: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : :
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


TüRkİyE'nİn ''EN'' SüPer FoRuM SiTeSi
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6 Empty
MesajKonu: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6   DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6 Empty2007-09-24, 12:16 am

İŞARET MEMURU – Charles Dickens


DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6 Charles_Dickens


GİRİŞ

Barry Norman, David Lean’in muhteşem sinema şaheseri Arabistan’lı Lawrence için, “başrol oyuncusu çöldür” der. “Mekan”, bütün sanat yapıtlarının, özellikle öykü ve roman sanatının mihenklerinden biridir ve bu kavramın sırrına vakıf olan bir yazar, kalem ustalığına erişmek yolunda en güçlü kalelerden birini düşürmüş olur. Benden gotik edebiyatı tanımlamam istense, birkaç sıra dışı olay, birkaç sıra dışı insan ve MEKAN derim, bu sonuncusunu da işin başına koyarım. Lovecraft okurları bilirler, bu büyük ustanın birçok eserinde mekandan başka bir şey anlatılmaz.

Mekanın bütün esere damgasını vurduğu birçok büyük şaheserler vardır. Vaktiyle Andre Gide’in Isabelle’ini okuduğumda, böylesine gerçekçi bir öykünün, bende nasıl olup da bu denli fantastik duygular uyandırabildiğini kendime sormuş, sonunda bu olağanüstü öykünün baş kişisinin, olayların geçtiği evden başkası olmadığını ve eserin bütün esrarının söz konusu evden kaynaklandığını teşhis etmiştim.

Kafka’nın Şato’su da bir mekan eseridir. Bu zorlu romanı birçok kereler, hem notlar alarak, sayfaları karalayıp paralayarak okuduğum halde, sırrına bir türlü vakıf olamamıştım. Sonunda bir inceleme yazısında, Şato romanına konu edilen mekanın, çiğnenip duran bir sakız gibi sürekli yüzey değiştirdiğini okuduğumda kafam dank etti.

Bu kısa listeye Poe’nin “Usher Evinin Çöküşü” öyküsünü, Borges’in “Babil Kitaplığı” öyküsünü ve Dickens’in, aşağıda size sunmakla iftihar ettiğim “İşaret Memuru” isimli öyküsünü de katın.

Dickens insanoğlunun yetiştirdiği en büyük romancılardan biridir. Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Hugo’nun yanı başında durur. Ama ne birincisinin melankolisini ve hastalıklılığını, ne ikincisinin vaazvâri üslubunu ne de üçüncüsünün hamasetini taşır. Upuzun romanlarında insan dediğimiz varlığın en canlı, en yalın, en tabii ve neşeli örneklerinden düzinelercesi akıp gider.

Fantastik Edebiyat konulu bir sitede Dickens’in, “Bir Noel Şarkısı” isimli kısa romanını anmadan edemeyeceğim; naifliği ölçüsünde etkilidir ve Dickens en çocuksu düşlerimizden devasa bir eser yaratmıştır. Yine de Dickens’in hiçbir eseri beni “İşaret Memuru” kadar sarsmadı. Bunun sebeplerinden biri, eserde “mekan” denen sırlı kavramın etkili biçimde kullanılıyor olmasıdır. Bu öykü üzerine çokça düşündüm ve sonunda öykünün geçtiği mekanın, içerdiği olağanüstü hadiseleri meşrulaştırdığını şaşırarak gördüm.
Ancak mekanın, bu öyküdeki etkisini idrak edebilmek için, başarılı bir edebiyat eserinde bulunması gereken diğer bir önemli faktörü; zaman faktörünü de işin içine katmak gerekiyor. Bu iki kavram; zaman ve mekan, Dickens’in İşaret Memuru’nun düğüm noktalarıdır. Kavrayışı yüksek olan ve öyküyü, layık olduğu titizlikle okuyup değerlendiren her arkadaşım bana bu konuda hak verecektir.

Ancak sağlam bir olay örgüsü olmadan hiçbir başarılı öykü yazılamaz. İşaret Memuru'nun olay örgüsü öylesine kuvvetli ki, mekan ve zaman konusunda elde ettiği başarı dahi gölgede kalıyor. Bu öyküyü okuduğumda hissettiğim ilk şey dehşet duygusuydu. Öykü tüylerimi diken diken etti, zihnimi uzun süre oyaladı ve bendeki fantastik edebiyat bilincine köklü katkılarda bulundu. Şimdi dönüp düşündüğümde, Dickens’in, başarılı bir fantastik öyküde bulunması gereken birçok unsuru ustalıkla teşhis edip kullandığını görüyorum, kendisi bir fantastik edebiyat yazarı olmadığı halde.

Öyküyü dilimize kazandıran Ülkü Demirtepe’ye şükranlarımı sunuyorum.



İŞARET MEMURU – Charles Dickens

- Merhaba aşağıdaki!

Adam kendisine seslenildiğini duyduğunda, elindeki kısa sopaya sarılı bir işaret flamasıyla kulübesinin önünde duruyordu. Bulunduğu yerin doğal yapısı göz önüne alınacak olursa; insan, sesin geldiği yön konusunda adamın kuşku duymasının mümkün olmayacağını düşünürdü; ama başının hemen üstünde, benim durduğum dik yarın tepesine bakmak yerine, tam aksi yöne dönüp tren hattına baktı. Davranış biçiminde olağandışı bir şey vardı ama ben tüm çabama rağmen ne olduğunu ifade edemeyeceğim. Bedeni derin çukurda gölgede kaldığı ve olduğundan küçük göründüğü, bense tam yukarısında, onu henüz görmeden kızıl günbatımı parıltısına gömüldüğüm ve elimi gözlerime siper etmek zorunda kaldığım dik yarın tepesinde durduğum için, davranışının dikkatimi çekecek kadar olağandışı olduğunu biliyorum.
- Merhaba aşağıdaki!

Tren hattına bakıyorken tekrar dönüp gözlerini yukarı kaldırınca, tam tepesinde beni gördü.

-Sizinle konuşmak için aşağıya inebileceğim bir yol var mı?

Cevap vermeden yukarıya, bana baktı. Beyhude sorumu hemen tekrarlayarak ona baskı yapmak istemediğim için, ben de yukarıdan ona baktım. Tam o sırada toprakta ve havada belli belirsiz bir sarsıntı oldu. Sonra da, sanki zorla aşağıya çekiliyormuşum hissiyle beni geriye sıçrata güçlü bir sarsıntıya ve hızla üzerime doğru gelen bir harekete dönüştü. Hızlı trenin bulunduğum yere kadar yükselen buharı, önümüzden geçip kır panoramasında dalgalanarak gittikten sonra aşağıya baktığımda, tren geçerken salladığı flamayı sopasına sararken gördüm.
Sorumu tekrarladım. O sırada kımıldamadan bana bakıyor gibiydi; küçük bir duraksamadan sonra işaret flamasının sarılı olduğu sopayla, durduğum yere iki üç metre uzaklıktaki bir noktayı işaret etti. Ona seslendim; “Tamam!” Sonra çabuk çabuk o yöne doğru ilerledim. Orada çevremi kolaçan edince, tepenin dik yamacı yarılarak yapılmış, engebeli, yılankavi bir biçimde aşağıya inen bir patika buldum ve onu izledim.
Bu daracık patika çok derine iniyordu ve olağanüstü sarptı. Kaynağın bulunduğu kayalıklara oyulan yol, aşağıya doğru indikçe daha da ıslaklaşıyor ve balçıklaşıyordu. Patikayı işaret eden adamın garip bir isteksizliğini ya da zorlandığı havasını aklıma getirecek zamanı tanıdığından, yolun kâfi derecede uzun olduğunu anladım.

Zikzaklar çizen patikadan, tekrar görebileceğim seviyeye indiğimde, adamı ortaya çıkmamı bekleyen bir tavırla, trenin az önce geçmiş olduğu rayların arasında dururken buldum. Sol eli çenesine dayalıydı ve sağ eli de sol dirseğini destekliyordu. Davranışında öyle bir bekleyiş ve dikkat vardı ki, şaşırarak bir an durdum.

Yeniden aşağıya doğru yürümeye başladım ve tren hattı seviyesine ininceye kadar adımlarımı iyice hızlandırdım. Daha da yaklaşınca, onun, oldukça kalın kaşları ve siyah sakalları olan soluk benizli bir adam olduğunu gördüm. Görev noktası şu ana kadar hiç görmediğim kadar ücra ve kasvetli bir yerdeydi. Dört bir tarafı, bir parça gökyüzü dışında bir şeyin görünmesine izin vermeyen, eğri büğrü taşlardan örülü, üzerinden sular damlayan ıslak bir duvarla çevriliydi; bir yöndeki perspektif, bu koca hapishanenin çarpık çurpuk uzantısıydı; öteki yöndeki daha kısa perspektif ise, siyah tünelin daha da kasvetli ağzında kasvetli bir kırmızı ışıkla son buluyordu. Muazzam büyüklükteki yapıda haşin, bunaltıcı ve ürkütücü bir hava vardı. Bu yuvarlak ağızdan o kadar az güneş ışığı kendine girecek yol buluyordu ki, toprakta ölüm kokusu vardı; ve yaşadığım dünyayı terk etmişim gibi içimi ürperten buz gibi sert bir rüzgar, bir ucundan girip öteki ucundan çıkıyordu.

O, hareket etmiyordu ama ben ona dokunacak kadar yaklaştım. O zaman bile gözlerini benimkilerden ayırmaksızın bir adım geriledi ve elini kaldırdı.

"Burası çok ıssız bir görev yeri" dedim, "ve yukarıdan bakarken çok dikkatimi çekti. Nadiren bir ziyaretçi uğruyordur herhalde; arzu edilmeyen bir seyreklikte değildir umarım."
O benim şahsımda, tüm yaşamı boyunca dar sınırlar içinde kapatılıp sonunda serbest kalarak bu büyük işlere karşı merakı yeni uyanmış bir adam gördü sadece. Bense zaten böyle görünmeyi amaçlayarak onunla konuşuyordum; ancak kullandığım sözcüklerden emin olmaktan uzağım; çünkü bir konuşma açmaktan mutlu olmamam bir yana, adamda cesaretimi kıran bir şey de vardı.

Tünelin ağzına yakın olan kırmızı ışığa doğru çok tuhaf bir bakış yöneltti ve sanki bir şey kaçmış gibi orayı gözleriyle iyice kolaçan ettikten sonra bana baktı. O ışık görevinin bir parçası mıydı, değil miydi? Alçak bir sesle cevap verdi; “Benim görevim olduğunu bilmiyor musunuz?”
Sabit bakışlarına ve kasvetli yüzüne göz atınca, aklıma onun bir insan değil, bir hayalet olduğuna dair uçuk bir düşünce geldi. Aklında bulaşıcı bir hastalık düşüncesi olabilir miydi, diye o zamandan beri akıl yürütüyorum.

Bu kez geri adım atan bendim. Fakat bu hareketi yapmamla, gözlerinde bana karşı gizli bir korkunun varlığını sezmem bir oldu. Uçuk düşüncemi bir bozguna uğrattı.
- Bana bakıyorsunuz, dedim kendimi gülümsemeye zorlayarak, sanki benden korkuyor gibisiniz.
-Kuşkularım var, diye cevapladı, daha önce sizi görüp görmediğime dair.
-Nerede?

Daha önce bakmış olduğu kırmızı ışığı işaret etti.

-Orada mı? dedim.

Beni dikkatle izlerken, sorumun karşılığını verdi; “evet”

- Aziz dostum, ben orada ne yapayım? Ne derseniz deyin, ben orada asla bulunmadım, buna yemin edebilir misiniz?

-Sanıyorum yemin edebilirim, diye yanıtladı, evet, edebileceğimden eminim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
JosE FATIHIO
AdmiN
AdmiN
JosE FATIHIO


Mesaj Sayısı : 1544
Yaş : 36
Kayıt tarihi : 14/09/07

DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6 Empty
MesajKonu: Geri: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6   DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6 Empty2007-09-24, 12:18 am


Tavrı netleşti, tıpkı benimki gibi. Sözlerimi hazırlanmış ve iyi seçilmiş sözcüklerle yanıtladı. Orada yapacak o kadar çok işi var mıydı? Evet, başka bir deyişle üzerinde yeterince sorumluluk vardı, ama ondan talep edilen dakiklik ve dikkatti, bedenen yaptığı iş hemen hemen hiçe yakındı. Sinyal ışıklarını değiştirmek, ayarlarını yapmak, ara sıra şu demir kolu çevirmek; bedeniyle yapmak zorunda olduğu işlerin hepsi bundan ibaretti. Bana fazlaca önemli gibi gelen uzun ve yalnız saatlerle ilgili olarak da, sadece hayat düzeninin kendisini böyle biçimlendirdiğini ve buna alışmış olduğunu söyleyebilirdi. Bu çukurda kendi kendine bir dil öğrenmişti; tabii bu dili sadece teoride bilmeye ve o dilin telaffuzuna ilişkin fikirlerini kabaca biçimlendirmiş olmaya, o dili öğrenmek denirse. Aynı zamanda bayağı kesir ve ondalık kesirlerle de uğraşmıştı. Biraz da cebir denemişti; ama hem şimdi hem de çocukluğunda, rakamlarla arası pek iyi değildi.
Görev başındayken her zaman bu rutubetli hava koridorunda kalması gerekli miydi ve o yüksek taş duvarların arasından güneş ışığına hiç çıkamaz mıydı? Eh, bu zamana ve şartlara bağlıydı. Bazı durumlarda tren hattına öbür şartlardan daha az bağlı olurdu ve aynısı gece ile gündüzün belli saatleri için de geçerliydi. Hava açıkken bu çukurdaki gölgelik yerden çıkmak için fırsat kollardı; ama elektrikli zille çağrılması her zaman ihtimal dahilinde olduğu ve böyle zamanlarda zili iki misli endişeyle dinlediği için, işinin başından ayrılması benim tahmin ettiğimden daha seyrek olurdu.

Yanan bir ateşle, bazı kayıtlar yaptığı resmi bir defterin durduğu masa, pusula iğnesi ve anahtarlarıyla bir telgraf aleti ve bahsettiği küçük zilin yer aldığı kulübeye götürdü beni. Onun iyi eğitimli ve (inşallah gücendirmeden söyleyebilirim) belki de bu istasyona göre fazla eğitimli olduğuna ilişkin fikrimi affına sığınarak söylediğimde o, büyük insan kitleleri arasında bu şekilde önemsiz aykırılık örneklerinin ender de olsa bulunacağını öne sürdü; darülacezelerde, polis teşkilatında böyle olduğunu duymuştu; hatta umutsuzluğun o son dayanağı orduda bile; ve herhangi bir büyük tren yolu personeli arasında. Gençliğinde (şu kulübede otururken ben buna inanabilsem bile, kendisi buna hemen hiç inanmıyordu) üniversitede doğa felsefesi derslerine devam etmiş; ama aklına estiği gibi davranıp önüne çıkan fırsatları kötü kullanmış, çökmüş ve bir daha hiç ayağa kalkamamış. Bununla ilgili hiçbir şikayeti yoktu. Yatağını kendisi yapmış ve üzerine uzanmıştı; başka bir yatak hazırlamak için artık çok geçti.

Sakin bir tavırla ve benim ile ateş arasında gidip gelen vakur karanlık bakışlarıyla söylediklerinin hepsini burada özetledim. Ağzından zaman zaman “efendim” sözcüğü dökülüyordu, özellikle de gençliğine gönderme yaparken, sanki onu bulduğumdan başka hiçbir şey olmayı hak etmemiş olduğunu anlamamı rica edercesine. Konuşması birkaç kez küçük zille kesildi. Mesajları okuması ve cevaplarını göndermesi gerekti. Bir kez de açık kapının önünde durup tren geçerken işaret flamasını göstermesi ve makinistle birkaç kelime konuşması gerekti. Görevini yerine getirirken onun fevkalade dikkatli ve mükemmel olduğunu, yapması gereken şey bitinceye kadar, sözünü kelimenin ortasında kesip sessiz kaldığını gözlemledim.
Tek kelimeyle, bu adamın böyle bir görevde istihdam edilecek insanların en güvenilirlerinden biri olduğu hükmünü vermeliydim, ama beni engelleyen, konuştuğu sırada benzi sarararak iki kez konuşmasını kesip o sırada ÇALMAYAN küçük zile yüzünü çevirmesi ve kulübenin (dışarının sağlıksız rutubetli havası içeriye girmesin diye sürekli kapalı tutulan) kapısını açarak tünelin ağzına yakın kırmızı ışığa doğru bakmış olmasıydı. Her iki seferde de, daha önce bahsetmiş olduğum, ancak tanımlayamadığım nedeni belirsiz o tuhaf havayla birbirimizden iyice uzaklaşmışken ateşine yanına geri dönmüştü.

Ondan ayrılmak için kalkarken dedim ki, “Bana halinden memnun bir insanla tanıştığımı düşündürüyorsunuz neredeyse.” Onun daha fazla konuşmasını teşvik etmek için böyle söylediğimi itiraf etmek zorundayım.

- Sanırım bir zamanlar öyleydim, diye cevap verdi, ilk konuşmasındaki gibi alçak sesle, ama artık üzgünüm efendim, üzgünüm.

Elinden gelseydi sözcükleri geri alacaktı. Ama bir kez ağzından çıkmışlardı ve ben de hemen yakalamıştım.

- Neden dolayı? Neden üzgünsünüz?

- Anlatmak zor efendim. Bundan bahsetmek çok çok zor. Eğer beni bir daha ziyarete gelecek olursanız, size anlatmayı denerim.

- Sizi bir daha ziyarete gelmeyi bilhassa istiyorum. Söylesenize, ne zaman uygun olur?

- Sabahleyin erkenden işi bırakıp yarın gece saat onda tekrar çalışmaya başlayacağım efendim.

- Saat on birde gelirim.
Teşekkür etti ve benimle birlikte dışarıya çıktı. “Yukarı giden patikayı buluncaya kadar” dedi, o garip, alçak sesiyle, “size beyaz ışığımla yol göstereceğim efendim. Yolu bulduğunuz zaman bana seslenmeyin! Yukarı varınca da seslenmeyin!” Davranış biçimi, mekanı birdenbire daha da soğuklaştırdı gibi geldi bana, ama “peki”den başka bir şey söylemedim.
- Yarın gece aşağıya inerken de seslenmeyin! Size bir veda sorusu sormama izin verin lütfen. Bu gece size “merhaba aşağıdaki!” sözlerini söyleten neydi?

- Tanrı biliyor ki, dedim, o anlama gelen bir şeyler söyledim

- O anlama gelen bir şey değil efendim. Kelimeler tam olarak bunlardı. Bu kelimeleri çok iyi hatırlıyorum.

- Tam bu kelimeler olduğunu kabul ediyorum. Bunları söylediğime şüphe yok, çünkü sizin aşağıda olduğunuzu görmüştüm.

- Başka nedeni yok mu?

- Başka nasıl bir nedeni olabilir ki?

- Bu kelimelerin size fizikötesi bir şekilde iletilmiş olduğuna dair bir şey hissediyor musunuz?

- Hayır.

İyi geceler diledi ve ışığı kaldırıp tuttu. Patikayı buluncaya kadar hat boyunu takip ettim. Patikayı buldum. Yukarı tırmanmak inmekten daha kolaydı. Herhangi bir olağandışı olay olmadan kaldığım hana geri döndüm. Ertesi gece tam kararlaştırılan saatte, uzaktaki saatler on biri vururken, adımımı zikzak yolun ilk dönemecine atmış bulunuyordum. Adam, elinde beyaz ışığıyla aşağıda beni bekliyordu. “Size seslenmedim” dedim, yaklaştığımda. “Şimdi konuşabilir miyim?”, “Elbette efendim, buyurun”, “O zaman iyi akşamlar, elinizi sıkayım.”, “İyi akşamlar efendim.” Kulübesine doğru yan yana yürüdük, içeri girip kapıyı kapattık ve ateşin yanına oturduk.

- Kararımı verdim efendim, diye başladı söze, oturur oturmaz öne doğru eğilerek. Fısıltının biraz üzerinde bir ses tonuyla konuşuyordu, beni üzen şeyin ne olduğunu bana ikinci kez sormak zorunda kalmayacaksınız. Dün gece sizi başka birisine benzettim. Beni üzen bu.

- Bu yanılgı mı?

-Hayır. O başka kişi üzüyor beni.

-Kim o?

-Bilmiyorum.

-Bana mı benziyor?

-Bilmiyorum. Yüzünü hiç görmedim. Sol koluyla yüzünü kapatmıştı ve sağ kolunu sallıyordu, şiddetle sallıyordu. Böyle.
Gözlerimle hareketini takip ettim ve bu, “Tanrı aşkına, çekil yoldan!” anlamında, azami duygu ve şiddetle sallanan bir kolun hareketiydi.

-Bir dolunay gecesinde, dedi adam, “merhaba aşağıdaki!” diye haykıran bir ses duyduğumda burada oturuyordum. Korkuyla yerimden fırlayıp şu kapıdan bakınca tünelin ağzındaki kırmızı ışığın yanında durmuş, şimdi size gösterdiğim gibi kolunu sallayan o kişiyi gördüm. Ses bağırmaktan kısılmış gibiydi ve haykırıyordu; “Dikkat et! Dikkat et!”, sonra yine; “merhaba aşağıdaki!” Lambamı kapattım ve ışığı kırmızıya çevirip; “Kötü bir şey mi var? Ne oldu? Nerede?” diye seslenerek o şekle doğru koştum. Figür, tünelin karanlık ağzının hemen dışında duruyordu. Ona o kadar yaklaştığım halde, hâlâ koluyla gözlerine kapatıyor olması beni hayrete düşürdü. Doğruca yanına koştum ve kolunu tutup çekmek için elimi uzatınca yok oldu.

- Tünele mi girdi?

- Hayır. Beş metre kadar tünelin içinde koştum. Sonra durup lambamı başımın üzerine kaldırınca, mesafe rakamlarını ve tavandın sızıp duvarlardan aşağıya akan suların lekelerini gördüm. Girmiş olduğumdan daha da hızlı dışarı koştum çünkü bu yer bende ölümcül bir nefret duygusu uyandırıyordu. Kendi kırmızı ışığımla, kırmızı tehlike ışığının tüm çevresine baktım. Demir merdivenden kırmızı ışığın üzerindeki sahanlığa çıkıp indim ve koşarak buraya döndüm. Her iki yöne de telgraf çektim; “Bir alarm verildi. Kötü bir şey mi var?” Her iki yönden de yanıt geldi; “Her şey yolunda.”

Omurgamı izleyen soğuk bir parmağın hafif dokunuşuna karşı koyarak, bu şekillerin nasıl bir göz aldatmacası olduğunu, gözün görme fonksiyonuna hizmet eden hassas sinirlerdeki hastalıktan kaynaklanan bu şekillerin hastaları nasıl sık sık rahatsız ettiğinin bilindiğini; bu hastalardan bazılarının, hastalığın doğasını anlayıp bunu kendi üzerlerindeki deneylerle kanıtlamış olduklarını ona anlattım. “Hayali çığlığa gelince” dedim, “böyle yavaş sesle konuşurken durup bu olağandışı vadideki rüzgarı ve onun telgraf tellerinde çıkardığı arpe benzer vahşi sesi bir an için dinleyin.”
Bir süre oturup dinledikten sonra, bunları kabul ettiğini ve rüzgarla telgraf tellerini –burada o upuzun kış gecelerini öyle çok yaşamıştı ki, yalnız ve uyumadan- oldukça iyi biliyor olması gerektiğini söyledi, ama öte yandan bitirmemiş olduğu sözlerini tamamlamak için yalvardı. Beni bağışlamasını rica ettim. Koluma dokunarak şu sözleri ekledi usulca;

- Bu belirtinin ortaya çıkışından sonraki altı saat içinde bu hatta, o unutulmaz kaza oldu. On saat içinde ölü ve yaralılar tünelin içinden geçirilerek o figürün durmuş olduğu yere getirildi.

Nahoş bir ürperti baştan aşağı vücudumu dolaştı, ama ben buna karşı koymak için elimden geleni yaptım. Olağanüstü bir rastlantının, onun aklını etkileyecek kadar fazla hesaba katıldığının reddedilemeyeceğini söyledim. Ancak olağanüstü rastlantılar sık sık meydana gelirdi ve böyle bir konuyla ilgilenirken, bunların göz önüne alınması gerektiği tartışma götürmezdi. “Ama elbette itiraf etmeliyim ki”, diye ekledim, “öte yandan da sağduyulu insanlar, hayatla ilgili olağan hesapları yaparlarken rastlantılara pek fazla yer vermezler.” Bitirmemiş olduğu sözleri için yine yalvardı. Ben de sözünü kestiğim için yine affını rica ettim.

- Bu, dedi, yine elini koluma koyup çukur gözleriyle omzunun üzerinden bir göz atarak, tam bir yıl önceydi. Aradan altı ya da yedi ay geçmiş, ben şaşkınlık ve şoktan ancak kurtulmuştum. Bir sabah gün ışıdığı sırada kapıda durmuş kırmızı ışığa doğru bakarken hayaleti yine gördüm.

- Bağırıyor muydu?

- Hayır. Sessizdi.

- Kolunu sallıyor muydu?

- Hayır. Işık direğine dayamıştı ve her iki eliyle yüzünü kapatmıştı. İşte böyle.

Bir kez daha gözlerimle hareketini izledim. Ölüm kederini ifade eden bir hareketti. Böyle bir pozu mezarların üzerindeki taş figürlerde görmüştüm.

- Ona doğru gittiniz mi?

- İçeri girip oturdum, kısmen kafamı toplamak, kısmen de bayılacak gibi olduğum için. Tekrar kapıya gittiğim zaman güneş tepede yükselmiş ve hayalet yok olmuştu.

- Ama bunu takiben hiçbir şey olmadı değil mi? Arkasından hiçbir şey gelmedi, öyle değil mi?
İşaret parmağıyla iki ya da üç kez, her seferinde dehşet içinde, başıyla da doğrulayarak koluma dokundu;

- Tam o gün bir tren tünelden çıkarken yanımdaki vagonun penceresinde, karmaşa içinde eller ile kafalar görür gibi oldum ve bir şey el salladı. Makiniste tam geçiş işareti verdiğim sırada görmüştüm bunu. Stop! Makinist makineleri durdurup frene bastı ama tren sürüklenip buradan ancak yüz metre kadar ileride durdu. Arkasından koştum ve koşarken tren sesinin yanı sıra korkunç çığlık ve ağlamalar duydum. Kompartımanların birinde çok güzel genç bir hanım ansızın ölmüştü ve içeri getirilip sizinle aramızdaki tam bu döşemeye uzatıldı.
Gösterdiği tahtalara bakarken sandalyemi gayrı ihtiyari geri çektim.

- Doğru efendim, doğru. Size bunu tamamen, olduğu gibi anlatıyorum.

Sonucu etkilemek üzere söyleyecek hiçbir şey bulamadım ve ağzım kupkuru oldu. Rüzgar ve telgraf telleri, hikayeyi uzun ve kederli bir inlemeyle sürdürdü. Bir süre sustuktan sonra yeniden konuşmaya başladı. “Şimdi efendim, bunu değerlendirin ve aklımın nasıl altüst olduğunu anlayın. Hayalet bir hafta önce geri geldi. O zamandan beri belli bir düzeni olmadan ara sıra yine görünüyor.

- Işığın yanında mı?

- Tehlike ışığının yanında.

- Ne yapıyor?

“Tanrı aşkına çekil yoldan!” sözleriyle ilgili daha önce göstermiş olduğu hareketleri olabildiğince şiddetli bir duygu yoğunluğu ve dehşetle tekrarladı. Sonra devam etti; “Onun yüzünden ne huzurum ne rahatım kaldı. Aşağıdaki, dikkat et, dikkat et diye büyük bir ıstırap ifadesiyle dakikalarca bana sesleniyor. Bana el sallayarak orada duruyor. Benim küçük zili çalıyor.” Bunu derhal yakaladım;

- Dün akşam ben buradayken ziliniz çaldı, siz de kapıya gittiniz öyle mi?

- İki kez.

- Eh, görüyorsunuz, dedim, hayal gücünüzün sizi nasıl aldattığını. Gözlerim zildeydi ve kulaklarım da zilin sesine açıktı. Eğer ben yaşıyorsam, o belirttiğiniz zamanlarda zil ÇALMADI. Hayır, ne o zaman ne de başka zaman; istasyonların sizinle bağlantı kurduklarında gerçekleşenlerden başka, zil hiç çalmadı.
Başını hayır anlamına salladı. “Bununla ilgili şimdiye kadar hiç hata yapmadım efendim. Hayaletin ziliyle, gerçek olanı birbirine hiç karıştırmadım. Hayaletin çaldığı zilde, başka hiçbir şeyin çıkarmadığı acayip bir titreşim oluyor. Zilin titreşimlerinin gözle görüldüğünü iddia etmedim. Onu duymadığınıza da şaşırmıyorum. Ama ben duydum.”

- Peki siz dışarıya baktığınızda hayalet orada mıydı?

- Oradaydı.

- Her iki seferde de mi?

- Her iki seferde de.

- Benimle şu anda kapıya gelip ona bakar mısınız?

Biraz isteksizmiş gibi alt dudağını ısırdı ama yerinden kalktı. Kapıyı açtım, o kapı aralığında, ben de basamakta durdum. İşte tehlike ışığı. İşte tünelin karanlık ağzı. İşte bu derin çukurun yüksek, ıslak taş duvarları. İşte bunların tepesindeki yıldızlar. “Onu görüyor musunuz?” diye sordum, dikkatle yüzüne bakarak. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi; ama aynı noktaya baktığımda şaşkınlığım daha fazlaydı, belki de.

- Hayır, diye cevap verdi, orada değil.

- Aynı fikirdeyim, dedim.

Tekrar içeri girdik ve kapıyı kapatıp yerlerimize oturduk. Bu avantajdan nasıl daha iyi yararlanabileceğimi, tabii eğer buna avantaj denilebilirse, düşünüyordum ki, yeniden normal bir şekilde konuşmaya başladığında, aramızda gerçekle ilgili ciddi bir sorun olamayacağını düşünmekle kendimi çok zayıf bir konuma düşürmüş olduğumu hissettim. “Beni korkunç derecede üzen sorunun, hayalet ne istiyor sorusu olduğunu artık tamamen anlıyorsunuzdur efendim.” Tam olarak anladığımdan emin olmadığımı söyledim. “O, neye karşı uyarıda bulunuyor?” dedi. Derin düşüncelere dalmıştı ve sadece arada bi bana doğru çevirdiği gözleri ateşteydi; “Tehlike nedir? Tehlike nerededir? Tehlike tren hattında herhangi bir yerin üzerinde asılı duruyor. Kötü bir felaket olacak. Daha öne olanlardan sonra üçüncü kez olacağına şüphe yok. Ancak hayaletin beni ziyaret etmesi kesinlikle acımasızca. Ne yapabilirim ki?” Mendilini çıkarıp alnındaki teri sildi; “Her iki yöne de telgraf çekecek olsam, buna bir kanıt gösteremem. Başım derde girecek ve bir faydası olmayacak. Deli olduğumu düşünecekler. Bu iş aynen şöyle cereyan edecek; mesaj: Tehlike var, dikkatli olun, cevap: Ne tehlikesi? Nerede?, mesaj: Bilmiyorum. Ama Tanrı aşkına dikkatli olun! Beni görevden alacakla. Başka ne yapabilirler ki?”

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://turkiye.canadaboard.net
 
DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 6
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
: : : SÜPER FORUM TÜRKİYE : : : :: EDEBİYAT DÜNYASI :: Süper Hikayeler-
Buraya geçin: