JosE FATIHIO AdmiN
Mesaj Sayısı : 1544 Yaş : 37 Kayıt tarihi : 14/09/07
| Konu: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 5 2007-09-24, 12:03 am | |
| BİR DÜŞ MÜYDÜ? - Guy de Maupassant
GİRİŞ
Maupassant, ismini öykü sanatındaki başlıca tarzlardan birine verecek kadar tutkundu işine. Çehov ya da Maupassant tarzı hikayecilik ifadelerini duymayan pek az edebiyat tutkunu vardır.
Poe, Kuzgun (The Raven) üzerine kaleme aldığı bir incelemesinde, aşktan ve ölümden daha etkileyici, daha sarsıcı, daha derin bir insani olgu olmadığını söyler.
Sahiden yeryüzünde, insanı aşk ve ölüm kadar sarsan başka bir şey var mıdır? Biri her şeydir, öteki hiçbir şey ve bu ikisi arasındakinden daha derin, daha etkili bir tenakuz tasavvur edilemez.
Evrendeki her şey, kendi doğasının nihai ereğine erişmek yolunda tabii bir eğilim duyar. Aşk ne denli tutkulu ve ölüm ne denli dehşetli verilirse, bu iki olgunun doğaları o denli yetkince ortaya konmuş olur. Tutkuyu alır, dehşetle sıkı biçimde tokuşturursanız ortaya çıkan tantana okurunuzu bir duygu selinde boğmaya yetecektir.
Aşkın tabiatında çılgınca bir sevgi, ışıltılı bir varoluş duygusu, bir tamlık, bütünlük vardır. İnsan bütün bir evrenle kucaklaşmıştır, Schiller’in ifadesiyle yeryüzünün bereketli memelerinden doğasına en yaraşır gıdalarla beslenmekte, palazlanmaktadır.
Sonra birden ölüm o dehşetli yüzünü gösterir. Mutluluğumuzun beyhude bir hayal olduğu anlaşılır, kesafeti insani varoluşumuzu kat be kat aşan derin bir hüznün kollarına düşülür, ağlayışlar, inleyişler arasında varlığımız lime lime dağılır. Aşkın pembe mavi göklerini kara kızıl alazlar kuşatır.
Sevgilinin ölümü, trajedimizin pınar başıdır. Bu temayı işleyen pek az becerikli yazar hüsrana uğramıştır. Ama Maupassant’ın başarısı, bu muhteşem tenakuza bir başka büyük olguyu, aldanışı katarak bütün öngörüleri – ve hatta Poe’ninkini dahi- aşan bir ışıltı sergiliyor. Bunca kısalığına rağmen insanı bu denli sarsması bundan olsa gerek.
İnsanın trajik durumu, iç dünyasıyla dışarısı arasındaki derin yarığın farkına vardığı an başlar. Yunanlılar, insanlara türlü oyunlar oynayan, eziyetler eden kör kaderden, kurnaz tanrılardan söz etmeyi pek severlerdi. Sophokles’in Oidipus’u her şeyi bilir bir adamdır ama trajedisi bilgisizliğinden kaynaklanmış, bilmeden öz babasını öldürmüş, öz anasıyla evlenmiştir.
Aşağıdaki öykü, trajedimizin bir indeksini sunuyor. Bu kısa öyküde, bir sanat eserini başarılı kılan şeylerin pek çoğunu bir arada göreceksiniz.
Onu, temiz ve lezzetli bir Türkçe ile dilimize armağan eden Ayşe Gorbon’a şükranlarımı sunuyorum.
BİR DÜŞ MÜYDÜ?- Guy de Maupassant
Onu delice sevmiştim!
İnsan neden sever? İnsan neden sever? Ne tuhaf insanın dünyada sadece tek varlığı görmesi, zihninde sadece tek bir düşünce, kalbinde tek bir tutku ve dudaklarında tek bir isim olması. Sürekli olarak üste çıkan, bir pınardaki su gibi ruhun derinliklerinden dudaklara yükselen bir isim, insanın durmadan tekrarladığı, aralıksız, her yerde, bir dua gibi fısıldadığı bir isim.
Size hikayemizi anlatacağım, çünkü sevdanın her zaman aynı olan bir hikayesi vardır. Onunla karşılaştım ve onun yumuşaklığıyla, okşamalarıyla, kollarının arasında, onun sözleriyle yaşamaya başladım; ondan gelen her şeyle öylesine sarılıp sarmalanmış, bağlanmış ve soğnulmuştum ki artık yaşlı dünyamızda gece mi gündüz mü olduğuna, ya da canlı veya ölü olup olmadığıma aldırmıyordum.
Sonra öldü. Nasıl mı? Bilmiyorum; artık hiçbir şey bilmiyorum. Ama bir akşam eve sırılsıklam geldi, çünkü şiddetli bir yağmur yağıyordu ve ertesi gün öksürmeye başladı, bir hafta sonra yatağa düştü. Ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ama doktorlar geldi; yazdılar ve gittiler. İlaçlar alındı ve bir takım kadınlar bunları ona içirdi. Elleri ateşliydi, alnı yanıyordu, gözleri parlak ve üzgündü. Onunla konuştuğumda bana yanıt verdi, ama ne dediğini hatırlamıyorum. Her şeyi unuttum, her şeyi, her şeyi! Öldü o, öldü ve ben onun ince, zayıf iç çekişini çok iyi hatırlıyorum. Hemşire; “Ah! dedi ve anladım, anladım.
Artık hiçbir şey bilmiyordum, hiçbir şey. “Eşiniz mi?” diyen bir papaz gördüm ve bana sanki onu aşağılıyormuş gibi geldi. Öldüğü için artık hiç kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktu ve papazı geri çevirdim. Çok nazik ve şefkatli bir başkası geldi ve benimle onun hakkında konuştuğunda gözyaşlarına boğuldum.
Cenaze hakkında bana danıştılar, ama dediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum, tabutu ve onu tabutun içine çivilerlerken çekicin sesini anımsadığım halde.
Gömüldü! Gömüldü! O! O bir çukura! Birileri geldi… kadın arkadaşlar. Bir bahane uydurup kaçtım. Koştum, sokaklarda yürüdüm, eve gittim ve ertesi gün bir yolculuğa çıktım.
Dün Paris’e döndüm ve odamı yeniden gördüğümde –odamızı, yatağımızı, mobilyalarımızı, ölümden sonra bir insanın yaşamından geriye kalan ne varsa her şeyi- öylesine vahşi bir keder saldırısına uğradım ki, pencereyi açıp kendimi sokağa fırlatasım geldi. Bu eşyalar arasında, onu içine almış ve korumuş olan, fark edilemez çatlaklar arasında onun, derisinin ve nefesinin binlerce atomunu bulunduran duvarlar arasında daha fazla duramazdım. Dışarı çıkmak için şapkamı aldım ve tam kapıya yaklaşırken, her gün dışarı çıkarken kendine baştan aşağı bakabilmek, ufak çizmelerinden bonesine kadar, tuvaletinin iyi görünüp görünmediğini, yerinde ve güzel olup olmadığını görmek için oraya koyduğu büyük aynanın önünden geçtim.
O kadar sık yansıdığı aynanın hemen önünde durdum … o kadar sık, o kadar sık ki, onun yansıması içine işlemiş olmalıydı. Gözlerim onu tamamen içeren ve onu benim kadar, benim tutkulu bakışlarım kadar sahiplenen aynaya –o düz, derin, boş cama- takılmış halde, titreyerek duruyordu. Sanki o aynaya aşık gibi hissettim kendimi. Dokundum, soğuktu. Ah, hatıralar! Keder verici ayna, yanan ayna… insanların böyle işkence çekmesine neden olduğu için korkunç ayna! Ne mutlu kalbi içindeki her şeyi unutan, ondan önce geçen her şeyi, orada kendine bakmış veya muhabbetinde, sevdasında yansımış her şeyi unutmuş olan kişiye. Nasıl da acı çekiyorum!
Bunu bilmeden, bunu istemeden çıktım ve mezarlığa gittim. Onun sade mezarını buldum, üzerinde şu sözler yazılı beyaz bir mermer haç:
Sevdi, sevildi ve öldü.
Orada, aşağıda, çürümüş! Ne korkunç! Alnımı toprağa yaslayıp ağladım ve orada uzun bir süre durdum, uzun bir süre. Sonra havanın karardığını gördüm ve tuhaf, delice bir istek, ümitsiz bir aşığın isteği kavradı beni. Geceyi, son geceyi, mezarının üzerinde ağlayarak geçirmek istedim. Ama görülür ve çıkartılırdım. Nasıl ayarlayacaktım? Kurnazlaştım ve o ölüler kentinde dolaşmaya başladım. Yürüdüm de yürüdüm. Ne kadar da küçük bu kent, diğeriyle, içinde yaşadığımız şehirle karşılaştırıldığında. Yine de ölüler sayıca yaşayanlardan ne kadar fazla. Aynı zamanda gün ışığını gören, pınarlardan su ve bağlardan şarap içen, ovalardan ekmek yiyen dört kuşak için yüksek evlere, geniş caddelere ve daha fazla yere ihtiyacımız var.
Ama ölülerin bütün kuşakları için, bize kadar inmiş olan o insanlık merdiveni için, neredeyse hiçbir şeye gerek yok, neredeyse hiçbir şeye! Toprak onları alır ve unutuluş onları yok eder. Elveda!
Aniden mezarlığın sonunda, en eski kısmında uzun zamandır ölü olanların toprakla karıştığı, haçların kendilerinin çürümüş olduğu, muhtemelen yarın yeni gelenlerin konacağı kısımda olduğumu anladım. Bakımsız güller, güçlü ve siyah selvilerle doluydu. İnsan etiyle beslenen, umutsuz ve güzel bir bahçe.
Yalnızdım, yapayalnız. Böylece yeşil bir ağacın altına çömeldim ve kendimi kalın ve koyu renkli dalların arasında tamamen gizledim. Gemisi batmış birinin bir kalasa tutunması gibi, bir ağaç gövdesine sarılarak bekledim.
Hava bir hayli karardığında sığınağımı terk ettim ve o ölü insanlarla dolu toprakta yumuşak, yavaş ve sessizce yürüdüm. Uzun bir süre etrafta dolandım, ama onun mezarını yeniden bulamadım. Kollarımı uzatıp, ellerim, ayaklarım, dizlerim, göğsüm ve hatta başımla mezarlara çarparak, onunkini bulamadan ilerledim. Yolunu arayan kör bir adam gibi el yordamıyla yürüdüm; taşlara, haçlara, demir çitlere, madeni çelenklere ve solmuş çiçek demetlerine dokundum! İsimleri, parmaklarımı harflerin üzerinde gezdirerek okudum. Ne gece! Ne gece! Onu yeniden bulamıyordum.
Ay yoktu. Ne gece! İki mezar arasındaki o dar yollarda dehşet verici şekilde ürkmüştüm. Mezarlar! Mezarlar! Mezarlar! Sadece mezarlar! Sağımda, solumda, önümde, çevremde, her yerde mezar vardı. Birinin üzerine oturdum, çünkü daha fazla yürüyemeyecektim; dizlerime öylesine güçsüzdü. Kalbimin atışını duyabiliyordum… ve başka bir şey daha duydum. Ne? Şaşırtıcı, isimsiz bir ses. Zifiri gecede mi, yoksa giz dolu toprakta, insan cesetleriyle tohumlanmış toprakta mıydı? Etrafıma bakındım, ama orada ne kadar kaldığımı söyleyemem; dehşet, soğuk ve korkuyla donup kalmıştım, bağırmaya hazır, ölmeye hazır bir şekilde.
Üzerinde oturduğum mermer parçası kıpırdıyormuş gibi geldi bana. Kesinlikle kıpırdıyordu, yukarı kaldırılıyordu sanki. Yandaki mezarın üzerine sıçradım ve gördüm, evet, kesinlikle daha demin terk ettiğim taşın yukarı kalktığını gördüm. Sonra ölü ortaya çıktı, çıplak bir iskelet, eğik sırtıyla taşı yukarı itiyordu. Hava zifiri karanlık olduğu halde onu oldukça net gördüm. Hacın üzerinde şöyle yazıyordu;
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant yatmaktadır. Ailesini severdi, nazik ve saygıdeğerdi ve Tanrı’nın lütfuyla öldü.
Ölü adam da mezar taşına yazılmış olanları okudu; sonra yoldan bir taş aldı, küçük, sivri bir taş ve harfleri dikkatle kazımaya başladı. Bunları yavaşça yok etti ve gözlerindeki boşluklarla kazınmış oldukları yere baktı. Sonra, bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin ucuyla, oğlanların fosforlu bir kibritin ucuyla duvarlara çizdikleri satırlar gibi parlayan harflerle şunları yazdı;
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant istirahat etmektedir. Zalimliğiyle babasının ölümünü çabuklaştırdı, çünkü mirasına konmak istiyordu, karısına işkence etti, çocuklarına acı çektirdi, komşularını aldattı, soyabildiği herkesi soydu ve sefil bir şekilde öldü.
Ölü adam yazmayı bitirince, yaptıklarına bakarak kıpırdamadan durdu. Arkama dönünce bütün mezarların açılmış, içlerinden ölü bedenlerin çıkmış olduğunu ve hepsinin mezar taşlarına akrabaları tarafından yazılmış satırları yok ederek, bunların yerine gerçekleri yazdığını gördüm. Hepsinin komşularına acı çektiren, kötü niyetli, namussuz, iki yüzlü, yalancı, çapkın, belalı, kıskanç insanlar olduklarını, çalmış, dolandırmış, her türlü onur kırıcı, her türlü iğrenç hareketi yapmış olduklarını gördüm. O iyi babaların, o sadık eşlerin, o fedakar oğulların,o iffetli kızların, o dürüst tüccarların, ulaşılamaz denilen o erkek ve kadınların hepsi aynı anda, ebedi ikametgahlarının sınırında, yaşarken herkesin haberdar olduğu veya habersizmiş gibi gözüktüğü gerçeği, korkunç ve kutsal gerçeği yazıyorlardı.
Onun da mezar taşına bir şeyler yazmış olması gerektiğini düşündüm; artık hiç korku duymadan, yarı açık tabutlar arasında, cesetler ve iskeletler arasında koşarak, hemen bulacağımdan emin şekilde, ona doğru gittim. Hemen tanıdım onu, sarılmış kumaşla kaplı yüzünü görmeden de; ve kısa bir süre önce;
Sevdi, sevildi ve öldü
kelimelerini okuduğum mezar taşında, şimdi şunları gördüm;
sevgilisini aldatmak için bir gün yağmurda dışarı çıktığında üşüttü ve öldü.
Görünüşe göre beni, sabahleyin, mezarın üzerinde baygın yatarken bulmuşlar. | |
|