı zamanda pür düşünce olduğunu kanıtlamıştır. Tam bir öykücüdür Borges ve öykü sanatına ömrünün sonuna dek sadık kalmıştır. Sırf kendisini mutlu etmek için yazdığı kimi çetrefil şiirleri yok değildir hani, ama bir an için Poe’yi dinleyecek olur ve öykü sanatını bir tür şiir olarak değerlendirirsek, Borges’i bu cihetten de aklayabiliriz. Borges’in hiçbir öyküsünü bir diğerine değişmezdim, şu kuru Goşo edebiyatıyla dolu Arjantin öyküleri hariç. Ama bana Borges’in en güzel öyküsü hangisidir diye sorulacak olsa, bilâtereddüt, “Babil Kitaplığı” derim. Sarhoş edici bir düşünsel derinliği vardır bu öykünün. Benden Borges’in tarzını özetlemem istense; “devasa bir ansiklopediyi dokuz on cümleyle özetlemek” der ve “Babil Kitaplığı’nı, bu tarzın şah eseri olarak sunardım. Borges, bütün bir düşünce tarihini ve onun en esaslı sorunlarını on sayfalık cazip bir öyküye sığdırmayı başarmış ve bunu insanoğlunun inşa ettiği en sırlı binalardan birinin, Babil Kütüphanesinin uzak erim bir imgesiyle güçlü bir evren tasavvuruna dönüştürmüştür; statik değil, fakat insanoğlunun onmaz merak duygusuyla çağlayıp duran dinamik bir evren tasavvuruna. Ancak bu tasavvur, Yunanca bir tasavvurdur; trajiktir. Belki bu tragedyayı kavramanıza yardımcı olur diye aktarıyorum; Borges, Arjantin Ulusal Kütüphanesi'nin müdürlüğüne getirilip cennetine kavuştuğunda -ki, kitaplardan başkasını sevmedi- görme duyusunu yitirmiş bulunuyordu.
Öyküyü okumakta birçok arkadaşımız güçlük çekecektir; ama lütfen yılmayın. Zihni yoran her tür çabanın, onu genişleten bir yönü de vardır. İşleyen bir kasın güçlenmesi gibi, işleyen bir zihnin de gücünü artıracağı ortada. Bizi rahat kovuklarımızdan çıkmaya zorlayan, alışageldiğimiz lokmalar yerine, ağzımıza, tutulup kalmış bedenimizi yeniden gürül gürül çalıştıracak acı lokmalar sokuşturan her eseri sonsuz bir şevkle kucaklamalıyız. İnsan böyle gelişir. Bu öyküyü defalarca okudum ve her seferinde, nasıl olup da önceki okumalarımda birçok kavrayış eksiklikleri sergilediğime hayıflandım. Bu öykü benimle beraber büyüdü, benimle beraber genişledi, derinleşti ve benimle beraber sönüp gidecek.
Öykünün çevirisi, bilhassa ele alınmayı hak ediyor. Eski Türkçe’nin söyleyiş güzelliği daima vurucu biçimde ortadadır ve insanları kendisine cezbetmekte hiç güçlük çekmez. Ama yeni Türkçe’nin, söyleyiş gücünü, lezzetini ve güzelliğini kanıtlayabileceği öncü eserlere ihtiyacı var. Bu öyküde kullanılan seçkin çeviri dili, bu öncülük işlevini ziyadesiyle yerine getiriyor. Borges’in o eşsiz, o bilgece söyleyişi, Türkçemizde Tomris Uyar ve Fatih Özgüven gibi yetenekli çevirmenlerimizin kalemlerinde layık olduğu karşılığı buldu. Babil Kitaplığı’nı, o pürüzsüz Türkçesi ile dilimize kazandıran Tomris Uyar’a şükranlarımı sunuyorum.
BABİL KİTAPLIĞI – Jorge Luis Borges
Evren (kimileri kitaplık diye anıyorlar) birbirinden engin hava sütunlarıyla ayrılmış, çok alçak parmaklıklarla çevrili, sayısı belirsiz, belki de sonsuz altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Altıgenlerin hangisinden bakılsa uçsuz bucaksız üst katlarla alt katlar görülebilir. Dehlizlerin dağılış düzeni de değişmezdir. Her yanda beşer uzun raftan toplam yirmi beş raf, biri dışında duvarların tümünü kaplamaktadır, rafların yüksekliği, tavandan zeminedir, sıradan bir kitaplığınkini pek aşmaz. Açıktaki kenarlardan biri dar bir geçide, ilk geçidin ve ötekilerin tıpkısı bir başka dehlize açılır. Geçidin sol ve sağ yanında iki küçücük hücre vardır. Bunların birinde ayakta uyuklanabilir, ötekinde dışkılama gereksinimi karşılanabilir. İkisinin arasında, döner bir merdiven dipsizliklere inerek tepelere doğru ağar. Geçitte, her görünüşün aslına bağlı bir suretini çıkaran bir de ayna bulunur. İnsanlar, genellikle, bu aynadan Kitaplık’ın sonsuz olmadığı sonucuna varırlar; sonsuz olsaydı, bu gözbağcı suret niyeydi? Ben onun ışıltılı yüzeylerinin sonsuzu simgelediğini ve muştuladığını düşlemeyi yeğlerim. Işık, lamba adı verilen bir tür küremsi meyve aracılığıyla sağlanmaktadır. Her altıgende, bunlardan karşılıklı yerleştirilmiş ikişer tane bulunur. Verdikleri ışık yetersiz ve kesintisizdir.
Kitaplığın bütün insanları gibi ben de hac görevini yerine getirdim bir kitabın ardına düştüm, belki de kataloglar kataloguydu bu; şimdi gözlerim kendi yazdıklarımı bile güç seçiyor ve doğduğum altıgenden birkaç fersah ötede ölmeye hazırlanıyorum.
Öldüğümde beni parmaklığın üstünden atacak inançlı eller bulunacaktır nasılsa; mezarım deşilmez hava olacaktır; bedenim bu sonsuz düşüşün doğurduğu rüzgarda sonu gelmez diplere inecek, çürüyecek, ayrışacaktır. Zira ben Kitaplık’ın sonunun gelmeyeceğini ileri sürüyorum. İdealistler, altıgen odaların, mutlak uzamın, en azından bizim uzam sezgimizin vazgeçilmez bir biçimi olduğunu savlıyorlar. Üçgen ya da beşgen bir oda düşünülemez diye us yürütüyorlar. (Gizemciler, doruk-coşku anında kendilerine yuvarlak, kocaman bir kitabın durduğu yuvarlak bir odanın göründüğünü belirtiyorlar, bu kitabın cilt sırtı da süreğenmiş ve duvarların kapalı çemberi boyunca akıyormuş; ama tanıklıkları pek güven vermiyor, sözleri karanlık: Bu dönümlü kitap, Tanrı’dır). Şimdilik bildik bir yargıyı yinelemekle yetineyim: Kitaplık, kesin merkezi altıgenlerinin herhangi biri olan, çevre kuşağı erişilmez bir küredir.
Altıgenin duvarlarının her birine beş raf düşmektedir; her rafta genel düzenleri tıpkı, otuz iki kitap bulunur; her kitap, dört yüz on sayfadır; her sayfa kırk satırlık, her satır da yaklaşık seksen siyah harfliktir. Ayrıca her kitabın sırtında harfler vardır; bu harfler, sayfalarda yazılanları belirlemezler, yansıtmazlar: Bir zamanlar bu tutarsızlığın gizemli sayıldığını biliyorum. Şimdi, çözümü özetlemeden önce (ki bu buluşun aydınlığa çıkışı, olanca trajik uzantılarına karşın, belki de tarihin baş olgusudur) birkaç belit anmak istiyorum.
Birinci belit: Kitaplığın varlığı ab aeterno’dur. Getirdiği ilk dolaysız öneriyle dünyanın gelecekteki sonsuzluğunu imleyen bu doğrudan hiçbir sağduyu kuşkulanmaz. İnsan, o kusurlu kütüphaneci, rastlantının ya da kötücül bir yaratanın ürünü olabilir; evren, bağışlanmış soylu rafları, giz yüklü ciltleri, yolcuya sunduğu tükenmez merdivenler ve oturgan kütüphaneciye sunduğu helalarla ancak bir tanrının elinden çıkmış olabilir. Tanrısalla insan olanın arasındaki uzaklığı algılayabilmek için benim zavallı elimin bir kitabın kapağına çiziktireceği şu kaba saba ve acemi simgelerle kitabın içindeki örgensel harfleri, o şaşmaz, zarif, simsiyah, simetrilerine ulaşılmaz harfleri karşılaştırmak yetecektir.
İkinci belit: Yazım simgelerinin sayısı yirmi beştir. Bu gözlem aracılığıyla, üç yüzyıl önce Kitaplık üstüne genel bir kuram geliştirmek, böylelikle o güne kadar hiçbir varsayımın yeterince açıklığa kavuşturamadığı soruna doyurucu bir çözüm getirmek olanağı doğmuştur: kitapların hemen tümünün biçim ve düzen-dışı bir yapıları oluşuna. Bu kitaplardan biri, babamın bin-beş-yüz-doksan-dördüncü devrede bir altıgende bulduğu kitap, ilk satırdan son satıra durmaksızın sapıkça yinelenen MRV harflerinden oluşuyormuş. Bir başka kitap (buralarda ona sıkça başvuruluyor) bir harf labirenti sanki, yalnız sondan bir önceki sayfada şöyle diyor: “Ey zaman, piramitlerin senin.” Şu kadarını zaten biliyoruz: dolambaçsız her bilgi karşılığında nice boş laf, laf salatası ve tutarsızlık var ortalıkta. (Oldukça yabanıl bir yöre bilirim, oralı kütüphaneciler, kitaplarda anlam bulma gibisinden kör ve anlamsız bir alışkanlığı durmaksızın yadsırlar ve bu çabanın, düşleri sorgulamak ya da el ayasındaki karmaşık çizgilerden anlam çıkarmaktan farksız olduğunu söylerler. Gerçi bu yazıyı bulanların yirmi beş doğal simgeye öykündüklerini benimserler ama bu uygulamanın raslansal olduğunda, kitapların tek başlarına bir anlama gelmediklerinde diretirler. Birazdan göreceğimiz gibi bu görüş hepten asılsız değildir).
Uzun bir süre, gizine erilmez kitapların birtakım eski ya da bilinmeyen dillerde yazıldığına inanılmıştır. En eski insanların, ilk kütüphanecilerin, bugün bizim kullandığımızdan oldukça değişik bir deyiş kullandıkları doğrudur aslında; doğrudur, birkaç mil sağa kayın, lehçeler başlar, dört yüz kat tırmanmayagörün, dil anlamsızlaşır. Yineliyorum, bunların hepsi doğru, gelgelelim o değişmez MRV’nin dört yüz on sayfasının hiçbir dilde karşılığı yok, dil ne kadar lehçeye dayalı, ne kadar ilk elden olursa olsun.
Kimileri, her harfin bir sonrakini etkileyebildiğine, 71. sayfanın üçüncü satırındaki MRV değerinin, başka bir sayfada, başka bir konumdaki aynı dizge değeriyle tıpkı olamayacağına değindiler, ne var ki bu kaypak varsayım pek tutulmadı. O zaman şifrecilere başvuruldu; sonunda geçerlilik kazanan da bu varsayım oldu zaten ama artık sözcüğe yüklenen anlam, elbette eskisinden farklı.
Beşyüz yıl önce, üst kat altıgenlerinden birinin başkanı (önceleri üç altıgene tek kişi bakıyordu. Cana kıymalar ve akciğer sayrılıkları bu oranı alt üst etti. Anlatılmaz kertede hüzün verici bir anı: zaman zaman, geceler boyu geçitlerde, cilalı merdivenlerde yol almışımdır da tek kütüphaneciye rastlamamışımdır) en az ötekiler kadar akıl karıştıran bir kitaba rastlamıştı, yalnız bu kitapta yaklaşık iki sayfa süreyle bağdaşık satırlar yer alıyordu, görünüşe göre okunabilir nitelikteydi bu satırlar. Bulgusunu gezgin bir şifre-çözücüye gösterdi, ondan bu satırların Portekizce olduğunu öğrendi; başkaları, Yidişçe dediler. Yüzyıla kalmadan dil kesinlik kazandı; Klasik Arapça çekimleriyle Guarani’nin bir Litvanya lehçesiymiş söz konusu. İçeriği de çözüldü: sınırsız sayıda yinelenen çeşitlemelerle örneklendirilmiş birtakım bileştirici çözümleme kavramları. Bu örnekler, üstün zekalı bir kütüphanecinin, Kitaplık’ın temel yasasını keşfetmesine yol açtı.
| |
| | | JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: Geri: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 7 2007-09-24, 12:23 am | |
| Bu düşünürün gözlemine göre, kitapların tümü, farklılıklarına karşın, eşit öğelerden oluşuyordu: boşluklar, nokta, virgül ve abecenin yirmi iki harfi. Kütüphaneci, gezginlerin de doğruladığı bir olguya parmak basmıştı: Engin Kitaplık’ta birbirinin tıpkısı iki kitap yoktur. Bu karşı-çıkılmaz iki öncülden, Kitaplık’ın bir toplam olduğu, raflarında yirmi iki küsur yazım simgesinin her türlü bileşim olanağının (çok engin bir sayı ama sonsuz değil tabii) kayıtlarına rastlandığı sonucuna vardı; başka bir deyişle, her dilde, her anlatılmak istenenin. Hepsi. Geleceğin ince ayrıntılı bir tarihçesi, baş meleklerin öz yaşam öyküleri, Kitaplık’ın asla sadık bir katalogu, binlerce ama binlerce düzmece katalog, bu katalogların safsatasını sergileyen belgeler, asıl katalogdaki safsatayı sergileyen belgeler, Basilides’in Bilge İncil’i, o İncil’in yorumu, o İncil’in yorumunun yorumu, kendi ölümünün sahici öyküsü, her kitabın bütün dillerdeki çevirileri, her kitabın bütün kitaplarda uğradığı saptırmalar.
Kitaplık’ta gelmiş geçmiş kitapların tümünün bulunduğu açıklandığında, ilk izlenim engin bir mutluluktu. İnsanlar, el değmemiş, gizli bir hazinenin sahibi gibi oldular. Tumturaklı çözümü altıgenlerin birinde nasılsa bulunmayacak ne kişisel bir sorun kalmıştı, ne de bir evren sorunu. Evren haklı çıkıyordu, evren birdenbire, umudun sınırsız boyutlarını ele geçirmişti. O dönemle Aklamalar’dan sıkça söz ediliyordu: evrendeki her insanın her dönemdeki edimlerini doğrulayan, geleceğine cömert, doğal gizler biriktiren af ve kehanet kitaplarıydı bunlar. Binlerce inançlı, sevimli yerel altıgenlerini bırakarak merdivenlere atıldılar, kendi Aklama belgelerini bulmak gibi boş bir inancın itisiyle. Bu hacılar, daracık geçitlerde tartışıyor, kara sövgüler savuruyor, tanrısal basamaklarda birbirlerinin boğazına sarılıyor, düzmece kitapları hava sütunlarına fırlatıyor ve uzak yöreler yerlilerinin eliyle aynı biçimde aşağılara fırlatılarak ölümlerini buluyorlardı. Bir bölüğü çıldırdı. Aklamalar’a bugün de rastlanmakta, (geleceğin kişilerine, belki de imgelem ürünü olmayan kişilere ilişkin iki tane Aklama gördüm), ne var ki arayıcılar, kişinin kendi Aklama’sını ya da onun haince bir uyarlamasını bulma olasılığının sıfıra yakın bir sonuç verebileceğini hesaba katmamışlardı.
O dönemde, insanlığın ana gizlerini -Kitaplık’ın ve zamanın kaynağı- aydınlığa kavuşturmanın bir yolu bulunacağı umudu da besleniyordu. Bu ciddi gizlerin yalnızca insanların sözcükleri yardımıyla açıklanabilmesi olmayacak iş değildi: feylesofların dili yeterli değilse, katmerli Kitaplık, aranan bu öncelsiz dili, sözcük dağarcıklarıyla, dilbilgisiyle nasılsa sunacaktı. Ama dört yüz yıl oluyor ki, insanlar, bu umutla altıgenlerini tükettiler. Şimdi resmi araştırmacılar var, engizisyoncular. Onları işlerinin başında gördüm: yolculuklarından her zaman çok bitkin dönerler; az kalsın ölümlerine yol açacak olan basamaksız bir merdivenden söz ederler; kütüphaneci ile dehlizleri ve basamakları konuşurlar; ara sıra en yakındaki cilde el atıp sayfaları şöyle bir karıştırırlar, muzır sözcükler ararlar. Besbelli, hiçbirinin bir şey bulma umudu yok.
Beklendiği gibi bu taşkın umudu yoğun bir çöküntü izledi. Altıgenlerden birindeki herhangi bir rafta çok değerli kitapların durduğu ve bu değerli kitapların kesin erişilmezliği, kolay katlanılamayacak bir gerçekti. Zındık bir mezhep aramalara son verilmesini önerdi; onun yerine, olasılık payı pek yüksek olmasa da, mutlu bir rastlantı sonucu bu dinsel kitaplar oluşturulana kadar herkes harflerle simgeleri rasgele çalkalasın dursundu. Yetkililer, ağır yasalar koymak gerekliliğini duydular. Mezhep ortadan kalktı ama ben çocukluğumda ne ihtiyarlar gördüm, helalara uzun uzun kapanır, yasaklanmış zar çanaklarına koydukları madeni kürelerle sözüm ona tanrısal düzensizliğe öykünürlerdi.
Buna karşılık kimileri, tam tersine, yararsız yapıtların ortadan kaldırılmasını baş koşul sayıyordu. Altıgenleri bastılar, zaman zaman sahici arama izinleri gösterdiler, bir cildi can sıkıntısıyla karıştırırken rafları boydan boya mahkum ettiler; milyonlarca kitabın yok olmasını onların bu bağnaz arındırma taşkınlığına borçluyuz. Adları kargışlandı bu adamların, gelgelelim çılgınlığın talanına uğramış hazinelere yananlar, iki önemli olguyu gözden kaçırıyorlar. Birincisi: kitaplık öylesine kocamandır ki, insan kökenindeki herhangi bir eksilme orada sıfır kalmaktadır. Öbürü: her nüsha tek ve benzersiz, yeri doldurulmazdır. Yine de (Kitaplık bir toplam olduğundan) her zaman yüz binlerce kusurlu suret bulunabilmektedir: yalnızca bir harfi ya da virgülü değişmiş yapıtlar. Genel inanışın aksine, Arıtmacılar’ın giriştiği yağmanın sonuçları, bana kalırsa bu bağnazların saçtığı ürkü yüzünden oldukça abartılmıştır. Onlar, Kızıl Altıgen’deki yüce kitaplara erişme nöbetine tutulmuşlardı: düzenleri ortalamaya uymayan, tasvirlerle süslü, tılsımlı kitaplara.
O dönemden kalma bir başka kör-inanç da bugüne kadar geldi: İnsan-ı Mukaddes inancı. Herhangi bir altıgendeki bir rafta (diye us yürütüyordu kimileri) ötekilerin tümünün anahtarı ve yetkin bir özeti denebilecek bir kitap olmalı mutlaka: bir kütüphaneci onu gözden geçirmiş de güya tanrı katına yükselmiş. O bölgenin dilinde bu memurun kurduğu çok eskilerden kalma bir mezhebin izlerine bugün de rastlanabiliyor. Birçoğu O’nun ardından yollara düştü. Bir yüzyıl süreyle boşu boşuna kıyı bucak dolaşıp her yerin altını üstüne getirdiler. O’nu barındıran saygın, gizli altıgenin yeri nasıl saptanabilirdi? Biri, geriye doğru işleyen bir yöntem önerdi: A kitabın yerini saptamak için önce A’nın durumunu saptayan B kitaba başvurun; B’nin yerini saptamak için önce bir C kitaba başvurun ve böylece sonsuza kadar… İşte yıllarımı bu tür serüvenlerle harcadım, boşa geçirdim. Hiç kuşkusuz, evrenin raflarından biride bir toplam kitap var.
(Yineliyorum: onun varlığı için bir tek kitabın bulunma olasılığı yeterlidir. Yalnızca olanaksız, hesap dışı bırakılmıştır. Sözgelimi: hiçbir kitap merdiven olamaz ama hiç kuşkusuz bu olasılığı tartışan, olumsuzlayan ve sergileyen kitapların yanı sıra yapıları merdiveninkine uyan kitaplar da vardır).
Bilinmeyen tanrılara yakarıyorum, ne olur biri –tek kişi, isterse binlerce yıl önce- onu incelemiş, okumuş olsun. Onur, bilgelik ve kıvanç bana bağışlanmayacaksa, başkalarına bağışlansın varsın. Cennet varolsun, ben cehennemde kalayım. Sövgüler yağsın, hiçliğe itileyim, yeter ki bir an, bir varlıkta Senin o dev Kitaplık’ın aklansın. Kafirler, Kitaplık’ta saçmanın kurallaştığını, sağduyulu bölümlerin (en yalın, saf tutarlılıkların bile) handiyse tansık soyundan bir kural-dışı sayıldığını ileri sürüyorlar. Konuşma sırasında (biliyorum) sapıtmış bir ilahı andıran, raslansal ciltleri her an başka ciltlere dönüşme, her şeyi olumlama, olumsuzlama, birbirine karıştırma tehlikesiyle yüz yüze olan hummalı Kitaplık’tan söz ediyorlar.
Bu sözler, yalnızca düzensizliği açığa vurmakla kalmıyor, düpedüz örnekliyor, yazarın tiksinç beğenisini ve onulmaz bilisizliğini de ele güne kanıtlıyor. Aslında Kitaplık’ta söz-yapılarının tümü, yirmi beş yazım simgesinin elverdiği çeşitlemelerin tümü vardır da katışıksız saçmaya tek örnek bulamazsınız. Benim yönetimimdeki bir yığın altıgendeki en yetkin yapıtın Sorguçlu Gümbürtü, bir başkasının Gaz Basıncı, bir başkasının Axaxaxaslö adını taşımasına boşuna dikkat çekmeyelim. İlk bakışta bağlantısız görünen bu tümceler, hiç kuşkusuz şifresel ya da alegorik bir tutumla temize çıkarılabilirler; böyle bir aklama sözseldir ev ex hypothes’i Kitaplık’ta yerini zaten önceden almıştır; kutsal Kitaplık’ın bugüne kadar öngöremediği, ondaki gizli dillerin herhangi birinde ile de korkunç bir anlam taşımayan, örneğin; dhcmrlchtdj gibi birkaç harflik bir diziyi bir araya getirmeye elim varmaz.
Hiç kimse, sevecenlik ve korkuyla dolup taşmayan, ayrıca söz konusu dillerin hiçbirinde tanrının güçlü adı anlamına gelmeyen tek hece söyleyemez. Konuşmak, bir şey söylemek değildir. Bu lafazan ve yararsız risaleyi, sayısız altıgenden birinin beş rafından birinin otuz cildinden birinde bulabilirsiniz zaten, karşı savıyla birlikte. (n sayıda olası dil, aynı sözcük dağarcığını kullanmaktadır; kiminde kitaplık simgesi, doğru tanımıyla yer almıştır altıgen dehlizlerden oluşan, her zaman her yerde süreğen bir düzenleme, gelgelelim kitaplık, ekmek de olabilir, piramit de, başka bir şey de ve onu tanımlayan şu yedi sözcük, başka bir değer üstlenirler. Beni okuyanlar, sizler, dilimi anladığınızdan emin misiniz? Letizia Alvarez de Toledo, engin Kitaplık’ın yararsız olduğunu gözlemlemiş: açık söylemek gerekirse, tek cilt, genel düzene uyan, dokuz ya da on kadrata dizilmiş, sonsuz sayıda, sonsuz incelikte yaprağı olan tek cilt yeterliymiş. Onyedinci yüzyılın başlarında Cavalieri, som gövdelerin tümünün sonsuz sayıda düzlemlerin eklentisiyle oluştuklarını söylemişti. Gerçi bu ipeksi vade mecum’u taşımak kolay olmazdı: görünen her sayfa benzerlerine açılırdı; düşünülemeyen orta sayfanın da arkası olmazdı).
Yöntemli yazma uğraşı çok şükür insanların bugünkü durumundan uzaklaştırıyor beni. Her şeyin önceden yazılmış olduğu inancı, onları ya olumsuzluyor, ya da karaltılara çeviriyor. Ne mahalleler bilirim, delikanlılar kitapların ayaklarına kapanır, sayfalarını barbarca öperler de tek harf sökemezler. Salgınlar, kuram çekişmeleri, kaçınılmaz olarak soygunculuğa dönüşen hac yolculukları, nüfusumuzun onda birini silip süpürdü. Sanırın cana kıymalara da değinmiştim, her yıl nasıl arttıklarına. Belki de ihtiyarlık ve ürkekliğim yanıltıyor beni, yine de insan soyunun -o tek ve benzersiz soyun- kısa sürede dünya yüzünden silineceğine inanıyorum, ama Kitaplık sürecektir: aydınlık, ıssız, sonsuz, kıpırtısız, değerli ciltlerle donanımlı, yararsız, bozulmaz, gizli.
Demin “sonsuz” sözcüğünü yazdım. Bu sıfatı söz sanatı yapma uğruna çarpıtmadım: dünyanın sonsuz olduğunu düşünmek us-dışı değildir, diyorum. Onun sınırlı olduğunu ileri sürenler, geçitlerin, merdivenlerin ve altıgenlerin kuytu köşelerde son bulmasının pekâlâ düşünülebileceğini söylüyorlar –ki saçma. Onun sınırsızlığını düşlemek, olası kitap sayısının sınırsızlığı konusunda yanılgıya düşmektir. Eski soruna şöyle bir çözüm öneriyorum: Kitaplık sınırsız ve sarmaldır. Bir sonsuzluk yolcusu ondan geçerek hangi yöne giderse gitsin, yüzyıllar sonra aynı ciltlerin aynı bozuk-düzende yinelendiğini görecektir (ve böyle bir yineleniş, yeni bir düzene değişecektir: Biricik Düzen’e). Yalnızlığım, bu soylu umutla avunuyor.
SON
| |
| | | | DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 7 | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |