: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : :
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


TüRkİyE'nİn ''EN'' SüPer FoRuM SiTeSi
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : 1, 2  Sonraki
YazarMesaj
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 3:55 pm

Alıntı :
TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI

1-ŞEYH

Bismi Teala;
" De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin" Al-i İmran 31
Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: " Muhammedin nefsi kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki: Siz isteseydiniz, Allah'ı kullarına, kulları da Allah' a sevdiren ve yeryüzünde insanlara nasihat için dolaşan insanların Allah'ın en sevgili kulu olduğuna yemin ederdim." (Avariful Mearif)
Burada Hz. Peygamber (SAV) 'in anlattığı husus, şeyhlik ve Allah (CC) 'a davet rütbesinin ta kendisidir.Çünkü şeyh, Allah'ı kullarına gerçek manada sevdiren, kullarını da Allah'a sevdiren ve yaklaştıran kişidir. Şeyhlik rütbesi; tarikat yolunun en yüce mertebesi, Allah'a davet konusunda peygamber vekilliğinin en üstün derecesidir.
Şeyhin kulları Allah'a yaklaştırması şöyle açıklanabilir. Şeyh, müridi, Resulullah (SAV)'a her konuda uyma yoluna götürür. Kimin Hz. Peygambere uyması dosdoğru olur, onun her davranış ve hareketini benimsemesi eksiksiz bulunursa Allah (CC) o kulunu sever. Bakınız Al-i İmran 31
Şeyhin Allah'ı kullarına sevdirmesine gelince, onu şöyle izah edebiliriz. Şeyh, müridi nefsini kötülüklerden tezkiye yoluna sokar. Nefs temizlenince kalbin yansıtıcı özelliğe sahip aynası parlar. Oradan çevreye ilahi azametin nurları aksetmeye başlar. Kalbe vahdeti ilahinin güzelliği gözükür. Basiretin göz bebeği Cenabi Hakk'ın kıdemi ve celalinin nurlarını seyretmeye dalar. Kemal-i ezeli'yi görür. Böylece kul, herşeyde gördüğü ve hissettiği Rabbını sever. Çünkü bu sevgi, nefsi tezkiye etme ve fıtratındaki kötülüklerden temizlenmenin bir neticesidir.

2-TARİKAT

Tarikat: Arabca tarik kelimesinin çoğuludur. Tarik yol demektir. Tarikat ise yollar manasına gelmektedir.
Ebu Nasr Serrac Tusi' nin El Luma'a ( İslam Tasavvufu- Prof Dr.H.Kamil YILMAZ) adlı eser inde tarikat şu şekilde anlatılmıştır.
" Fıkhi ve itikadi konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteplere de tarikat denir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması üçüncü ve dördüncü asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin (1) etrafında toplanan müridanın (2) tekke (3) ortamında muhtelif usüllerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdulkadir Geylani (KS) ve Ahmed Er Rufai (KS) nin yaşadığı hicri 6. ve miladi 12. asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatler irşad usüllerine göre genellikle üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur: Ahyar, Ebrar ve Şüttar.
Ahyar Tariki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun salikleri genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk' ka ulaşmaya çalışmışlardır. Bu yola ruhani yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır.
Ebrar Tariki: Riyazat (4) ve mücahede (5) yoludur. Bu yola nefsani tarikte denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaaga uğratıp onun ruha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de Halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücahedeyi esas alırlar.
Şüttar Tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd (6) ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarika süluk (7) edemez. Bu yolun yolcuları Beyazıd (KS) gibi coşkulu, taşkın, Mevlana (KS) gibi aşık insanlardır. "
3-ZİKİR
Bismihi Teala;Zikrin çoğuluna ezkar denilmiştir.
Zikir: Anma, düşünme, hatırlama. Allah (CC)' ı dil ve kalb ile anma. Belli duaları belli zamanlarda, belli sayı ve şekillerde okuma.

İmam Celaleddin Suyuti (Rh.A) Hazretlerinin " Neticetül Fikr fi Cehri bi Zikr " isimli eseri :
Rahman ve Rahim Olan Allah (CC)' ın adı ile başlarız.

Mesele: Zikir, tesbih ve dua beyanındadır. Bunlar belaların definde sadakaya eşit olurmu? onun makamına geçebilir mi?

El-Cevap: Bu hususta açık ayet ve hadisler vardır. Zikrin ve tesbihin sadakadan daha üstün olduğu hakkında da eserler vardır.
Ama zikrin belaların define sebep olması hususunda öyle bir delil vardır ki, ondan şek ve şüphe yoktur.Muayyen zikirler hakkında sayılmayacak kadar çok hadis varid olmuştur. Kim o zikirleri söylerse beladan, şeytandan, her türlü zarardan, zehirden akrep sokmasından ve onu rahatsız edecek her türlü zararlardan korunur.
Eş-Şeyh Muhyiddin en-Nevevi" nin " Kitabul Ezkar " isimli eseri o zikirlerle doludur.
Yine Taberani ve Beyhaki" nin eserleri olan " Kitab-ud Dua " da bu zikirlerle doludur.
Hal böyle iken sözü daha fazla uzatmaya gerek kalmaz.
Hadisi Sahihde gelmiştir ki;
-1-" La Havle vela Kuvvete İlla Billah " zikri, belalardan yetmiş kapıyı kapatır. Bunların en aşağısı " fakirliği ", diğer bir rivayette ise " gamı " giderir.
-2-Sevban (R.A)' den merfu olan hadisi Hakim rivayet etmiş ve onu tashih etmiştir.
" Kaderi hiçbir şey çeviremez, ancak dua çevirebilir. "
Yine Hz.Aişe (R.Anha)' den Hakim rivayet etmiştir. "Dua nazil olan ve olmayan belalara engel olur. Nüzul (inmekte) halinde olan bazı belalarla dua karşılaşır ve onlar birbirini kıyamete kadar geri çevirir."
-3-Ebi Davud ve başkaları İbni Abbas (R.A)' dan merfu' en rivayet ediyorlar.
" Kim istiğfara devam ederse; Cenab-ı Allah (CC) ona gam ve kederden bir esenlik verip, bütün sıkıntılardan kurtulmayı ihsan edip, hesapsız bir rızıkla rızıklandırır".
-4-Suveyd b. Cemil' den Ebi Şeyma rivayet ediyor. Buyurmuş ki;
" Kim ikindi namazından sonra (la İlahe İllallah Lehul Hamdu ve Huve Ala Kulli Şeyin Kadir) zikrini söylerse, o zikir ertesi günün ikindi vaktine kadar sahibine gelecek her türlü bela ve afetlere karşı savaşırlar."
-5-İshak b. Rahaviye, Mesnedinde Tarık ez-Zuhri' den rivayet ediyor. Buyurdu ki; Ebu Bekir Es-Sıddik' e kanatları sağlam bir karga getirildi. Ebu Bekir buyurdu ki; Ben Peygamber (SAV) den işittim buyurdu ki; " Avlanmaz bir av, yaralanmaz bir yaralı veya kesilmez bir kesilmiş ağaç, tesbihlerini azalttıklarından dolayı bu haller başlarına gelir".
Bu hadisi, Ebu eş-Şeyh " Kitalul Azame " isimli eserinde, İbni Avn b.Mehran tarikiyle Hz. Ebu Bekir' den mevkufen rivayet etmiştir.

4-TEKKE - ZAVİYE - DERGAH - HANKAH - ASİTANE
Tekke, Zaviye, Dergah, Hankah, Asitane;
Tasavvuf erbabının, oturup kalkmalarına, süluk çıkarmalarına, ayin yapmalarına mahsus yere, tekke denir.Taşradan gelecek dervişlerin kalabileceği özel odaları ve mutfağı bulunur.
Küçük Tekkelere "zaviye", büyüklerine "hankah" , "dergah", merkezi pozisyonda olanlara da "asitane" denir.


En son tarafından 2007-10-27, 4:30 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 3:57 pm

Alıntı :
BİR MAKALE
Belediyenin Gazanfer ağa Medresesinde, Tarikat kostümlerine ayrılan küçücük bir odanın içindeki bütün bir malzeme, yalnız İstanbul daki 360 dan fazla Tekke; Hankah ve Asitane den arabalarla, kamyonlarla çıkarılan ve bu gün tek yapıcısı kalmayan o fevkalade harikulade kıymettar, nadide, kutsi ve tarihi eşyaya karşılık şimdi tozlu raflarda göze çarpan, destarı bozulmuş, rengi atmış üç beş Halveti, yahut Celveti tacı ile nasılsa elde kalmış ve yıpranmış bir Mevlevi Tennuresi, bir de Bektaşi Fahri ve üç, dört tane de eski püskü kostüm ve (külah) tan ibarettir ki, bunların da artık teşhir ve temsile değer kıymet ve mahiyetleri ne yazık ki kalmamıştır.
Şimdi bir an düşünelim: Bir takım mesleki rümuzat ile süslü ve işlemeli (Takye) sinden yünlü, pamuklu hırkasına; Haydariye veya Hüseyniye dedikleri aba yeleğinden, şalından asa sına; Yol yol antarisinin beş parmak kıvrımından muayyen büklümlerine; deve tüyü abasından ridasına; hatta bunların dikişinden düğmesine ve örgüsüne kadar her biri, her yeri ve her yanı ayrı ayrı birer kıymet, birer mana ve ifade olan, her parçasında türlü semboller bulunan ve artık aranılmakla da ele geçiremeyeceğimiz bu emsalsiz eşyanın böyle hazin bir lakaydi sonunda ve hem de pek acıklı bir surette mahv-ü heder oluşundan kimin ve nerenin sorumlu ve ilgili tutulacağı, henüz öğrenilmiş değildir. Bize kalırsa evvela sorulacak ve araştırılacak nokta şudur:
Evkaf İdaresinin böyle bir, çoğu şahsi ve gayri mevkuf olan bu eşyayı olduğu gibi, istediği şekilde toplamağa, topladıktan sonra da muhafazası ile hiç alakadar olmayıp, her birini bir tarafa atıp çürütmeye, yahut güneş girmeyen havasız, rutubetli ambarlarda işe yaramayacak bir hale getirip imha etmeye hakkı var mıdır?
Ne kadar acınsa ve esef olunsa yeridir ki; mesela: 7 renk üzerine ham ipekten işlenmiş ve pek ustaca bezenmiş 4 veya 18 terk li Kaadiri taçları, yine Kaadiriye hulafasına mahsus siyah kadifeli, uzunca kanatlı müjganlı lar..Aynı şekilde yeşil, beyaz, kırmızı, mai, sarı ve lacivert renklerle işlenen ve icabına göre 12, 16, 18 ve ila...72 tığlı, nadide gül ler, gülbehar lar, kemer ler ..Çeşit, çeşit kan taşları elif i lame ler, güldeste ler, tomak lar...40 Elifli, 20 dallı Halveti taçları, türlü renkte ve şekilde Hüseyni, Cüneydi destarlar...Mihrablı Burma lar, Mücevveze ler, Elifi ler, Edhemi ler, Eşrefi ler, Dallı lar...Hülasa ecdad ve eslaf elinden çıkma iğne hünerinin, göz nurunun ancak şarka mahsus olan bu emsalsiz ibda ları ve artık üç beş mezar taşından başka da benzeri kalmayan bu eşşiz eserler, nefiseler- müzelerde saklanması vaadile- Evkaf tarafından, hem de pek zecri bir surette toplattırıldığı ve bu uğurda bütün Tekke ler boşaltıldığı halde, ne yazıkdır ki büyük Türk Hattatları nın şaheserleri ile birlikte o zamandan beri ortadan yok olmuş, yukarıda işaret ettiğim gibi bu işe tahsis olunan Belediye nin (İnkilap Müzesi) bile, fevkalade zengin ve mücehhez olması lazım gelir iken kuruttuğumuz çeşmeler, sebiller gibi- tam takır bırakılmıştır.
Halbuki yalnız Kadirihane den müsadere edilen, üç kamyonun taşımakla bitiremediği, mesela: Etvar-ı Seba renklerine bürünmüş tiftik Makam Postları, bunların önünde 12 İmam a işaret olarak yanan muhtelif boyda ve şekilde altun kakmalı, yahut sadece gümüşten ve prinçten dökülmüş, kenarlarında Türk Hattat ve Hakkakinin emsalsiz yazıları ve hünerleri bulunan şamdanlar, buhurdanlar, devamlı ve ahenkli, fevkalade bir tannaniyet temin etmesi için hususi surette yaptırılmış gayet ince, hassas ve altun döğmeli halile ler, mazhar lar, kuddüm ler..yine bunlar arasında çeşit çeşit renkten ve ipekten donanmış çeyiz ler, emanet ler, maksure ler, dolusu postlar, antika seccadeler ve tesbihlerle klasik bir müzeyi baştan başa ve pek ala ihya etmemiz mümkündü...
Bunları eşelemek, bu konuyu kırklamak, irticaı ayaklandırmakdır diyemeyiz. Böyle düşünenler varsa muhakkak ki yanılmış ve aldanmışlardır. Zira ehlinin malumu olduğu üzere taasubun ve kuru zühdün, öteden beri amansız bir düşmanı olan ve daima böyle tanınan tasavvuf teşkilatının, irtica ile zerre kadar ilgisi ve münasebeti yoktur. Zaten İslam medeniyetinin, İslam maarifinin ruhen ve fikren yükselmesi, gelişmesi demek olan, hasseten de bunun için kurulmuş bulunan Tasavvuf, Müslümanlıktaki batıl inançlardan doğan ve kökleşen kuruluğu, geriliği, gidermek için teessüs etmemiş midir?
Bundan dolayıdır ki her hamlesinde önüne çıkan taassubla, irtica ile daima mücadele halinde bulunmuş, Medresenin Ulama-yı Rusum denilen zahir ulamasının akide hayatına getirdiği Cennet sevdasına, Allah korkusuna karşılık O, her şeyden önce iç alemlere girerek gönüllere Allah sevgisini, Allah aşkını, kainatın felsefesini yerleştirmiş ve bunun neticesi olarak da insan-ı kamil dediğimiz insanlığa yarar insan yetiştirmenin yolunu ve gerçek sırrını öğretmiştir.
Yine bu mekteb, deruni ihtiyaçları da düşünerek Medresenin, Bab-ı Fetva nın kafa kafaya vererek asırlarca haram tanıtması yolunda sürüp giden ısrarına, ibrarına rağmen bir çok teviller, tefsirler ve arifane incelikler bularak İslam mabedlerine müziği yerleştirmiş, Mutrib denilen musiki mahfelinde sazı ile, sözü ile bütün teşkilat ve ihtişamı ile, Zakir Başı veya Ayinhan dediğimiz büyük hançere üstadının Şefliği altında muazzam, bedii bir terennüm ve teganni ihtifal ve ihtilali vücuda getirmiştir ki bütün bir Batının ve kilisenin bu gün bile başaramadığı fevkalade ve dahiyane bir inkilabdır.
Bununla da kalmıyarak (ayin) adını verdiği yine müzikle başlayıp müzikle biten ve kalpleri titreten: Kıyam, Kuud, Devran ve Sema halinde çeşit çeşit zikirler usul ler, mukabele ler, yani bir nevi estetik törenler, füğürler, dini ve lahuti rakslar, semavi danslar ve konserler tertib eylemişlerdir
Tarihin şehadeti ile de sabit olduğu üzere tarikat büyükleri yani Pir ler, Müctehid ler, bütün tasavvuf uleması daima ve daima her zaman bu yolda uğraşmışlardır. Onların ellerinden çıkmış ve bir hayli seçme parçası bugün mekteblerde okutturulan eserler ve kitablar meydandadır. Ayrıca kütüphaneleri tavanlarına kadar dolduran Ana Kitab dediğimiz Ummühat ve Muhalledat ehlinin malumudur. Edebiyat derslerinde, edebiyat tarihlerinde kendilerine geniş sahifeler ayrılan, erişilmez şahsiyetlerden önemle ve övünerek bahsettiğimiz büyük mutasavvuflar, mesela ilk hatıra gelen Hacı Bayram dan, Yunus dan, Eşrefoğlundan, Yesevi Ahmed den, Mısri Niyazi den tutunuz da Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüda-i ye onun Şeyhi Üftade ye hatta son zamanlardaki Erzurumlu İbrahim Hakkı ya, Seyyid Niğari ye kadar hangisinin şiirinde, eserinde ve tek satırında irticaın kokusu vardır? Zaten şimdiye kadar taassubla, Zühdü Mutlak la tarikat ve tasavvuf uzlaşabilmiş olsaydı, yüzyıllar boyunca uzayıp gelen tekke ve medrese geçimsizliği kökünden halledilir ve her bakımdan da ortadan kalkmış bulunurdu. Binaenaleyh şu vesile ile söylemek ve hatırlatmak lazımgelir ki klasik tekke müziği, tekke dansı veya ridmiyi dediğimiz şey, bu gün liselerde okutulan manen pek manidar, fakat cansız ve sessiz olduğundan şimdilik kuru ve yavan kalan- tasavvufi metinlerin didaktik parçaların sese ve besteye alınmış (melodi) lerinden ibaret bir kıyl-ü kal antolojisidir.
İşte bu melodilerden örülen canlı ve heyecanlı tabloyu gerek ibadet kasdiyle gerek hayret ve ibretle temaşaya gelenlerin dini ve deruni olduğu kadar bedii bir vecd içinde kalmaması da mümkün değildi, zira sadece seyre ve tetkike gelmiş olanları bile kalbinden ve kafasından yakalıyordu.
İnkarı kabil olmayan bu hakikat ve bedahat değilmidir ki Batının aydınını, tarihçisini, yıllarca ve yıllarca bıkmadan ve usanmadan, ardı arkası kesilmeden- biadli bir derviş gibi- Mevlevi ayininde bulunmak, yahud mükemmel bir Rifai veya Eşrefi usulü görmek için Londra dan, Paris ten hatta çok kerre Amerika dan Kulekapısı Mevlevihanesi ne, Üsküdardaki (Rifai Asitane) sine veya Tophanedeki (Kadirihane) meydanına, -şapkası elinde, medeni bir huzur ve ihtiram içinde daima zevkle, heyecanla bu güne kadar sevkede durmuş ve hatta ruhan intisab ve incizaba mecbur bırakmıştır.
Şu halde insaf ile düşünmek icabederse ilimle, tarihle pek ilgisi olmadığı halde sadece geçmişin ve göreneğin, bir bakımdan da güya Batı nın medeni bir eğlencesidir diye bir çok külfetler, zahmetler ve bir hayli de masraflara katlanarak defalarca ihyasına çalıştığımız ve hiç de usanmadığımız uydurma ve soysuz (festival) lere verilen önem ve değer kadar olsun bu işlerle de uğraşmak zamanı artık gelmiştir. Eğer mazimizi gerçekten seviyor ve onunla cidden övünüyorsak tarihteki servet ve emlakimizin değerini belirtelim. Geçmişteki bedii zevkin, estetik terbiyenin aşk meydanında kutsi ve ilahi heyecana nasıl terfik edildiğini ve bunların nasıl müstesna bir vecd içinde tezahür ve tebellür ettiğini, o anlatılmaz alemin ihtişam ve insicamını, semavi aşkın lahuti sesini, hatta tonunu, fonetiğini bütün nüansları ile- meçhulün ve metrukün karanlığından kurtarmamız iktiza etmektedir. Bunun içinde Baltacıoğlu nun, Türke Doğru da, yana yıkıla haykırdığı gibi bunları zaman geçirmeden plakla, filimle, kroki ile hatta mümkin ise- Revü halinde hemen tesbit ve teşhis edib, -aslını kaybetmeden- tarihe ve ebediyete vermemiz; hulasa bu yolda durmadan seferber olmamız lazımdır.
Eli kalem tutan iş başına......
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 3:58 pm

Alıntı :
NEVBE VURMAK
(Tekke Musikisi)

Klasik mabed musikimizin ilk büyük konservatuarı sayılan ve bu sahada en kuvvetli, en değerli üstadlan yetiştiren, bunları tarih ve insanlığa tanıtan Tekkeler musikisi ve onun pek azametli kültür ve edebiyatı olmasaydı, ve eğer bunlar ta'lim, telkin yolları ile, inceden inceye işlenmeseydi, kabul etmek lazım gelir ki, islam'ın ibadet dünya-sı, kuruluktan ve zevksizlikten kurtula-mıyacaktı. Yine hatırlamak yerinde olur ki, Medrese kültürünü selahiyetle temsil ve tedris eden zahir ulâmasının ve "Bab-ı Meşihat" de denilen "Fetvahane" nin aynı zihniyet ile kafa kafaya vererek bir ağızdan "Haramdır!" dedikleri musikiyi, devamlı, İsrarlı birçok mücadele ve fedakarlıklarla islam ma-bedlerine sokup yerleştiren ve bütün ihtişamile devam ettiren,
Tekke musikisi, Tekke musikişinasları olmuştur. Bunun çok güzel bir neticesi de şudur ki, çeşitli zikir şekiller inden meydana gelen ayin-i şeriflerin, "Mukabele" lerin arasına lâhutî konserler, semavî rakıslar, pek canlı ve cazip şekilde bediî figürler katarak, Müslümanlık â-leminde adeta ulvî ve ruhanî bir medeniyet kurmuşlardır. Zamanına göre dahiyane bir inkılap vuruda getirilmiş sayılabilir.
Yine dikkat edilirse görülür ki, zikirde, kalblere coşkunluk vermesi, ilahî zevki arttırması itibarile musikinin,ruhlarda ve gönüllerde yaptığı, bıraktığı tesir, çok kudretlidir. Bu hususun inkar edilemiyecek büyük ehemmiyeti vardır.

TEKKE MUSİKİSİ

Tekke musikisi de, klasik musikimizin saz fasılları gibi tavrını, seyrini değiştire değiştire ve ısındıra ısındıra başlar ve devam eder. Perde perde yük selir, alçalır, dolaşır, ilk girdiği, başladığı yerde, en sonra karar kılar. Koro'nun ses temposu, perdesi, zikrin tavrına ve hareketlerine göre ayarlandırılmıstır. Hiç falso vermeden böylece sürüp gider.
Zikrin "tavr-ı mahsusu" nda görülen figür ve ritim icaplarına göre Önce "pest" den, yavaş yavaş, ağır ağır başlar, perde perde inip çıkar, gittikçe artan büyük bir coşkunluk içinde, etrafı ve gönülleri sardıktan, yüksek perdeler üstünde bir müddet dolaşıp gezindikten sonra "Yıldız Perdesi" denilen hepsindendik ve daha yukardaki en üst perdeyi bulurdu.
Dergahlarda musikiye, bu derece e-hemmiyet verilmesi, Tarikat mensuplarının eski tabiri ile "meclûb-i mehasîn", "bedayı'perver" olmalarından ileri geliyordu, yani (güzelliklere vurgun, bediî zevklere düşkün), ince ruhlu insanların Tekke muhtinde ekseriyeti teşkil etmiş bulunmasından husule gelmekte idi.
Şöhretleri asırları kaplamış, büyük sanatkar ve bestekarların bu şekilde hemen daima Tekke ve Tarikat müntesibleri içinden çıkmış ve yetişmiş bulunması, eserlerinin kendi devrinden zamanımıza kadar gelmesi, her asırda tutunması, bu gerçeğin en kuvvetli misalidir.

MUSİKÎNİN İNSAN RUHU ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ

Tekkeler musikisinin, derunî hazlar ve ruhlar üzerinde husule getirdiği bir hususiyet de şu idi :
Camide yapılan ibadetlerde, cemaat tarafından mesela yüz defa "Allah!" denilirse. Tekkede dervişlerden, aşıklardan kurulan zikir halkasında en azı bin defa, yüz bin defa "Allah!" denilirdi ve pek de yürekten söylenirdi. Zira Tekkede "Zikr-i daimî", "vecd-i hakikî" vardı. Namaz gibi muayyen vakitlere mahsus olmayan bu devamlı zikir, eski edebiyatın "vecd-i vecd-â-vecd" dediği gayetle coşkun ve pek heyecanlı bir surette icra olunurdu. Bu doyulmaz ve anlatılmaz neş'eyi meydana getiren de musiki idi ve onun büyüleyen, sürükleyen kudreti idi. Zira kitaplara geçmiş hakikatler arasında görülmekte ve bilinmektedir ki, musiki, âşık'ın aşkını arttırır; duygulu kalblere ilham verir, ruhlara coşkunluk getirir. Bunun içindir ki, Tekkede zikir meydanına girip de post üstünde diz çöken her derviş, hatta derviş olmayan herkes, candan, gönülden ve bir ağızdan "Allah!" derdi;
"Allah!" demenin zevkine varırdı. Ve, zikrin en büyük ibadet olduğunu ruhunda yaşardı.
Musiki ile başlayıp, onunla beraber aynı tavırda, aynı perdede devam eden ve en önce "Estağfirullah!", "Lailahe illallah!", sonra da "Allah!", "Ya Allah!"veya "Hu Allah!", "Hayy Allah!" lâfz-ı şerifleri ile birbirini takip ve tekmil eyleyen İsm-i Celal ve Tevhid-i Şerif ler, "Kuud, Kıyam" veya "Devran" da, (oturarak, ayakta veya devrederek, dönerek) ne tarz-ı surette olursa olsun her defasında zikir meclisi bir kaç saat sürerdi. Bazan da hiç farkında olmadan sabahı bulurdu.
Böylece büyük bir âheng ve intizamla sürüp giden bu coşkunluğun basında, şeyh efendi, elinde sübha-i saddane (binlik veya beş yüzlük teşbih), Mekaam Postu önünde, zikr-i şerifi, a-yin-i şerifi birkaç defa devreder ve ettirirdi. Artık sayısını Allah bilir.
Allah ve Zikrullah aşkı ile kendinden geçmenin pâyânsız neşesine bu şekilde huzur ve heyecan katan Tekke mu-sikisinin en cazip, en muhteşem tarafı "Bayram Haftaları"nda, "Nevbe vurulduğu" zaman olurdu. Bu, bir musiki hadisesi idi. Bu hadise i fevkalade, Tekkelerde bir "saltanat-ı musikiye" ha-linde icra edilirdi.

NEVBE NEDİR ?

Nevbe, Tarikatlere aid saz topluluğunun adıdır. Bu, bir çeşit Tekke bandosu idi. Fakat daha ziyade "aktâb-i erbaa" denilen dört büyük kutbun kurduğu ana Tarikatlara mahsus idi. Yani Kaadirî'ler, Rıfaîler, Bedevî'ler, Disükî'ler ve ilaveten Sa'dî'ler, Dergahlarda, muayyen zamanlarda Nevbe vururlardı. Nevbe'nin icra şekli, evvelce de yazdığımız gibi "alat-i mutribe" denilen Şark'a mahsus an'anevî sazlardan "Nay - Ney, Nısfiye, Kuddüm, Çifte Kuddüm, El Kuddüm'u, Mazhar, Bendir, Kabran, Halîle (bando zili), Tabl-Tabıl (kocaman gövdeli davullar), Mehter Takımında olduğu gibi muayyen bir tarzda topluca çalınıp okunmasından meydana geliyordu. Kıyamî Tekkelerin de, Kandil ve Bayram günlerinden bir hafta önce başlardı. Buna, "istikbal Haftası" denilirdi.
Halvetiye Tarikatına mensubiyeti olan Tekke ve Zaviyelerde ise, ancak "eyyam-i mahsusa" ve "leyali-i mubareke" nin hululü münasebetiyle (Kandil ve Bayramların gelişi ile) o da pek nadir olarak Nevbe çıkar ve bazan bir hafta sürerdi. Bu haftanın içindeki zikir günlerinde ekseriyetle Nevbe vurulurdu. Büyük dergahların Hilafet Cermiyetlerinde, şayed Asitane Şeyhi (Pir evinin postnişini efendi) bulundu ise, o zaman ayin-i şerîf ve merasim, Nevbe'nin iştiraki ile yapılırdı.
Nevbe'nin çıkması ve çalınması iki suretle olurdu : Birisi oturulduğu yerde vurulurdu. Buna "Tulibî Nevbe" denilirdi. ikincisi de, ayakta vurulanıdır ki, bu da, Tulibî Nevbe'den sonra başlar ve daha az sürerdi.
Ramazan Bayramlarına rastlayan hafta günlerinde, bazan üç defa Nebve çıkardı. Kurban Bayramlarında ise, Nevbe merasimi iki defa yapılırdı.Nevbe'ler umumî olarak üç fasıldan ibaretti : Dergahın postnişini bulunan şeyh efendi ve bariz salahiyetli zakirbaşı, ellerinde pirinç halîle ile Nev-be'yi idare ederlerdi. Yaşlı dedeler ile diğer zâkirler Kuddüm vurur, dervişler Mazhar çalardı. Misafir olarak gelen kıdemli şeyh efendilere de, "El Kud-dümu" verilirdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 3:58 pm

Alıntı :
MÜRİD


Arapça, isteyen demektir. Allah'a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan ( bey'at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufi anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1- Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Süfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan süfiye, vasıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:




Mutlak mürid: Şeyhine "niçin?" sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.



Mücaz mürîd: İç ve dışa ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.

Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konulara karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takva), edeb ve sıdk (doğruluk) üzere olması gerekir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:00 pm

Alıntı :
TASAVVUFİ TERİMLER

Dervişlik Nedir?
Şeyh Remzi er-Rufa'î




Başına 'arakiye, arkasına 'aba giyerek ayin günleri ba'zı dergahlara devam etmek ve orada mücteme'an vaki' olacak zikirlerde hazır bulunmaktır.
Feraiz ve vacibat-ı îlahiyye ve Sünen-i Nebeviyye yi kema yenbeği îfa etmekle beraber lezzet-i 'ubüdiyyeti idame ve "La yezalü'l- 'abdü yetekarrebü ila bi'n-nevafil" hadîs-i kudsîsî mucibince nevâfil ile de iştigal etmek için bir şeyhe inâbe etmek ve ta'lim edeceği evrad ve ezkâra müdavemetle ehl-i riyazet ve sahib-i takva olmaktır.
(Ye'bne adem innema 'arefenî men 'arefe nefsehü ve innema vecedenî men tereke nefsehü a'rif nefseke ya insan lita'rufinî) emr-i kudsîsî mucibince nefsini bilmek ve Rabb'ini bulmak maksadıyla bir mürşid-i kamile teslim olarak mücahadatını îfa ve ahlakını tasfiye ile ruhunu tecellî ettirmek ve Rabb'ına vasıl olmaktır.
Mürşid-i kamil olan şeyhine ne 'aynî ve ne de gayrî olmak şartıyla kendini benzeterek iradesiz mürîd olmak, ya'ni Hazreti Cüneyd'in (levnü'l-mai levnüinaihî)" =suyun rengi kabının rengindedir= ve Derviş Yünus'un (Halk içre bir ayineyim, herkes bakar kendin görür) kelamları mazmünunca bila-makam her makamdan görünmektir.
Şu ta'rîfattan anlaşılıyor ki dervişlik ne yalnız surette, ne de yalnız sîrettedir. Hem surette ve hem de sîrette olmak lazımdır. Binaenaleyh, dervişlere enfüsî ve afakî olmak üzere iki vazîfe-i asliye terettüp ider. Vazîfe-i enfüsiyye, cismanî ve ruhanî kendi nefsine, vazîfe-i afakiyye, 'alem-i beşeriyyete karşıdır.
Dervişlerin kendi nefsine karşı olan vazîfesi: Sinn-i mükellefiyete vasıl olur olmaz dünyaya ne için ve kimin tarafından ne suretle getirilmiş olduğunu mülahaza ederek mebde' ve me'adını anlamağa çalışmak bunun için de evvel emirde tahsîl-i 'ulum ve funun ile eşkal ve havass-ı zahiriyyesini, ba'dehü iktisab-ı 'irfan ile ahval ve havass-ı batıniyyesini, elhasıl, vezaif-i insaniyyesini öğrenmektir. Hazret-i Rasül-i Ekrem (s.a.v) "el-'ilmü 'ilmani, 'ilmü'l- ebdani sümme 'ilmü'l -edyan" buyurmuştur. Şüphe yok ki buradaki 'ilmü ebdandan maksad fen-i tıp değildir. îlm-i nefsdir ki ademiyyetin zahiriyat ve batıniyatına şamildir, (men 'arafe nefsehü fekad 'arafe Rabbehü) hadîs-i şerifi de bunu müeyyeddir. Me'a haza bir salik tabîb dahî olursa 'ılm-i nefsi daha sühuletle elde eder ve teferru'atını anlar.
Burada bir sual varid-i hatır olabilir. O da cahil olanlar derviş olamazlar mı? Halbuki Derviş Yunus gibi ümmi nice salikler gelmiştir. Evet (zalike fadlullahi yü'tihî men yeşaü) olabilirler lakin nevadirdendir. Bundan ma'ada derece-i kemalde behemehal noksan olurlar çünkü Cenab-ı Hakk (Hel yestevi'l-lezîne ya'lemüne ve'l-lezîne la ya'lemün) buyurmuştur. Bilen ile bilmeyen müsavi olamaz. Esasen kemal-i evliyaullahtan olan İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i 'Arabî, Mevlana Celaleddîn-i Rumî kaddesallahu esrarahüm gibi zevat zamanların da 'ulüm-ı zahiriyyede dahi yed-i tüla sahibi idiler ve bu suretle meratib-i insaniyyeyi tamamıyla idrak ederek mürşid-i kamil olmuşlar idi, Ba'zı evliyaullahın, 'ilm, sülük için hicabdır dedikleri varlık itibariyledir.Yani salik kendi ilmine istinad ederek mürşidinin telkînatını kabul etmez ise 'ilmi hicab olur demektir. Yoksa ilimsiz, akılsız dervişlik olmaz. Bunun içindir ki meczübîn ile kamilîn arasında zahirî ve batınî pek büyük farklar vardır. Şu halde derviş olmak için evvel emirde kuvve-i 'akliyye ve zekaiyyesi tam bulunmak ve vezaif-i insaniyesinin zahiriyatını müte'addit hocalardan, ulemadan öğrenmiş ve ma'neviyatını da bir veyahut birkaç mürşid-i kamilden ahz ve telakki etmiş bulunmak şarttır.
Burada dahi bir sual varid olur şöyle ki: Müte'addit hocalardan tederrüs etmek kabul olunursa da seyr u sülük için birkaç mürşide ne ihtiyaç var, bir mürşid kafi değil midir? Hayır! Eğer mürşid cidden haiz-i cemi'î kemalat olmazsa kafi değildir. Nitekim kibar-ı evliyaullahdan ekseri birkaç mürşide hizmet etmişlerdir. Vaktiyle meşayıh dervişini bir raddeye kadar kendisi terbiye ederek isti'dadını fazla görürlerse diğer meşayiha gönderir ve anlar ma'rifetiyle ikmal-i sülük ettirirler idi. Ve dervişlerinin her halde noksan kalmamasına i'tibar ederler idi. İşte bir derviş zikir olunduğu vech ile nefsine karşı olan vezaifini öğrenirse kendini halen ve tamamen mürşidine benzetmiş bulunur ki bu surette kendisi mürşidinin ne aynı ve ne de gayrı olur. İnsan-ı kamil buna derler.
Dervişlerin 'alem-i beşeriyete karşı olan vazîfesine gelince: Bir derviş kendisi nasıl hocalarından, mürşidinden ya'nî alem-i beşeriyetten 'ilim ve 'irfan ahz ve telakki ederek tefeyyüz itmîş, adem olmuş ise anı ya'nî aldığı ilim ve irfanı yine 'alem-i beşeriyyete i'ade ederek borcunu te'diyeye, emaneti red ve teslime mecburdur. Bu borç bir deyn-i ma'nevîdir ki ehl-i himmet ve hamiyyet olan dervişler te'diye etmişlerdir. Hazret-i Fahrü'l-Mürselîn (s.a.v.) Efendimiz: "Allahümme'kdi 'annî deynî � buyurmuşlardır. Bu deynden murad hakikatta deyn-i suverî değildir. Belki beşeriyete olan deyn-i ma'nevîye işarettir. Halbuki Zat-ı Risalet Penahileri alem-i beşeriyyete olan deynlerini te'diye ettikten ma'ada la yefna hazineler dahî bırakmışlardı ki bugün biz, ümitleri anları israf etmekteyiz, (el-Uulema-ü Veresetü'l- Enbiya) hadîs-i şerif; matükunca 'ulema, 'urefa bu hazineleri tevarüs etmişler, isteyenlere bezi etmekde bulunmuşlardır.
Hakîkaten ekser-i evliyaullah kendilerini mürşidlerine benzettikleri gibi yüzlerce efrad-ı beşeri de kendilerine benzeterek adem etmişler, 'alem-i beşeriyete sermayeler terk etmişlerdir. Ashab-ı hasenattan biri bir cami yaptırarak bir hayır işler. Lakin o cami kendi gibi bir cami yaptıramaz. Halbuki bir hayrü'l halef bırakabilirse o da diğerini, üçüncü dördüncüyü, elhasıl, müselsel olarak ila nihaye yekdiğerini ıslah ve terk ederek salah-ı halî, ahlak-ı Muhammedi'yi idame ederler ki maksüd-i aslî dahî budur. Binaenaleyh dervişlik yalnız nefsini kurtarmak değil, ebna-i cinsinden birkaçım dahî kurtararak tertîb-i meratibi insaniyye etmek (ve hüve'1-lezî ce'aleküm halaife fi'1-ardi) kelam-ı 'izzetinin esrarım izhar eylemektir.
Ebna-yı cinsinden hiç olmaz bir kimseyi ıslah ile helak-i ma'neviden kurtaramayan dervişlerden 'alem-i beşeriyet da'vacıdır. Hazret-i Rasür-i Ekrem (s.a.v.): "eş-Şerefü bi'l-edeb la bi'n-neseb" buyurmuşlardır. Hüner evlad-ı sulbiyye değil evlad-ı ma'neviyye yetiştirmektedir. İşte dervişliğin vezaif-i asliyesinden olan vazifeyi muhtasaran beyan ettik. Bunları nazar-ı ehemmiyetten dür tutan dervişler emin olsunlar ki 'ömürleri oldukça dergahlarda püşt-pâ ursalar üç 'arakiyeyi yedi cübbeyi birbiri üzerine giyseler yine derviş-i hakîkî olamazlar.
Şeyh Remzî er-Rufaî
[ TASAVVUF-İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi Sayı 2 - 5 Ocak 2001]



TASAVVUF

Bismihi Teala :
" Rahman olan Allah' ın ( has dostları ve ) kulları yer yüzünde tevazu hali içinde yürürler. Cahiller kendilerine takıldıkları zaman, güzel ve yumuşak söz söylerler." Kuran-ı Kerim Furkan Suresi 25/63
" İyilik ve takva üzerine yarışınız " Kuran-ı Kerim el-Maide Suresi 2
" Ümmetim içinde ilham ve keşfe mazhar bazı insanlar vardır. Ömer de bunlardan biridir." Hadisi Şerif -Sahih-i Buhari, Fezail 16
" Tasavvuf Kur'an ahlakıdır. Resulullah'ın deruni ahval ve halatı, şeriatin ince adabıdır. Tasavvuf bencillik değil, diğerbinliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir; laf ebeliği değil, samimiyet, ihlas ve hikmettir. Kalp temizliği, irfan yüceliği ve amel-i salih mektebidir. İnsanı-ı Kamil olmanın yolu ve yöntemidir. Kıyl-ü kal değil, güzel haldir. Taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir, gözlere nur, gönüllere sürurudur."
Tasavufun ne olduğu sorulan Cüneyd-i Bağdadi ( K.S ) şöyle cevap vermiştir:
" Yaratıklarla alakayı kesip Allah ( CC ) ile olmaktır."
Ruveym b. Ahmed ( K.S ) : " Tasavvuf, nefsi Allah ( C.C )' ın iradesine teslim etmektir."
Semnun ( K.S ) : " Tasavvuf hiçbir şeyin sana, senin de hiçbir şeye malik olmamandır."
Cüneyd: "Tasavvuf, vakitleri muhafaza etmektir ", demiştir. Bu da kulun haddini bilmesi, Rabb'ına muvafakat etmesi ve vaktinin gayrisi ile bulunmamasıdır (hâline razı olmasıdır) .
İbn Atâ: "Tasavvuf, Hakk'la beraber istirs âl (Kulun kendisini kayıtsız ve şartsız Allah'ın irâdesine teslim etmesi) dir." demiştir:
Ebu Yakub Süsi: "Süfi, sebebin rahatsız etmediği ve talebin yormadığı kişidir", demiştir. (Çünkü o sebebi değil, Allah'ı görür, bir şeyin istek ve irâde ile değil takdirle hasıl olduğunu bilir) .
"Tasavvuf nedir", diye soran bir zata Cüneyd (k.s.) şöyle dedi: "Tasavvuf, sırrın ve ruhun Hakk'a ulaşmasıdır. Buna nâil olmanın yolu, nefsin, sebepleri görmekten fâni olmasıdır. Bu ise ruhun kuvvetli ve Hakk'la kâim olması sayesinde mümkün olur."
"Sufilere neden sufi denildi", sorusuna Şiblî (k.s.) şu cevabı verdi: "Çünkü sufilerin sıfatları var, şekirleri ( r u s û m ) mevcut. Böyle olmak onların nişanıdır. Şayet sıfatların var ve şekillerin mevcut olmaması onların nişanı olsaydı o zaman sıfat ve şekle sahip olmamak onların nişanı olurdu". Şibli, sufilere sufi denilmesini sıfat ve şekle sahip olmalariyle izah etmiş, hakikat derecesine ulaşan bir sufinin resmi (şekli) ve sıfatı olabileceğini kabul etmemiştir. (Hakiki sufide sıfat ve resim yoktur, bu dereceye ulaşmamış olan sufilere eski sahib bulundukları sıfat ve şekiller dikkata alınarak s u f i y e denilmiştir) .
Bayazid Bistami (k.s.) ; "Sufiler, Hakk'ın kucağında (ve himayesinde) ki bebeklerdir", demiştir. (Anne bebeğin ihtiyaçlarını temin ettiği gibi Allah da onların ihtiyaçlarını sağlar) .
Ebu Abdullah Nebâci (k.s.) ; "Tasavvuf b i r s â m (bir delilik nevi) hastalığı gibidir. Başlangıçta insan saçmalar. Fakat bu hâl kendisinde iyice yerleşince lâl olur. Yani sufi başlangıçta makâmından bahseder, hâli ile ilgili bilgiler anlatır. Fakat keşfi açılınca hayrette kalarak sukut eder". (Maksadı sözle anlatmak vuslat hailnde olmayan sufilerin hâlidir, tasavvufun son merhalesine ulaşanlar h a yr e t içinde kalır ve sukut ederler. Sukut sözden üstündür) .
Fâris'in şöyle dediğini işitmiştim: "Nefsâni arzular, insanın önünde duran büyük ve önemli işlere galebe çalınca, en doğru olanı tercih etmek bahis konusu olur. O zaman bu hâl sözle açığa vurulur ve yayılır. Vuslat makâmına ulaşılınca, nefisle nefsin arzuları arasına perdeler çekilir, o zaman her an sukut etmekten başka yapılacak bir şey bulunmaz". (İnsan nefsi ile çatışma hâlinde bulunduğu zaman en iyi hareket tarzını tercih etme imkânına sahip olur. Onun için de durumu sözle ifade eder. Kendinden geçip nefsinden gâib olunca susmaktan başka bir şey bahis konusu olmaz) .
Ebu Hüseyn Niıri'ye (k.s.) ; "Tasavvuf nedir", diye sorulmuş, o da ; "Makâmı yaymak ve kıvâma vâsıl olmaktır" , demiştir. "Peki sufilerin ahlâkı nedir" diye sorulunca, "başkalarını sevindirmek ve onlardan gelen eziyeti görmemezlikten gelmektir" , demiştir.

"Makâmı yaymak" , sufi başkasının hâlinden değil, sadece kendi halinden ilim dili ile bahseder, demektir. "Kıvama ermek", sufinin hâli, içinde bulunduğu hâli bırakıp başkasının hâli ile meşgul olmasına engel, olur, manasına gelir.
Bu konuda bize Ebu Hüseyn Nuri'nin şu şiiri okunmuştur:
"Bana öyle bir hâl verdin ki hâlimi anlatmaya ihtiyaç kalınadı. Konuşamayan bir kimse maksadını sözle nasıl anlatır?"
"Hâl, hâl sahibine tercüman olmadıkca, hâl iddia eden bir kimseyi tasdik etmek mümkün değildir". (İçteki Allah korkusu hâli dışta o kadar âşikâr olmalı ki bunu sözle anlatmaya lüzum kalmamalı).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:02 pm

Alıntı :
TASAVVUF ALEMİNİN HALLERİ



Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyuruyor ki:
"Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allah, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji yasaları diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allah'ın bu âdeti içinde meydana gelmektedir.
Allah sevdiği insanlara, iyilik, ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ: Peygamberlerden âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna gelen şeylere "mûcize" denir. Peygamberlerin ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı meydana gelen şeylere "kerâmet" denir. İbn-i Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor ki: "Mu'tezile ve Vehhâbîler, kerâmete inanmadılar. İmâmü'l-Haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn), kerâmetin câiz olduğunu isbât etmişlerdir." Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "firâset" denir.Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse"İstidrâc" denir ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir.Kafirlerden zuhûr edenlere ise "sihr" yâni "büyü" denir.

MÛCİZE : Allah'ın, peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân ettiği ve onların isteği ile yarattığı hârikulâde yâni âdet dışı, olağanüstü hâllere ise mûcize denilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir şeyin mûcize sayılabilmesi için şu şartların gerekli olduğunu beyân buyurmuştur: Allah, o şeyi mutâd, alışılmış sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Harikulâde, olağanüstü olmalıdır. Nebi olduğunu söyleyen kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır. Peygamberlerin isteklerine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize, Nebi olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, (aslında) o peygamberin mûcizesidir.
Ahmed Fârûkî Serhendî'nin ifâde ettiğine göre: Allah, her peygambere kendi zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazlık yaygındı. Allah Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, büyük yılan olup sihirbazların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbazlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak hemen îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti. Tabîbler başarılarıyla öğünürlerdi. Allah, Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme, anadan kör doğanların gözlerinin açılması gibi mûcizeleri ihsân etti. Tabîbler âciz kaldılar. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm zamânında ise; Arabistan Yarımadasında şâirlik ve belâgat sanatı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Şâirler yazıp okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Bu şekilde öğünmek sadece şâirde değil, mensûb olduğu kabîle için de bir öğünme vesîlesi idi. Allah, Rasûlullah efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip, kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.



Kudüs ve Mescid-i Aksâ


Büyük âlim Abdülganî Nablüsî'nin de belirttiği gibi, Allah'ın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da, Allah onlara mûcize ihsân eder. Harputlu İshâk Efendinin dediği gibi, Resûlullah'ın, sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup, bâzıları şunlardır: Mîrâc mûcizesi, Şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların, mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi.

İRHAS : Nebi olacak bir zâttan, nebi olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve peygamberliğine müjde olan âdet dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere, işlere irhâs denir. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâstı (çoğulu irhâsâttır).

KERÂMET : Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler, üstünlükler kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî'nin dediği gibi, Allah, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.
İmâm-ı Rabbânî; "Kerâmet haktır. Şirkten yâni Allah’a ortak koşmaktan, kaçıp kurtulmak, mârifete kavuşmak, kendini yok bilmek kerâmettir." demektedir.
Abdülganî Nablüsî ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâmetin yalnız Allah'ın dileği ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiç bir tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir.

KEŞF : Lügatte açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir.
Tasavvuf büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar, keşifler, ahkâm-ı şer'iyye için sened ve vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, şerîate (İslâmiyete) uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksad, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için ağaç dikmek şarttır. Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'iyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz.

FÎRASET : Sözlükte görüş, zan ve idrâkta (anlamakta), tecrübe ve delîller vâsıtasıyla dikkatle bakıp isâbet etmek mânâsına gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin ümmetleri arasında, evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici şeyler, dıştan içi anlama, yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Taberânî'nin (r.aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte; "Müminin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allah'ın nûru ile bakar." buyrulmuştur. HâceAbdullah Ensârî'nin beyânına göre, firâset iki türlüdür. Birincisi, mârifet sâhiplerinin (Allah’ı tanıyanların) firâseti olup, talebenin kâbiliyetini keşf etmek, anlamak, Allah'ın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken, açlıkla nefislerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. Kıymetli olan, mârifet sâhiplerinin, Allah adamlarının firâsetine inanıp bağlanmaktır.
Şâh Şücâ Kirmânî harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına kapılmaktan koruyanın, sünnete uyarak zâhirini, dışını süsleyenin, helâl lokma yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir.
İmâm-ı Rabbânî, firâset, sâlih kimseleri temyiz ve teşhis etmek, bulup ayırmaktır demiş; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ise, firâsetin, îmân kuvvetinden doğduğunu kimin îmânı daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette keskin, şiddetli, isâbetli ve doğru olduğunu belirtmiştir.

BASÎRET : Eşyânın hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi, kalp gözü ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı Kuşeyrî; "Allah, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Rasûlullah efendimizin; "Mümin, Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Biz (dünyâyı isteyenlerin de, âhireti isteyenlerin de) her birine, kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin atiyyesi, ihsânı, (dünyâda, mümin ve kâfir hiç kimseden) men edilmemiştir." (İsrâ sûresi: 20)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:02 pm

Alıntı :
KEMAL : İyilikler, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri, olgunluklar demek olan kemâlât, nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup, çok yüksek evliyâlık makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman, Allah'ın ihsânı ile, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir.
İmâm-ı Rabbânî; "Velâyetin, velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat, şerîatin hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki şart gibidir." demiştir.
Evliyâlık makamlarından biri olan kemâlât-ı vilâyete gelince, bu konuda İmâm-ı Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet (peygamberlik kemâlâtı), kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme, kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir, demiştir.

İSTİDRÂC : Fâsıkların (günahkârların), bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri, âdet üstü hârikulâde hâdiseler göstermeleridir. Allah, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allah, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse, istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
İmâm-ı Rabbânî, "Bir kimse, peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidraçtır. Sonu zarar ve ziyândır." demektedir.

SİHİR : Tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan işe, müslüman olmayanlardan ortaya çıkan âdet dışı şeylere, büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır." İhyâ'da geçen diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Müslüman, büyü yapmaz. (Allah saklasın) îmânı gittikten sonra, büyüsü tesir eder." buyrulmuştur.
Abdülhakîm Arvâsî, büyünün insanları hasta yaptığını, sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olduğunu, yâni cesede ve rûha tesir ettiğini, kadın ve çocuklara tesirinin daha çok olduğunu belirtmiştir.
İmâm-ı Nevevî, sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür; böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır demiştir.
İmâm-ı Rabbânî, sihrin tesirinin kat'î olmadığını, ilâcın tesiri gibi olup, Allah'ın, isterse yaratacağını, istemezse, hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde etmiştir.

KEHANET : Gaybın sır ve hallerini bilirim iddiâsında bulunmaya, kâhinliğe Kehânet denir. Berîka'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhipleri, benden değildir." buyrulmuştur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmeyen şeyleri onlara sormamalı, onlar gaybı bilir sanmamalıdır, deyip, gaybı ancak, Allah ve O'nun bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir.Muhammed Mâsum Fârûkî ise şöyle demiştir: "Hakîkî mümin, batıl inançlara inanmaz, sihir, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı muska, mâvi boncuk, kehanet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen sahtekârlara inanmaz."

MEKR :Mekr, bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak, istidrâc yâni Allah'ın, bir kimseye bir müddete kadar, devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allah'ın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allah'ın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi; Allah'ın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması, kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması mânâlarına gelir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruluyor: "Allah'ın mekrinden emîn mi oldular? Hüsrâna uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve günâhlar sebebi ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allah'ın mekrinden emîn olmaz." (A'râf sûresi: 99)
Hazret-i Ali, şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen, bunların kendisi için Allah'ın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır demiştir.
Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa ise şunları söylemiştir: "İnsanın, işine göre ömrü ve rızkı değişir, iyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece Allah, birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îman ile gönderir. Başka birine kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Rasûlullah efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb, sebbit kalbî alâ dînike." duâsını okurdu (ki, ey büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bunu işitince; "Ya Resûlallah! Sen de kalbinin dönmesinden, korkuyor musun?" dediklerinde; "Allah'ın mekrinden beni kim emin eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)." buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde; "İnsanların kalpleri, Rahmân'ın kudretindedir. Kalpleri, dilediği gibi çevirir." buyrulmuştur. Yâni Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir.
Senâullah Dehlevî, bu konuda şöyle demektedir: "Allah’dan yüz çeviren birçok kimsenin, dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyorsa da, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felaket tohumlarıdır. Allah'ın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresin 55 ve 56. âyetlerinde meâlen; "Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyorlar? Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar." buyruldu. Kalplerini, Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar, hep haraplıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.
Yine büyük âlim Senâullah Dehlevî ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî, Allah'ın mekri ile insanların mekrleri arasında fark olduğunu belirtip, insanların mekrinde, başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir; Allah'ın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle herkese hayır, iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenalığını bildirmek ve bazılarının tövbelerine sebeb olmak bakımındandır. Bunda mekr yapanların bizzat kendileri için de hayır ve hikmet vardır, demişlerdir. Şunu da ifâde etmişlerdir: Allah mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için, Allah'ın bu fiiline mekr denilmiştir. Yoksa Allah’a doğrudan mekr isnâd edilmez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır.

AYET : Bir de sözlükte, alâmet, işâret, mûcize, ibret mânâsında kullanılan âyet kelimesi vardır. Bu kelime, Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret, mûcize mânâsını da ihtivâ eder. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: "(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler), ne olur, Allah bizimle (senin hak Rasûl olduğuna dâir) söyleşse, konuşsa, yâhut (bu hususta) bize bir âyet (mûcize) gelse dediler. Onlardan evvelkiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir." (Bekara sûresi: 118)
Mü'mîn sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde ise, Allah meâlen şöyle buyurmuştur:
"Size, (varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Bu âyetlerden, Allah’a inananlardan başkası ibret almaz."

BURHAN : Bir dâvâyı(sözü) isbât eden kesin delile, kendisi bilinince, başkası da bilinen şeye burhân adı da verilir.

BEYYİNE :Bir de delil, sened, burhân, şâhid, mûcize mânâlarında kullanılan beyyine kelimesi vardır. Kur'ân-ı kerîmde A'râf sûresinin 73. âyetinde meâlen buyruldu ki:
"Semûd (kavmine de) kardeşleri Sâlih'i gönderdik. O, kavmine şöyle dedi: "Allah’a ibâdet ve itâat edin. O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size, Rabbinizden açık bir beyyine geldi. Allah'ın şu dişi devesi, size peygamberliğimi isbât eden bir beyyine ve alâmettir. Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir azâba uğrarsınız."

ATIYYE : Ebü'l-Abbâs Mürsî; "Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir (ihsân, lütuf, bağıştır). Fakat Resûl-i ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye muhtaçlara, hediye ise sevilenlere verilir." demiştir. Hediye, bağış, Allah'ın ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:07 pm

Alıntı :
TASAVVUF ÂLEMİNİN KİŞİLİKLERİ



ÂRİF: Allah’dan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle bilen ve O'nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız ârif denir. Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: "Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir." Süleymân bin Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü, Allah'ın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve Allah'ın râzı olup beğendiği şeyleri istemesidir." Bâyezîd-i Bistamî ise; "İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce Allah'a bağlıdır. O'ndan başka hiç bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş yere konuşmaz, devamlı Allah’ı düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Rasûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!" îkazını yapmaktadır.

VELÎ :Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, Allah'ın ve Resûlünün çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, Allah'ın evliyâsı için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü de yoktur." (Yûnus sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Evliyâ görülünce, Allah hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ise; "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..." buyrulmaktadır.

Allah'ın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb, erbâb-ı dil, ibnü'l-vakt de denmektedir.

Allah'ın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan, gafletten uzak, Allah adamı kimselere, velîlere Ricalullah, Ehlullah adı da verilmektedir.

Yahyâ bin Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allah ile berâber olur." demiş, İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı kirâmın (kuddise sirruhum), Allah'ın izni ile günâhı çok müminlere şefâat edeceklerini ifâde etmiştir.



ŞEYH :Zahir ve batın ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hakk yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâde etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir.

En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden 1240 (H.638)'ta Şam'da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî'nin ünvanıdır.

PÎR :Tasavvufî literaturde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allah’a kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan (arzulanan, istenilen) Hak sübhânehüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ; "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allah’a yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir." demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir.

GAVS :Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî zâta, Allah'ın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.

Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.

EBDÂL :İnsanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir velî bedel kılındığından yâni görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl veya büdelâ kelimesi ile tanınmışlardır. İrşâd ehli yâni insanlara doğru yolu gösteren velîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde etmiştir. Hilyet-ül-Evliyâ'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allah, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler." Abdullah ibni Mes'ûd; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler." buyurdu.

KUTUB (Çoğulu AKTÂB ) :Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.

Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Rasûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Rasûlullah efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler.

Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.

Kutb-i irşâdagelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Rasûlullah efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:08 pm

Alıntı :
İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allah’ı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allah’ı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allah’ı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."

EVTÂD :Evliyâdan (Allah'ın sevdiği kıymetli kullarından) ve ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek dört zât vardır ki, büyük âlim ve velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre bunlar, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevî bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalîm, kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).

Allah'ın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî'nin belirttiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara nücebâ denilmektedir.

HAVASS :Avâm kelimesinin zıddı olan ve hâslar, seçkinler, büyükler demek olan havâss, ilim ve tasavvufta, avâm ve mukallid hâlinden kurtulup, ictihâd ve velâyet mertebesine yükselen seçkin zâtlardır. İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar. Ebû Osman Mağribî'nin belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri) kendinden değil, Rabbinden bilirler.

MURAD : Murâd , cemal makamlarına riyazet ve mücahede ile değil ilahi iradenin şefkatiyle götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allah'ın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen talebeler) murâdlar diye isimlendirilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve sevilenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur.

ÜVEYSİ : Mürşidi bulunmakla berâber, ayrıca vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören zâta üveysî, bu yolla kemâle ermeye, olgunlaşmaya da üveysîlik denir.

Abdülhak-ı Dehlevî, Peygamberler ve evliyânın vefâtlarından sonra, onlardan yardım istemeye, âlimlerin câiz, olabilir dediklerini, tasavvuf büyüklerinin, bunun doğru olduğunu bildirdiklerini ifâde etmiş, büyüklerden birçoğunun üveysîlik yoluyla yükseldiklerini söylemiştir. İmâm-ı Rabbânî de, Bahâeddîn-i Buhârî'nin üstâdının Seyyid Emîr Külâl hazretleri olduğunu, fakat ayrıca Hâce Abdülhâlık Gücdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî olduğunu zikretmiştir.

MUHLAS :Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele geçen ihlâs devamlı olup, hakkal-yakîn mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi, her şeyi Allah'ın rızâsı için yapan muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzûsu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile, ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler arasında fark çoktur. İlim ve amele dâir öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan kelâm ilminin bilgileri, tasavvuf yolunda ilerleyenlerde keşf yolu ile hâsıl olur, ele geçer. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp, nefis ve şeytandan hasıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz. Günâhlar, harâm olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "İblis, senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allah'ın kullarından) muhlas olanlar hâriç hepsini azdıracağım, dedi." (Sâd sûresi: 82-83).

MUKARRABÎN :Allah’a yakın kullar, yakınlaştırılmışlar mânâsına gelir. Hadîs-i şerîfte; "Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur." buyrularak onların dereceleri belirtiliyor. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Îmânları ileride olanlar, Allah'a yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir." (Vâkıa sûresi: 10) buyurmaktadır. İmâm-ı Gazâlî onları şöyle târif etmektedir: "Mukarrebler, Allah için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan, konuşmaktan sakınırlar. Bunlar, din için niyet etmedikçe hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmak niyeti iledir. Her şeyleri Allah içindir."

İmâm-ı Rabbânî de, bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mukarrebler asla yakın olanlardır. Rahat ve rahmet bunlar içindir. Kıyamet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmezler."

MÜCEDDİD :İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm Nebi (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini yapar."

Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Rasûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allah onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı."

Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir.

Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir.

Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı. Rasûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allah, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır."

RİCAL-İ GAYB :Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, Allah'ın emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî'nin ricâl-i gaybden olduğunu söylemektedir.

ÂBİD:Sözlük anlamı çok ibadet eden, kulluk görevlerini yerine getirmede noksansız olmağa çalışandır. Miftâh-un-Necât'ta zikredilen bir hadîs-i şerifte; "Allah'ın harâm kıldığı (yasak ettiği) şeylerden sakın ki, insanların en âbidi olasın." buyrulmuştur.Her insan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allah’ı yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, Allah’a kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Bunun için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir.

ZÂHİD Very Happyünyâya düşkün olmayan, şüpheli olur korkusu ile mübâh olanların (yâni izin verilenlerin, helâl olanların da) çoğundan sakınan kimse mânâsına gelen zâhid, İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır. Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte; "Allah, bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirette râgıb (rağbet eden, isteyen) yapar. Ayıplarını ona bildirir." buyrulmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:11 pm

Alıntı :
Sufilerin Özellikleri



AŞK: Allah’ı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allah’ı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.
İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.

TAKVÂ : Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allah’dan korkarak, haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allah, o takvâ sâhiblerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Rasûlullah efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."

VERÂ : Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allah'ın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allah'ın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.
Hasan-i Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.

ZÜHD : Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." buyurmuştur.

İHLAS : Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allah, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Rasûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Seyyid Emîr Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır." cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.

MARİFET : Gönülle bilmek, Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; "Mârifetin hakîkati, Allah’ı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allah’dan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve Allah’a yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet, her durumda kulun, Allah'ın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.
Allah’ı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez." buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.
Hâdimî hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allah'ın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.

İLİM : Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir. Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i bâtın, Allah'ın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i bâtın ile kulun, Allah’a yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.
Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Rasûlullah efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allah'ın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr ise : "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i ledün ise, Allah'ın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir." buyurmuştur.
İmâm İbn-i Mâce'nin Sünen'inde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır." buyrulmuştur. Ed-Dürrü'l-Muhtâr'daki hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır." Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah efendimiz; "İlmi ile amel edene, Allah, bilmediklerini bildirir." buyurmuştur.
Abdülhak-ı Dehlevî Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk'dan alarak diyor ki: "İmâm-ı Mâlik; "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid'at sâhibi) yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır." buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî'nin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Haris-i Muhâsibî, Şâfiî idi (kaddesAllah esrârehüm)."
Ebü'l-Esved ed-Düelî; "Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmederler." demiş, Lokman Hâkim de oğluna şunu söylemiştir: "Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım." Ayrıca; "Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar." buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı Dehlevî, "İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir." demiştir.

LEDÜNNİ İLİM : İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)
Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allah'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.
Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."
Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:11 pm

Alıntı :
YAKÎN : Şek ve şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı verilir. Râmûzu'l-Ehadîs'teki bir hadîs-i şerîfte; "Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam ve günâhlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah'tan o ikisini isteyin." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; "Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler, zât-ı ilahînin zikrinden ve kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır." demiştir. Hazret-i Ali ise; "Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir." buyurmuştur.

MAİYYET : Sözlükte berâberlik, beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allah ile beraber olma, O'na kavuşma yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah; "Maiyyet yolu, cezbe (Allah'ın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan Allah’a kavuşmak nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir." hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir." demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise; "Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek gönlünü, bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mârifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı." demiştir.

SEYR U SÜLÛK : Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı Rabbânî; "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eşyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu, seyr-i âfâkîde ele geçen şeylerin bir hiç mesâbesinde olduğunu belirtmiştir.
Ebû Saîd-i Harrâz; "Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur." demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî, "Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah'ın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır." buyurmuştur.
Allah'ın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah'ın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allah’a kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir." demiştir.
Allah’a doğru olan yolda ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de içine alan tasavvuf yolculuğuna seyr-i ilallah denilmektedir.
Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî; "Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allah'ın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah'ın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz." demiştir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî; "Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeye bağlıdır." buyurmuştur. Seyr-i murâd (murâdların, seçilmişlerin Allah'ın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol) ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalp hastalıklarına (kalbin Allah’dan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir.
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh; "Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makâmı, peygamberlere mahsûstur." demiştir.

KURB : Yakınlık, yakın olmak demektir ki, Abdülganî Nablüsî; "Allah’a farzlarla hâsıl olan kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptıkları farzlar hâsıl eder." demiştir. İmâm-ı Rabbânî, kurb ve visâl (kavuşma) lezzetinin Cennet nîmetlerinin lezzetinden ziyâde olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbının da Cehennem azâbından beter olduğunu ifâde etmiş, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzların kurb hâsıl etmesi için, nâfile ibâdetleri de yapmanın şart olduğunu belirtmiştir.
Allah’a yakın olmak, vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî terimiyle de ifâde olunur ki, Abdullah-ı Ensârî bunun; Allah’dan başka her şeyi unutmak olan fenâdan sonra, Allah tarafından, evliyâsına ihsân olunacağını beyân etmiştir. Kurb-i nübüvvet ve kurb-i velâyet olmak üzere iki türlü kurb vardır. Kurb-i nübüvvet, nübüvvet kemâlâtına, olgunluklarına kavuşma, nübüvvet yolu ile Hakk'a erme demektir. İmâm-ı Rabbânî'nin belirttiğine göre, kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve bunların arkadaşı olan sahâbîleri Allah’a bu yoldan kavuşmuşlardır.
Allah’dan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma, kurb-i velâyet adını alır. Yine İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, bir velînin kurb-i velâyet yolunda ilerleyerek, kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, yâni her iki yoldan feyz alması câizdir.
Bir de kurb-i ebdân tâbiri vardır ki, bedenlerin birbirine yakın olması, yakın bulunmak demektir. Kurb-i ebdânın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki, Rasûlullah efendimizin sohbetinde bulunmayan hiç bir velî, bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Rasûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Büyük İslâm âlimi Abdullah bin Mübârek hazretlerinden; "Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" diye soruldu. Cevap olarak; "Hazret-i Muâviye, Rasûlullah efendimizin yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir." buyurdu. İmâm-ı Rabbânî; "Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalı. Nîmetlerin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakınlık sebeplerini elden bırakmamalıdır." buyurmuştur.

CEM'İYYET : Sözlükte toplum, topluluk, toparlanma, toplanma demek olan cemiyyet, hep bir olanı müşahede (eserlerini görmek) ile meşgûl olup, kendinden dahi habersiz olma hâli yâni kısaca rûhunu ve kalbini toplayıp, Allah’dan başkası ile olmama hâlidir. İmâm-ı Rabbânî, cemâatle kılınan beş vakit namaz ve devâmlı Allah’ı zikretmenin cemiyyete sebeb olacağını beyân etmektedir.

HUZUR : Allah’dan başka hiçbir şeyin kalpte bulunmaması, berâberlik, birlikte olma, hâzır bulunmaya huzur da denir. Muhammed Mâsûm Fârûkî, huzur, gafletten kurtulmaktan ibârettir demiş, ayrıca huzurlu ve uyanık olan kalbin namazda, uykuda ve vilâyette aynı olduğunu, huzur ve uyanıklığın kalbin melekesi olup onun gerekli sıfatları olduğunu, hiç bir zaman ayrılık kabûl etmediğini ifâde etmiştir.

TEVECCÜH : Teveccüh, tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden önemli olanlarındandır. Bu, bir velînin, Allah'ın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki, mâsivâ (Allah’dan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerine feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve faydalarla doldurması, yüksek derecelere kavuşturması demektir. Muhammed Mâsûm; "Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühünü, zulmet ve keder dağlarını, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sadık talebeden kaldırıp, uzaklaştırır." demiştir. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ; "Tasarruf sâhipleri üç kısımdır. Bir kısmı, Allah'ın izni ile, her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makamına eriştirir. Bazısı, Allah'ın emri olmadan tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalplere tasarruf ederler." demiştir.
İmâm-ı Rabbânî; "Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de müridin (talebenin) ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur." demiştir.
Teveccüh, bir de, bir kimsenin, hayatta veya vefât etmiş, kabirde olan bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi mânâsında kullanılır. Abdullah-ı Dehlevî, bu konuda şunları söylemektedir: "Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da kelîme-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allah’a yaklaşmaya çalış. Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir diğerinin faydasından daha çoktur."

HİMMET : Lügatte kasd, irâde, kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta Allah'ın velî kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allah’dan dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması demektir. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allah'ın isimleri ile münâsebeti olan bir zât, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurur ve bu şeye himmet eder, kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez; yalnız o işin yapılmasını isterse, Allah da o işi yaratır. Allah'ın âdeti böyledir." demiştir.

MAHBÛBİYYET : Mahbûbiyyet, sevilen olmak, mahbûb olmaklık, sevilmeklik demektir. İmâm-ı Rabbânî; "Rasûlullah efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (âşık olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır. Bu, Allah'ın çok sevdiklerine mahsustur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır." demektedir. Abdülhak-ı Dehlevî ise, âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz saâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (Hazret-i Muhammed'e) uymakla olur. Bunun için O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişirler. O'nun yolunda bulunmakla, Allah'ın zâtının tecellîsine kavuşurlar demiştir.

TEMESSUL: Allah, meleklere, cinne çeşitli şekiller alabilme kuvveti verdiği gibi, çok sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Başka bedene ihtiyâç yoktur , rûhlar da, görülecek şekiller alabilmektedir. İşittiklerimiz ve okuduklarımıza göre, evliyâdan birçoğu, bir anda çeşitli yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlardır. Burada latîfeleri, insan şekline girmekte, başka başka bedenler halini almaktadır. Bunun gibi, meselâ Hindistan'da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir velîyi, hacılar Kâbe'de görüp konuştuklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbul'da, bir kısım kimseler de, bu velî ile, yine o gün, Bağdad'da görüştüklerini söylemişlerdir. Bu da, o velînin latîfelerinin muhtelif şekiller almasıdır. Bâzan o velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zaman, evimdeydim, o memleketlere gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç halde bulunan kimseler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bâzı evliyâdan yardım istemişlerdir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu velinin yaptığı yardımlardan bâzan haberleri olmakta, bâzan da olmamaktadır. Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüştür. Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzan, bu âlem-i şehâdette, bâzan da âlem-i misalde şekil almaktadır. Nitekim Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gecede, binlerce kimse rüyâda görüp istifâde etmektedir. Bu gördükleri, hep O'nun latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şekilleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:13 pm

Alıntı :
VELİNİN "HAL" SAHİBİ OLUŞU VE ONLARDAN İSTİFADE OLUNMASI İLE İLGİLİ KONULAR :

Muhammed Mâsûm Serhendî, Mektûbât'ında (2. cild, 140. mektub) diyor ki: "Hadîs-i kudsîde; "Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında, en sevdiğim, ona farz ettiğim şeydir. Nâfile ibâdet yaparak, bana yaklaşan kulumu çok severim. Çok sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. İstediğini elbette veririm. Bana sığındığı zaman, elbette korurum." buyruldu. Farzlarla hâsıl olan kurb, yâni Allah’a yaklaşmak, nâfilelerle hasıl olandan, elbette daha çoktur. Fakat, takva sâhiplerinin ihlâs ile yaptığı farzlar kurb hâsıl eder. (Takvâ, haramlardan nefret etmek, haram işlemeyi hâtıra bile getirmemektir. Allah’a yaklaşmak, O'nun rızâsına , sevgisine kavuşmak demektir.) Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdiği vazîfeleri yapmak lâzımdır. Farzların kurb hâsıl etmesi için, bu nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Nâfile ibâdetleri yapmaya "Sülûk" denir. Sülûk vâsıtası ile, insanda "Fenâ" hâsıl olarak, Allah’dan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra "Bekâ" hâsıl olarak, Allah'ın sevgisi, kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi Allah için yapar. Böyle insana "Velî" denir.
Ancak bunun yaptığı farzlar kurb hâsıl eder. Takvâ hâsıl etmek için iki yol vardır: Birincisi, Ehl-i sünnet îtikâdını ve ibâdetlerin şartlarını ve haramları öğrenip, haram işlememek için kendini zorlayarak, ibadetleri yapmaktır. Bunları öğrenmek ve yapmak senelerce sürer. İkinci yol, sülûk vazîfeleridir. Bu yol ile, takvâ az zamanda hâsıl olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, hep bu yoldan takvâya kavuştular. Bir "Mürşid"i, "Rehber"i tanıyıp, sohbetinde bulunan, yâni yanında edeb ile, severek oturan yâhut uzaktan râbıta yapan, yâni yüzünü hayâline getirerek edeb ile bakan kimsenin kalbine, mürşidin kalbinden feyz gelir. Yâni kalbinde fenâ ve bekâ hâsıl olur. Bir "Mürşid" tanımayınca, birinci yolda çalışmak îcâb eder. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Bütün feyzlere, bütün nîmetlere, üstâdlarıma olan sevgim sebebi ile kavuştum. Kusurlu ibâdetlerimiz, bizi Allah’a yaklaştırmaya sebeb olabilir mi?" buyurdu. İbâdetin, insanı, Allah’a yaklaştırabilmesi için, ihlâs ile yapılması lâzımdır. İhlâs da, ancak âriflerden feyz almakla hâsıl olur. Künûzu'd-Dekâik'daki hadîs-i şerîfte; "Her şeyin menbâı vardır. İhlâsın, takvânın menbâı, kaynağı, âriflerin kalpleridir." buyruldu. Velî olmak için, yâni Allah’a yakın olmak, yâni O'nun sevgisine kavuşmak için, farzları yapmak lâzımdır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra, haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi temizlenir. Muhakkak velî olur.
Senâullah-ı Pânî-pütî'nin yazdığı Tefsîr-i Mazharî'de Cin sûresinin 26. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Allah'ın, gaybdan bildiği şeylerin bâzılarını Peygamberlerinden dilediğine bildirdiğini açıklarken; "Allah, evliyâsına vâsıtasız da bildirir. Hazret-i Ömer'e, Sâriye'yi gösterdi. Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlunu denize koymasını, yine geri göndereceğini ve nebi yapacağını bildirdiğini haber veriyor. Havârîlere vahiy gibi bildirdiğini ve hazret-i Meryem'e; "Hurma kütüğünü salla, tâze hurma olacak. Onları ye." dediğini haber veriyor. Bunlar peygamber değildi. Velî idiler." buyruluyor. Akâid kitaplarında, evliyânın kerametlerinden bir kısmı yazılmıştır.
Abdülganî Nablüsî'nin, El-Hadîkat-ün-Nediyye fî Şerh-it-Tarîkat-il-Muhammediyye (c.2, s.126) isimli kıymetli kitabında açıkladığına göre: "Rasûlullah ile, Eshâb-ı kirâm ile ve Tâbiîn ile, bunlar öldükten sonra da, Allah’a tevessül etmek, yâni bunların hürmeti için, dilekte bulunmak câiz ve meşrûdur. Tevessül etmek, şefâatini istemektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu bildirdiler. Mûtezile fırkası ise buna inanmadı. Tevessül edenin duâsının kabûl olması, tevessül olunanın kerâmeti olur. Yâni, öldükten sonra kerâmet göstermesi olur. Bid'at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadılar. İmâm Abdürraûf el-Münâvî El-Câmiu's-Sagîr şerhi olan Feyz-ul-Kadîr'inde bu câhillere cevap vermektedir. İmâm-ı Sübkî de buyuruyor ki: "Rasûlullah ile tevessül etmek, yâni istiğase etmek, O'ndan şefâat istemektir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememişlerdir. Yalnız İbn-i Teymiyye, bunu inkâr etmiştir. Böylece doğru yoldan ayrılmıştır. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirisinin söylemediği bir bid'at çıkarmış, bu bid'ati ile müslümanların diline düşmüştür. Resûlullah'ın ismi ile kasem ederek, yâni Rasûlullah hakkı için diyerek, Allah’dan bir şey istemenin câiz olduğunu, İbn-i Abdüsselâm uzun bildirmektedir. Resûlullah'ın vârisi olan evliyâ ile de kasem câiz olduğunu, Ma'rûf-i Kerhî bildirmekte ve bu husus Kuşeyrî Risâlesi'nde yazılmaktadır."
Yine Hadîka'da (s.151) deniliyor ki: Herhangi bir müctehidin câiz olur dediği bir şeyi yapana mâni olmamalıdır. çünkü dört mezhebden birini taklid etmek câizdir. Bunun için, kabir ziyâret edenlere, evliyânın mezarları ile teberrük edenlere, hastası iyi olmak için veya gâib olan şeyin bulunması için bunlara nezir yapanlara mâni olmamalıdır. Adak yaparken, evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet edenlere adak demektir. Fakire zekât verirken, ödünç verdiğini söylemek gibidir ve böyle söylemenin câiz olduğu bildirilmiştir. Burada söze değil, mânâya bakılır. Bunun gibi, fakire verilen hediye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka da hediye olur. İbn-i Hacer-i Heytemî, evliyânın kabirlerine nezir yapılırken, onun çocuklarına veya talebesine, yâhut orada bulunan fakirlere sadaka olması gibi başka bir kurbet, yâni başka bir hayır niyet edilirse, bu nezrin sahîh olacağına fetvâ vermiştir. Böyle nezirlerin, niyet edilen kimselere verilmesi lâzım olur. Şimdi türbelere yapılan nezirlerin hepsinde böyle niyet edilmektedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır. Geçmiş evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden dinimize uymayan mânâlar çıkarmak, öldükten sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mâni olmak, müslümanlara sû-i zan, zulmetmek, mallarını gasb etmek gibi, hased, iftira ve yalan söylemek ve gıybet etmek gibi haramdır.
Tarihde olduğu gibi günümüzde de birçok insanın, gayrımüslimin İslam'a , Allah yoluna girmesine vesîle olan, İslâm'a büyük hizmetler yapmağa devam eden velîlerin kıymetlerini bilip hiçbirine dil uzatmamalıdır. Çünkü bir velinin velayetini inkâr eden veliyi Allah nezdindeki derecesinden uzaklaştırmaz ancak kendisini ilahi zevklerden mahrûm bırakır
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:14 pm

Alıntı :
- Fenâ fillâh ve bakâbillâh ne demektir?

- Fena fillah, Allah'ta fanî olmak demektir. Kulun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahî vasıflarla donanmasıdır. Allah'a koşup sığınmasıdır.(bk.ez-Zariyat,51/50)Kulun failiyet şuûrunu kaybetmesi, "abd"ın yerine fail olarak Allah'ın geçmesidir. Kulun fiilini görmemesi diye ifade edebileceğimiz bu halde kulun yerine Allah kaim olur; Allah görür, Allah duyar ve Allah tutar. Bu suretle: "Ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum." (Buharî, Rikak, 38)kudsî hadisinin hükmü, gerçekleşmiş olur. Kul, Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet "benlik"bilincini kaybeder. Bu hale zikirle erişilirse "fena fi'l-Mezkûr", muhabbetle erişilirse "fena fi'l-Mahbûb" denilir. Fenanın en yukarı derecesi "fena ender-fena" yani fena haline erme şuûrundan da fanî olmaktır. Fena halindeki kul, bazı beşerî sıfatlarından kurtulursada beşeriyet sıfatından tamamen çıkmaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfre götürür.
Baka billah, kulda kötü sıfatların yerini iyilerinin alması, kendi sıfatlarının yerine ilahî sıfatların geçmesidir. Nefsinden fanî olan, Hakk ile bakî olur. Allah'ta fanî olan da Allah ile bakî olur. Bakada fena haline göre bir bilinç hali vardır.

- Tecellî-i efal, tecellî-i esma, tecellî-i sıfat ve tecellî-i zat nedir?
- Tecellî, ortaya çıkmak ve görünmektir. Kudret-i ilahiyye eserlerinin eşyada görünmesidir. Gaybdan gelen,kalbde zahir olan nurlar için de kullanılır. Tecellînin nasıl meydana geldiğini Allah'tan başka kimse bilemez. Alem, tecellînin vukuu anında hadis ve mevcûd, ondan sonra aslına dönerek fanîdir. Fakat bu tecellîler o kadar sür'atli ve daimîdir ki iki tecellî arasında hiçbir fasıla hissedilmez. Durum böyle devam ettiğinden biz mevcudatı daimî sanırız. Tecellîde gaybdan şehadet alemine, karanlıktan aydınlığa çıkış sözkonusudur.
Tecellî-i efal: Hakk Teala'nın fiillerinden birinin kulun kalbine açılmasıdır. Bu mertebedeki salik "Lafâile illallah" sırrına erip bütün fiilleri Hak'tan bilir.
Tecellî-i esma: HakkTeala'nın esma-i hüsnasından bir ismin salikin gönlünde yer etmesidir. Böyle bir tecellîye mazhar olan kimse, o ismin nurları altında şaşkınlığa düşer.
Tesellî-i sıfat: Hakk'ın sıfatlarından birinin kulun kalbine açılmasıdır. O sıfatın bazı eserleri Cenab-ı Hakk'ınfazlıyla kulda zahir olur. Mesela Hakk'ın "Semî" sıfatıylatecelli ettiği bir kul, cansız varlıkların bile söz ve tesbihini duyar halegelir.
Tecellî-i zat ise; İlahi zatın zatı için tecellîsidir.Bu tecellî kulların idrakinin üstündedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:15 pm

Alıntı :
MUHABBET VE NEFS MUHASEBESİ


«— Ey mü'minler! Allâh'tan korkun. Herkes yarin için de ayırdığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü O, yaptıklarınızdan haberdardır.» (Hasr - 18)
Bu âyet geride bırakılan amelleri göz geçirmenin gerekliliğini gösterir. Bu yüzden Hz. Ömer der ki. «Hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba çekiniz. Amelleriniz tartılmadan siz onları tartınız.»



Bir gün adamın biri Peygamberimize gelerek «Yâ Rasûlallah, bana bir nasihat et» der. Peygamber'imiz de ona
«Sen gerçekten nasihat istiyor musun» diye sorar, adam «tabii» der. Bunun üzerine Peygamber'imiz buyurur ki, «Bir is murâd ettiğin zaman akıbetini iyi düşün, doğru ise ona giriş, eğer eğri ise ondan vazgeç.»

Hadiste bildirildiğine göre, akli başında bir kimsenin dört saati olması icap eder. Bunların birinde kendini hesaba çekmelidir.


Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
«— Hepiniz Allah'a tevbe ediniz, ey mü'minler. Tâ ki kurtuluşa eresiniz.» (Kurtuluşa erme ümidi oluncaya kadar, Allah'a tevbe ediniz.)
(Nur - 31).

Tevbe» bir isi bitirdikten sonra ona pişmanlık duygusu içinde bakmaktır.
Peygamber'imiz (S.A.S.) «Ben günde Allah'a yüz defa tevbe ediyorum» demiştir.

Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:


«Takva sahiplerine şeytandan bir kışkırtma geldiği zaman üzerinde düşünürler ve bir de bakarsın ki, her şeyi görüvermîşlerdir.»
(A´raf - 201)

Anlatıldığına göre. Hz. Ömer her aksam ayaklarına kamçı ile vurarak kendi kendine «Bu gün ne yaptın» derdi.
Meymun Ibni Mahran der ki; «Hiç kimse is ortağı ile hesaplaşırken gösterdiği titizlikten daha büyüğü ile kendi kendini hesaba çekmedikçe takva sahiplerinden olamaz. Ortaklar dâima her isten sonra hesaplaşırlar.»
Hz. Ayşe’nin »rivayet ettiğine göre. Hz. Ebû Bekir ölmek üzere iken ona «Ömer 'den daha çok sevdiğim bir insan yok» dedi. Arkasından Hz. Ayşe’ye «Nasıl dedim» diye sordu. Hz. Ayşe duyduklarını kendisine tekrar edince Hz. Ebû Bekir «Nazarımda Ömer'den daha değerli biri yoktur» dedi.
Bak ki; sözünü bitirir bitirmez nasıl söyleyeceklerini araştırıp sözünü düzeltmiştir.
Ebû Talha'yı namaz kılarken oyalayan bir kus olayı üzerinde sonradan düşünerek evinin bahçesini pişmanlık alâmeti olarak hazineye bağışlaması bu konuda hatıra gelen büyük bir titizlik numûnesidir.
Anlatıldığına göre Ibni Selâm bir gün odun yüklü olarak görenler. «Yâ Ebû Yusuf, ailen içinde ve kölelerinden bu isi yapabilecek olanlar var» deyince Ibni Selâm onlara «Acaba bunu yapmama engel olacak mi diye nefsimi denemek istedim» diye cevap verdi.
Hasan-ül Basrî buyurdu. «Mü'min nefsine hâkim olup onu Allâh adına hesaba çeken kimsedir. Dünyada nefsini hesaba çekenlerin hesaplaşması kolay geçer. Nefs muhâsebesi yapmadan hayat geçirenlerin. Kıyamet Günü hesaplaşması çetin olur»
Arkasından sözlerine devam eden Hasan-ül Basrî nefsi muhasebesini söyle açıklıyor.
«Mü'min ansızın, nefsinin hoşuna giden bir davranışla karsı karsıya gelince içinden «Vallahi sen benim hoşuma gidiyorsun, sana ihtiyacım da var, fakat seninle aramda engel var» iste bu emelden önce hesap görmektir.
Sonra sözüne söyle devam etmiştir: Bazen bir şeyde ifrata varır da içinden «Bu davranışı niye isledim? Yemin ederim ki, buna karşı geçerli bir mazeretim yok. Allah’ın izni ile bu davranışı bir daha yapmamaya yemin ediyorum» diyerek yanlış hareketi karşısında pişmanlık belirtir.
Enes Ibni Mâlik buyurur ki: «B ir gün Hz. Ömer evden çıktı, ben de pesinden çıktım, bir bahçeye girdi, aramızda bir duvar vardı, duvarın arkasından söyle dediğini duydum. «Hattab oglu Ömer, mü'minlerin emiri, oh oh, Allah'a yemin ederim ki, ya Allah’tan korkarsın, yahut da azaba çarpılırsın.»

«Kendini kınayan nefse yemin ederim» mealindeki âyet hakkında (Kiyâme - 2)
Hasan-ül Basrî buyurur ki; «Mü'min, su sözü neye söyledim, su yiyeceği niye yedim, su içeceği niye içeyim diye kendini devamlı olarak kınamaktan geri durmaz. Günahkâr ise kendini kınamadan ömrünü geçirir.»
Mâlik Ibni Dinar buyurur ki: «Sen su kusurun sahibi değil misin». «Bu kusurun sahibi değil misin» diye nefsini kötüleyen ve arkasından boynuna yular takıp Allâh’ın Kitabı’na bağlayan ve böylece Allah’ın Kitabi'ni nefsine güdücü yapan kimseye Allâh rahmet etsin! İşte nefsi denetim altında tutmak böyle olur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:16 pm

Alıntı :
Muhabbet




Arapça, sevgi, aşk demektir. Tasavvufta mahabbetin hakikati, her şeyini sevdiğine bağışlaman, kendine de sende olan hiçbir şeyi bırakmamandır. Mahabbet ehli üç haldedir: Ammenin mahabbeti: Bu fiili bir sevgidir ve Allah’ın kendilerine ihsan etmesinden kaynaklanır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konuda şöyle der: “Kalblerin, kendilerine ihsan edeni sevme özelliği vardır.” İkincisi; sıfati aşkın halidir. Kalbin Allah’ın gınasına, celaline, azametine, kudretine ve ilmine bakmasından kaynaklanır. Bu, havassın, sadıkların veya tahkik ehlinin mahabbetidir. Bu konuda Hüseyn en-Nuri şöyle der: “Mahabbet, perdelerin yırtılması, sırların ortaya çıkmasıdır.” Üçüncüsü; zati muhabbetin halidir. Bu, illetsiz olarak, Allah’ı sevmenin kadim olduğunu bilmekten ve anlamaktan doğar. İşte bu şekilde Allah’ı bir sebebe bağlı olmaksızın, seviniz. Bu şekildeki sevgi, sıddıkiler ve ariflerinkidir.”

Mehabetin, başlangıçları ve gayeleri itibariyle on kısma ayrıldığı söylenir. Bunlardan beşi, salik ve muhablerin makamlarıdır. Bunlar sırayla; ülfet, heva, hulle, şağf ve vecddir. Aşıkların makamlarına gelince, onlar da şunlardır: Garaim, iftitan, veleh, dehş öe fenadır.


Mahabbetten Muhammed (s.a.v.) oldu hasıl
Muhammedsiz (s.a.v) muhabbetten ne hasıl


Pir sultan abdal’ın, muhabbet konusundaki bir dörtlüğü şu şekildedir


Didar ile mahabbete doyulmaz
Mahabbetten kaçan insan sayılmaz
Münkir üflemekle çerağ söyünmez
Tutuşunca yanar aşkın çırası
Konu ile ilgili bazı sözler ise şunlardır:
“Mahabbet şirket (ortak) kabul etmez.” Bu söz, Allah’tan başka hiçbir şeyi sevmemeyi ifade eder. Casiye / 23’te, diğer istekler yerilerek “Nefsinin hevasını kendine ilah edineni görmedin mi?” denir. Bu ayet Furkan/43’te aynen geçmektedir.

Kuru mahabbet: Sevmenin karşılıksız olduğunu ifade etmek için kullanılan bir sözdür. Son devir ünlü Halvetî şeyhlerinden Fatih Türbedarı Hacı Ahmed Amiş Efendi (Ö. 1920). “Bu yolun sermayesi kuru mahabbet” sözünü söyledikten sonra, bunu şöyle açıklamış: “Mahabbetin yaşı olur mu?” “Olur ya! Görmüyor musun, babam ölse de yerine geçsem, diyen şeyh oğullarını.”

Mahabbet meclisi: Sohbet meclisine bu isim verilir. Bu meclis, irfan ve edeb meclisi olduğu için, katılanların bilgisi artar.
Mahabbetten kaçan insan sayılmaz:
Sevginin insan için kaçınılmaz ruhi bir öğe olduğunu, anlatmak için kullanılır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:16 pm

Alıntı :
Mürşide İtaat ne demektir?

Tasavvuf adabıyla ilgili biraz kitap karıştıranlar şu ifadeyi mutlaka
okumuşlardır: "Bir mürid, mürşidine hiç itirazsız teslim olmalıdır.
Öyle ki, bir ölü, yıkayıcısına nasıl hiç itiraz etmez, ne tarafa
çevirse dönerse, mürid de mürşidine karşı böyle olmalıdır. Mürşidine
'niçin?' 'neden?' diye itiraz eden kimse maksadına eremez."

Gerçekten de bütün tasavvuf kollarında mürşidler, müridlerinden bu
manada bir teslimiyet isterler. Ancak böyle bir teslimiyet anlayışı
eleştirilmekte ve şöyle itiraz gelmektedir:

"Mürşid de olsa, bir insana bu derecede teslim olmak doğru olabilir
mi? Böyle bir teslimiyetin dinde yeri, terbiyede gereği var mıdır? Bu
durum, insan hürriyetini yok etmek ve birilerinin esaretine girmek
değil midir? ALLAH ve Rasulü'nden başka emirlerine itiraz edilmeyecek
kimse var mıdır? Mürşid hiç yanılmaz mı? Yanılırsa, onu uyarmak ve
yanlışını göstermek gerekmez mi? Böyle yapan bir kimse niçin manevi
terbiyede yolda kalsın?"

Asıl teslim olunan ALLAH'tır (Celle celaluhu)

Aslında, ALLAH'dan (Celle celaluhu) başka hiç kimsenin insanları kendisine
itaat etmeye davet yetkisi ve görevi yoktur. Her emrine uyulacak, her
hükmünde teslim olunacak tek varlık, alemlerin sahibi ALLAH'tır (Celle celaluhu).

Hiç bir peygamber de kendi şahsından kaynaklanan bir sebep ve yetkiyle
insanlara bir şeyi emretme veya yasaklama yetkisine sahip değildir.
Fakat peygamberi ALLAH (Celle celaluhu) davetle görevlendirip halkın arasına gönderdiği zaman, konumu, yetkisi ve insanlar üzerindeki etkisi
değişir.

Kur'an'da belirtildiği gibi, ALLAH'ın (Celle celaluhu) gönderdiği peygambere itaat eden kimse, bizzat ALLAH'a (Celle celaluhu) itaat etmiş olur. Ona isyan eden de ALLAH'a (Celle celaluhu) isyan etmiş olur (Nisa/80). Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve sellem) uymadan hiç kimse
ALLAH'ın (Celle celaluhu) rızasına ulaşamaz. Onu anne-babası dahil bütün insanlardan daha fazla sevmeyen kimse tam mümin de olamaz (Buharî, Müslim). Onun öğrettiği dine sadece kalbiyle değil, bütün his ve hevesiyle, içi ve dışıyla uymayan kimse gerçek mümin sıfatını alamaz (Begavî, İbnu Asım, İbnu Recep). Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) ALLAH'a (Celle celaluhu) giden yolun kılavuzu, bu yolda insanların terbiyecisi ve sahibidir.

Her hükmü Cenab-ı Hakk'ın (Celle celaluhu) hükmü yerindedir. Onu insanlığın önüne koyan ALLAH'tır (Celle celaluhu). "Bu peygamberime uyun ki, benim muhabbetime, rızama ve cennetime ulaşın!" diyen de bizzat ALLAH'tır (Celle celaluhu). Bunun için, insan ALLAH'a (Celle celaluhu) muhabbet ve teslimiyetini ancak O'nun peygamberine gösterdiği muhabbet ve teslimiyet ile ortaya koyabilir.Bu açıdan bakıldığında, günümüzdeki bir insanın ALLAH (Celle celaluhu) yoluna davet eden bir mürşide göstereceği samimiyet ve teslimiyet de ALLAH (Celle celaluhu) sevgisinin ispatından başka bir şey değildir. Bu teslimiyet görünürde insana, hakikate ise ALLAH'a (Celle celaluhu) bağlanmaktır.

İçi ve dışıyla Hakk'a teslim olan kimse, ALLAH'dan (Celle celaluhu) başka her şeyin köleliğinden kurtulur, hür olur, kalbi ALLAH (Celle celaluhu) ile huzur, ilâhi aşk ile hayat bulur. Hakk'a itiraz eden kimse ise, iradesini nefsinin eline vermiş olur. Bundan sonra o kimse kendisini hür irade ve
hürriyet sahibi görse de, aslında bütün yaptıkları bir çeşit köleliktir. Çünkü bu kimse, devamlı nefsine köle, şehvetine esir,midesine hizmetçi, maddeye bekçi, insanların aferin ve alkışına bağımlı bir halde hayat sürmektedir. Böyle bir hayat şeref ve hürriyet değil, tam manası ile zillet ve köleliktir. Asıl hürriyet, ALLAH'tan (Celle celaluhu) başka hiç bir varlığa kulluk yapmamaktır.

Mürşidin yetkisi ve konumu

Kâmil mürşidin vazifesi, güzel ahlâkı temsil ve tatbiktir. Onun tek hedefi ilâhi hükümleri en güzel şekilde uygulamak, korumak ve yaşatmaktır. Buna dini ihya etmek denir.Mürşid, ALLAH'ın (Celle celaluhu) dostudur. Bu sıfatıyla vazifesi, isteyenlere ALLAH'ın (Celle celaluhu) dostluğunu öğretmektir. O aynı zamanda ümmeti terbiye işinde Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve sellem) vekili ve vârisidir. Bu sıfatıyla vazifesi kalpleri ALLAH'a (Celle celaluhu) bağlamak, gönülleri kötü ahlâktan arındırmak, insanı ALLAH'ın (Celle celaluhu) edebiyle edeplendirmek, nefsin, şeytanın, eşyanın ve dünyanın esaretinden kurtarıp gerçek hürriyete kavuşturmaktır.

Kâmil mürşid, bu sıfat ve vazifeleriyle dünyada en önemli işi
yürütmektedir. Hangi iş insanın Yaratıcı'sına yönelmesinden daha
önemli olabilir? İşte bu büyük işi yürüten insana karşı vazifemizi şu
ayet belirlemektedir:

"Ey iman edenler! ALLAH'a itaat edin. Peygamber'e ve içinizden
(ALLAH'ın (Celle celaluhu) yapmanızı istediği) işlerinizi yürüten önder ve
idarecilerinize de itaat edin." (Nisa/59)

Ayrıca, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve sellem) şu uyarıları da bizim için bağlayıcıdır:

"Başınızdaki kimse gözü kör, ayağı topal, rengi siyah bir köle de
olsa, sizi ALLAH'ın (Celle celaluhu) Kitabı'na göre sevk ve idare ettiği sürece onun sözünü dinleyip emirlerine itaat edin." (Buharî, Müslim, Nesaî)

"Bana itaat eden ALLAH'a (Celle celaluhu)itaat etmiş olur. Bana isyan eden de ALLAH'a (Celle celaluhu) isyan etmiş olur. Benim emirime (dini işlerinizi yürüten imamınıza) itaat eden bana itaat etmiş olur. Ona isyan eden de bana isyan etmiş olur." (Buharî, Nesaî)

Şu halde, gerçekten peygamber vârisi, alim, arif, kâmil bir mürşide
tabi olmak, aslında ALLAH ve Rasulü'ne tabi olmaktır.

Teslim olunacak kimseyi iyi tanımalıdır

Gafile uyanın kalbi uyanmaz. Cahile dert açanın derdi dinmez. İşinin
ehli olmayan doktor insanı candan eder. Sahte mürşid de imandan eder.
Birisi dünyayı, diğeri ahireti harap eder. O halde hak yolunda peşine
düşülen kimseyi iyi tanımalı, manevi terbiye için ehli olmayan kimseye
yanaşmamalıdır.

Kâmil mürşid, her şeyden önce kendisi terbiye olmuş kimsedir. Ayrıca
insanları terbiye için izinli ve ehliyetlidir. Çünkü kendisi ehliyetli
bir üstadın elinde terbiye görmüş, takva ve edeple süslenmiş, hak
yolunda imamlık vasfını elde etmiştir. ALLAH (Celle celaluhu) onu kendi yolunda kılavuz, örnek ve şahit yapmıştır. Önüne Kur'an ve Sünnet'i koymuş, insanları onlardaki gerçeklere davet görevi vermiştir.

İşte bu noktada mürşid, ALLAH (Celle celaluhu) yolunda gitmek isteyenleri ciddi olarak ilgilendirmektedir. Öyle ki, İmam Rabbani'nin (k.s) uyardığı gibi,
bütün arzusu ALLAH (Celle celaluhu) rızası olan bir veliye itiraz, ALLAH'a (Celle celaluhu) itiraz gibi olmaktadır. Çünkü veli, herkese sadece ALLAH'ın (Celle celaluhu) kuldan istediklerini emretmekte, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve sellem) usulü üzere terbiye vermektedir. O kendisine değil, Hakk'a davet etmektedir.

Tasavvuf terbiyesinin asıl hedefi kâmil insan yetiştirmektir. Ariflerin tarifine göre kâmil insan, ALLAH'a (Celle celaluhu) aşık olmuş, kalbi gaflet ve manevi kirlerden zikir ile huzur bulmuş, gönlü boş arzu ve sahte sevgilerden arınmış, nefsi ilâhi emirlere itaat edecek bir kıvama gelmiş; kısaca içi ve dışıyla ALLAH'a (Celle celaluhu) teslim olmuş insandır. İşte bu kıvamı bulmak için önündeki rehbere samimi olarak inanmaya, gücü nisbetinde emir ve tavsiyelerine uymaya teslimiyet denir.

Tedavi için teslim olmak şarttır

ALLAH'ın (Celle celaluhu) dostu olmak isteyen kimse, bunun gereğini yapmalıdır. Bu yola giren kimseye tasavvufta mürid denir. İlk aşamada mürid, ölümcül bir hastalığa yakalanmış hasta gibi düşünülür. Böyle bir hastaya ne lazımsa, müride de o lazımdır.

Eğer ağır bir hasta şifa bulmak istiyorsa, aklını kullanıp kendisini
ehil bir doktora teslim etmelidir. Hasta şunu bilmelidir ki, kendi
aklı ve tecrübesiyle veya eline alıp okuyacağı tıp kitapları ile bu
hastalığı tedavi etmesi mümkün değildir.

Bu durumda karşısında iki seçenek vardır: Ya bilgi, tecrübe ve
ehliyeti ispat edilmiş bir doktora gidip teslim olacak ve her ne derse
yerine getirecek. Ya da bu hastalığı çeke çeke ölecek. Şüphesiz akıl
ve insaf doktora teslim olmayı seçer. Çünkü bu teslimiyette sıhhat,
hayat ve huzur vardır. Kendi bildiğini yapmakta ise yıkım, acı ve
sıkıntı vardır. Böyle bir teslimiyet, aklını bir kenara bırakmak
değil, aklını iyi kullanmaktır.

Terbiye için mürşide teslim olmak da aynen böyledir. Çünkü müridin
kalbi hasta, gönlü yaralı, vicdanı sıkıntı içindedir. Kalbi, geflet,
günahlara meyil, şehvetine düşkünlük, kibir, kendini beğenme, haset,
gösteriş, aşırı dünya sevgisi, gereksiz rızk endişesi, geçim kaygısı,
ölüm korkusu, ibadetlere karşı tembellik gibi manevi hastalıklarla
hastadır. Gönlü, Yüce Yaratıcısı'nı unutup eşyaya bağlandığı için
yaralıdır. Vicdanı ise, içine düştüğü bu halden devamlı sıkıntı
çekmektedir. Çünkü bu dertler karşısında aklı aciz kalmaktadır. Nefsi
her gün derdine dert katmakta, devamlı hastalıkları artmaktadır. Kendi
tedbir ve tecrübeleri tedavi için yetmemektedir. Günler geçmekte,
fakat hastalıkları geçmemektedir. Bu durumda, aklı olan ne yapmalıdır?

Bu kimsenin de önünde iki seçenek vardır: Ya aklını kullanıp bu işin
ehli bir mürşide gidip teslim olacak; onun tedbir ve tedavi
tecrübesine uyup manevi dertlerinden kurtulacak. Ya da bu hastalıklar
içinde ölüp mahcup ve perişan bir şekilde ALLAH'ın (Celle celaluhu) huzuruna çıkacak. Elbette akıl, vicdan ve tecrübe, böyle bir hastanın da bu işin ehline teslim olmasını ister. Zaten Kur'an ve Sünnet bunu emreder. Sayısız tercübe ve görülüp yaşanmış olaylar da bunun gerçek olduğunu ispat eder.

Mevcut hastalığını kabul etmeyen, mütehassıs doktoruna güvenmeyen,
tarif edilen usulde ilaçlarını içmeyen, kendi keyfine göre hareket
eden kimse, maddi-manevi hiç bir hastalığından kurtulamaz. Böyle bir
hasta kalkıp da 'aklım bana yeter, ben doktor filan tanımam, kimseye
teslim olmam, istediğim gibi yaşarım!' derse, ona akıllı değil, belki
deli denir.

Teslimiyet akıl ister

Arifler der ki:

Kâmil mürşide tam teslimiyet bir anda olmaz. İnsan, kalbi nurlandıkça,nefsini ve şeytanı tanıdıkça, iyiyi kötüyü seçtikçe, yani akıllandıkça, ALLAH'a (Celle celaluhu) giden yolda ALLAH (Celle celaluhu) dostuna teslim olur. Mürid,
zaman içinde mürşidini gerçek haliyle tanır. Bu tanıma bir ömür sürebilir. Bu yolda samimiyetle sabreden kimse sonuçta sevinir, ALLAH (Celle celaluhu)
sevgisini bulur, kalbi bu sevgi ile huzur bulur. Dağınık hali toplanır,ibadetlere sarılır, günahlardan uzaklaşır, bütün manevi hastalıklardan kurtulur. İşte o zaman hakkıyla ve tadıyla Yüce Rabbine kulluk edebilir. Buna ihsan makamı denir. Bu hedefe ulaşmak için rehberine tam teslim olanlar çok az olduğu için, bu makama çıkanlar da çok azdır. Herkesin bu yolda nasibi, iman, sadakat, edep ve gayretine göredir. Ancak,ALLAH (Celle celaluhu) dilediği kullarına bol ihsan ve ikramlarda bulunur.

ALLAH (Celle celaluhu) dostları, "biz peygamber gibi masumuz, hiçbir kusur ve noksanımız yoktur, her sözümüz ayet ve hadis gibidir" demezler. Onlar,
açık ve mertçe Hz. Ebu Bekir (R.A.) Efendimiz'in halife seçildiği gün,
Ashab-ı Kiram'a söylediği şu sözü söylerler:

"Ben ALLAH ve Rasulü'ne itaat ettiğim ve size hakkı emrettiğim sürece
bana itaat ediniz. Çünkü bu durumda bana itaati sizden ALLAH (Celle celaluhu) istiyor. Ben hak çizgiden ayrılırsam, artık kimsenin bana itaat etmesi gerekmez." (İbnu Kesir)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:19 pm

Alıntı :
- Keşf ve mükâşefe ne demektir?
- Keşf, perdenin açılması ve yükselmesi suretiyle bazı şeylere muttali' olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık hale gelmesi, gayb olan şeylerin meşhûd olmasıdır. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi, keşf de anî bir aydınlanma ile bazı örtülü ve karanlık şeyleri ortaya çıkarır. Keşf, genellikle belli riyazat ve mücahede sonucu bir takım kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır. Bugüninsanlanmızın çoğu, mücahede ve riyazat sonucu ruhanî lezzetlere, keşf ve kerametlere ermeyi umar. Halbuki mücahede ve riyazat, vecd ve keşf, asla gaye değil, belki vasıtadır. Halk, Allah'a yakınlıkta hiçbir anlam ifade etmediği halde keşf ve mükaşefeyi kemal alameti olarak görür. Halbuki keşf, bir isti'dad işidir.

- Hz. Ali "Görmediğim Allah'a inanmam" diyor. Başkaları da buna benzer şeyler söylüyorlar. Bu konuda bilgi verir misiniz?
- Hz. Ali ve diğer İslam büyüklerinden sadır olan bu tür sözler,İmanda ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebelerini ve ihsan kıvamını göstermektedir: "Allah'ı görürmüşçesine kulluk." Bir bakıma "vahdet-i şühûd" da diyebileceğimiz bu makam, Allah'a îmanın şühûda dönüştüğü makamdır. Burada görmekten kasdedilen illa basar gözüyle Allah'ın zatını görmek değildir. Bu görme basiretle Allah'ınkudretini, yüceliğini ve bir oluşunu, sıfat ve isimlerinin tecellîlerini görmektir. Sıfattan mevsûfa geçip Hakk'ı idrak etmektir.

- Tasavvufta gizlilik ilkesi ve sırrı ifşa mes'elesi nedir?İslam'da herşey açık ve net değil midir? İslam muammalar dini olmadığı halde tasavvuftaki bu bilinmezler neyin nesidir? Ayet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle îzah eder misiniz?
- Tasavvufta Allah'ın velî kullarına bahşettiği; şahıslarına münhasır bilgileri gizlemeleri esası vardır. Nitekim ilk sûfî müfessir ve müelliflerden sayılan Kuşeyrî bu konuda şunları söylemektedir: "Alimler ilmi yaymak borcundadırlar. Velîler ise sırları gizlemek durumundadır. Eğer bilginler ilmindelillerini gizleyecek olurlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise kendilerine verilen sırları ifşa edecek olurlarsa bu sırlar kendilerinden alınır.(bk. Letaifu'l-işarat, I, 160)
İslam'ın ahkam boyutunda, günlük hayat ve sistem planında getirdiği bütün ilkeler net ve açıktır. Ancak bu ilkelerin özellikle gönül aleminde yorumlanması ve Hakk'ın tecellîlerinin algılanması herkes için farklıdır. Herkesin görmediğinigörebilecek bir göz, herkesten farklı şeyler duyabilecek bir kulak, elbette başkaları tarafından yadırganacaktır. Bu durumda farklı şeyler duyan bir kimsenin bunu duymayanların yanında ifşa etmemesi kendisi için daha sağlıklı bir yoldur.
Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bugün radyo ve televizyon aracılığı ile atmosferdeki radyo-aktif dalgalarının yansıttığı ses ve görüntüleri algılayabiliyoruz. Radyo ve televizyonun icad olmadığı bir zamanda havanın içinde bu dalgalar yok muydu? Elbette vardı. Ama onları alacak cihazlar yoktu. Bu cihazın olmadığı zamanlarda bu sesleri duyabilecek bir kulağa sahip birisi bunlardan haber verse, insanlar kendisine karşı çıkarak "bu adam deli" diyebilirdi. Çünkü insanlar için ölçükendileridir. İnsanın ibadet ve taat sonucu hissettiği bir takım hazlarla, gördüğü bir takım vakıalar ancak kendini ilgilendiren ve bağlayan şeylerdir. Nitekim müfessirÂlûsî: "Hayır, o (Kur' an) kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer eden) apaçıkayetlerdir." (el-Ankebüt, 29/49)ayetini velîlerin ve sofilerin gönlüne doğan bir takım sırları gizleme konusunda delil olarak göstermekte ve bu tür hakikatların rabbani alimlerden başkasına açıklanmaması gerektiğinibelirtmektedir.(bk. Rûhu'l-Meanî, XXI, 16)Ayrıca herkese anlayabileceği dilden konuşmak esastır. Nitekim hadiste: "İnsanlara anlayabilecekleribiçimde konuşun. İyi anlatılamadığı için Allah ve Rasulu'nün sözlerinin yalanlanmasını istermisiniz?" (Buhari, İlim, 49)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:19 pm

Alıntı :
Ayin ve sema nedir?

- Tarikatlarda topluca yapılan zikre genellikle ayin veya sema adı verilir. Ayin merasim, adet, tören ve şölen anlamlarına Farsça bir kelimedir. Sema ise işitmek, işittirmek ve dinlemek anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Daha sonraları, önce musiki ve ilahî dinlemek anlamına, ardından da musiki ve musiki ile birlikte yapılan ritmik hareketler anlamına kullanılmıştır.İlk devir sûfileri, meclislerinde Kur'an'dan sonra güzel sesli kimselerden Allah ve Peygamber sevgisini anlatan ahiret ve ölüm konularını işleyen manzum ve mensur parçalar dinlerdi. Güzel sesle okunan Kur'an ve ilahîleri dinlerken de "Elest bezmi" hatırlanıp "Elestü bi-rabbiküm" hitabıfiilen duyulmak istenirdi. Bu amaçla başlayan bu zikir toplantıları, her tarikata göre ayrı adlar alarak kendi usul ve yöntemlerine göre şekillenmiş oldu. Mesela Mevlevîlerin zikrine sema, Kadîrilerinkinedevrân, Sa'dîlerinkine kıyâm, Nakşîlerinkine hatm-i hâcegân gibi adlar verildi.

- Hatm-i hâcegân nedir? Peygamberimiz ve hulefa-i raşidînden örneklendirir misiniz?

- Hatm-i hâcegân Nakşbendiyye tarikatında toplu zikre verilen addır. Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde böyle bir uygulamanın olup olmadığını soruyorsunuz. Asr-ı saadette bizzat Hz. Peygamberin toplu zikir yaptırdığını gösteren rivayetler vardır.Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir olay şöyledir: "Şeddad b. Evs anlatıyor:
Hz. Peygamberle beraber bir evde idik. Bize sordu: "İçinizdegarib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?" Biz: "Hayır" dedik. Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi."Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilahe illallah deyin." Ellerimizi kaldırdık ve la ilahe illallah dedik. Sonra Hz. Peygamber:"Allah'a hamdolsun. Ya Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin." dedi. Sonra da şöyle buyurdu: "Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti" (Müsned,IV, 124) Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka ilahî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki uygulamaya uygundur. Allah Raslü'nün "İçinizde yabancı (garib) var mı?" buyurarak aralarında yapacakları işi yadırgayacak bir kimsenin bulunup bulunmadığını kontrol etmesi, Hatm-i hacegana ehl-i tarik olmayan yabancıların alınmamasının dayanağıdır. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû Saîd el-Hudrî'den gelen bir rivayette anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğununyanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: "Kendilerine baştaİslam olmak üzere pekçok nimetler veren Allah'ı zikretmek için bir arayageldiklerini" anlattılar. Peygamberimiz tekrar: "Siz gerçekten sadece Allah' ı zikretmek için mi toplandınız?" diye ısrarla soruncasahabîler: "Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik." diye yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:"Israrla sormam sizi itham ettiğim için değildi. Cebrail bana: "Allah'ın sizlerle meleklerine karşı iftihar ettiğini haber verince ben de sizin tam olarak ne ile meşgulolduğunuzu anlamak istedim." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:26 pm

- Mücâhede ve riyâzat ne demektir?

- Mücahede insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Nefs düşmanına bu silahlarla saldırıp onun ikmal kaynağının etrafını riyazat mayınları ile döşemek gerekir. Riyazat ise nefsin ve teninisteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu suretle nefsi inceltmektir. Mücahedeye nefs ile cihad da denir. Mücahede ve riyazat birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücahede nefsi iyiliğe zorlamak, riyazat ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır.İşin başı mücahede, devamı riyazat, neticesi müşahededir. Nefs ile mücahedenin genellikle kabul edilen görüşe göre üç riyazat özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. Bunlara bazan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da vardır.

- "Bir lokma, bir hırka" düşüncesi İslam'a uygun mu? Tasavvuf insanı pasifîze eder mi? Veya hayatın belli alanlarından çekilmesini temin ederek başarısızlığına sebep olur mu?

- Önce "bir lokma ve bir hırka" sözünün nereden çıktığına bakalım. Bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: "Şu üç şey müstesna kıyamet günüherşeyden sorulacaksınız: Sırtınızı örtecek bir hırka, açlığınızı giderecek bir kaç lokma ve soğuk sıcaktan koruyacak biryuva." (bk. İIbn Hanbel, V, 81)Tekkeleri ve camileri, dervişlerin ve müminlerin evi sayarsak hadise göre insanın aslî ihtiyacı olarak bir lokma ve bir hırka kalıyor. Şunu da gözönünde bulundurmak gerekir: Sofiler "bir lokma ve bir hırka" ölçüsünü infak için koymuşlardır. Kişinin nefsi için harcayıp israfa düşmeyeceği şeyin ölçüsü budur. Ama üretim ve îsar için bir sınıryoktur. İnsanın özünde "tûl-i emel" vardır. Bu yüzden ebedi kalacakmış gibi ve taparcasına dünyaya dört elle sarılır.İnsandaki tûl-i emelin önüne geçmenin yolu, ihtiyaçları sınırlandırmaktır. Bugün ekonomiyi tarif edenler onu: "Sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklardan sağlanması ilmi" olarak tanımlarlar. Ekonomistler ihtiyaçları sınırsız, kaynakları sınırlı görürler. Oysaİslamî ve tasavvufî telakkide kaynaklar sınırsız, ihitiyaçlar sınırlıdır. Çünkü Allah Teala: "Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız." (İbrahim, 14/34)buyurur. İnsanın ihtiyaçları da yukarda geçen hadis vetasavvufî telakkîye göre sınırlandırılmıştır. Bu anlayış sağlandığı zaman, sadecekendisini düşünen "ben" merkezli insanların yerini diğergâm insanlar alır. Bu bakımdan bu anlayışı bir üretim ölçüsü gibi değil, infak ve îsar sınırı olarak düşünmelidir. Yani insan varlığını elinde avucunda bir lokma ve bir hırka gibi zaruri ihtiyaçları kalıncaya kadar başkalarına verebilmelidir.
Tasavvuf insanı pasifize etmez. Tarihte gördüğümüz gerçek sofiler, en üretken ve diğergâm insanlardır. Zamanın tamamını Allah ve O'nun kullarına hizmete hasretmeyi gaye edinen bir sistemin, insanları pasifize etmesi muhaldir. Mensuplarını meslek erbabı yapmayı görev sayan şeyhler, müridlerini nasıl pasifize etmiş olabilirler. Bugün gerek ülkemizde, gerekse diğer İslam ülkelerinde tasavvuf çevrelerinin belli bir ekonomik düzeye ulaşmış olması bunu teyid etmektedir. Her devirde her kurumun istismarcıları bulunabilir. Bunları genellememek, ilke ve prensiplere bakmak lazım.
Hayatın belli alanlarından çekilme meselesine gelince, bu da sofilerin bugünkü eksikliklerine bakılarak söylenmiş bir kaygı ifadesidir. Sofilerin bugünkü durumu ise müslümanların başsızlıklarından kaynaklanan genel arızadır. Sadece tasavvuf ve tarikat çevrelerinde değil, toplumumuzun her kesiminde görülen devlet ve sistem sancısının tezahürüdür.

- Bazı tasavvufî eserlerde edeble ilgili mes'elelerde "helak ve hüsran" tehdidi taşıyan ifadeler geçiyor. Büyük günahlar için kullanılan bu tehdîdlerin edeb konusunda kullanmasından maksad nedir?

- Tasavvufu "edebden ibarettir?" diye tarif edenler vardır. Tasavvufta edeb, kişinin hayatını sünnet çizgisinde yaşaması için bir ölçüdür. Kişinin utanılacak davranışlardan uzak durması demektir. Edeb, nafile, sünnet, vacib ve farz hükümlerini içice surlar veya halkalar gibi düşünürsek; en iç kısımda edeb, en dışta da farzlarbulunur. İnsan edebden başlayarak sur ve sınırları aşıp halkalardan dışarı taştıkçaen son farz sınırına kadar ulaşacaktır. Sofiler işi sıkı tutup kişileri edeb çizgisini bile atlatmadan yaşamaya alıştırmayı hedefliyorlar. Bu yüzden edeb konusundaki bir ihmal, safha safha en sonuncudaki ihmalevâbeste olacağı için hüsran tehdidiyle karşılanıyor. Bu tür tehdid ifadesi taşıyan sözler, halkı fazîletlere teşvik için söylenmiş, belki biraz mübalağa özelliği taşıyan şeylerdir, ama hedefi bellidir, insanları edeb ve kerahet konusunda sıkı ve diri tutmak. Gevşeyip pörsümelerine meydan vermemek.

- Ayet-i kerimede: "Sizin Allah katında üstünlüğünüz takvailedir" (el-Hucürat, 49/13)buyrulur. Tasavvufçular tarikata girenin havâss; girmeyenin avam olduğunu söylüyorlar. Böyle bir tasnifi nereden ve nasıl çıkarmışlardır?

- İnsanların Hak nezdindeki tasnifinin değişmez ölçüsü sizin de işaret ettiğiniz ayette belirtilen "takva"dır. Tasavvufçuların tarîkata girenleri havas, girmeyenleri avam diye ayıran tasnîfine rastlamadım. Evet, tasavvufta avam, havas ve ahassu'l-havas olmak üzere üçlü bir tasnif var. Ancak bu tasnif, tarikata girmekle sınırlı değildir. Tarikata girenler arasında avamdan insanlar da vardır, havastan da. Tarikat şeyhleri, müridlerine kendilerini daima avamın en aşağısından kimseler olarak görmelerini tavsiye etmişlerdir. Ayrıca bu üçlü tasnif tamamen batınî olan ve kimsenin bilmesi mümkün olmayan takva ölçüsüyle yapılmış bir tasnif olamaz. Çünkü kimsenin takvasını, Allah'tan başka kimse bilemez. Bu olsa olsa zahirî ölçüler sayılan ilim, irfan ve sosyal seviye gibi tesbitlerle yapılmış bir tasniftir. Her kesimden insanların avamdan olanı da, havastanolanı da vardır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:26 pm

Kabir ve tefekkür-i mevt


- Tasavvufta kabir ziyaretlerine bilhassa yaşadığı asırda şöhret bulmuş ilim adamları ile sûfilerin kabirlerinin ziyaretlerine çok önem verilmektedir. Hadislerde ise: "Sizden öncekiler kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha siz kabirleri mescid edinmeyin! Sizi bundan sakındırıyorum!"(Muvatta', Kasru's-salat fı's-sefer, 85); "Allah yahûdî ve hristiyanlara lanet etsin, onlar peygamberlerinin mezarlarını mescidedindiler." (Buhari, Salat, 48, Cenaiz 162, Enbiya 50; Ebu Davûd, Cenaiz 72; Nesaî,Mesacid, 13) buyrulur. Bu konuda neler söylersiniz?
- Tasavvuf ricalinin, ulema ve meşayihın kabirlerini ziyaretlerine büyük önem verdiği doğrudur. Allah Rasûlü'nün, kabirlerin mabed edinilmemesi konusundaki emirleri ortadadır. Bunlarınarasını nasıl telif ederiz? Şimdi bir kerre sizin de zikrettiğiniz hadislerde Allah Rasûlü'nün hedefi açıktır:Kabirleri mabed, ölüleri de mabud edinmemek. Allah Rasûlü aynı endişe ile kabirziyaretini de yasaklamış, daha sonra bu endişenin zail olmasını müteakip tekrar izin vermişti. Bu duruma göre, kabirlerin mabed edinilmesi gibi bir tehlike söz konusu ise o zaman ziyaretin bile yasaklanması gerekir. Ama böyle bir tehlikenin sözkonusu olmadığı zaman ve mekanlarda sırf ölümden ibret almak, ölüm ötesine hazırlanmak ve şefaati umulan, hakkında hüsn-i zan beslenilen bir büyük zatın kabrinin Allah rızası için ziyaret etmek şer'î bakımdan mahzurlu olmasa gerektir. Nitekim herşeye rağmen türbe içinde ve mezar üstünda namaz kılmak caiz görülmemiştir. Daha önce bir başka vesîle ile zikrettiğimiz gibi, bugün dînî konulara ilginin bilginin önüne geçmesinden kaynaklanan cehalet, bir takım yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Yoksa kabir ve türbeleribaşında üç İhlas, bir Fatiha okuyarak ziyaret etmenin ne zararı olabilir? Kaldı ki bu tür ziyaretlerde insanın hayal dünyası kişiyi alıp zaman tünelinden ziyaret edilen şahsın dönemine götürmekte ve böylece bir süre de olsa insan dünya kaygılarını unutup güzel insanların huzurlu dünyasını hayalinde canlandırmaktadır. Konunun bu boyutlarını da düşünmek gerekir. Tek veçheden bakıldığında isabetli karar vermek zordur.

- Rabıta-i mevt veya tefekkür-i mevt denilen "ölümü düşünme" konusunun tasavvuftaki yeri nedir? Açıklar mısınız?
- Tasavvufta "tefekkür-i mevt" olarak, bazan da rabıta-i mevt olarak anılan "ölümü hatırlayıp düşünme" olayının çok önemi vardır. Hz. Peygamber: "Dünyevî zevkleri kıran ve tûl-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayınız."(Tirmizî, Zühd, 4; Nesaî, Cenaiz, 3; İbn Mace, Zühd, 31)buyurur. Bir defasında da "kendisine zekî müminin kim olduğu" sorulmuştu da şu karşılığı vermişti: "Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır."(İbnMace, Zühd, 31)Benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar "Ölmeden evvel ölmek"(bk. Keşfu'l-hafa, II, 291, hadis: 2669)şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. Tefekkür-i mevt bir bakıma her nefesi son nefes bilmektir. Tefekkür-i mevt "Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz." (Tirmizî,Kıyame, 25) hadisinin ışığında insanın amellerini tartması, ölümü hatırlayarak nasıl hesap vereceğini düşünmesidir. Kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmasıdır. Bedenin rûha verdiği bulanıklığı atmasıdır.İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: "Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?" şeklindeki şaşırtıcı sorularına: "Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri mesken tutup orada barınacağım."şeklinde radikal cevaplar vermesidir. İnsana en yakın olan şey, ölümdür. Çünkü herkes ölecek yaştadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:27 pm

Tayy-i Mekân


(Mekân Degistirme)


Tayyi mekân; mekân değistirmek anlamına gelmektedir. Üç şekli vardır:


Nefs Tayyi Mekânı


Ruh Tayyi Mekânı


Fizik Vücut Tayyi Mekânı


Nefsimizin elektron devir sayısı, fizik vücudumuzun elektron devir sayısının yarısı kadardır.

Ayrılabilmesi için bu devir sayılarının eşitlenmesi lâzımdır. Iste gerçek uykuya ulastığımız zaman parçasının belki tek bir saniyelik bir bölümünde, nefsin elektron devir sayısı artar;

fizik vücudun devir sayısı azalır ve ikisinin dengeye geldiği anda, nefs vücuttan tereyağından kıl çeker gibi ayrılır.

Bu neye benzer?

Bir kamyon düşünün, bir de özel araba düşünün. Özel arabanın sürati iki yüz kilometre olsun, kamyonun yüz kilometre. Eğer kamyonun hızını yüz elli kilometreye çıkartırsanız, öteki arabanın hızını yüz elli kilometreye indirirseniz, ikisi yan yana giderken; herhangi bir insanın, birinden ötekine geçmesi, sokakta yürüyormuş gibi bir kolaylık arz eder; çünkü iki araba aynı hızla ve yan yana gidiyordur. Birinden ötekine geçmek hiçbir problem göstermez. Yani; Kim nefs tayyi mekânı yaparsa, kim uykuya dalarsa; uykuya daldığı anda, onun nefsi vücudundan derhâl ayrılır.

Tayyi mekânın yaşanması ise, bu ayrılığın uyanık olarak gerçekleştirilmesidir; yani kişinin aklı nefsini kumanda etmeye baslar ve nefs, fizik vücuttan ayrıldığı zaman, akıl tamamen nefsi kontrol altında bulundurur.

Artık akıl, fizik vücudu kumanda etmemektedir. Fizik vücudun elektron devir sayısı, nefs kendisinden ayrıldığı an, tekrar eski haline döner. Nefsin elektron devir sayısı da fizik vücuttan ayrıldığı an, derhâl kendi elektron sayısına döner ve böylece nefs, başka bir âlem olan zahirî âlemde, yani kendisine ait olmayan bir âlemde, sonsuz hızla hareket etmek imkânının sahibi olur.

İnsan her gece rüya görür. Bazı insanlar da rüyalarında uçarlar. Uçanlar, aslında uykularında tayyi mekânı yaşayanlardır; ama onlar hiçbir zaman tayyi mekân yaptıklarının farkına varamazlar. Sadece rüyalarında, bir hayal âleminde uçtuklarını düşünürler. Oysa ki rüyamızın çok az bir bölümü hariç aşağı yukarı bütünü gerçektir. Bu âlemde cereyan etmeyen, başka âlemlerde cereyan eden bir güzel yolculuğu, her seferinde yasarız. İşte söz konusu olan şey, bunun bilincinde olmaktır. Ne zaman bilincinde olursak, o zaman yaşadığımız şey artık rüya değildir; tayyi mekândır. Nefs, vücuttan ayrıldığı an fizik vücut derhâl uykuya dalar. Akıl artık fizik vücudu kumanda etmemektedir. Nefsi kumanda etmektedir. Fizik vücudu idare eden nedir? Otomatik kontrol sistemleridir. Midemizi, bağırsaklarımızı, kalbimizi, akciğerlerimizi bütün organlarımızı çalıştıran otomatik kontrol müesseseleri, artık onları kontrol altına almışlardır. Bu sistemlerin her biri sünnetullahın bir bağlantısını ifade eder.

Sünnetullah, bütün sistemleri kontrol altında tutan, Allah’ın sonsuz bilgisayar sistemidir.

Allah’ın sonsuzluğu, bütün âlemleri kapsamıştır. Kur’ân-ı Kerim diyor ki: "Allah’ım, Senin Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" . İşte sonsuz ilim sahibi olan Allah, bu ilminden bir parçayı insanlara da vermiştir. İnsanlar nefs, ruh ve fizik vücut tayyi mekânı yapacak seviyeye ulaşabilirler. Nefs tayyi mekânında, vücuttan ayrılan nefs başka bir âleme gider.

Fizik vücutla nefsin arasında, baslarını birbirine bağlayan bir kordon vardır. Allah’ın yarattığı bu kordon, nereye kadar giderse gitsin, ne kadar sonsuz uzaklara giderse gitsin hiç kopmaz. Allah herşeye kaadirdir. Eğer başka insanların kordonları birbirleriyle karşılassa biri ötekine hiç dokunmadan birbirinin içinden geçerler. Bir gün başınızın üzerindeki kordondan nefsinize bağlandığınızı göreceksiniz. İşte nefs tayyi mekânı yaptıklarını iddia eden budistler diyorlar ki: “Bu kordonlar göbekten birbirine bağlıdır”.

Bunun külliyen yalan olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Başka bir şey yasıyorlarsa, biz onları bilemeyiz. Ama bildiğimiz, yasadığımız nefs tayyi mekânı, başımızdan, fizik vücudumuzun başından nefsimizin basına bir kordonun uzatıldığını göstermektedir. Bu kordon, sonsuza kadar uzayabilen bir nesnedir ki; hiç bir nefsi başka bir vücuda ulaştırmaz. Başka bir vücudun bir nefsi kendisine mâl etmesi veya buna benzer bir olay, hiçbir şekilde mümkün değildir.

İşte böyle bir dizaynda, nefsimizin dilediğimiz yere, düşündüğümüz yere birkaç saniyede ulastığını görüyoruz. Ve gittiğiniz yerlerde, eğer insanlar sizi görmüyorlarsa bilin ki nefs halindesiniz. O yasadığınız da zahirî âlemdir. Zahirî âlemde hiç kimse normal standartlarda, nefsi görmez. İnsanların arasında gezersiniz; ama sizi kimse görmez.

Dünyadasınız; ama siz uyuduğunuz esnada gündüzü yasıyorsunuz. O zaman dünyanınöbür tarafındasınız, diğer yarım küresindesiniz ve günesin olduğu taraf gecenin olduğu taraftan daima farklı ve dünya döndüğü için devamlı şekil değistiriyor. Öyleyse nerede şartlar fizik değilse orada bilin ki; nefsiniz bu âlemdedir. Ama bir de şartların fizik olduğu bir âleme gideceksiniz. Sizden evvel olanların yasadığı berzah âlemi.

O zaman bardağı tutabiliyorsanız, içindekini içebiliyorsanız oradasınız, berzah âlemindesiniz. Sizden evvel ölmüş olan kişilerin nefslerinin kıyâmete kadar yasayacağı yerdesiniz. Berzah âlemi, nefslerimize göre fizik olarak yaratılmıştır. Bütün insanların nefsleri öldükten sonra mutlaka oraya gider, orada yaşantılarını devam ettirirler. Kıyâmet gününe kadar orada yasamakta devam ederler. İşte nefslerinizin o gittikleri yerde, sonsuz hızını devam ettirebilmek için Allah, nefslere küçücük bir değişiklik yaptırır.

Nefslerin yapılarında yaptığı değişiklikle nefsimizin karşıt elektronlarının devir sayısını, elektron devir sayısının ötesine geçirir. O zaman berzah âleminde de sonsuz hızla hareket söz konusudur. Nefsler bu âleme ulaştıkları zaman tekrar yapı değişikliğine uğrarlar. Işık duvarı üzerinden geçerken, iki âlem arasındaki ve bizim âlemimizde normal bir nefsin standartlarında gelirler.

Bir gün inşaallah hepinize TAYYİ MEKÂN nasip olacak. TAYYİ MEKÂN‘ı yaptığınız zaman sunu unutmayın; sakın şu vücudunuzu düşünmeyin. Neden düşünmeyin? Çünkü düşünürseniz soluğu vücudunuzda alırsınız. Tekrar dönmeniz de o gece hayli güç bir sey.

İnsaallah yaşarsınız. Yaşadıgınız zaman göreceksiniz ki; aslında uçaklara falan fazla para vermenize gerek yok Allah’ın yardımıyla, her şey çok güzel gerçekleşebilir. İşte nefs tayyi mekânı, bu standartlar altında gerçekleşebilen bir olgudur. Söylediğim gibi hepiniz tayyi mekânı kim bilir kaç defa yasamışsınızdır. Ama rüyada yasadığınız için bunun bilincinde değilsiniz. Sadece bir hayal yaşadığınızı zannetmektesiniz. Oysa ki kişi rüyasında mutlaka bir gezegene gitmiştir.

Eger nefs tayyi mekânının ötesine geçmek söz konusu ise, bunun adı ruh tayyi mekânıdır.

Ruhumuz kendisine ait olan elektron devir sayısını dilediği an, dilediği standartlarda değiştirmek imkânının sahibidir. Ruhumuz 6 grup enerji küresinden oluşur ve emr âleminin de, zahirî âlemin de, berzah âleminin de bütün özelliklerini bir ruh, dilediği an kazanabilir veya yok edebilir. Zahirî âlemde bir ruh, dilerse zahirî âlemin bir parçası olur.

Dilerse zahirî âlemin bir parçası olmanın hemen dışına çıkar. Berzah âleminde bir ruh, berzah âleminin varlığı olur. Herkes onu nefs zanneder veya dilerse bir anda bu standardın dışına çıkabilir. Aynı ruh, gayb âleminde, gayb âleminin standartlarına girer veya dışına çıkabilir.

Allahû Tealâ ruha farklı bir özellik vermiştir. O dilediğini, dilediği standartlarda yapmak imkânının sahibidir. Kim ruh tayyi mekânını yapabilir? Salâha ulaşan kişinin başının üzerine, Allahû Tealâ bir hediye olarak kendi ruhunu gönderir. Bu ruh tayyi mekânı yapması için Allahû Tealâ’nın o kişiye bir hediyesidir. Onun basının üzerinde taşıdığı bu ruh, aklının her zaman kumanda edebileceği, bir nevi uçak gibidir ve o ruha kumanda eden akıl, o ruhu dilediği yere bir anda ulaştırabilir.

Ruh tayyi mekânının nefs tayyi mekânından farkı, ruhun gittiği yerde fizik hüviyete derhâl bürünebilme imkânıdır. Ama orada o bunu yaparken, eğer fizik vücut uykuda değilse, o kişinin fizik vücuduna, akıl kumanda etmektedir. O zaman ruha Allah kumanda eder.

0 Öyleyse, farklı bir tayyi mekân boyutuna girdik: Ruh tayyi mekânı. Sadece salâha ulaşıp da başının üzerine Allah’ın ruh tayyi mekânını yapmak üzere böyle bir ruhu hediye ettiği insanlar, bunu gerçekleştirebilir. Bu konuda çok şeyler okumuşsunuzdur. Bir çok hikâyeler anlatılır. Ama aslında hangi evliya bunu gerçekleştirmişse biliniz ki bu hakikattir. Allah’ın kanunları, fizik kanunlardır. Fizigin ötesi ise, o ait olduğu âlemin fiziğidir; gene aynı seydir.

Her âlemde geçerlidir, âlem farklılıkları sonsuz hızın varlığına sebeptir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:27 pm

Bir kişi fizik vücuduyla herhangi bir şehirde görünürken, onun ruhu başka bir yerde, meselâ hacda aynı anda, aynı gün görülebilir. O kişinin fizik vücudu uykudaysa, o sırada akıl, ruha kumanda eder. Kişi uyanıksa, fizik vücudunun içindeyse, aklı fizik vücuduna kumanda ediyorsa; o zaman ruha kumanda eden Allah’ın sünnetullahıdır. Ve bu tayyi mekânın sahibi olan kisi, aslında bu tayyi mekânı yaşayan değildir. Öyleyse, bir çok evliya için anlatılan çok şeyler duymuşsunuzdur. Mevlâna Celâlettin Rumî aynı günde hem Konya’da görülmüştür, hem Hac’da görülmüştür ve normal standartlarda fizik olarak görülmüştür. Bu da eşyanın tabiatına son derece uygundur. Çünkü söylediğimiz gibi ruh, dilediği âlemde fizik olabilir, dilediği âlemde fiziğin de ötesine geçebilir.

Bu ikinci tayyi mekân çeşidinde de ruhun hareket halinde olması, söylediğimiz gibi fizik vücudun uyku haline girmesiyle gerçekleşirse eğer; kişinin aklı, ruhu kontrolü altında tuttuğu için, bütün olanlardan Allahû Tealâ’nın bu evliyası her zaman haberdardır. Ama Allahû Tealâ bunu dilerse ruhu bir başka varlığa, bir başka şeyi ispat etmek için o kişinin ruhunu, Allah’ın sünnetullahıyla kumanda ederek başka bir yere her zaman gönderebilir ve dünya üzerinde bunun da neticeleri çok görülmüştür. Bir başka tayyi mekân çeşidi var mı? Evet var, fizik vücut tayyi mekânı.

Zannetmeyin ki, fizik vücut kendi kendine fizik vücut tayyi mekânı yapabilir. Hayır fizik vücut, daima bir vasıtadır. Öyleyse sonuca bakarsak ne görüyoruz? Fizik vücut tayyi mekânını yerli yerine oturtabilmek için, fizik vücutla nefs arasındaki ilişkinin çok iyi bilinmesi lâzımdır. Fizik vücudumuzun içindeki nefs, fizik vücudumuzun elektron devir sayısının yarısı kadar elektron devir sayısına sahiptir. Bu sebeple fizik vücudumuzun içinde esirdir. Fizik vücut bayılmadıkça, fizik vücut ölmedikçe, fizik vücut uykuya dalmadıkça nefs, fizik vücudumuzdan ayrılamaz.

Belki bir insanın nefs tayyi mekânını yasayabilmesi, 3 standartta gerçekleşir: Fizik vücudun uyku haline girmesi birinci standart; bayılması, ikinci standart; ölmesi, üçüncü standart. Ölürse, artık o kişinin nefs tayyi mekânı, zaten 40 günlük bir mezarda geçen, geri kalanı da berzah âleminde geçen, kıyâmete kadar devam edecek olan bir tayyi mekân olayıdır.

Fizik vücut tayyi mekânına gelince, bu söylediğimiz kanunla çok yakından alâkalıdır. Hangi kanunla? Nefsimiz fizik vücudumuz içinde esirdir. Neden esirdir? Çünkü nefsimizin elektron devir sayısı, fizik vücudumuzunkinin yarısı kadardır. İşte öyle bir an düşünün ki; ruh, fizik vücudumuzun üzerine geliyor, yerine yerleşiyor; ama ruhun elektron devir sayısı fizik vücudumuzun iki katı kadar. Ne demek bu? Su demek: Ruh, fizik vücudumuzu esir alır ve fizik vücudumuz, ruhumuzun her zerresine kumanda etmesi sebebiyle görünmez olur.

Hiç kimse fizik vücudu göremez. Neden göremez? Çünkü ruhu göremezler. Ruh da fizik vücudumuzun her zerresine sahip olduğu, her zerresini kapladığı için, hiç kimse fizik vücudumuzu göremez.

İşte böylece fizik vücudumuzun, ruhumuzla birlikte sonsuz hızla hareket edebildiğini görüyoruz. Bir kişi ruh tayyi mekânı yaptığı zaman, ruhu oraya yalnız gider, sonsuz hızla gider, orada sekil degiştirir, normal bir insan hüviyetine girer. Kimse onun ruh mu, gerçek bir fizik beden mi olduğunu anlayamaz. Sonra da tekrar sonsuz hızla ait olduğu yere geri dönecektir. Fizik vücudun üzerindeki yerini tekrar alacaktır; ama fizik vücut tayyi mekânında gidilecek yere ulaşıldığı zaman, ruh kontrol müessesini bıraktığı anda fizik vücut orada serbesttir. arada dilediği gibi hareket edebilir; ama kendi âlemine, bulunduğu yere geri dönerken, o zaman tekrar fizik vücudu, ruhun kontrolü altına alması gerekir ve tekrar ruh, iki kat devir sayısıyla fizik vücudun üzerine gelip onu tamamen kaplar. Bu, geri dönüş için mutlaka gereklidir. Geriye ulaşıldığında, ait olduğu yere geri dönüldüğünde, ruh tekrar fizik vücudu terk eder ve basın üzerindeki yerini alır. Fizik vücutta, orada sanki bir uykudan uyanmış gibi normal standartlarına ulaşır. Fzik vücut standartları, ruh standartları, nefs standartları, 3 ayrı tip tayyi mekânı sergiler.

İşte Hazreti Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını getirmeden evvel, "Bana hanginiz onun tahtını getirebileceksiniz?" dediği zaman, ifrid adlı cin diyor ki: "Siz daha yerinizden kalkana kadar, ben onu size getirebilirim." Kitap’tan bir ilme sahip olan adamsa dedi ki: "Siz gözünüzü açıp kapatıncaya kadar, ben onu size getiririm." Allahû Tealâ: "Ve Hazreti Süleyman, o kişiden yüzünü döşemeye çevirdiği zaman, döşemenin üzerinde tahtı gördü." diyor. Öyle ise, olay gerçekleşmiş. Allahû Tealâ, Hazreti Süleyman’a verdiği hızları, üç ayrı bölümde dizayn etmiştir. Ve Hazreti Süleyman devamlı olarak tayyi mekânı yasamıştır. O, sonsuz hızın sahibiydi. Bu statüde, Allahû Tealâ’nın zamanı geriye çalıstırması veya sonsuz hızı tarif eden bir çok âyet-i kerimesinin varolduğunu görüyoruz.

Meselâ; yedi uyuyanlar için Allahû Tealâ zamanı durdurmuştur. Zaman, diğer insanlar için devam ediyor; ama onlar için gitmiyor. Onlar mağaraya alındıklarında Allahû Tealâ’ya diyorlar ki: "Yarabbi, bize katından bir mürşid gönder, bizi mutluluğuna ulaştır." Allahû Tealâ diyor ki: "Onları sağdan sola, soldan sağa hep döndürdük, aya çıktıkları zaman uyandırdık onları. Ne kadar diye sordular birbirlerine, ‘bir kaç saat dediler’ diyor.” Ama fırına ekmek almaya gittiklerinde ellerindeki paraların iki yüz, üç yüz yıl evveline ait olduğu anlaşıldı ve böylece yedi uyuyanlar o dizayn içersinde, zamanın kendilerine çalışmadığı bir ortamın sergilendiğini anladılar.

Allahû Tealâ’nın ihsan ettiği hız müesseseleri, bütün sistemlerde Allah’ın emrettiği biçim ve boyutta geçerlidir. Meselâ Allahû Tealâ dünya ile kendi arasındaki mesafeye “elli bin yıllık yol” diyor ve meleklerin oraya bir günde çıktığını söylüyor. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in BIR KAÇ DAKIKADA ÇIKTIGINI GÖRÜYORUZ. Öyle ise farklı sistemler söz konusudur. Bugüne kadar dünyadan Allah’ın katına kadar fizik vücuduyla gidip oradan dönebilen, sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Hazreti İdris’in de, Hazreti İsa’nın da Allah’ın katında olduğu söyleniyor. Fizik vücut olarak oradalar ve Hazreti sa’nın tekrar döneceği konusunda Allahû Tealâ’nın kesin bir teminatı var. Ama Hazreti İdris’in ne olacağı hakkında bir işaret, Kur’ân-ı Kerim’de yoktur. Bu da bir tayyi mekândır. Hazreti İdris’in cennete alınması olayı, bir tayyi mekân olayıdır.

Hazreti İdris, Allahû Tealâ’ya diyor ki: "Mutlaka cennetini görmek istiyorum." Allahû Tealâ sonunda dayanamıyor, onu cennetine götürüyor. İyice dua ettikten sonra: "Çık, tekrar seni dünyaya göndereceğim." diyor. Hazreti İdris diyor ki: "Çıkmam." Allahû Tealâ: "Ama bana çıkacağım diye söz verdin." diyor, Hazreti İdris diyor ki: "Tamam, verdim; ama şimdi çıkmak istemiyorum. Sen, benim Rabbimsin, beni affedersin". Allahû Tealâ diyor ki: "Kabul ettim. Hadi kal burada!" Yani naz makamı da Allahû Tealâ’ya bazen böyle, onun önceden bildiği; ama bilmez göründüğü şeyleri yaptırır. Allahû Tealâ muhakkak herşeye kadirdir.

Hazreti İsa’nın göğe alınışına beraberce bakalım. On ikinci havari Romalılara haber verir ve salona gelir. Allahû Tealâ diyor ki: "O geldiği zaman, Biz onun yüzüyle Hazreti İsa’nın yüzünü değiştirdik. Onu İsa’ya götürdüler. Çarmığa gerdiler. Biz de Hazreti İsa’yı katımıza kaldırdık" . Nasıl kaldırmıs? Gene tayyi mekân olayı. Hem Hazreti İdris’in, hem de Hazreti İsa’nın olayı, tayyi mekân olayıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allah’ın katına çıkması, mirac olayı, gene tayyi mekândır. Üçü de fizik vücud tayyi mekânını yaşamıştır.

Unutmayın, hepsinin fizik vücutlarının üzerine, ruhları örtü olmuştur. O standartlar içinde, Allah’ın göklerine yükselmişlerdir. Allah’ın katına kadar yükselmişler ve iki tanesi orada kalmıştır. Sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e has bir olay yaşanmıştır. O, tekrar geri dönmüştür.

Allahû Tealâ’ya ne kadar hamd etsek şükretsek azdır ki; O bizim Peygamberimiz. Allahû Tealâ Kur’ân’ı ona indirmiş ve bütün âlemlerde mutlaka tanınan bir peygamber. Allahû Tealâ onun için diyor ki: "Seni âlemlere rahmet olarak yarattım." Kur’ân-ı Kerim için de gene Allahû Tealâ öyle söylüyor: "Âlemlere rahmet olarak yarattım." diyor. Kur’ân-ı Kerim sadece su bizim dünyamızda Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e indirilen, sadece bu dünyada tanınan bir dîn kitabı değildir. Allah’ın bütün âlemlere indirdiği bir kitaptır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de o kitap kendisine inen kişi olarak, bütün âlemlerde tanınmaktadır.

İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in miracına dikkatle baktığımız zaman, onun da bir fizik vücut tayyi mekânı olduğunu görüyoruz. Ne yapmış Allahû Tealâ? Gelecek nesillere ve Mekkeli’lere ibret olsun diye Peygamber Efendimiz (S.A.V)’ i doğrudan doğruya katına almamış. Evvelâ aradan bilmem kaç hafta mesafede olan bir kervana, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i ulaştırmış. Orada durmuş. Peygamber Efendimiz (S.A.V), o kervan sahipleriyle konuşmuş. 1-2 dakika konuşmadan sonra oradan ayrılan Peygamber Efendimiz (S.A.V), bir kaç dakika sonra, ikinci kervana ulaşmış. (2.kervan, 1.kervandan 1 hafta sonra gelecek Mekkeye) ve onlarla da konuşmuş. Özellikle zaman ölçüsünü onlara tayin ettirmiş ve ondan sonra da Allahû Tealâ onu Mescid-i Aksa’ya ulaştırmış. Mescid-i Aksa’yı da tavaf ettikten sonra, oradan Allahû Tealâ’nın katına yükselmis. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki: "Kalbi gördüklerini tekzib etmedi." Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allahû Tealâ’nın katına ulastığı zaman gördüğü seyi, ruhunun bas gözleri ile görüyor; ama ondan evvel gördüklerini -Allahû Tealâ bize de, bütün kalp gözü açık olanlara gösterdiği gibi-, kalp gözüyle göstermiş ve Allahû Tealâ bu sebebe dayalı olarak:

“Kalbi gördüklerini tekzip etmedi.” diyor.

Biliyorsunuz ki; Hazreti Musa da Allahû Tealâ’yı bas gözleriyle görmek istedi, görmekte ısrar etti. Allahû Tealâ da buyurdu ki: "Sen buna dayanamazsın. Biz bas gözlerini bizi görecek olan vasıfta yaratmadık. Onun için sen peygamber de olsan buna dayanamazsın, bundan vazgeç." dedi. O da: "Vazgeçmem." dedi. Allahû Tealâ: "Öyleyse, şimdi bu karsıdaki dağa tecelli edeceğim. O, beni kendi gözleriyle görecek. (Dağın kendisine has olan görme özelliğiyle görecek.) Sonucun ne olduğuna bak. Ondan sonra ısrar ediyorsan, o zaman düşünelim." Ve Allahû Tealâ dağa tecelli etti. Dağın kendisine ait olan görme hassasıyla, Allahû Tealâ’yı görmesini sağladı; ama dağ bile dayanamadı ve berhava oldu ve Hazreti Musa da o anda dağın görme hassasını yakaladı ve bayıldı. Bu görüşten sonra Hazreti Musa’nın artık Allahû Tealâ’yı bas gözüyle görme talebinden vazgeçtiğini görüyoruz.

İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allahû Tealâ’nın huzuruna vardığı zaman, bas gözleriyle Allahû Tealâ’yı görmedi. (Fizik vücudunun) Ruhunun bas gözüyle gördü ki; ruhu zaten emr âleminin varlığıdır. Allah’ın katındaki varlıkların gözleriyle gördü. Unutmayın, huzur namazının imamının fizik vücudu orada değildir, ruhu oradadır. Bütün o namaz kılanların fizik vücutları değil, ruhları namazları kılmaktadır. Öyleyse hepsi, her an Allahû Tealâ’yı görebilmektedirler ve sadece fizik vücudumuzun gözleri Allahû Tealâyı görmeye tahammül edemez. Nefsimizin gözleri Allahû Tealâ’yı görmeye tahammül edemez; ama ruhumuzun gözleri Allahû Tealâ’yı görmenin yeterli vasıflarına sahiptir. Bir de nefsimizin kalbindeki kalp gözü, Allah’ı görmenin standartlarına sahiptir. Peygamber Efendimiz (S.A.V), giderken Cebrail (A.S)’ı gördü. Onunla karsılaştılar, konuştular. Oradan Allahû Tealâ’nın katına ulaştı, geriye döndüğünde, ispat vasıtaları birer birer geliyordu. Peygamber Efendimiz ( S.A.V) demişti ki: “Falanca yerde kervanla karsılaştım”. Tabiî hiç kimse inanmamıştı; ama kervan denildiği zaman, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile karşılaştıklarını, konuştuklarını anlattılar. Onlardan bir hafta sonra gelen ikinci kervan da aynı şeyleri söyledi ve peygamber Efendimiz (S.A.V)’ e Mescid-i Aksa hakkında sual sordukları zaman; derhal gözünün önüne Mescid-i Aksa’nın bütün camları, pencereleri, herşeyi geldi ve bütün cevapları bir defa daha görerek, net olarak verdi.

Öyleyse miraç olayı da tam bir tayyi mekân olayıdır. Fizik vücut tayyi mekân olayıdır ve Kur’ân-ı Kerim’de birçok fizik vücut tayyi mekânından bahsedildiğini görüyoruz. Tayyi mekân dediğimiz zaman, fevkalade güzel bir olayın yaşanması söz konusudur. Bilet parası falan ödemeden bir yerden bir yere her zaman gitmek mümkündür. Allahû Tealâ, O’nun yoldaki bütün dileyen insanlara lâyık oldukları gün mutlaka bu ihsanda bulunacaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:28 pm

Tevbe-i Nasuh



Tevbe: Dönmek rucu etmek demektir. Yani kulun yapmış olduğu kötü fiilleri terketmesi şeriatın emir ve hükümlerini en güzel bir şekilde azmederek yaşamaya çalışması demektir. Nitekim Allahu teala “Ey iman edenler, hepiniz topluca Allah’a (c.c.) tevbe ediniz. Umulurki hepiniz felah bulursunuz”(Nur 31)Rasulullah (s.a.v.)’de bir hadisi şerifinde “Günahtan tevbe eden günahsız gibidir”.
Allahu tealanın razı olduğu bir şekilde yaşamak için tevbe her insana şart olan bir unsurdur. Çünkü tevbe pişmanlıktır. Tevbe kulun acizliğini anlayışı ve Allah’karşı yalvarışıdır. Kulun, pişmanlığın kabul göreceği tek kapı olan Allah’ın tevbe kapısını anlaması, Allah’a rucu ederek afdilemesidir. Tevbe Allah’ın biz kullarına verdiği güzel bir nimettir. Tevbe kalbin gafletten uyanıp,rabbine karşı vefasızlığını anlamasıdır. Tevbe kalbin ilacı ruhun ihtiyacıdır. Tevbe yüce Allah’ın “Ey günah işleyerek kendine zulum eden kullarım! Rahmetimden ümit kesmeyin bana gelin” çağrısına en güzel bir şekilde icab etmek ve Allah’ın af kapısına doğru koşmaktır. Tevbe; yukarıda zikredilen ayeti kerimede olduğu gibi yapılan günahlardan pişman olmak ümit kesmek demektir. Yani müslümanın ümit ve korku çemberinde yaşaması demektir.



İşte Tasavvufta: tevbe, ilk yol olarak görülmüştür. Tasavvuf manavi yadırgasıdır. Sofi bu yolda terbiyelenir ve yetiştirilir. İşte manevi terbiyenin temelide nasuh bir tevbedir. Yani yapılan günahlara bir daha dönmemek, hulusi bir kalp ile pişman olamk demektir.
Tevbe eden bir kimse tevbesini sadece dil ile değil kalbi ile inanarak, teslim olarak getirmesi gerekir. Nitekim kalp konusu ile ilgili Gavs Abdulhakim el-Hüseyni hz.’leri de nasuh tevbenin nasıl olduğunu şöyle belirtir “ Nasuh tevbesi kalp ile pişman olmak dil ile istiğfara sarılmak azalarla günahları terk etmek ve bir daha günaha dönmemeye kesin karar vermektir” buyurmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:28 pm

Tasavvufta 11 Düstur


İslam tasavvufunda çok derin, çok faydalı, çok hikmetli prensipler vardır. Bunlar Nakşibendîliğin 11 esası olarak bilinir. Bu esas ve prensipler nakşî tarikatının büyüklerinden Abdulhâlık-ı Gucdüvânî efendimizin kısaca formüle ettiği kelimelerdir. Bu esasları Şah-ı Nakşibend hazretleri ihya etmiş, tarikate yerleştirmiştir.

Bu prensipleri kısaca ifade etmek gerekirse :

1. Hûş der-dem : Allah (c.c)'dan gafil olmamak ve her zaman dikkatli, uyanık ve Allah (c.c) ile beraber bulunmaktır.

2. Nazar ber-kadem :Daima ayak ucuna bakıp yersiz bakışlarla düşünce ve fikri bulandırmamak.

3. Halvet der-encümen :Zahiren halk ile ve bâtınen, ruhen Hakk ile olmaktır.

4. Sefer der-vatan : Kemal ve vuslat için manevi yolculuktur. Yani kötü huylardan iyi huylara hicrettir.

5. Yâd Kerd : Hem kalp ve hem de dil ile zikre devam etmektir.

6. Bâz geşt : "İlahî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" demektir.

7. Nigâh daşt : Kalbi nefsani duygulardan korumak ve onu imar etmektir.

8. Yâd daşt :Masivayı gönülden atmak ve kainattaki kesrette ilahi vahdeti müşahade etmektir.

9. Vukûf-ı zamânî : Vird ve zikri vaktinde eda etmektir ve vaktin kıymetini bilmektir.

10. Vukûf-ı adedî :Vird ve zikrin adedine dikkat etmek, kalb ve bedeni disipline etmektir.

11. Vukûf-ı kalbî : Daima Hakk'ın huzurunda bulunduğunu düşünmek, zikirde başı sağ tarafa eğmek ve gönle yönelmektir.

(Alıntı: M. Ali Saral )
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty
MesajKonu: Geri: TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI   TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI Empty2007-10-27, 4:28 pm

TASAVVUF HAYATIMIZIN NERESİNDE?

Din, camiyle, mescidle, cemaatle sınırlı değil.

Yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek de değil.

Din, hayatın tamamıdır. Yerken, içerken, yürürken, konuşurken... hayatın her alanındadır.

Her an yol üzerinde olmak, dosdoğru olmaktır.

Dinin kalbî hükümlerini konu alan tasavvuf da hep onunla beraberdir.

Yani dinin, doğruluğun, kulluğun olduğu her yerde...

Esas meseleye geçmeden önce muhtemel bir yanlış anlamanın önünü almak için küçük bir girizgâh yapalım: Yazımızın başlığını neden yukarıda gördüğünüz gibi attık da, mesela “İslâm Hayatımızın Neresinde” demedik?

Şurası açık ki, müslüman olarak yerine getirmekle mükellef olduğumuz amellerin bir zahirî, bir de batınî yönü vardır. Mesela namazı ele alalım. Hadis alimleri, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın” (Buharî) emri doğrultusunda namazla ilgili bütün hususları nakletmişlerdir.

Fıkıh alimleri, rivayetlerde nakledilen hususlara dayanarak, namaz kılan için farz, vacib, sünnet, müstehab, mekruh... olan şeyleri açıklamışlardır. Bunlara riayet edildiği zaman namaz zahiren kılınmış, namaz borcu zimmetten düşürülmüş olur.

İbadet görünürde tamam ama…

Ancak bir de namaz kılan kimsenin riayet etmesi gereken batınî hususlar vardır ki, bunları da Tasavvuf ehli, yine Kur’an ve Sünnet’e dayanarak izah ve beyan etmişlerdir. Kur’an’da “Namazlarını huşu içinde kılan müminler felâha ermiştir” (Müminûn, 1-2) buyurulmuştur. Namazı zahiren farz, vacip, sünnet... lerine riayet ederek kılmak başka, namazda “huşu içinde olmak” başkadır.

Kalbini huşua alıştırmamış kimseler için esasen namazda huşulu olmak mümkün değildir. Hayatının diğer alanlarında huşua yabancı kalmış bir kimsenin, kalbini huşua alıştırması, dolayısıyla namazda da huşulu olması imkânsızdır. Huşu’un arzu edilen seviyede gerçekleşmesi için onunla yakından ilişkili diğer hususlara bakmak ve konuyu onlarla bütünlük teşkil edecek şekilde ele almak gerekir. Bunu da Tasavvuf ehli yapar.

Mesela İmam-ı Gazzâlî k.s. meşhur İhyâ’sında namazın zahirî şart ve rükünlerini zikrettikten sonra, “namazın batınî şartları”nın beyanı için özel bir bölüm açmış, huşu ve huzur-u kalp gibi meseleleri zikrederek sayfalarca bunların izahını yapmıştır ki, burada yer veremeyeceğimiz kadar uzun olduğu için aslından okunması gerekir (İhyâ, 1/165 vd.).

İşte yazının başlığını niçin bu şekilde attığımızın izahı buradadır. Tasavvuf temelde “kalp” ile ilgilenir; kalbî hastalıkların tedavisini amaçlar; her bir hastalığın diğerleriyle ilişkisini dikkatimize sunar. İstikamet, amelde kemal ve imanda yakîn hep kalpte olup biten hususlar olduğuna göre, Tasavvuf’tan bahsettiğimizde bunları kasdetmiş oluyoruz.

O halde Tasavvuf’un hayatımıza etkisi ne kadar yaygın ve derin ise, müslüman birey olarak, “komşu” olarak, “eş” olarak, “ebeveyn” olarak, “işçi” veya “işveren” olarak... kıymetimizin de o kadar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Barışı olmayan cenk

Kur’an’da Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e hitaben “Sana yakîn (ölüm) gelene kadar Rabbine ibadete devam et.” (Hicr, 99) buyurulmuştur. Elbette bu, sadece O’na değil, O’nun yüce şahsında bütün Ümmet’e yönelik olan ve nefes aldığımız sürece uymamız gereken bir ilâhî talimattır.

Buradan bir sonuca daha ulaşıyoruz: Nefsin arzu ve ihtiraslarının, şeytanın hile ve desiselerinin hayatımızın sadece belli alanlarında kendisini gösterdiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu iki düşmanla mücadelemizin hayatın her alanında sürdürülmesi gerekmektedir.

Cüneyd-i Bağdâdî k.s. Hazretleri’nin, “barışı olmayan manevî bir cenktir” şeklindeki tarifini esas aldığımızda, Tasavvuf’un, hayatın her alanında her an var olması gereken bir “mücahede” olduğu gerçeğini daha bir yakından idrak ediyoruz. Yaşadığımız sürece ne nefsin arzu, ihtiras ve taleplerinin sonu gelecek, ne de bizim bunları dizginlemek için göstereceğimiz azim ve irade son bulacaktır!

Eşrefoğlu Rûmî k.s. Hazretleri, başka birçok Tasavvuf büyüğünde benzerini görebileceğimiz bir tasnifle, insanda nefs-i emmareden kaynaklanan hastalıkları 7 başlık halinde tespit eder: Hırs, haset, şehvet, gadap (kızgınlık), cimrilik, kin ve kibir.

Bu hastalıkların ortak yanı nedir diye baktığımızda görürüz ki, bunların her biri, kişinin kendisiyle sınırlı kalmayan, başka insanlara ve topluma da şu veya bu şekilde etki eden bir özelliğe sahiptir. Zira bunların her biri toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkan arızalardır. Öyleyse kalbimizin “kalb-i selîm” vasfına ulaşabilmesi için -ki Kur’an, o gün sadece Rabbine “kalb-i selîm” ile gelenin kurtuluşa ereceğini (Şu’arâ, 89) haber vermektedir- kalbin bu hastalıklardan arındırılması zaruretiyle yüzleşmek durumundayız.

Temizlemek mi, kirletmek mi?

Kur’an’ın, “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” (Ankebût, 45) buyurduğunu, dolayısıyla hakkıyla kılınmış bir namazın davranışlarımıza etkisi olduğunu burada mutlak surette dikkate almalıyız.

Namazın da diğer ibadetlerin de hayatımızda beklenen etkiyi yapabilmesi için “hakkı verilerek” eda edilmiş olması gerekir. Kasdettiğimiz, Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği, temel ibadetlerle başlayıp nafilelerle devam eden ve kemal bulan “genel arınma” durumunun, adeta bir “seferberlik” gibi hayatımızın her sahasını kuşatacak biçimde genel ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir.

İnsan davranışları bir bütündür. “Karakter” dediğimiz şeyi oluşturan da işte bu bütünlüktür. Söz gelimi bir insan hayatını hırsızlık yaparak kazanıyorsa, onun, normal yaşantısında insanlara merhametli davranması, hak-hukuk gözetmesi, dürüst ve samimi olması... mümkün değildir. Yani o kimsenin “temiz” olması kabil değildir.

Hint diyarının son dönemde yaşamış büyük meşayihinden, “Hakîmu’l-Ümme” (Ümmet’in Hikmetlisi) diye anılan Eşref Ali et-Tehânevî k.s. bu meseleyi şöyle bir misalle açıklıyor:

“Kirli aynayı halis, saf su ile yıkarız; pırıl pırıl olur ve bakanlar temizliğinden hayrete düşerler. Fakat ayna, idrarla yıkanacak olursa, üzerine bulaşmış olan (kaba) pislikler yine gider ve yüzü şüphesiz temiz gibi olur. Olur ama, gerçek anlamda temiz ve pak olmuş sayılmaz. Bakanların hayretini mucip olmaz ve onları saf (net) olarak göstermez. Çünkü ayna henüz pistir. Bunun için insanlar onu kirli görür, beğenmez, ondan ikrah eder. Öyleyse yaşayışı İslâm hükümleri ile çatışan herhangi bir kimse için Allah’ın rahmetine sığınmak, ahirette felâha nail olmak mümkün değildir…” (Abdülbârî en-Nedvî, Tasavvuf ve Hayat, 30)

Bazı yerleri kirli bırakmak

Bu misalin konumuzla bağlantısı şu noktadadır: Tasavvufî disipline hayatının bazı alanlarında riayet etmeyen insan, o alanları kirli yahut kirlenmeye maruz bırakmış demektir. Efendimiz s.a.v.’in beyanıyla Ümmet-i Muhammed s.a.v.’e dahil olan her bir ferdi “iman kardeşi” olarak sevmedikçe bir kimsenin gerçek anlamda mümin olması mümkün değilken, mesela grup-hizip taassubuna kapılarak başkalarını hakir görmek, çeşitli şekillerde itham etmek, başkalarının malına, canına onuruna, haysiyetine gölge düşürecek bir davranışta bulunmak müminin, hele Tasavvuf ehlinin yapacağı iş değildir!

Böyle bir vartaya düşmüş kimsenin, hayatının bu yönü kirlenmiş demektir. Bu durumdaki kimsenin “tevbe-i nasuh”ta bulunup davranışını düzeltmediği sürece, nefs aynasını böyle hatalı bir tutumun kirlettiği suyla yıkaması, aslında aynayı kirletmek değil midir?

Bu misali her sahaya teşmil edebiliriz. Aile fertlerimizle, komşularımızla, işçi/işverenimizle münasebetlerimizde, işyerimizde ve ticaretimizde, giyim-kuşamımızda ve davranışlarımızda... kirli bıraktığımız bir alan, hayatımızın diğer alanlarını ve daha da önemlisi ibadetlerimizi mutlak surette şu veya bu biçimde olumsuz etkileyecektir.

Birbirinden türeyen hastalıklar

Bu noktaya Efendimiz s.a.v. “Ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi haset (kıskançlık) de sevapları yer bitirir.” (Ebû Dâvûd) buyurmak suretiyle dikkatimizi çekmiştir. Bir kimsede bulunan tek kötü hasletin, onun iyi taraflarına nasıl olumsuz etki yaptığını ve tedavi edilmediği takdirde ne türlü başka arızalara yol açabileceğini veciz bir şekilde anlatan bu rivayetten şöyle bir ders çıkarmak mümkündür:

Haset öyle bir hastalıktır ki, bir kimsenin kalbine yerleştiği zaman insanlara karşı samimiyet, amellerde ihlâs, kazaya rıza, teslimiyet ve tevekkül bırakmaz. Zira başkalarının elindekini kıskanan bir insanın, müminde mutlaka bulunması lazım gelen bu hususiyetleri muhafaza etmesi mümkün değildir. Hasedin daha işin başında kişinin kalbî ve ruhî hayatında yaptığı tahribat bu kadar iken, ilerleyen safhalarda bakın neler olacaktır:

Haset hırsı körükler ve insanı daima başkalarının önünde/üstünde olmaya zorlar. Bu onun tabiatında vardır. Bu durumdaki bir insanın, benliğini kaplamış olan ihtiras ve aşırı arzu ile hayatı bir “yarış” olarak görmesi son derece normaldir. Böyle bir ruh hali yaşayan insanın kendisini hep başkalarını geride bırakmaya şartlandırması, bu yolda önüne çıkan engelleri her türlü yöntemi kullanarak aşmaya çalışması, zayıfı ezmesi, düşkünü horlaması, insanlara yukarılardan bakması kaçınılmazdır. İşte hasetten kaynaklanan bir dizi arıza daha!..

Böyle bir ahvaldeki kişi, bir de bazı geçici/zahirî başarılar elde etmişse, işte o zaman hastalıklar daha da çeşitlenir ve yayılır. Elde ettiği bu başarılara aldanan kişiyi bu sefer de “kibir” ve “gurur” dediğimiz iki hastalık beklemektedir. “Ben yaptım”, “ben başardım” hastalığının bir adım ötesi ise -Allah korusun- “küçük dağlar benim” anlayışıdır ki, işte kişinin amellerinin eriyip gittiği, buharlaşıp uçtuğu nokta burasıdır.

Hayatı “hayırda yarış” olarak görmek

Modern hayat tarzının telkinleri, yukarıda da zikrettiğimiz gibi insana, hayatı bir “yarış” olarak tanıtır. Bu hayat tarzında insan, aynı işi yaptığı diğer insanları -gerekirse ayaklarına çelme takarak- geride bırakmak, zirveye tırmanmak ve orayı kimselerle paylaşmamak zorundadır!

Talebeyse okulda, iş adamıysa iş hayatında, tüccarsa ticarette... hep “en önde” olmak, modern hayatın insana telkin ettiği bir mecburiyet olarak belirmektedir. Tüketimi kamçılamak için olmadık usullerle evlerin içine giren, kalplere ve beyinlere sirayet eden reklamların nefsi kamçılayan etkisiyle, giyim-kuşamda, meskende, eşyada, arabada... kısacası “tüketim”de kimseden geri kalmamak, hatta “en fazlasını” yapmak modern insan için temel hedeftir.

Paçasını böyle bir hayat tarzının akıntısına kaptırmış insan için Tasavvuf ne anlatır? Yahut Tasavvuf’u ibadetler, evrad u ezkâr gibi hayatın belli alanlarına hapsederek iş, okul, aile... hayatında modern bir tarzı benimsemek, harcarken ve tüketirken modernizmin zebunu olmuş insan gibi davranmak Tasavvufî hayatla ne ölçüde bağdaşır?

Hayatı temelde “sadelik”, “samimiyet” ve “hayırda yarış” olarak gören ve fedakârlık, diğergâmlık, îsâr, ihlas... gibi hasletlerle donattığı insanı “insan-ı kâmil” olmaya doğru yücelten Tasavvuf ile modern hayatın telkinlerinin taban tabana zıt olduğu son derece açık.

Tasavvuf, bireysel arınma ve kurtuluşla sınırlı bir gayreti değil, bununla birlikte başkalarının arınmasına ve kurtulmasına da çaba sarf etmeyi, bu yolda gönüllü olarak “hizmet ehli” olmayı hedef gösterir. Hatta bunu bir “görev” bilinciyle ve samimiyetle yapmayı öngörür ve bu noktada gururu, başa kakmayı ve gösterişi, riyayı... kesin bir tavırla zemmeder.

Hayatı “hayırda yarış” temeline oturtan Tasavvuf için başkalarına en fazla hayırlı olan kimse en hayırlı insandır. Bunun “Mümin, insanlara ülfet eden, kendisine de ülfet edilen kimsedir. Başkalarına ülfet etmeyen ve kendisine de ülfet edilmeyen insanda hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/638, Münâvî, Feydu’l-Kadîr, 6/253) şeklindeki hadis üzerine temellenmiş bir anlayış olduğuna dikkat edilmelidir.

Dolayısıyla insanı, ruhunu ve kalbini kirleterek maddeye bağımlı hale getiren modern hayat tarzının tek alternatifi Tasavvuf’tur. Çünkü Tasavvuf’un temel hedefi, ruhî ve kalbî hayatı müstakim kılıp, ruh temizliğini ve kalp safiyetini hayatın bütün alanlarına yaymaktır demek yanlış olmayacaktır.

Efendimiz s.a.v.’in bu noktadaki uyarısını bir kere daha hatırlamanın yeridir: “Bedende bir et parçası vardır ki, o salih olduğu zaman bütün beden salâh bulur; o fesad bulduğu zaman bütün beden fesada gider. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buharî , Müslim)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
 
TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 2 sayfasıSayfaya git : 1, 2  Sonraki
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : : :: İMAN VE İNSAN :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: